Vous êtes sur la page 1sur 51

Avrupa Merkezcilik, Doğu, Batı Üzerine Yazılar

Đçindekiler

AVRUPA MERKEZCĐLĐK, DOĞU, BATI ÜZERĐNE YAZILAR .................................... 1

Đçindekiler ................................................................................................................................. 1

Konferans Đlanı......................................................................................................................... 2

Doğu ve Batı .............................................................................................................................. 3

Doğu Toplumları ve Ütopya .................................................................................................... 7

Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük Veya ”Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin
Gericidir? ................................................................................................................................ 13

Avrupa Merkezcilik nedir? ................................................................................................... 13

Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı............................................................. 23

Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar/Kültürler Çatışması .............. 29

Marksizm ve Batı Dışı Toplumlar ........................................................................................ 37

Demokratik Cumhuriyet Üzerine ......................................................................................... 41

Giriş....................................................................................................................................... 41

-I- Demokrasiler Neden Kırallıktır? Ve Cumhuriyetler Neden Demokratik Değildir? ....... 45


Konferans Đlanı

12 Şubat 2000'de Basel'de ve 13 Şubatta Zürich'te yapacağım konuşmanın konusu:

Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük


Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük ilk bakışta birbiriyle çelişiyor gibi görünüyor. Hatta
bir çoklarınca çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin bir eleştirisi ve aşılması olarak
görülüyor. Avrupa Merkezciliği değil miydi, diğer kültürleri kendi değerleriyle yargılayan ve
onlara daha alt bir değer biçen. Çok kültürlülük ise, bütün kültürleri eşit değerde görüyor.
Bu zıtlığın göründüğü gibi olup olmadığı. Çok Kültürlülük veya Çok Kültürlü Toplum
kavramlarının Avrupa Merkezciliğin günümüze uyarlanmış bir versiyonu olup olmadığı gibi
sorulara cevap aramaya çalışılacaktır.

Demir Küçükaydın
Nernsweg 33
22765 Hamburg
Tel: + 49 (040) 39 66 84
El: + 49 (0172) 45 83 160
e-mail: demir@comlink.de
Doğu ve Batı

Bu gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin Avrupa’da zafer


yürüyüşüne başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden
tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre
tanımlanmıştır. Bu ideolojik karakterini unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka
baktığımızda ne görürüz? Birinde zengin ülkeler ve demokratik rejimler vardır, diğeri
yoksuldur ve anti demokratik rejimler vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter biçimlerinde
bile, halkın seçilmiş temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, gerçek özgürlükler yoktur.
Peki niye böyledir? Batı’da kapitalizmin doğup gelişti, Doğu’da ise modern bir kapitalizm
hiçbir zaman doğmamıştır. Peki Doğu’da niye olmadı? Bunun sırrı Doğu’da Devletin güçlü
olmasındadır. Yani Demokrasidedir batıdaki refah ve kapitalizmin sırrı. Sanılır ki, demokrasi
kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür.
Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Peki Japonya doğunun doğusunda, orada pek ala kapitalizm
gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış? Bu bize, doğu ve batı
kavramlarını daha dakik olarak tanımlamamız gerektiğini gösterir. Doğu denenin ayırıcı
özelliği nedir? Eski uygarlık beşikleri olması. Yani Çin, Hint, Đran ve Orta Doğu, bunların
hepsi, eski uygarlık beşikleridir. Binlerce yıl boyunca buralar, bu gün dünyada Avrupa ve
Kuzey Amerika’nın bulunduğu yerlerdeydiler. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek,
Doğu’nun coğrafi değil bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlıklara bulaşmışlık veya eski
uygarlık beşikleri olarak tanımlanabileceği ortaya çıkar. Eski uygarlık beşikleri Avrupa’ya
göre Doğu’da oldukları için, onlara doğu denmektedir. Eski uygarlık beşiği olmak ne
demektir? Uygarlık demek ticaret, yani tefecilik ve bezirganlık demektir. Uygarlık demek çok
güçlü bir devlet demektir.
Doğu’yu böyle sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından baktığımızda, Japonya’nın
istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Japonya coğrafi olarak Doğudadır ama tarihsel ve
sosyolojik olarak Batılı bir ülkedir. Çin uygarlığı Japonya’ya, Tıpkı Akdeniz Uygarlığı’nın
Đngiltere’ye fazla işleyememesi gibi, hiçbir zaman fazla işleyememiştir. Japonya’nın antik
tefeci bezirgan uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz
uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir. Yani Japonya, sosyolojik olarak doğulu değil batılı bir ülkedir.
Tersinden de örnek verilebilir. Örneğin, Fas, Tunus, Cezayir, Arap uygarlığının Magrep
dedikleri, Batının batısındadırlar coğrafi olarak ama tarihsel ve sosyolojik olarak
doğuludurlar. Fenikelilerden beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve orta doğu uygarlığına
batmışlardır.
Hatta bu ölçüt bizzat, Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Avrupa, uygarlığa çok
daha fazla bulaşmıştır. Kuzey ise çok daha az. Bu antik uygarlıklara bulaşmışlık, Katolik
Protestan sınırını bile belirler. Tıpkı doğu ve Batı Roma’nın Ortodoks, Katolik sınırı gibi.
Eski Romla imparatorluğunun iyice içine işlediği alanlar Katolik, uygarlığa yeterince
bulaşmamış alanlar Protestan’dır. Yani Avrupa ölçülerinde, Güney Dünya’daki Doğu’nun
benzeridir, Kuzey Batı’nın. Bütün bu sonuçlara baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani
komünal ilişkilerin güçlülüğü ile demokrasi ve modern kapitalizm arasında çok yakın bir
ilişki olduğu görülür. Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır, ama o Kralların, her hangi bir
doğulu ülkenin bir köy jandarma karakolundaki en sıradan jandarma kadar bile yetkisi yoktur.
Japonya’da bir istisna oluşturmaz. Japon Đmparatoru’nun adı imparatordur, yaksa konumu
Đngiliz krallarından farklı değildir. Bunun nedeni, batı krallarının, hiçbir zaman doğu
firavunları gibi her şeylere kadir tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir.
Onlar hiçbir zaman firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri) karşısında, eşitler
arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta bu gerçek ilişkinin yazıya dökülmesinden başka
bir şey değildir.
Bu fark sadece doğu ve batı siyasi ve iktisadi sistemlerini belirlemez, insan malzemesini de
belirler. Doğu insanı binlerce yıl, kadiri mutlak kralların, keyfi devletlerin baskısı altında
yaşamıştır. Đnsanlıktan çıkmış bir insan posasına dönüşmüştür. Beş yüz yıllık köleciliğin,
Afrika’daki siyahların ruhunda yarattığı derin tahribattan çok söz edilir ama nedense beş bin
yıllık devletçiliğin yarattığı tahribattan kimse söz etmez. 12 Eylülün tahribatından çok söz
edilir ama bu tarih boyunca binlerce 12 Eylül yaşandığı ve bu binlerce 12 eylülün
tahribatlarının doğu insanının ruhunda bıraktığı tortulardan söz edilmez. Kuzeylinin veya
Avrupalının doğululara saf görünmesinin, politik kültürde bile yansıyan binlerce farklı
düşünce ve davranış kotlarının ardında hep bu Batı veya Kuzey Avrupa’da Komün
aracılığıyla yaşamış, doğuda veya Güney Avrupa’da devlet aracılıyla yok olmuş eşit
kandaşlık vardır.
Batı’da doğan kapitalizmin, bir kere doğduktan sonra, bir yağ lekesi gibi yayılarak, zamanla
doğuyu da batılılaştırabileceği düşünülebilirdi. Ne var ki, bu yağ lekesinin yayılışı esnasında,
yirminci yüzyılın başlarında, Batı Uygarlığının kendisi doğululaşmaya başladı. Sermayenin
kendisi tefecileşti. Demokrasi düşmanlığı, güçlü devlet eğilimi burjuva uygarlığının da alnına
vurulu bir tarihsel lanet damgası oldu. Böylece, Batı uygarlığı Doğu’nun devletçiliğinde ve
tefeci bezirganlığında, bir düşman değil, kendisinin içine girdiği eğilimin modelini ve idealini
gördü. Batı’nın doğululaştığı dünyada, Doğu’nun batılılaşması, yani o tefeci bezirganlıktan,
devletçilikten kurtulması, demokratikleşmesi ve rekabetçi girişimciliğe yönelmesi
olanaksızlaştı.
Bir tek, modern işçi sınıfı, Doğu’yu Doğululuktan, Doğu’yu Doğu yapan sermayeyi ve o
binlerce yıldır mükemmelleşmiş devlet ve devletçiliği tasfiye ederek, sosyalist bir devrimle
kurtarabilirdi. Ekim Devrimi, ayakta kalabildiği ilk birkaç yılda bu alanda hiç
küçümsenmeyecek adımlar da attı. Ama bu arada bizzat Doğu’ya batılı olma perspektifi veren
işçi sınıfı, olağanüstü zor tarihsel koşullarda fiilen tasfiye olduğu ve Batı ülkelerindeki
devrimler yardıma gelmediği için tecrit olup yenildi. Ve tıpkı binlerce yıllık doğu
devletçiliğinin bir benzeri bu yenilginin üzerinde ve yok ettiği devrimin bayrağıyla yükseldi.
Böylece Doğu’yu doğululuktan kurtarabilecek biricik yol da bizzat modern bir doğulu
versiyonun kurbanı oldu.
Böylece, artık bütün dünya Doğu’dur. Batı yoktur artık. Batı da doğu olmuştur. Globalizm
hayranları, globalizmi, kapitalist yayılma aracılığıyla doğunun batılılaşması olarak görüyorlar;
Globalizm Doğu’nun batılılaşması, yani o doğuya doğru yayılan batılı yağ lekesi değildir;
Doğululaşmış Batının yayılmasıdır. Yani daha çok tefecilik, daha güçlü devletin zaten bunun
vatanlarında pekişmesidir.
Đnsanlığı doğululuktan kurtarabilecek, yani şu kahredici bürokratik, militer; baskıcı devletleri
tasfiye edecek, parçalayacak; kendisi tefeciliğe dönüşmüş sermayeyi tasfiye edebilecek
potansiyele sahip biricik güç, işçi sınıfı yani ücretliler ise darmadağın, demoralize, programsız
ve de üstüne üstlük, dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasında korkunç bir bölünmeye
uğramış durumda. Zengin ülkelerdeki kültive işçilerin zümre çıkarları ile dünya çapındaki bir
eşitlikçi düzen çelişiyor. Yoksul ülkelerdeki bunu isteyebilir ama yapacak maddi ve kültürel
temelden yoksunlar. Amerika ve Avrupa’da işçiler sosyalizm istemeden dünyaya sosyalizm
gelemez, yani dünya doğululuktan çıkamaz. Ama Avrupa ve Amerika’nın işçileri için yeryüzü
çapında eşitlikçi bir düzen bu günkü refah ve tüketim düzeyinden bir geriye gidiş demektir.
Çıkmaz buradadır.
Bu koşullarda, sadece coğrafi anlamda değil, tarihsel anlamda da, en batılı Doğu olan, Orta
Doğu’da bir Demokratik Cumhuriyet projesinin şansı var mıdır? Bir yanıyla, Orta Doğuda
komünden uygarlığa son geçiş olan, Kürt Ulusal Hareketi, dünya dengeleri başarı için başka
hiç bir olanak sunmadığından, tam bir kuşatılmışlık içinde, kuşatılmışlıktan kurtulmak,
kendini kuşatanları arkadan kuşatmak için bu burjuva uygarlığının henüz batılı olduğu
dönemin projesi olan Demokratik Cumhuriyet projesine yöneldi. Bu dünyanın genel gidiş
eğilimine aykırı ama yine de kendine özgü dinamikleri olan bir gelişmeydi.
Bu program sadece burjuva uygarlığının batılı olduğu dönemin değil, işçi hareketinin de
programıydı, bürokratik deformasyonlara uğramadığı zamanlar. Đşçi Devleti tasfiye olunca,
onu tasfiye eden devletçilik, bu programı, sosyalistlere unutturmuştu. Böylece burjuvazi artık
doğululaştığı, sosyalistler ise kültürel olarak binlerce yıllık doğu devletçiliğiyle; ideolojik
olarak, bu kültürel kotlara denk gelen doğulu devletçiliğin benzeri bürokratik ideolojiyle
şekillendikleri için, Demokratik Cumhuriyet programı, ne Kürt ve Türk burjuvazisinden, ne
de Kürt ve Türk sosyalistlerinden bir yankı görmedi, etkisiz ve tecrit kaldı. Ama yine de uzun
vadede, en azından bölge için, doğululuktan kurtulma için bir olanak olmaya devam ediyordu.
Ne var ki, ABD’nin Irak’ı işgali, orta doğunun doğululuktan kurtulabilmek için bu son
şansının önünü ciddi biçimde kesiyor. Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulmaları için, şarklı,
baskıcı, militer, bürokratik keyfi devletlerin yıkılması koşulu ortadan kalkıyor. Kürtler pek
ala, bu devletler yıkılmadan, kendileri de böyle devlete veya devletlere sahip olarak da ulusal
baskıdan kurtulabilirler yeni durumda. Yani bütün orta doğu için o şarklı devletçilik yaşamaya
devam eder; Orta Doğu doğulu kalır. Kürtler de, tıpkı, Araplar, Farslar, Türkler gibi, keyfi,
baskıcı, bürokratik ve militer bir doğulu devlete sahip olabilir. Bir Demokratik Cumhuriyet’e
değil, bir bürokratik cumhuriyete. Bu elbette onlar için ulusal baskının sonu demektir. Ama
ulusal baskıdan kurtulma otomatik olarak demokrasi ve doğululuktan kurtulma anlamına
gelmez. Artık Batı’sı kalmamış bir dünyada şaşırtıcı da olmaz bu. Ama tıpkı Batı Avrupa’da
bir sosyalist devrim olsaydı, kapitalizme bulaşmamış halkaların kapitalist olmayan yoldan
sosyalizme geçişi gibi, Orta Doğu’nun bu son batılılaşma olanağı da, tarihsel olarak yitirilmiş
bir fırsat, kaçırılmış bir şans olarak kalır.
Önümüzdeki dönem Orta doğu halklarının bu tarihsel şansın kullanabilmeleri için
“uzatmaların oynanması”dır. Bu uzatmalarda hala bir gol atma şansı var. Türkiye’deki
Bürokrasi ve Devletçilik yılanı, yani beş bin yıllık doğululuk, yeni dünya dengelerine kendini
uyarlamak için gömlek değiştirmek zorunda kalacaktır. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar
en zayıf anlarıdır.
13 Mayıs 2003 Salı
Doğu Toplumları ve Ütopya

Doğu Toplumları ve Ütopya ilişkisini anlamak için önce “Doğu Toplumu” ve “Ütopya”
kavramlarını netleştirmek gerekmektedir. Çünkü bu kavramlar, sanıldığının aksine, tarihin
burjuva uygarlığınca geliştirilmiş metafizik bir kavranışına bağlı olan zaman ve mekan
kavramlarına dayanırlar.
Doğu nedir? Coğrafi olarak güneşin doğduğu yön demektir. Birçok dilde doğu zaten güneşin
doğduğu ülke ya da taraf anlamına gelen sözcüklerle karşılanır. Bizzat Anadolu sözcüğü de
böyledir. Eski çağın Grekleri için güneş küçük Asya yarımadasından doğduğu için, buraya
Güneşin Doğduğu Yer diyorlardı.
Ama dünya yuvarlaktır. Bu demektir ki, dünyanın her yeri doğudur. Amerika’nın Uzak Batı’sı
da Uzak Doğu’daki Japonya’ya göre Uzak Doğu’dur. Demek ki doğu sözcüğü, ancak
bulunulan yere göre bir anlam taşımaktadır. Bu da bir yön olarak değil ama bir yer olarak
Doğu’nun ancak belli bir koordinat sistemine göre var olabileceğini gösterir.
Bu gün dilimize yerleşmiş Doğu ve Doğu Toplumu kavramları, çok açıktır ki, Avrupa’da
doğup gelişen Kapitalist burjuva uygarlığının kavramlarıdır. Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu,
Batı, Orta Batı, Uzak Batı gibi coğrafi adlandırmaların hepsi, özünde batı Avrupa’nın
Koordinat sisteminin bakış açısından kullanılan birer mekân adlandırılmasıdır ve coğrafi bir
kavram olarak bile nötral adlandırmalar değil, coğrafyanın Avrupa merkezli bir kavranışını
içerirler. Doğu kavramı, coğrafi bir kavram olarak bile masum, tarafsız bir kavram değildir.
Ama Doğu, sadece coğrafi bir kavram değil, aynı zamanda sosyolojik ve tarihsel bir
kavramdır. Bütün kapitalizm öncesi uygarlıklar, Çin, Hint, Pers, Doğu Akdeniz
uygarlıklarının hepsi, Kapitalizmin doğduğu Batı Avrupa’ya göre Doğu’da olduğu için, Doğu
sözcüğü aynı zamanda, bu uygarlıkların tarihinden gelen, bu uygarlıklara ilişkin anlamında da
kullanılır. Bu uygarlık alanları, tam da prekapitalist uygarlık alanları oldukları için daha sonra
kapitalizm karşısında geri kalıp sömürgeleştiğinden, Doğu sözcüğü aşağılayıcı bir anlama da
sahiptir. Daha sonra Kurtuluş savaşlarının yükselişinin bir yansıması olarak, buralarda
yaşayan halkların dilinde Doğu, bu sefer, var olan durumda pek övünülecek bir yan
olmadığından, eski uygarlık beşiği geçmişe bir gönderme içerir ve olumlu bir anlam yüküyle
kullanılır olmuştur.
Bu değer yüklü anlamlardan soyutladığımızda, Doğu, Prekapitalist uygarlıkların yayıldığı
yerler anlamına gelir. Ne var ki, bunun yerine Doğu sözcüğünün kullanılması, sık sık anlam
kaymalarına ve karışıklıklara yer açar. Coğrafi Doğu kavramı, bu sosyolojik Doğu kavramının
yerini alır. En tipik örnek Japonya’dır. Japonya, coğrafi olarak Doğu’nun doğusundadır, ama
sosyolojik ve tarihsel olarak bir “Doğu Toplumu” değildir. Çünkü Japonya, tıpkı Britanya
Adaları gibi uygarlığa çok geç girmiş, Doğulu olma fırsatı bulamamış ve tam da bu sayede
Doğulu olamadığı için batılı olmuş bir ülkedir.
Yirminci Yüzyılın başında, Japonya’nın Çarlık Rusya'sına karşı kazandığı askeri zaferi,
Doğu’nun Batı’ya karşı bir zaferi olarak selamlayan Lenin gibi Marksistler bile, ezilenlere
sempatilerini belirtmek için bu coğrafi ve sosyolojik anlamlar arasında kayma yaptıklarını
fark etmezler. Japonya’nın Rusya’ya karşı zaferi, Doğu’nun Batı’ya değil; yine Batı’nın
Doğu’ya karşı; Kapitalizmin Asyalılığa karşı bir zaferiydi. Çarlık Rusya’sı, coğrafi olarak
daha Batıda olmasına rağmen; sosyolojik olarak, Japonya’ya göre çok daha Doğulu ve
Asyatik bir ülkeydi. Ve de tam bu nedenle yenilmişti Japonya karşısında.
Fas ve Cezayir, bu gün Batılı denen birçok ülkeden çok daha batıdadırlar coğrafi olarak, ama
onlar tarihsel ve sosyolojik olarak, ta Fenikelilerden beri, prekapitalist uygarlıklar çemberine
girdiklerinden doğuludurlar.
Özetle, doğu demek, sosyolojik olarak, prekapitalist uygarlık demektir.
*
O halde “Doğu Toplumları ve Ütopya” konusunu ele alabilmek için, soruyu, sosyolojinin
diline çevrilmiş olarak, önce şöyle sormak gerekir: Prekapitalist Uygarlıklarda Ütopya var
mıydı?
Ama bu soruda açıklanmayı bekleyen bir de Ütopya kavramı bulunmaktadır. Çünkü Ütopya
kavramının kendisi de bizzat tarihin çok özel bir dönemine ilişkin bir tarih ve zaman
kavrayışını yansıtan bir kavram olarak doğmuştur ve bizzat kendi burjuva uygarlığının ve
toplumsal mücadelelerin gidişi içinde değişmiştir ve değişmektedir.
Ütopya kavramı günümüzde genellikle, gerçekleşmesi mümkün görülmeyen, ayakları yere
basmayan, gerçeklikle bağını yitirmiş anlamlarında, siyasi veya toplumsal programları ve
projeleri tanımlarken kullanılmaktadır. Bu kullanımda büyük ölçüde gerçekçinin zıttı gibi
olumsuz bir anlamı vardır.
Realpolitikerlerin dilinde devrimci ve köklü değişiklere dayanan bir mücadeleyi aşağılamanın
bir aracıdır bu kavram bu anlamıyla.
Ama Ütopya aynı zamanda, bir program, kendisi için mücadele edilmesi gereken ve
edildiğinde ulaşılabilecek bir hayal anlamında da kullanılır olmuştur son yıllarda. Bu
anlamda, kendisine ulaşılamasa bile uğruna mücadele edilmeye değer, yol gösterici bir hedef
anlamına sahiptir. Bu anlamda, umutsuz “Zeitgeist”ın bir dışa vurumudur.
Ütopya ayrıca, sosyalist gelenekte, insanı arıdan ayıran, yapacağı şeyi önceden kafasında
tasarlaması olduğundan, insan olmanın ve eylemin olmazsa olmaz koşulu olarak, yapılacak
bir şeyin hayalini kurmak, onu kafada canlandırmak anlamında da kullanılmaktadır. Burada
vurgu gerçekliği değiştirmeye yöneliktir, gerçeklikle bağın kaybı, ya da onun
değiştirilemeyeceği gibi bir ima yoktur. Lenin’in Ne Yapmalı’daki “Hayal görmeliyiz” diye
başlayan satırları bu tür bir kullanıma örnek olarak gösterilebilir1.

1
"Rüya görmeliyiz!" Bu sözcükleri yazıyorum, ve birdenbire bir korkudur beni alıyor. Kendimi "Birlik (sayfa:
207) Konferansı"nin bir oturumunda görüyorum ve karşımda Raboçeye Dyelo'nun editörleri ve yazarları
oturuyorlar. Martinov yoldaş ayağa kalkıyor, ve bana dönerek sertçe şöyle diyor: "Đzninizle şunu sorayım, özerk
bir yazıkurulunun, daha önce parti komitesinin görüşünü almadan rüya görmeye hakkı var mıdır?" Onun
ardından Kriçevski yoldaş dikiliyor (Plehanov yoldaşı çoktan beri derinleştirmiş olan Martinov yoldaşı, felsefi
bakımdan daha da derinleştirerek) daha da sert bir tonla: "Daha ileri gideceğim, diyor, size soruyorum: bir
Ütopyanın bu anlamda kullanılışına bağlı olarak, son yıllarda, solun ve sosyalistlerin bir
ütopyasının olmadığından, bir Ütopyaya ihtiyacı olduğundan söz edildiğinde, Ütopya
kavramı, onların bir programı olmadığı anlamında kullanılmaktadır.
Ama Ütopya, tam bu anlamıyla da, son yıllarda, özellikle post-modern düşünürler arasında
olumsuz bir anlam kazanmıştır. Bu kullanımda ütopyaların gerçekleşemezliklerinden söz
edilmemektedir artık. Hayır onlar gerçekleşebilirler, ama gerçekleştikleri takdirde, toplumu ve
insanları bir cendereye sokarak, büyük acılara ve haksızlıklara neden olurlar denmektedir.
“Büyük anlatıların sonu” deyişi, bu tür bir ütopya, hayal ya da toplum tasavvuru kavranışına
dayanmaktadır. Burada, artık toplumu düzeltmek için, modeller, programlar, hayaller
kurmanın kendisi kategorik olarak yanlış bulunmaktadır.
Elbette bunlar felsefi bir elbise giymiş yüzeysel ve ideolojik açıklamalardır. Sovyetler birliği
ve diğer devletlerdeki rejimlerin açıklamasını toplumsal ve tarihsel koşullarda değil, fikirlerde
ve hayallerde gördüğünden; ciddi tarihsel ve sosyolojik analizler yerine; kestirmeden
düşüncelerin varlığı belirlediği türden bir tarih anlayışıyla sözde bir açıklama sunmayı ifade
ederler.
Ne var ki, bu anlamda ütopya, ister kategorik olarak reddedilsin, isterse insani ve politik
eylemin ayrılmaz koşulu olarak ele alınsın, daima gizli bir varsayım olarak gelecekle
ilişkilidir. Ütopya ile gelecek arasında zorunlu ve ayrılmaz bir bağ varmış gibi düşünülür.
Ama Ütopyanın şimdiye veya geçmişe değil, geleceğe ait olduğu gizli varsayımı, daha genel
bir gizli varsayıma dayanır. Bir gelecek olduğu ve bu geleceğin bu günkünden daha farklı
olduğu ve olacağı.
Ama bu iki kabul de oldukça yenidir.
Bir gelecek düşüncesi, bütün toplumlarda ve her zaman olmamıştır. Örneğin batı Ortaçağı’nda
insanlar, büyük ölçüde zamanın sonunda yaşadıklarını düşünüyorlar ve sürekli kıyamet

marksistin, Marx'a göre insanlığın kendisine her zaman çözebileceği görevler yüklediğini ve taktiğin partiyle
birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesinin bir süreci olduğunu bile bile, rüya görmeye hakkı var mıdır?"

Bu korkunç soruları düşünmek bile beni titretiyor, ve bir tek şeyi düşünüyorum: nereye saklanacağımı.
Pissarev'in arkasında siper alsam nasıl olur?

Rüya ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda Pissarev şöyle yazar: "Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim
rüyam, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiç bir zaman gitmeyeceği bir
doğrultuya sapabilir. Birinci halde, rüyadan hiç bir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler,
güçlendirir bile. ... Böyle rüyalarda çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiç bir şey yoktur. Tam
tersine, eğer insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, arasıra zihni ilerilere atlayarak
ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o
zaman insani, sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi
itici gücün sürükleyeceğini düşünemem bile. ... Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, yaşamı
dikkatle gözler, gözlemlerini gökte kurduğu şatolarla kıyaslarsa (sayfa: 208) ve eğer, genel olarak söylemek
gerekirse, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki ayrılığın hiç bir zararı
olmaz. Rüyalarla yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır."[78]

Ne yazık ki, bizim hareketimiz içinde, bu türden rüya görme çok azdır. Ve bundan en çok sorumlu olan
kimseler, aklıbaşında görüşleriyle, "somuta" "yakınlıklarıyla" öğünenler, legal eleştiriciliğin ve illegal
"kuyrukçuluğun" temsilcileridirler. (Lenin, Ne Yapmalı?)
bekliyorlardı. Böyle bir zaman tasavvurunun olduğu bir dönemde ütopyalar var olsa bile,
bunlar ile gelecek arasında zorunlu bir bağ olması bir yana bunlar birlikte bile düşünülemez.
Ama geleceğin şimdiden ve geçmişten farklı olduğu ve olacağı düşüncesi de son derece
yenidir. Bu doğrusal, geçmişten gelip geleceğe giden zaman tasavvuru, kapitalizm ve
aydınlanmayla birlikte gelişip zihinlerde egemenliğin kurmuştur. Ondan önceleri, zaman
doğrusal değil, dairesel, değişen değil, tekrarlayan; akan değil, dönen bir zamandı.
Đnsanlar doğup, büyüyor ölüyorlardı; doğada hep aynı mevsimler tekrarlanıyordu. Đnsanlar
gibi medeniyetler ve devletler de kuruluyor, gelişiyor, olgunluğa eriyor, çürüyor ve
yıkılıyorlardı. Hâsılı “devran dönüyor”du. Dolayısıyla geleceğin geçmişteki geleceklerden
daha farklı bir gelecek olabileceği yönünde bir tasavvur da bulunmuyordu.
Geleceğin farklı olacağı tasavvuru bütünüyle kapitalist geniş yeniden üretim yordamına, ve
ona bağlı olarak ortaya çıkan, doğrusal ve değişken bir zaman tasavvuruna bağlıdır.
Dolayısıyla tıpkı Doğu kavramı gibi ütopya kavramının kendisi de, en azından bugünkü
yaygın kullanımlarında Burjuva Uygarlığı’na ait kavramlardır. Her ikisi de burjuva uygarlığı
ile birlikte ortaya çıkmışlardır.
O halde, doğu toplumları ve ütopya ilişkisini, bu kavramların tarihsel ve burjuva uygarlığına
bağlı, o uygarlığın ideolojik egemenliğinin aracı olmaları niteliklerini göz önüne olmadan, bir
sorun, bir konu olarak ortaya koymanın kendisi bizzat, burjuva uygarlığının ideolojisinin
yaygınlaştırılmasının bir aracıdır. Đsterseniz, böyle bir kavrayış içinde, Doğu’yu savunun,
savunduğunuz sadece içi dışına çevrilmiş biçimiyle burjuva uygarlığı ve onun ideolojisi
olmaktan öteye gitmez.
*
Batı’ya ve burjuva uygarlığına bağlanan Ütopya düşüncesi, klasikleşmiş Ütopya olarak ele
alınan kitaplar göz önüne alındığında, tarihsel gerçekliğe uymaz ve bütünüyle bir
yanılsamadır. Yani Ütopya kavramı burjuvaziyle birlikte doğmuştur ama bu kavrama adını
veren kitap ve benzerleri göz önüne alındığında gerçeğin pek öyle olmadığı, burjuvazinin
gerçekliği tahrif ederek böyle bir anlayışı yerleştirdiği görülebilir.
Bu gün en klasik ütopyaları göz önüne getirdiğimizde, onların, sanılanın aksine Kapitalizme
değil, belki onun şafağına has oldukları görülür.
Ütopyalar burjuva uygarlığının şafağında doğarlar:
Campanella’nın Civitas Solis’i (Güneş ülkesi) 1602 tarihini taşır.
Thomas Morus’un (1478- 1535) Ütopya’sı neredeyse bundan yüz yıl önce, 1516’da
yazılmıştır.
Bacon’un Yeni Atlantis’i 1624 tarihlidir.
Dikkat edilirse, en yeni tarihli olan Bacon’unki bile, henüz Ticari kapitalizm döneminin,
burjuva uygarlığının henüz Prekapitalist uygarlıklar karşısında kesin bir üstünlük sağlamadığı
bir dönemin ürünüdür.
Bu şu demektir onlar aslında Batı’nın ürünleri, yani kapitalizmin ürünleri sayılmazlar. Uzak
dış ticaret ile bir ilgileri vardır ama bu dış ticaretin modern kapitalizme bir sıçrama yapıp
yapmayacağı henüz belirsizdir.
Bu anlamda, klasik Ütopyalar aslında henüz batılı değildirler. Çünkü henüz ortada tam bir batı
yoktur.
Bu onların zaman ilişkisinde de görülebilir. Henüz ilerleyen bir zaman ve tarih kavramı pek
yoktur bunlarda. Bu bakımdan Ütopya, doğuşunda bu günkü gibi geleceğe göbek bağıyla
bağlı değildi. Bu nedenle o Ütopyalar temporal değil lokal (zamansal değil mekansal) bir
gönderme içerirler. Hemen hepsi bilinmeyen denizlerde bir adadadır. Bu onların uzak dış
ticaret ile ilişkisini gösterdiği gibi, aynı zamanda henüz burjuva uygarlığı ile oluşacak zaman
ve mekan kavrayışlarına uzaklığını da gösterir. Kapitalizmin gelişmesinden sonra, o
okyanusların bilinmeyen adaları kalmamış ve onlar, bir ütopyaya ilham vermek bir yana
giderek sömürgeleşmeye bağlı olarak aşağılayıcı bir anlam kazanmışlardır. Bu nedenle henüz
Doğu’nun dolayısıyla Batı’nın da olmadığı bir döneme aittirler. Aynı zamanda geleceğe değil,
yaşanan döneme ilişkindirler, gelecek göndermeleri yoktur.
O halde, Ütopyalar aslında Doğu’nun ürünleridirler; ama bu Doğu’nun ürünleri olanlar,
aslında Bu gün batı’nın olduğu kabul edilenlerdir. Bunların içinde belki sadece Yeni Atlantis,
Batı’nın, burjuva uygarlığının daha açık bir damgasını taşır. Gerisi, tamamen Doğu’nun
ürünüdür. Doğu’nun ütopya geleneğinin devamıdır.
Peki Doğu’nun ütopya geleneği nedir?
Doğu’nun dönen zaman kavrayışı içinde, geleceğe ilişkin bir ütopya yoktur. Hele geleceğin
geçmişten daha iyi olacağı yönünde bir inanç ve kabul de pek yoktur. O halde, Doğu’da, yani
kapitalizm öncesi uygarlıklarda, Ütopyanın kaynağı Geçmişte olabilir ve de öyledir.
Ama bu geçmiş, sınıf çelişkileri içinde parçalanmış çürüyen medeniyet olamaz. Komün’ün
“Cahiliye” denen sınıfsız toplumu da olamaz. O zaman, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma
geçilen Kent (Cite, Medine); Kıvılcımlı’nın deyişiyle “Barbar (sınıfsız toplum, Komün)
kurdunun, medeniyet kelebeğine dönüştüğü koza” olan Kent olabilir Ütopyalara ilham
verebilecek geçmiş. Orada henüz sınıfsız toplumun erdemleri yaşamaktadır ama aynı
zamanda Uygarlığın zenginliğine de ulaşılmıştır.
Bu nedenle, aslında bütün ütopyalar genellikle bir Kent’den ötesini hayal edemez, Kral olsa
Soğanın cücüğünden başka şeyi yemeyi akıl edemeyen Çoban gibi.
Platon’un Devlet’i, bir Kent’i anlatır. Ona Đlham veren Isparta kentidir.
Farabi’nin Medinetü’l Fadıla’sı (Erdemli Şehir) da bir Kenti anlatır.
Campanella’nın Güneş Ülkesi de aslında bir Kent’i anlatır.
Morus’un Ütopya’sı da, bir ada söz konusu olmakla birlikte, toplumsal örgütlenme olarak bir
Kent’in örgütlenmesine sahiptir.
O halde, bütün bu Ütopyalar, bu gün Doğu denen kapitalizm öncesi uygarlıkların ürünüdürler.
Geleceğin toplumunu değil ideal toplumu anlatır ve bu toplum, henüz uygarlaşmamış,
uygarlığın eşiğindeki Kent’ten başka bir şey değildir.
Klasik uygarlıklarda, bir de dinlerin içine sızmış bir Ütopya daha vardır. O da, geleceğe değil,
geçmişe aittir: sınıfsız toplum, tarih öncesi, yani Cennet.
O halde, toparlarsak, bu gün batılılara ait olduğu düşünülen ütopya kitapları aslında tamamen
klasik uygarlıkların damgasını taşırlar, yani onlar doğuludur.
Doğu’nun ütopyası, yani klasik kapitalizm öncesi ticarete ve tarih ve tarım temeli üzerinde
üretime dayanan toplamların ütopyaları, ilhamını geçmişin Kent’inde bulur
21 Haziran 2004 Pazartesi
Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük
Veya
”Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin Gericidir?
Şöyle genel geçer bir yargı var: "Çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin aşılmasıdır. Avrupa
Merkezcilik diğer kültürleri, aşağı görüyor, onları kendi ölçülerine göre yargılıyordu. Şimdi
ise, hiç bir kültür diğerinden üstün veya aşağı değil, hepsi aynı değerde görülüyor. Artık
slogan, eşitlenme ve birbirine benzeme değil, çok renklilik, çeşitlilik. Bu anlayış içinde elbette
Avrupa Merkezcilik yer bulamaz."
Đlk bakışta her şey çok açık! Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi. Nasıl güneşin doğuşunun ve
batışının şahidi gerekmiyorsa, öyle. Çok kültürlülük de, bütün kültürleri eşit düzeyde
gördüğüne göre, Avrupa kültürünü diğerlerinden üstün gören; her şeyi Avrupa'nın aynasında
değerlendiren bir anlayış, bu çok kültürlülük dünyasında yaşayamaz.
Bu gizli varsayıma dayanarak konuşmalar, çıkarsamalar yapılıyor; programlar oluşturuluyor;
makaleler, kitaplar yazılıyor.
Ne var ki bizim ihtiyar Marks veya diyalektik, “her şeyden şüphe et” demiş. Hele bizim
yaşam deneylerimiz gösteriyor ki, hiç şüphe uyandırmayanlardan, yanlışlığı akla hiç
gelmeyenlerden, özellikle şüphe etmek gerekiyor.
Biz de bu ihtiyar Marksist diyalektiğin öğüdünü izleyelim.
Evet ilk bakışta güneş doğudan doğan batıdan batar ama, onun hiç "doğup" "batmadığı",
aksine hep yerinde durduğu, buna karşılık, dünyanın kendi etrafında dönüşü nedeniyle öyle
göründüğü artık kimse için bir sır değil. Yani gerçek aslında tam da kendine zıt bir biçimde
görünmektedir. Güneş yerinde dururken hareket ediyormuş gibi görünmekte, biz ise hareket
ediyorken sanki yerimizde duruyormuşuz gibi.
Demek ki, binlerce yıldır bilginin ve tecrübenin birikmiş özü olan halk bilgeliğinin dediği
gibi, öyle hemen “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. Ya da Marks’ın değişik ifadesiyle:
“Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.”
Biz de, bu Avrupa Merkezcilik, Çok Kültürlülük kavramlarında bu dersleri ve ilkeleri bir
doğruluk sınavından geçirelim. Bakalım gerçekten öyle mi? Gerçekten, Çok Kültürlülük
Avrupa Merkezciliğin aşılması mı? Yoksa Bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi mi?
Son söylenmesi gerekeni ilk önce söylersek, bizim tezimiz, "Çok Kültürlülük" ya da "Çok
Kültürlü Toplum" gibi siyasi slogan ve projelerin bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi
olduğudur. Ama bu tezi kanıtlamak için önce, uzun bir yolculuğa çıkmak; ileriye doğru
fırlayabilmek için bir yay gibi gerilmek gerekiyor.
*
Avrupa Merkezcilik nedir?
Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa'dan başlayalım.
Avrupa nedir?
Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir kavramdır. Bir
bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm öncesinde Avrupa yoktu. Avrupa adının
kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bu günkü
Avrupa ile bir ilgisi yoktu. Bu gün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa
kavramının içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardında, bilinen
dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa değil, Galler, Germanya, Britanya
vardı, ama bu günkü gibi bir Avrupa yoktu. Đslam Uygarlığı için de aynı durum söz
konusuydu.
Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı olarak kullananlar yine
bizzat “Avrupalı”lardır.
Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel ve toplumsal
eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa” gibidir. “Avrupa” gibi
“Avrupalı”yı da “Avrupalı” yaratmıştır. Ama bu “Avrupalı” nedir? Bunu anlamak için
“Avrupa”yı anlamak gerekiyor.
Şöyle düşünülebilir. Modern bilimler, dolayısıyla da Coğrafya Avrupa’da doğduğundan,
Avrupa’ya Avrupa adının verilmesi de, bu bağlamda görülmelidir, tıpkı diğer kıtaların
adlandırılması ve tanımlanması gibidir ve o sürecin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu
bakımdan, bu günkü Avrupa’ya Avrupa denilmesi, bütünüyle, o adlandırmaları yapanların
Avrupalılığından bağımsız olarak, bilimin, jeoloji ve coğrafyanın kendisiyle ilgilidir.
Ne var ki, coğrafya açısından baktığımızda Avrupa’nın bir kita olarak tanımlanmasının hiç de
masum olmadığı görülür.
Avrupa, coğrafi bir kavram olarak, Asya kıtasının Ural dağlarının batısında kalan kısmına
keyfi olarak verilmiş bir isimdir. Dünyadaki adlandırmaların hepsi keyfidir. Avrupa yerine
Mavrupa da denebilirdi. Asya yerine Masya da. Sorun burada değil. Bu isimle tanımlanan
alının kendisindeki keyfilikte.
Eğer Kıta’lar jeolojik veya tektonik kriterlere göre tanımlanıyorsa, bütün Kıtalar ayrı bir
plakadan oluşmaktadırlar. Bir zamanlar kocaman bir Pangaea kıtasının parçalanmasından
oluşmuş plakalara kıta deniyorsa, ki bütün Kıtalar bu büyük plakalardan oluşurlar, Avrupa
kıtalar içinde tek böyle olmayanıdır. Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır. Afrika,
Avustralya, Antartika, Hindistan hep ayrı plakalardır. Avrupa ise ne Asya’dan böyle ayrılır ne
de Afrika’dan. Pireneler ve Alpler’in güneyi de bu gün Avrupa sayılmaktadır ama başka bir
plakaya aittirler. Yani Jeolojik kriterler geçerliyse eğer, örneğin Đtalya Avrupa’ya dahil
değildir.
Hindistan, Asya Kıtasından çok daha belirgin coğrafi şekillenmelerle ayrılmış olmasına; aynı
zamanda ayrı bir plakadan oluşmasına ve Himalaya dağları bu plakanın Asya’ya çarpmasıyla
oluşmasına rağmen ve bunlar kültürel bir ayrılığa da denk düşmesine ve neredeyse bir kıta
kadar büyük olmasına rağmen, yani bir ayrı kıta olarak sayılmanın bütün kriterlerine sahip
olmasına rağmen, Hindistan'a bir Kıta denilmemektedir.
Avrupa’nın ise, böyle bir özelliği yoktur. Onu Asya’dan ayırdığı söylenen Ural dağları çok
eski dağlardır ve örneğin bir Himalayalar gibi aşılmaz bir engel değildirler. Urallar kültürel
bakımdan da bir ayırıcı sınır oluşturmazlar. Bu dağların batısında ya da doğusunda yaşayan
Ruslar ya da Slavlar birbirinden çok farklı da değildir. Avrupa’dan sayılan Pirene ve Alplerin
güneyi ise, aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dahil değildirler.
Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterlerine uymamasına rağmen,
güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar altına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi
ettirilmiş bir bölgedir coğrafi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz
veya Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına alınarak
yaratılmış bir kıtadır Avrupa.
Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıtalar böyle ise, kıtalar
içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etmemektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden
Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği
halde kıta kabul edilmiştir.
Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın kapsadığı alan, coğrafi
kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir.
*
O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya'nın bu, batı ucundaki yarımadada
yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi bir isim vermemişlerdir de, yani
coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını
belirtmemişlerdir de, coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen
bir bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak
tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar?
Peki acaba, coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ayrım çizgileri mi vardır
da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel
sınırlara bakalım.
Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir. Alp dağlarının veya
Pirene dağlarının güneyi veya Balkanlar ve Güneyi, Kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan
çok Akdenizlidir. Zaten tarih boyunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari
bakımdan ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan bir bütün
olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin siyasi ve üstyapı birliğini
sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta, Hıristiyanlık ve Đslamiyet bile, bu uyarlık
alanının farklı aşamalardaki üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey
Avrupa'da yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir Đskenderiyeli ile bir Yunanlının
tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla ortaklıklarından çok daha fazladır.
Bir Endülüslünün bir Đzmirli ile tarihsel ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir
Parisliden çok daha fazladır. Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk
alırlar. Bu takdirde, niçin Yunanistan Avrupa'dır da, Asya değildir veya Đskenderiye Niye
Afrikalıdır da Avrupalı değil?
Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek ki, eğer Kıtalar Kültürel
ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa, Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar
altına almaktadır.
Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve Avrupalılığın coğrafi
bir kavram olduğunu söyler.
Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği yoktur ve orada da
sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kültürel bir kavram olduğu söylenmektedir.
Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun? Deveyim. Tarihsel ve
kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel, Kültürelim.
Demek ki, daha, Avrupa Merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas önemli olanının
kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye denk düşer belli değildir? Ne coğrafi
ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş
görünmektedir.
*
Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak, açıklamak gerekir.
Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalardan farklı olarak Avrupa kıtası ya da
Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır.
Bu keyfiliği yaratan zorunluluk nedir?
Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çarpıtıyorsa, bu onun
sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya yarayan, onlara hizmet eden, onları
gizleyen bir işlevi olduğu anlamına gelir. Peki, bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu
keyfiliğin ardındaki zorunluluğu araştıralım.
Avrupa kavramı, Coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altına alınarak ortaya
çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o
başka “şey” coğrafi ya da kültürelmiş gibi görünebilsin.
Peki, nedir bu "şey"? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanımındaki hileleri iyi
anlamak gerekir.
Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram olarak bir bilimsel değere
sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kavramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel
anlamları olduğu söylenerek, fiilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında
siyasi olan bu kavram, yani ideolojik olan bu kavram, hep coğrafi ve kültürelin ardına
gizlenerek, bir bilimsellik postu giymektedir; yani coğrafi veya kültürel olduğu yolundaki
göndermeler, bu siyasi ve ideolojik kavramın sosyolojik bir kavram olduğu izlenimi
yaratmasını sağlamaktadır.
Halbuki, Avrupa denen bölge, diğer kıtalar gibi, coğrafi ya da kültürel sınırlara sahip olsaydı
bile bu Avrupa’nın sosyolojik bir kavram olduğu anlamına gelmezdi. Kaldı ki, Avrupa bu
sınırlara da denk gelmemektedir.
Bunu anlamak için, sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın ne anlama gelebileceğine ve
geldiğine bakalım.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa demek kapitalizm demektir. Avrupa demek,
sosyolojik olarak Modern Burjuva uygarlığı demektir.
Modern Burjuva uygarlığı, bugün Avrupa denen bölgenin, Kuzey batısında doğup, öncelikle
orada yayıldığı ve oradan dünyaya egemen olduğu için, Kapitalizm, Modern burjuva uyarlığı
karşılığı olarak Avrupa kavramı sosyolojik bir kavram olarak kullanılabilir ve Avrupa’nın
biricik sosyolojik karşılığı bu anlamıdır.
Avrupa aslında burada, bu kullanım içinde, bir kavram da değil, bir koddur. Modern burjuva
uygarlığının, kapitalizmin karşılığı olarak kullanılan bir kod. Bir tür kısa yazış, bir kısaltma
gibi görülmelidir. Örneğin Modern Burjuva Uygarlığı diyeceğinize, kısaca MBU diyecek
yerde, MBU’nun karşılığı olarak Avrupa da denebilir. Avrupa’nın bilimsel tek anlamı budur.
Bir kavram bile değildir, bir Kod’dur ve anlamı karıştırılmadığı sürece, kolay anlaşılırlık ve
tasarruf sağlayabileceğinden bir sorun oluşturmaz.
Ama tam da burada “Vehbi’nin kerrakesi” ortaya çıkıyor. Bu modern burjuva uygarlığı, bu
uygarlığın burjuvazisi ve ulusal devletleri, onu bu anlamda, sosyolojik bir gerçekliği anlamayı
kolaylaştıran bir kavramın, bir kod olarak karşılığı anlamında kullanmıyorlar. Onlar onu
bilimsel olarak kullandıklarını söylerken, hep kültürel ya da coğrafi olduğundan hareketle
bilimsel, dolayısıyla sosyolojik bir kavram olarak kullanıldığı gibi bir izlenim yaratıyorlar,
böylece aslında politik bağlamlarda kullandıklarını, ideolojik bir kavram olduğunu gizliyorlar.
Yani Coğrafi veya Kültürel olduğu imalarının ardına gizlenerek onun ideolojik olduğunu
gizleyip, gerçekliği çarpıtan değil, gerçekliği açıklayan bir kavram kullandıkları izlenimi
yaratıyorlar.
Tekrar edelim. Avrupa, sosyolojik bir kavram olarak, kapitalizm karşılığında bir kod olarak
kullanılabilir. Burada sadece bir adlandırma sorunu söz konusudur. Her hangi bir şeyi
adlandırmak için A sözcüğü yerine B sözcüğü, Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı
kullanılabilir. Burada kavram coğrafi ya da kültürel değil, sosyolojik bir anlama sahiptir.
Sosyolojik olarak Avrupa, kapitalizm kavramının karşılığında kullanılmaktadır, sadece ve
sadece bu anlamıyla Avrupa ya da Batı ideolojik bir kavram değildir. Gerçeği çarpıtmaz,
aksine onu anlamanın bir aracıdır.
Avrupa sosyolojik bir kavram olarak Kapitalizm’in karşılığı bir Kod olarak kullanıldığında;
Asya da sosyolojik bir ayrımın karşılığı olan bir Kod olarak kullanılabilir.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa'nın zıttı Asya'dır.
Peki, Asya nedir, sosyolojik bir kavram olarak? Avrupa Modern kapitalizm demek ise, Asya
da, klasik, kapitalizm öncesi Antik Uygarlık demektir.
Bu kavramlara bir üçüncüsü, Afrika da eklenebilir. Afrika da, bir bakıma, klasik uygarlığa
veya modern kapitalist uygarlığa geçmemiş veya geçememiş toplumlara denk düşer. Yani
Komün’ün karşılığı bir kod olarak kullanılabilir.
Yani bu üç kıta adlandırması, insanlık tarihindeki üç temel üretim biçimine; dolayısıyla
üstyapının veya dinin üç temel biçimine karşılık düşer. Komün veya Đlkel sosyalizm ve bunun
üst yapısı olan, totemcilik veya Şamanizm karşılığı olarak Afrika; Klasik tarihin, tarım
üretimi; artı ürüne ekonomi dışı cebir ile el koymaya ve Tefeci-Bezirgan Sermayeye dayanan
Klasik Uygarlıklar ve bunların üstyapısı tanrılı ya da tanrısız “Semavi dinler” karşılığı olarak
Asya; Modern Đşgücü sömürüsüne ve artı değerin doğrudan üretim sürecinden elde
edilmesine, geniş yeniden üretime dayanan modern kapitalist Uygarlık ve onun, uygarlık
öncesi ve klasik uygarlıkların Üstyapısını, dindir, din de inançtır, kişiseldir diyerek, politik
alanın dışına atan ve dini ya da üstyapısı; bizzat bu politik ve özel ayrımına dayanan din, ya
da diğer bilinen adıyla ulusçuluk olan Avrupa.
Sorun böyle koyulduğunda, bütün kafa karışıklıklarına yol açan kavram kargaşalarına son
verilebilir.
Doğu'nun doğusundaki Japonya sosyolojik olanak batılıdır. Batının batısındaki, Portekiz veya
Fas Sosyolojik olarak Doğuludur. Asya'nın doğusundaki Japonya, Avrupalıdır; Avrupa'nın
güneyindeki balkanlar veya Đtalya'nın Güneyi Asyalıdır. Sahranın Kuzeyindeki Afrika’nın
Akdeniz kıyı şeridi ve Yemen ve eski Mısır üzerinden medenileşmeye uğramış Afrikalı
Habeşistan, Asyalıdır. Sibirya Tundralarındaki; Orta Asya Bozkır veya Çöllerindeki;
Himalayaların sapa vadilerindeki Asyalı halklar Afrika'lıdır. Coğrafi olarak ayrı bir kıta olan
Latin Amerika sosyolojik olarak Asyalıdır veya Asya’dır; yine Jeolojik ve coğrafi olarak
başka bir Kıta olan Kuzey Amerika Avrupalıdır veya Avrupa’dır. Beyazların yerleşmediği
Okyanusya adaları Afrikalıdır. Amerika ve Avustralya'nın yerlileri Afrikalıdır. Oralara
yerleşen beyazlar, köken anlamında değil, sosyolojik anlamıyla Avrupalıdır. Bu nedenle Yeni
Zelanda ve Avustralya Avrupa’dır. Oralardaki rezervatlar Afrika.
Politikada, bu anlamının dışında, Avrupa ya da Asyalılıktan; Avrupa ya da Asya’dan söz
etmek; Batı ve Doğu’dan; Batılılık ve Doğululuktan söz etmek, ona burjuva uygarlığının,
kendi üstünlüğünü ve egemenliğini gizlemek için, çıkarlarını korumak için yüklediği; aslında
kullanıldığı politik bağlamlarda hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği
çarpıtan bir anlam yüklemek olur.
Dolayısıyla Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa veya Avrupalılığa verdiği
anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra
tekabül ettiği varsayımına dayanarak Avrupa merkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak,
aslında aynı varsayımları; aynı gerici ideoloji yeniden üretmektir.
Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa merkezciliğe Kapitalizm veya Burjuva Uygarlığı
anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir ve onu
yeniden üretir.
Yani Avrupa Merkezcilik kavramının kendisi problemlidir ve gerçeği çarpıtır, bu
kavram, Avrupalının (Burjuva uygarlığının ya da kapitalizmin) ona yüklediği anlamda,
yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma tekabül ettiği anlamanda eleştirilemez. Yani
kültürel ya da coğrafi bir ayrıma denk düşen bir kavram olarak kullanıldığında, karşı
olsanız bile onun kölesi olur, yanlışı yeniden üretmiş olursunuz.
Avrupa Merkezcilik, Avrupa Kapitalizm demek olduğuna, dolayısıyla da “Kapitalizm
Merkezcilik” olduğuna göre, “Kapitalizm Merkezciliğe” tekabül etmeyen bir anlamda Avrupa
Merkezciliğe karşı çıkmanın kendisi bile o ideolojik tahrifatı yeniden üretir.
Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupa Merkezcilikle mücadele
olanaksızdır ve Avrupa merkezcilik yenden üretilir.
Avrupa merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır.
Kapitalizmin eleştirisi ise, Ekonomi Politiğin eleştirisidir.
Kapitalizm geniş ve yaygın meta üretimi demektir. Meta üretimiyle birlikte, Metanın tabi
olduğu değer yasası, insan toplumunun karşısına bir doğa yasası gibi çıkar. Ekonomi Politik
bu yasaları inceler. Ona karşı mücadelenin silahlarını sunar işçilere. Ama aynı zamanda, kendi
konusunu, yani meta üretimini yok etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Marks’ın temel eserinin
alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir.
Avrupa, yani kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa merkezcilik, yani Avrupa
kavramının burjuva uygarlığının bir ideolojik egemenlik aracı olarak kullanımına karşı
mücadele edilemez.
O halde, Marks’ın Kapital’i, yani Ekonomi Politiği Eleştirisi, Avrupa’nın ve Avrupa
merkezciliğin eleştirisinin temelidir.
Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülkelerdeki kapitalizmin ve
burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını
kullanmak için kullandığı anlamlara sahiptir2. Yani Avrupa ve Avrupa’lılığın ya da
batılılığın, coğrafi ya da kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu var sayımına dayanır. Böyle
olsaydı bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırlara denk
gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü coğrafi kavramlar
sosyolojik kavramlar değildirler.
Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi, ama burjuvazinin onu
hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması,
tıpkı, aslında biyolojik bir kavram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki
sosyolojik bir kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine;
Epistemolojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak “inanç”
olarak tanımlamasına benzemektedir.
Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taşlarıdır ve bunların
hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka bir bağlamdaki anlamına gönderme
yapılarak, bilimsel veya sosyolojik bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e
“Đnanç” denirken; Đnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep
Đnanç’ın Epistemolojik; Đnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına
gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kavramlar olduğu
yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik kavramlar; yani burjuva
uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar olduğu gizlenmekte ve egemenlik
pekiştirilmektedir.
Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygarlığının egemenliğini
kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa
Merkezli (dikkat edilsin burada Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına
hapsetmektedir.
Đşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece Đşçi hareketinin ve
sosyalizmin Burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı başka bir uygarlık ve üstyapı
tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi.
Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan bir Avrupa merkezcilik
eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa merkezci, yani kapitalizm veya burjuva
uygarlığı merkezci olur. Avrupa merkezciliğin bütün eleştirisi, özünde Avrupa merkezcidir.
Bu güne kadar kullanıldığı anlamıyla Avrupa Merkezcilik, Avrupa Merkezci bir kavramdır.
*
Şimdi aynı hilenin Kültür dolayısıyla da Çok Kültürlülük kavramında nasıl tekrarlandığını,
Kültür kavramının da, bu gün burjuva uygarlığının ona yüklediği anlamla nasıl bir ideolojik
kavram haline dönüştüğünü, bu uygarlığın temel bir kavramı olduğunu ve çok kültürlülüğün
2
Bu gün örneğin Türkiye’de Asyalılık, Doğululuk, Avrupa Merkezciliğe karşı çıkış, aslında aynı gerici anlayışı
yeniden üretmekte ve Türkiye’ye egemen bürokratik Oligarşi’nin çıkarlarını ve egemenliğini savunmanın aracı
olarak işlev görmektedir.
ve bunu savunmanın aslında burjuva uygarlığını; yani Avrupa Merkezciliği savunmak
olduğunu gösterelim. O zaman Avrupa merkezcilik ve Çok Kültürlülüğün birbirine zıt
olmadığı; Çok kültürlülüğün bizzat kendisinin Avrupa merkezciliği, yani kapitalizmin
egemenliğini nasıl ürettiğini ve onun temel taşlarından biri olduğunu görelim.
Kültür Nedir?
Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani, toplumsal olan, insanı insan
yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir.
Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemi içinde
yaşayanlarında da bir Kültürün tohumları, en ilkel biçimleri görülmektedir. Bunun için şöyle
bir örnek bir fikir verebilir.
Afrika’daki rezervatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce
oradaki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergedanlara saldırmazlar,
bir bakıma “Barış içinde bir arada” yaşarlar.
Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları tanımadığı, başka bir
rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yerine getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni
getirilen filler sürekli olarak gergedanlara saldırmaktadır.
Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış içinde bir arada” yaşadıkları başka bir
rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar.
Yaşlı ve tecrübeli fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla
“barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesinin bu dersini, bu
bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik ya da içgüdüsel değil; öğrenilen bir
özelliktir.
Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılandan öte, başka bir
şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok ilkel biçim içinde olsa da, yüksek
memelilerde de kültürün bir tohumunun varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir.
Tersinden örnek de “Kurt Çocuk”lar oluştururlar. Olağanüstü rastlantılar sonucu çok küçük
yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vs. tarafından bir şekilde büyütülmüş insan yavruları;
genlerinde tüm olanaklar olmasına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile
becerememekte; tam anlamışla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmaktadırlar. Bu
bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdırlar ve Afrika’yı sömürgeleştiren beyaz adamın imgesinden
başka bir şeye denk düşmezler.
Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir tohum olarak da
tasavvur edilebilir. Đnsan ancak erişkin bir insan olduğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik
erişkinlikte çakışmasına rağmen onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık
birikimini rahmine düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar.
O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey Kültür’ü oluşturduğundan, aşağı yukarı
Kültür ve Toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır.
Dolayısıyla bu anlamda, Kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolojik anlamıyla.
Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle anlaşılıyor ve bu anlamı veri
kabul edilerek tartışılıyordu.
Örneğin Lenin, tam da Kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olan da bulunduğu için,
bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu gerekçeyle, “kültürel özerklik”
talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün olmadığından; “Kültürel özerkliğin” ideolojik
özerklik anlamına geleceği; bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji
olduğu; dolayısıyla; Kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir aracı
olacağı noktasından hareketle, “Kültürel Özerklik” talebini reddediyordu.
Yani Lenin’ler, Kültür’ü, aşağı yukarı, tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için ve tam
da bu nedenle “Kültürel Özerklik” talebini reddediyorlardı. Đdeolojiden ayrı, Politikadan ayrı
bir kültür kavramı veya kavrayışı yoktu.
Bu onların, bu gün çok kültürlülük kullanımında Kültür sözcüğüne yüklenen anlamdaki
talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamına gelmiyordu. Aksine, bu gün “Çok
kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik” bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak
savunuyorlardı.
Örneğin bu gün, Kürtçe’nin de tanınması, insanların Türkçe’nin yan sıra ana dillerini de
öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında savunulmaktadırlar.
Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de çok kültürlülük bağlamında değil,
demokrasi ve demokratik cumhuriyet bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bu
günkünden bin kat daha ileri ve doğruydu ve bu gün de doğrudur.
Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi vardı. Onlar için,
demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din, etni, soy ile tanımlamazdı,
burjuva devriminin ve aydınlanmanın programı ve ideallerine bağlı olarak. Dolayısıyla dil
ulusu tanımlamanın bir aracı değildi. Bu nedenle, Lenin’lerin çağının talebi, bütün dillerin
eşitliği idi3.
Bu aynı zamanda şu da demektir, hiçbir dil diğerinden imtiyazlı olmayacağından, demokratik
bir Cumhuriyet’in ulusu tanımlayan resmi bir dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim yapma
hakkı, onu geliştirme, istediği dili ana dili seçme hakkı olur. Dolayısıyla böyle bir cumhuriyet,
bir dil ile bir ulusun tanımlanmasını, tıpkı bir soyla, bir “ırk”la tanımlanmasını reddettiği gibi
reddetmelidir.
Yani Klasik Marksist Demokratik Cumhuriyet programı, bu programın ayrılmaz bir öğesi
olan, tüm dillerin eşitliği talebi ve hedefi, bu günkü, dile göre tanımlanmış egemen bir ulusun,
kendisine zenginlik katmak için, bu devleti güçlendirmek için, diğer dillerin de öğrenimini
istemesinden veya diğer dillerin, resmi dilin yanı sıra, kendilerinin de öğrenilmesini
istemelerinden, bir kat daha radikal ve devrimciydi ve bu gün de hala devrimcidir.
Birinde, bu günkünde, bir dile, tarihe, soya göre tanımlanmış egemen bir ulusun toleransı,
kendi çıkarlarını bu şekilde daha iyi savunmuş olacağı anlayışı yatarken; Lenin’lerin çağında

3
"Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü
ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani
belediyenin), topluluğun vb. ) ulusların hal eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını
baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya
aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere
girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü." (Lenin)
ya da Klasik Đşçi hareketinin programında, tüm dillerin eşitliği ile, ulusun bir dile, soya, tarihe
göre tanımlanması reddedilmektedir. Tüm dillerin eşitliğidir talep.
Ne yazık ki, bu temel doğrular ve gerçekler sosyalistler tarafından bile unutulmuş
bulunmakta, bütün sosyalistler çok kültürlülüğün faziletleri üzerine sosyalist gevişler
getirmektedirler.
Biz işçi hareketinin ve sosyalist hareketin, aydınlanmanın tamamlanmamış projesini;
Demokratik Cumhuriyeti bayrağına yazması gerektiğini söylerken, bu günkünden bin kat
daha ileri, ama unutulmuş ve Stalinist karşı devrimden sonra gerici bir ulus kavramına batmış
olan sosyalist hareketi bundan çıkarmaya çalışıyoruz.
Demokratik Cumhuriyet’in tarihin çöp tenekesine atıldığını ve aşıldığını söyleyenler ise,
bizlerin bu talebi karşısında, gerici ulusçuluğun, kendini bu günkü globalleşmiş dünyaya
adapte etmesinin bir aracından başka bur şey olmayan “Çok kültürlülük” gibi kavramlarla
oyalanıp; bu demokratik görevlerden kaçışlarını; “emek eksenli mücadele” gibi,
“enternasyonalizm”, “Anti emperyalizm” gibi, ilk bakışta çok sınıfçı ve anti emperyalist ve de
enternasyonalist sloganların ve duruşların ardında gizliyorlar.
Ve bir hareket, demokratik bir cumhuriyet yerine, “emek eksenli” ya da “ABD’ye karşı”
hedef, eylem ve sloganları esas hedef olarak koyduğunda ve yakalanacak ana halka olarak
bunları aldığında, sadece işçileri ekonomist bir mücadeleye hapsetmiş olmaz; onları aynı
zamanda müttefiklerinden de tecrit etmiş olur.
Örneğin, Kürt hareketi, tüm dillerin eşitliği talebinin, devletin Türklükle tanımlanmasına,
dilinin Türkçe olmasına; adının Türk devleti olmasına karşı mücadelenin en büyük destekçisi
olur. Böyle bir talep aynı zamanda işçileri bölen ayrılıklara karşı mücadele olduğundan, tüm
işçilerin birliğinin koşullarını da yaratır. Keza, böyle bir mücadele, bizzat Kürtlerin
mücadelesi içinde, devrimci demokrasinin güçlenmesine yol açar. Đşçi sınıfını da ekonomist
taleplerden ve tecrit olmaktan kurtarır. Böylece sınıfın sınıf olarak örgütlenmesinin ve bir
politik hareket oluşturmasının koşullarını yaratır.
Bir devlet veya ulus, kendini bir dille, bir soy, bir tarih, bir etni ile tanımlamışsa, bir
sosyalistin savunması gereken, tüm dillerin eşitliği talebi her zamankinden çok daha acil
olarak ortada duruyor demektir.
Bir ulusu bir dille tanımlamak sadece gerici bir milliyetçilik değil; aynı zamanda ırkçılıktır.
“Irk”ın ve Irkçılığın sadece biyolojik özelliklerle dayandığını sanmak, 19. yüzyılın
sömürgeciliğinin ırkçılığından başka bir ırkçılık tanımamak demektir. Eski biyolojik
özelliklere dayanan klasik sömürge dönemi ırkçılığının yerini, çoktan kültüre, dile dayanan
bir ırkçılık almış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti de, aynı zamanda ırkçı bir
devlettir. Tıpkı dünyadaki diğer benzer devletler gibi.
Bunun karşısında bir sosyalistin savunması gereken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
vardır parolasının ardına gizlenerek, bunun karşısında sesini çıkarmamak ve “emek eksenli
mücadele” diyerekten ileri kaçmak değil; ulusların bir dile, bir etniye, bir tarihe göre
tanımlanması hakkını reddetmek, tıpkı bir zamanların kuzey eyaletlerinin güney
eyaletlerinin ayrılarak, siyahları yurttaşlık haklarından mahrum eden ulus tanımlaması
haklarını reddetmeleri ve onu yok etmek için onunla savaşmaları gibi, bu “hakka” karşı
savaşmaktır.
“Ulusların kendi kadirini tayin hakkı”, ama bu hak o kendi kaderini tayin etmek isteyen, ulusu
bir dil, bir etni, bir soy, bir din, bir kültür ile tanımlamadığı takdirde bir hak olabilir. Ulusu bir
dil, bir din, bir etni, bir soy, bir kültür, bir din ile tanımlama hakkını tanımaz demokratik
cumhuriyet. Ancak tüm dillerin eşit olduğu bir “ulus”, yani bir dili olmayan, bir dile göre
tanımlanmamış bir “ulus”; yine bir dile göre tanımlanmamış bir ulus; bir “Kültüre göre
tanımlanmamış, bir kültür’ü olmayan bir ulus; Bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan
bir ulus; tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik anlamının
olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy, kültürle tanımlamamış bir
ulustan ayrılabilir.
Zaten bu hakkı garanti eden de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma
hakkı olması; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu, her
hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vs. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımlama hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz
demokratik bir cumhuriyet.
Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik cumhuriyetin bu hakkı
içerdiğini söylüyordu4. Ama aynı zamanda ulusun ne olduğu konusundaki belirsizlik ve
ulusçuların ulus kavramını kabul etme bu çelişkili durum, demokratik cumhuriyet’in içine
giren bir mikrop gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti.
Görüldüğü gibi, Kültür kavramı, yirminci yüzyılın hayaleti olan ulus kavramıyla, dolayısıyla
burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilgi içinde bulunmaktadır. Kültür
kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün bir siyasi programı ve stratejiyi
belirlemektedir.
Şimdi tekrar Kültür ve Çok Kültürlülük kavramlarının analizine geri dönelim.
Bu gün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edilirken acaba kültür
hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına nasıl bir anlam verilmektedir? Ve bu
anlam hangi sınıfın çıkarlarını korumanın aracıdır? Bunu araştırmaya ve analizimize devam
edelim.
Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı
Kültür neyi kapsıyor bu günkü kullanımda?
Bu gün en çok kültürlülükten yana olana bile, eğer şöyle denirse, o bu çok kültürlülüğü kabul
etmeyecektir.
Örneğin bir Alevi vatandaş çıkıyor ve diyor ki, benim kültürüme göre, ben devlet ve vergiyi
tanımıyorum. Devletin mahkemelerinin de yeri yoktur benim kültürümde. Keza bu günkü
okulların da yeri yoktur. Benim Kültürüme göre, bilgi yaşlılar aracılığıyla şiir, saz müzik
eşliğinde ve günlük hayat içinde yeni kuşaklara aktarılır. Bizde mahkemeler ve yazılı başka
bir hukuk da yoktur. Bir köyün ahalisi toplanır, bir sorun ya da suçlu varsa, geleneklere ve
aklına göre hep bir arada, bir karar verir ve verilen karar ortaklaşa uygulanır. Eh okul ve
hâkimlere ihtiyacımız olmadığından, bu öğretmen ve yargıçları eğitecek okullara bunların
4
"Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle ki, bu düzende yalnızca genel
olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme
bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir."
(Lenin)
maaş ve eğitimleri için vergilere; vergi vermeyenleri tutuklayacak askerlere ve polislere;
dolayısıyla bu asker ve polisleri eğitecek okullara ve öğretmenlere ve de bunlara verilecek
maaşlara, hâsılı devlete de ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim askere gitmemiz, vergi
vermemiz de gerekmez. Mademki çok kültürlü olmaktan; kültürel zenginlikten söz ediliyor;
bunlar bizim kültürümüzün en esaslı bölümünü oluştururlar. Çok kültürlülük varsa, bizim
askere gitmeme, vergi vermeme, okula gitmeme hakkımızın olması gerekir.
Ya da başka bir örnek verelim. Birisi çıkıp diyebilir ki, benim kültürümde kadın ve erkeğin
birbiriyle görüşüp anlaşarak evlenmesi diye bir şey yoktur ve ayıptır. Birisi ailesinin rızası
dışında başka biriyle evlenir veya ona kaçarsa öldürülmesi gerekir. Bu da bizim kültürümüz.
Mademki çok kültürlüyüz, bizim bu kültürümüzün tanınması gerekir.
Böyle yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Şu çok kültürlülüğün en büyük taraftarları bile, size
karşı, bunların kültürün bir öğesi olmadığını, bunların başka bir şey olduğunu
söyleyeceklerdir.
Ama siz de burada, ama o da senin kültürünün kültür tanımı; benim kültür tanımıma göre de
bunlar kültüre dâhildir dediğinizde, söylediklerinizi uygulamaya kalktığınızda ne olacaktır?
O zaman, çok kültürlülüğün, bu günkü burjuva toplumunun ve gerici ulusal devletlerin kültür
kavramının diktatörlüğü olduğu görülür. Çok kültürlülük, kültürün, politik ve hukuki
alanın dışına ilişkin olduğu şeklindeki bir kültür tanımının diktatörlüğü olarak ortaya
çıkar.
O zaman, çok kültürlü toplumun, çok kültürlülüğe saf saf inanıp, vergi vermeyen, askere
gitmeyen, mahkemeleri tanımayan; okula gitmeyenleri hapse tıktığını görülecektir. Hatta çok
kültürlülük masalına inananlar toplu halde davranırlarsa, üzerlerine askeri birliklerin
geldiklerini ve kendilerini imha ettiklerini göreceklerdir.
Demek ki, çok kültürlülük aslında Kültür’ün belli bir anlayışının diğer kültürler
üzerindeki diktatörlüğüdür. Siz kültür kavramına, devleti, vergiyi, askerliği, yani bu günkü
burjuva devletinin, politik olanın alanına giren şeyleri katmaya kalktığınızda, tanklar ve
bombalarla; polis ve jandarmalarla kültürün bunları kapsamadığı size öğretilir.
Öğrenmezseniz de imha edilirsiniz.
Böylece çok kültürlülüğün aslında çok kültürlülük olmadığı, bir kültür kavramının
diktatörlüğü olduğu ortaya çıkar.
Ama biz yazımızın başında Kültür’ün bilimsel tanımının insanı toplumsal yapan her şeyi
kapsadığını; hatta geçen yüzyılın başında sosyalistlerin de Kültür’ü bu anlamda kabul ettikleri
için, “Kültürel özerklik” gibi talepleri reddettiğini falan söylemiştik.
Ama şimdi, Kültür’ün hiç de bilimsel olmayan, tamamen keyfi yapılmış bir tanımının, bizlere
silah zoruyla dayatıldığını görüyoruz.
Bu silah zoruyla dayatılan anlamında kültür tıpkı din gibi, politik olmayan, kişisel olanla
tanımlanmaktadır.
Burjuva toplumu, din, inançtır der. Đnanç demek, kişisel, özele ilişkin, politik olmayan
demektir.
Bir din çıkıp, hayır ben inanç değilim, özele ilişkin değilim, politik olmayan değilim, tüm
toplumsal hayata ilişkinim, örneğin aynı zamanda hukukum derse ve bunu uygulamaya
kalkarsa, dinin inanç olduğu ilkesinin diktatörlüğünü görür.
Böylece dinin inanç olmadığı; toplumda inanç diye sosyolojik bir kategori bulunmadığı; dine
inanç demenin aslında modern toplumun dini ve örgütlenme ilkesi olduğu; dine inanç
demenin aslında hukuki, ideolojik bir tanım olduğu ortaya çıkar.
Đşte Kültür için de olan, tamı tamına aynıdır.
Ama dine inanç demek, aydınlanma çağında, kapitalizm öncesi toplumların üst yapısının
tasfiyesi anlamına gelirken; ilerici ve demokratik bir karakteri varken; Kültür bağlamında aynı
şeyi yapmak; kendini dil, din, etni, tarih, kültür ile tanımlamış gerici ulusçuluğun ve ulusal
devletlerin korunması ve yaşatılması gibi anti demokratik ve gerici bir karaktere sahiptir.
Burjuva devrimleri çağında, kapitalizm öncesinde toplumlar din ya da soy ilkesine göre
örgütlendiğinden onları politika dışına itip, yepyeni bir toplumu örgütlemenin ilkesiydi
dinlerin inanç ve özele ait olduğu ilkesi. Yani Modern toplumun dini, dinin inanç olduğunu;
dolayısıyla özele ait olduğunu kabul eden dindir, daha da doğrusu dinin özele ait olduğun
kabul etmek için; özel ve politik diye bir ayrım ön koşul olduğundan; özel ve politik diye bir
ayrımın toplumsal örgütlenmenin temeli olduğu dindir.
Bu gün aynısı, Kültür alanında yapılmaktadır. Aydınlanma başlangıçta, ulusu bir dil, din
etniyle tanımlamıyordu. Bizzat yurttaş ve insan kavramları özdeş olduğundan; ulusun
tanımında her hangi bir dil, din, soy ayrımı ve ayrıcalığı; dolayısıyla da ulusun bir dine, dile,
soya göre tanımlanması reddediliyordu. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” aydınlanmanın
bir sloganı ve idealiydi.
Ancak burjuvazi daha ilk anda, buradan geri adım atarak, bunun tehlikelerini görerek, ulusu,
yani yurttaşları, bir soy, tarih, kültür, etni, din ile tanımlamaya başladı. Ama ulus böyle
tanımlanınca, bu gerici ulusçuluğun, diğer soy, etin, dil, din ve kültürlerin üzerindeki baskısı
başladı.
Böylece bu baskıya karşı hareketler de kendilerini aynı şekilde tanımlamaya başladılar. Yani
ulusu her hangi bir dil, etni, soy, kültür, tarih ile tanımlamayı reddetmek yerine, başka dil, din,
etni temelinde yeni ulusların tanımı yapılmaya başlandı. Böylece gerici ulusçuluk, tıpkı bir
DNA’nın kendini üretmesi gibi, tüm yeryüzünü kapladı.
Devrimci dönemin, ulusu, yani politik olanı, bir dil, din etni, soy ile tanımlamayı reddeden;
vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen dönemin ulusçuluğu, burjuvazinin ondan yüz
çevirmesi karşısında Đşçi Hareketi ve sosyalist hareket tarafından Demokratik Cumhuriyet ve
Enternasyonalizm biçiminde savunulmaya devam etti. Ama Lenin’in yazılarında da
görüleceği gibi, modern toplumun dinin ve ulusun ne olduğunun kavranmaması, bunun önce
“ulusların kaderini tayin hakkı” biçiminde aşınmasını, (Çünkü burada artık ulusun dile, dine,
etniye göre tanımı fiilen kabul edilmiş oluyordu); Sovyet’ler’e bir bürokratik kastın
egemenliği ile de, tüm sosyalist hareketin, tıpkı burjuvazi gibi, gerici, ulusu, dile, dine, etniye
bağlayan gerici bir ulusçuluğu savunmasına ve bunun tüm sosyalist ve işçi hareketine egemen
olmasına yol açtı.
Ulusu bir etni, dil, din; soy ile tanımlamayı reddeden, Devrimci Demokratik dönemin
ulusçuluğu, sadece anarşistlerin geleneklerinde yaşadı. Đşçi ve sosyalist hareketin ulusu bir dil
ve etniyle, dinle, soyla, tarihle tanımlaması enternasyonalizm ilkesinin bile içeriğinin
burjuvazinin devrimci döneminden daha da gerilere düşmesine yol açtı.
Aydınlanma döneminde, vatanım yeryüzü milletim insanlık diyenler ya da ilk
enternasyonalleri kuranlar, bundan kendini bir dil, din etin, soy ile tanımlamamış özgür
komünlerin birliğini; bu demokratik cumhuriyetin tüm dünyayı kapsamasını anlarlarken;
gerici ulusçuluğu kabul etmiş sosyalist ve işçi hareketinin enternasyonalizmi, bunu her biri
kendini bir dil, etni, soy, kültür, tarihe göre tanımlamış ulusların, dayanışması olarak
anlıyordu. Bu anlamda enternasyonalizm kavramının içeriği bile değişti; gerici bir
ulusçuluğun ve ulus anlayışının dünya çapındaki dayanışması anlamını kazandı.
Bu günkü dünyanın durumu budur. Gerek burjuvazi gerek işçi hareketi, modern toplumu,
gerici, soya dile, dine, tarihe, kültüre dayanan uluslarla tanımlamak bakımından birbiriyle
yarışmıştır ve bu gün yeryüzüne bu uluslar ve devletler egemendir.
Đşte böyle bir dünyada, muazzam iş gücü göçleri ve globalleşme bir yandan; elektroniğin
sağladığı olanaklar bir yandan; Avrupa Birliği gibi her biri dile, tarihe, kültüre göre
tanımlanmış ulusların birleşme girişimleri bir yandan ve bu devletler içindeki ezilen dil, din.,
etni, kültürlerin direnişleri bir yandan, dile, dayanan ulus tanımını zorlamaya başladı. Bu
durumda, hem gerici ulusçuluğu ayakta tutabilmek, hem yeni ekonomik ilişkilere uygun daha
esnek bir sistem oluşturabilmek için, çok kültürlülük parolası ve Kültür’ün politik olmayanla,
özellikle de dille tanımlanması gereği ortaya çıktı.
Çok kültürlülük, demokratik cumhuriyetin tüm dil ve kültürlerin eşitliği ilkesinin aksine,
ulusun beli bir dil ya da tarihle tanımlanmasını reddetmemekte, bunu kabul etmekte, ama
kültürel zenginlik, çeşitlilik, azınlık hakları gibi kavramların ardında bunu esnetmekte; gerici
ulusçuluğu globalizm çağında yaşatmak ve savunmak için yeni bir mevziye yerleştirmektedir.
Aydınlanma çağının burjuvazisi veya 19 Yüzyılın işçi hareketi, bu günkü gibi, kültürü özel
olanla, politik olmayanla tanımlamak gibi bir şeye gerek duymamıştı. Çünkü dillerin ve
kültürlerin eşitliği, bunlara göre ulusun tanımlanmaması; bunların bir politik anlamının
olmaması, demokratik cumhuriyet kavramının içinde bulunuyordu. Bu nedenle Kültür’ü az
çok bilimsel olarak, tüm toplumsal olanla tanımlıyordu o zamanın sosyalistleri5.
Zaten ulus bir dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlamadığınız bir dönemde, kültürü böyle
politika dışıyla keyfi olarak tanımlama ihtiyacı ve sorunu olmaz. Bir devlet, dini tümüyle
kişinin özel sorunu olarak görürse; dillerin hepsi eşit ve herkese ana dilinde eğitim yapma
hakkı var ise, bu günkü anlamıyla kültüre ve çok kültürlülüğe ihtiyaç olmaz. Dillerin eşitliği
ve laiklik zaten böyle bir şeye gerek bırakmaz.
Ancak gerici ulusçuluğun tüm uluslara egemen olduğu bir dünyada, böyle bir kültür
kavramına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ulus kavramının, bir dille, dinle, tarihle, etniyle,
kültürle tanımlanması ile; kültür kavramının böyle politik olmayanla tanımlanması arasında
ayrılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Çok kültürlülük, gerici ulus anlayışının ayrılmaz parçasıdır.
Bir ulusu, bir dil, din, etni, soy ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk için, çok kültürlülük

5
Veya daha ziyade, sanatın, yüksek bir eğitimin karşılığı olarak da kullanıyordu başka bağlamlarda. Ama bu
başka bir sorundur.
gibi bir kavrama ihtiyaç yoktur. Devletin dili yoksa, etnisi yoksa, tarihi, dini yoksa, o zaten
suda yaşayan ve suda yaşadığını bilmeyen balık gibi “çok kültürlü”dür.
O halde, Çok Kültürlülük kavramındaki Kültür, aslında Kültür’ün belli bir tanımının; kültürün
siyaseti, hukuku, ideolojiyi kapsamadığı şeklindeki, hukuki, siyasi ve ideolojik bir kavramın
diktatörlüğü demektir.
Ve bu diktatörlük, Aydınlanmanı ve devrimci işçi hareketinin gericilik karşısındaki
diktatörlüğü gibi de değildir. Elbette, Aydınlanmanın ulus anlayışı, demokratik bir
cumhuriyet, örneğin din özeldir derken, dini özel olarak kabul etmeyen veya özel diye bir
ayrımı kabul etmeyen dinler karşısında bir diktatörlüktür. Ama bu diktatörlük, tarihsel olarak,
ilerici, kurtuluşçu karakterde bir diktatörlüktür.
Ama Kültürü özel olarak tanımlamanın diktatörlüğü, ulusların kültürlere, dillere
dayanacağı varsayımının diktatörlüğüdür, gerici ulusçuluğun diktatörlüğüdür. Bu gerici
ulusçuluk içinde, ona dayanarak bir düzenleme getirir.
Tekrar edelim. Bu gün kültür, büyük ölçüde, din kavramının benzeri, özel olanla sınırlı
gibidir. Ama aydınlanma din özeldir derken; eski sistemin örgütlenme ilkesini, politik alanın
dışına atıyor; onları parçalıyordu. Bu anlamda, devrimci bir işlev görüyordu.
Bu günkü sistem ise, çok kültürlülük derken, bu gün dünyaya egemen olan gerici ulus
devletleri parçalamıyor; aksine onları yaşatmaya çalışıyor. Çok kültürlülük ulusun dille, dinle
tanımlanmasını reddetmemekte; aksine bunu var saymaktadır.
Bizlerin sloganı, devrimci demokratik işçi hareketinin sloganı çok kültürlülük olamaz.
Bizlerin sloganı; ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy , tarih, kültür hatta coğrafya
parçası tanımlamasını reddetmek; yurttaşlık ve insan haklarını özdeşleştirmektir.
Bizim sloganımız; tüm dillerin eşitliği; herkese ana dilinde eğitim, isteyenin istediği dili ana
dil kabul etmesidir. Bizim sloganımız, devletin dinlerden tümüyle elini eteğini çekmesidir.
Bizim sloganımız, devletin veya ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu tarihi, kültürü
olmamasıdır.
Bunların olmadığı bir ulusta çok kültürlülük anlamsız bir kavram olarak kalır.
*
Şimdi tekrar başa gelelim.
Avrupa’nın tek doğru sosyolojik karşılığının kapitalizm ya da burjuva uygarlığı olduğunu
görmüştük.
Sonra, Kültür’ün, “Çok Kültürlülük” kullanımındaki tanımının da, bilimsel kültürün tanımıyla
ilgisi olmadığını ve aslında bütünüyle hukuki, ve ideolojik bir kavram olduğunu gördük. Đşin
ilginci bu hukuki, politik ve ideolojk kültür kavramının iddiası ve zorla dayattığı, Kültür’ün
hukuk, ideoloji ve politiği içermediğidir
Bundan başka çok kültürlülük kavramının ancak, ulusun gerici tanımıyla bir arada var
olabileceğini; yani burjuva uygarlığının en gerici biçiminin var oluşuna bağlı olduğunu ve o
var oluşu yaşatmaya yönelik olduğunu gördük.
O halde çok kültürlülük burjuva uygarlığını ve kapitalizmi ve onun en gerici biçimini
yaşatmanın ilkesi olduğuna göre; burjuva uygarlığı ve kapitalizmin karşılığı bir kot olarak da
Avrupa kullanılabileceğine göre, çok kültürlülük kapitalizm merkezli bir bakış demektir.
Kapitalizm de Avrupa demek olduğundan; Çok kültürlülük, Avrupa merkezciliktir.
Çok kültürlülük gerici kapitalizm veya Burjuva uygarlığı merkezli düşünmek demektir. Kot
olarak kullanıldığı takdirde: Çok kültürlülük Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir.
Görüldüğü gibi, gerçek tam da kendi zıddı biçiminde görülmektedir.
Eh, zaten öz ve görünüş aynı olsaydı, ihtiyar Marks ya da diyalektiğin dediği gibi, tüm bilim
gereksiz bir şey olurdu.
17 Ocak 2006 Salı
Demir Küçükaydın
demiraltona@hotmail.com
http://www.koxuz.org
Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar/Kültürler
Çatışması
Danimarka’da yayınlanan ırkçı karikatürler ile birlikte bir süredir gündemden düşmüş olan
“Uygarlıklar/Kültürler Çatışması” “teorisi” (ki buna “Doktrin” demek daha doğru) tekrar çok
duyulur oldu. Bu yazıda kısaca bu kavramların Tarihsel Maddeci ya da Marksist karşılıklarını
ve aktüel - yaygın kullanımının somut anlamını ele almayı deneyelim.
Irkçı Karikatürlerden sonraki gelişmelerde bunu bir uygarlık veya kültür çatışması olarak
tanımlayanlar, genellikle Kültür ve Uygarlık kavramlarını birbirlerinin yerine kullanıyorlar.
Marksizm yani Tarihsel maddecilik ise Kültür ve Uygarlığı kesin olarak birbirinden ayırır.
Kültür, daha önce “Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” başlıklı yazımızda da
gösterdiğimiz gibi, insanın doğaya kattığı her şeydir. Dolayısıyla Kültürsüz bir toplum yoktur
ve olamaz.
Ama uygarlık demek, devlet, sınıflı toplum demektir. Dolayısıyla uygar olmayan toplumlar
vardır.
Nerede, para, ticaret, devlet, yazı, sınıflar varsa orada uygarlık vardır. Ancak bütün bu
uygarlık alameti farikalarından çoğu, aslında daha uygarlaşma olmadan ortaya çıkmıştır.
Ticaret, para, yazı henüz sınıflar ve devlet ortaya çıkmadan da ilkel biçimleriyle de olsa
biliniyordu. Medeniyet’in (Uygarlığın) keşif beratını elinde tuttuğu tek şey Devlet ve
Sınıflardır. Uygarlık demek, devletli ve sınıflı toplum demektir.
*
Đlk uygarlık, demir keşfedilmeden çok önce, Tunç ve Obsidyen taşı temelinde, aşağı
Mezopotamya’da, balçıklar içinde ortaya çıkmış, oradan, eski dünya karalar topluluğundaki
benzer özellikler gösteren, diğer subtropikal Irmak boylarına (Çin’de Sarı Nehir, Hindistan’da
Đndus, Mısır’da Nil) sıçramıştır.
Bu güne kadar insanlık sadece iki türlü uygarlık görmüştür. Klasik Prekapitalist Uygarlık ve
Modern Kapitalist Uygarlık.
5000 yıldan beri var olan Klasik uygarlıkların ortak özelliği, artı ürüne, ekonomi dışı zorla el
koyulmasıdır (Haraç, vergiler, ganimet vs. ).
Bu klasik uygarlıklarda, Sermaye vardır Tefecilik ve Bezirganlık yoluyla bir artı değer elde
eder ama bu oldukça arızidir ve artı değer elde edildiğinde toplumun toplam zenginliğinde bir
değişme olmaz. Yani sermayenin üretimle bir ilgisi yoktur ve üretimin gelişmesi veya
yöntemleri onu ilgilendirmez.
Modern kapitalist uygarlık ise, 500 yıl kadar önce, sisli ve soğuk Đngiltere’de doğdu.
Kapitalist sömürü için ekonomi dışı zora gerek yoktur. Sermaye, üretimle, dolayısıyla onun
gelişmesi ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir, artı değeri üretim sürecinin kendisinde elde
eder. Kapitalist uygarlıkta, klasik uygarlıktan farklı olarak, artı değer elde edildiğinde
toplumda toplam bir zenginleşme ortaya çıkar. Onun klasik uygarlıklardan temel farkı budur.
Gerçek anlamda, bir “Uygarlıklar Çatışması” 17. ve 20. yüzyıllar arasında, klasik ve modern
uygarlıklar arasında yaşandı. Bunların hepsinde, modern kapitalist uygarlık bu klasik
uygarlıkları yerle yeksan etti ve son kalıntılarını birinci dünya savaşının sonunda, bir daha
geri gelmemek üzere yeryüzünden sildi.
O halde, birici dünya savaşının bitiminden beri, dünyada bir tek uygarlık vardır. Modern
Kapitalist Burjuva uygarlığı. Bundan başka hiç bir uygarlık yoktur bu gün yeryüzünde. Bu
bakımdan günümüzde bir uygarlıklar çatışmasından sosyolojik olarak söz edilemez.
*
Kapitalizm öncesi uygarlıklarda, farklı uygarlıklardan söz edilebilirdi. Neredeyse her
subtropikal ırmak boyunda, aynı ekonomi temeline dayanmakla birlikte birbirinden farklı
üstyapı şekillenmelerine (dinlere) de denk düşen farklı bir uygarlığın varlığından söz
edilebilirdi. Bu bakımdan Çin, Hint, Mısır ve Mezopotamya farklı uygarlıklar olarak
görülebilirdi.
Keza klasik uygarlıklar esas olarak, Đbni Haldun’un uygarlık kuşakları biçiminde de
sınıflandırılabilir.
Birinci Kuşak Uygarlıklar: Esas olarak Tunç’a dayandıklarından zorunlu olarak Subtropikal
Irmak boylarına hapsolmuş bulunuyordu. Bunlara Kıvılcımlı “Bitkisel Uygarlıklar”
demektedir.
Đkinci Kuşak Uygarlıklar: Demir’in keşfinden sonra, uygarlık bu ırmak boylarından kurtulup,
Đran ve Anadolu yaylarına, Çin ve Hindistan’ın daha geniş ve yüksek alanlarına yayılma
olanağı buldu. Demir’in Keşfi, Đran’ı ayrı bir uygarlık alanı olarak ortaya çıkarırken,
Mezopotamya ve Mısır’ı da bir Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığının içinde eritti.
Üçüncü Kuşak: Đslamiyet ile klasik uygarlıkların bir üçüncü kuşağına geçildiği düşünülebilir.
Hıristiyanlık, Akdeniz ve Orta Doğu’yu Roma’nın birleştirmesine uygun bir yapıyı
sunuyorduysa, Đslamlık da, Akdeniz’den, Çin ve Hint’e kadar tek bir dünya ticaretinin
üstyapısını sunuyordu. Ne var ki, Đslamiyet’in yayıldığı klasik uygarlık alanları, daha
yayılmasının başında onu da çürüttüler ve gericileştirdiler. Bundan sonra Đslam ancak,
Türkmenler, Oğuzlar, Özbekler, Berberiler gibi henüz yeterince uygarlaşmamış halkların
gençlik aşılarıyla Hindistan, Balkanlar ve Đspanya’ya doğru bir yayılmayla sonuçlanabilen
canlanmalar gösterebildi.
Kapitalizm doğduğunda, bütün uygarlıklar, diğerlerine göre en genç ve dinamik Đslam
uygarlığı bile, gençliğini yitirmiş ölüm dönemine girmişlerdi kendilerini öldürecek, merhamet
vuruşu yapacak olanı; gençliğini yitirmiş önceki klasik uygarlıklar gibi “Barbar”ların gelip
kendisini yıkmasını bekler durumdaydı.
Bu bakımdan, Kapitalizmin klasik uygarlıklarla karşılaşması ve onları kesin kendi egemenliği
altına alması ve yok etmesi, bir uygarlık çatışmasından ziyade ölümünü bekleyen klasik
uygarlıkların işinin bitirilmesidir. Ortada kelimenin gerçek anlamında doğru dürüst
“uygarlıklar çatışması” bile olmamıştır.
*
Bu gün bütün dünyada, esas olarak sömürünün temeli modern kapitalist artı değer üretimidir.
Dolayısıyla başka uygarlıklardan ve bunların çatışmalarından söz edilemez. Bütün klasik
uygarlık alanları modern uygarlığın, politik ve özeli ayıran temel ilkesini; ulus devletleri
kabul ederler. Eski uygarlıkların üstyapısı olan dinler, birer kişisel sorun olarak, inanç olarak
vardırlar. Artık onlar, modern uygarlığın politik ve özeli ayıran dininin basit bileşenleri
halindedirler. Yani bir Hıristiyan, bir Budist, bir Konfüçyüs, bir Đslam uyarlığından söz
edilemez. Yoktur böyle bir şey. Đslamiyet, Hıristiyanlık ya da başka dinler, birer inanç olarak,
modern uygarlığın diniyle simbiyoz bir ilişki içinde birer parazit gibi yaşarlar.
“Benim inancım Đslamiyet”, “Ben Hıristiyanlığa inanıyorum”, “ben Buda’ya inanıyorum”
diyen insanlar, aslında farklı inançları değil, aynı ortak inancı paylaştıklarını; yani dinlerin
inanç, yani kişisel, özel bir sorun olduğu inancını kabul etmiş olduklarını ifade etmiş olurlar.
Ama bu, kişisel bir inanç sorunu değil, modern toplumun örgütlenmesinin temelidir. Yani
onların hepsi aynı modern toplumun dinindendirler. Onun içindeki farklı tarikat veya
meşrepler olarak görülebilirler. Onlar bunu derken, Hıristiyanlık, Đslam veya Budizm modern
toplumun ihtiyaçlarına daha uygun bir özel inanç alanı oluşturur demektedirler.
Şeriatı, devlet düzeni olarak isteyenler de aslında, (olanaksız bir şey olan) bir Đslam
uygarlığını değil, ulusal olanı Đslam ve şeriat ile tanımlamayı savunurlar ve bu anlamda politik
olanı bir dil, bir soy ya da ırk ile tanımlamaya kalkanlardan, yani modern uygarlığın en gerici
biçimini savunanlardan hiç bir farkları yoktur.
*
Peki, bu günkü şu manzara nedir? Bir yanda Hıristiyan Batı, Diğer yanda Müslüman Doğu.
Bir yanda fikir özgürlüğüne toz kondurmayanlar, diğer yanda peygamberime laf söylettirmem
diyenler. Đlk bakışta sanki farklı değerlerin, uygarlıkların, Đslam ve Hıristiyanlığın veya Aklı
dokunulmaz tutan burjuva uygarlığı ile Allah ve Muhammet’i dokunulmaz tutan Đslam
Uygarlığının, iki değer sisteminin çatışması gibi görünüyor. Öyle mi gerçekten? Bu hangi
gerçek çatışmanın görünüşü? Eğer ortada farklı kültürler ve uygarlıklar yoksa bu nedir?
Önce şu Doğu Batı; Hıristiyan ve Müslüman gibi kavramların ne anlama geldiğine bakalım.
“Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” adlı yazımızda, Avrupa kavramının tek bilimsel
kabul edilebilir karşılığının kapitalizm olduğunu açıklamıştık. Kapitalizm Avrupa’da doğduğu
ve yayıldığı için, bir kot olarak kapitalizm karşılığı kullanılabilirdi.
Bunun aynen Doğu ve Batı kavramları için de geçerli olacağını söylemiştik. Yani Batı
Kapitalist, Doğu Prekapitalist uygarlık anlamında bir kot olarak kullanılabilirdi. Böyle bir
kotlamada da Komün’ün, uygarlık öncesinin karşılığına Afrika düşüyordu.
Afrika’yı Komün, Asya’yı Klasik uygarlıklar, Avrupa’yı modern Kapitalist Uygarlık karşılığı
kullanırsak (ki sosyolojik olarak, biricik bilimsel karşılıkları bunlardır bu kavramların) şu
sonuç görülür. Tarih boyunca sosyolojik olarak Avrupa yoktur. Tarih boyunca, 500 yıl
öncesine, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece Afrika (Komün, “barbar halklar”, “Đlkel
sosyalizm”) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) vardır.
Kavramları bu gerçek ve doğru karşılıklarıyla kullandığımızda, Kapitalizm’e coğrafi olarak
Avrupa’da ama Avrupa’dan değil (ki Avrupa Kapitalizm anlamına geldiğinden bu
kapitalizmden kapitalizme geçmek anlamına gelir) Afrika’dan (Komün’den) geçilmiştir.
Kapitalizme geçilmediği dönemde, Đngiltere Avrupa’da değil Afrika’daydı. Coğrafi olarak
Avrupa denen topraklar, o zamanlar sosyolojik olarak Afrika’ydılar. Đngiltere Kapitalizme
geçtikten sonra Avrupa ortaya çıktı. Keza Oğuzlar, Türkmenler, Özbek’ler veya Moğollar,
coğrafi olarak Asya’lı ama sosyolojik olarak Afrikalıydılar (yani ilkel sosyalisttiler). O
zamanlar, Đspanya örneğin sosyolojik olarak Asya’daydı.
Vikingler, haçlı seferlerini yapan Franklar, Germenler, Saksonlar; Türkler, Moğollar hepsi
Afrikalıydılar. Bu Afrikalıların bir bölümü Batı’dan bir bolümü Doğu’dan Asya’yı (Klasik
Uygarlıkları) feth etmeye çalışıyorlardı. Yani haçlılar Afrikalıydı, Avrupalı değil. Türkler ya
da Moğollar Afrika’lıydı Asyalı değil. Vikingler Kuzey’den geliyordu ama o zamanlar
dünyada kuzey yoktu. Onlar da Afrikalıydı.
Yine bu kotların gerçek ve doğru sosyolojik karşılıklarıyla tarihi ele aldığımızda, şunu
görürüz. On altıncı yüzyılda Avrupa’nın ortaya çıkışından, birinci dünya savaşına kadar olan
dönemde, Avrupa bütün dünyayı Avrupa yaptı. Ondan sonra dünyadaki Afrika (komünler,
uygarlık öncesi toplumlar) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) Avrupa (Kapitalizm) oldu. Dünya’da
nasıl eskiden Avrupa yok idiyse, artık bu günkü dünyada da Asya ve Afrika yoktur. Bir tek
kapitalist uygarlık vardır. Bir tek Avrupa vardır. Bütün dünya Avrupa’dır (Kapitalist’tir).
Ama bu Avrupa içinde, bir gelişmiş ve zengin Avrupa, bir de geri ve sömürge Avrupa vardır.
Yani bir tek kapitalizmde, şu Merkez – Çevre diye de ifade edilen iki dünya vardır. Buna
Kuzey ve Güney de denmektedir.
Kuzey ve Güney de, birer yön olarak değil, Merkez ve Çevre’nin; gelişmiş ve az gelişmişin
karşılığı olarak kullanılabilir sosyolojik bir kot olarak. Bu bakımdan coğrafi olarak Güney’in
de güneyinde bulunan yeni Zelanda veya Avustralya, Kuzeyde; coğrafi olarak Kuzey’de
bulunan Meksika, Gürcistan veya Kazakistan sosyolojik olarak Güney’dedir.
En kör göz bile görür ki, Avrupa’nın ortaya çıkışından bütün dünyanın Avrupa oluşundan
sonra, eski Afrika ve Asya, bu günkü Güney olmuşlardır. Ve bu Güney, artık dünya bir tek
Avrupa (Kapitalizm) olduğundan, Avrupa’nın Güneyidir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz.
Artık bütün dünya Avrupa’dır. Bu Avrupa’nın Güneyi de eski Asya ve Afrika’dır.
Ama bu güney, Kuzey ile mücadelesinde bir bayrak olarak veya Kuzey Güney ile
mücadelesinde, gerçek ırkçılığını ve ayrımcılığını gizlemenin bir aracı olarak, ortada bir Doğu
ve Batı; bir Avrupa ve Asya, Bir Hıristiyanlık ve Đslam; bir Aydınlanma ve Gericilik
mücadelesi varmış gibi göstermekten çıkarlı olabilir.
Đşte bu günkü durum tam da böyledir. Gerçekte var olan mücadele ile onların bayrakları
arasında hiçbir ilişki yoktur. Bizler mücadelelerin hangi güçler arasında olduğunu,
bayraklarıyla değil onların ardındaki gerçek güçlere bakarak anlayabiliriz. Bu gerçek güçlerin
neler olduğu ise ekonomik temelden çıkar.
Tarih’ten bir örnek verilebilir. Çok örnek verilen haçlı seferlerinde, Hıristiyan ve Đslam
uygarlıkları çatışmıyordu. Haçlı seferlerinde Hıristiyanlık bayrağıyla Bizans ve Đslam
devletlerine saldıranlar, sosyolojik olarak Afrikalı, henüz uygarlaşmamış bu günkü kuzey
Avrupalılardı. Haçlı seferleri bir “Uygarlıklar Savaşı” değil, bir “Barbar Akını” idi.
Ya da Tersinden bir Örnek verirsek, Oğuzların Bizans’ı yıkması ve balkanlara doğru yayılışı
bir uygarlıklar çatışması değil, Uygarlığa yapılan bir barbar akınıydı. Bu akının Đslam veya
Hıristiyanlık bayrağıyla yapılmış olması onun gerçek sosyolojik ve tarihsel anlamını
değiştirmez.
Bu gün de, biz savaşan güçleri onların bayraklarıyla değil, o bayrakları kullanan güçlerle
değerlendirebiliriz. Ve bunlar kendi iddialarının aksine ayrı uygarlıklar veya kültürleri değil,
bu günün kapitalist dünyasının somut bölünmelerini ifade eden somut güçlerdir.
*
Politik Đslam’ın veya Ulusçuluğun göstermek istediğinin aksine, bir Hıristiyan ve Đslam
Uygarlığı ve bunlar arasında bir çatışma yoktur.
Gerici Modern ulusçuluğu savunanların iddialarının aksine de modern burjuva uygarlığının
aydınlanması ile aydınlanma öncesinin uygarlığının bir çatışması da yoktur.
Çünkü bu güçler yokturlar artık. Ama olayları ve çatışmaları böyle göstermekten çıkarlı
güçler vardır. Kuzey’in zengin ülkelerinin burjuvazisi, çatışmayı böyle gösterebilmelidir ki,
zengin ülkelerin emekçilerini, modern uygarlığın değerlerini savunma adına savaşa sürebilsin
veya uzaktan atacağı bombalarla işleyeceği cinayetler onaylansın.
Aynı şekilde, geri ve yoksul ülkelerin egemenleri de böyle gösterebilmelidir ki, geniş
kitlelerdeki memnuniyetsizliği kendi gücünü ve iktidarını koruyup pekiştirebilmek ve pazarlık
gücünü arttırabilmek için kullanabilsin.
Aydınlanma’yı savunduğunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Aydınlanma insanları şu veya bu
devletin yurttaşı olarak tanımlayarak haklardan yoksun etmeyi savunmuyordu. Yurttaş ve
insan özdeş kavramlar olarak görülüyor ve tüm dünya ölçüsünde bir tasavvur bulunuyordu:
Vatanım Yeryüzü, illetim Đnsanlık idealiydi aydınlanmanın ideali.
Bu gün Kendilerini Batılı, Aydınlanmanın değerlerini savunmakla tanımlayanlar ulusal devlet
ve sınırların bir numaralı savunucularıdırlar ve bu ayrımlar sayesinde dünya Kuzey ve Güney
olarak bölünmektedir.
Keza Đslam’ı savunduğunu söyleyenler, Đslam’ın ulusal devletlerle bir arada olamayacağını
unutmuş bulunuyorlar. Đslam, bu günün putları olan ulusal bayraklar ve onların devletlerine
karşı bir cihat demektir her şeyden önce. Her hangi bir ulusal bayrağın dalgalandığı her yer,
hatta bu ulusal bayrak Şeriate göre tanımlanmış bir Đslam Ulusunu bile temsil etse, “Kafir
Toprağı”dır, “Dar ül Harp”tir..
Yani her ikisi de doğuşlarındaki insancıl ve yeryüzü ölçüsündeki ideallerini terk etmiş,
zıddına dönmüş; kurtuluşun değil baskının aracı olmuş, gericileşmiş dini savunuyorlar
ideolojik olarak.
Đdeolojik düzeyde, gerek Đslam Uygarlığını, gerek Burjuva Uygarlığını ve onun değerlerini
savunduğunu iddia eden tarafların ikisi de aslında burjuva uygarlığının gerici biçimini
savunmakta; dünyayı ulus devletlere bölünmüş olarak tutmakta anlaşıyorlar ve bunda bir
sorun görmüyorlar.
Tam da savundukları uluslara göre dünyanın bölünmüşlüğüdür bu zengin ve yoksul farklarını
yaratan. Irkçılığa karşı mücadele ancak ulusal sınırlara ve uluslara karşı mücadele ile
mümkündür. Bunu da ancak Đşçi hareketi ve Sosyalizm gerçekleştirebilir. O halde sosyalist
mücadele, işçilerin mücadelesi bundan sonra burjuva uygarlığına karşı bir savaş, bir
uygarlıklar savaşı, henüz doğmamış sosyalist uygarlığın burjuva uygarlığına karşı savaşı
olmak zorundadır.
Evet, bizler “uygarlıklar savaşı”ndan yanayız ama bu gün uygarlıklar savaşından söz
edenlerin hiç birisi uygarlıklar savaşı yapmamakta; gerçek bir uygarlık savaşını; sosyalist bir
uygarlık tasavvurunun bu günkü gerici burjuva uygarlığa karşı savaşını engellemek için iş ve
güç birliği içinde bulunmaktadırlar. Uygarlıklar savaşı doktrinleri ya da teorileri gerçek
uygarlıklar savaşını engellemenin; sosyalist uygarlığa karşı savaşın bir silahıdır.
Bir uygarlıklar çatışması sadece burjuva uygarlığının dayandığı bütün varsayımları
sorgulayan, onu yok etmeye yönelik bir sosyalizm ile olabilir. Ortada bu anlamda hiçbir
hareket olmadığından ve var olan sosyalistlerin hepsi, özel ve politik ayrımını; politik olanın
ulusal olana göre tanımlanması ilkesini sorgulamayı bile akla getirmediklerinden aslında
burjuva uygarlığının, çoğu kez en gerici biçimlerinin sıradan bir mezhebidirler. Bu anlamda
da bir uygarlıklar çatışması yoktur.
*
Ama biz biliyoruz ki, dinler aynı zamanda farklı sınıfsal ve toplumsal güçlerin arasındaki
çatışmada birer bayrak da olurlar. Bu bakımdan farklı sınıflar ve toplumsal güçler arasındaki
çatışma dinsel bir çatışma gibi görünebilir. Bu dinsel biçimlerdeki çatışmayı bir uygarlıklar
çatışması gibi göstermek, tarafların çıkarlarına uygun olabilir. Bu gün tam da olan budur.
Aslında Merkez ve Çevre bölünmesi ya da Avrupa’nın Kuzeyi ve Güneyi ya da dünya işçi
sınıfının Siyah – Beyaz bölünmesi Hıristiyan batı uygarlığı ile Đslam uygarlığı bölünmesi gibi
yansımakta ve yansıtılmaktadır.
Geri ülkelerin neredeyse, (Afrika’nın Güney’i ve Güney Amerika hariç) tamamı, aynı
zamanda Đslamiyet’in yaygın olduğu ülkelerdir. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da yaşayan
göçmen ve siyahların önemli bir bölümü de Müslüman’dır. Buna karşılık, zengin ülkelerin,
Yani Avrupa’nın Kuzeyinin, beyazların, neredeyse tamamı Hıristiyan, hatta Protestan’dır.
Bunun yanı sıra, geri ülkelerdeki egemen sınıfların büyük ölçüde yaşam tarzları da bu
beyazlarınkine benzer.
Bu durumda, olayların özüne inmeyen yüzeysel bir bakışın, tıpkı güneşi dünyanın etrafında
dönüyor görmesi gibi, bu günkü dünyadaki çatışmayı bir Hıristiyanlık Đslamiyet çatışması gibi
görmesi mümkündür. Buradan da kolaylıkla Hıristiyanlık Batı, Đslamiyet Doğu; Hıristiyanlık
Maddiyat Đslamiyet Maneviyat türünde paralelliklere ve Uygarlıklar çatışması gibi kavramlara
varılabilir. Bu anlaşılır bir durumdur. Geniş kitleler açısından da durum aşağı yukarı böyle
kavranmaktadır.
Ne var ki sorun sadece olayların özüne inememekten, gerçek güçleri görememekten
kaynaklanmamaktadır, bu aynı zamanda belli çıkarları savunmanın aracı bir ideolojidir.
Uygarlıklar çatışması teorisinin ABD’den çıkması bir rastlantı değildir. Bu aslında, geri
ülkelere yönelik saldırgan bir politikanın ideolojik hazırlığıdır. Nasıl geçen yüz yılda, kimi
ırkların veya kültürlerin üstün olduğu teorileriyle sömürgeciliğin ve faşizmin ideolojik yolları
açıldıysa, bu günkü uygarlıklar çatışması teorileri de daha sofistike olarak aynı işlevi
görmektedir.
Bugün Dünyadaki bütün önemli petrol üreten ülkeler Venezüella ve Rusya hariç nüfusunun
çoğu Müslümanlardan oluşan ülkeler olduğu için ve bu ülkelerin halkları da Đslamiyet’i
sömürülmelerine ve uğradıkları baskıya karşı mücadelede bir bayrak olarak kullandıkları için,
Uygarlıklar Çatışması teorisi, bu haklara karşı cezalandırma ve ezme seferlerinin ideolojik alt
yapısını oluşturmaktadır.
Ne var ki, bu uygarlıklar veya kültürler veya Hıristiyanlık Đslam çatışması teorileri aynı
zamanda bizzat o nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerdeki egemenlerin de işine
gelmektedir. Bunlar Türkiye’de olduğu gibi Đslamiyet’i bayrak yapmış, palazlanmış
burjuvalar; Đran’daki gibi geleneksel bir Molla oligarşisi; bir askeri diktatörlük ya da bir
monarşi olabilir. Bu teori onların da aynı zamanda geniş kitlelerin memnuniyetsizliğini
kapitalizmden ve kendilerinden uzaklaştırmalarının da bir aracı olarak işlev görür. Böylece o
kitlelerin memnuniyetsizliklerini kendi pazarlıklarında bir tehdit aracı olarak kullanırlar.
Dolayısıyla ortada bir kültürler veya uygarlıklar çatışması olduğu savından yola çıkanlar, ister
bu çatışmayı yumuşatmak istesinler, ister kışkırtsınlar, özü itibariyle karşılıklı bir suç ortaklığı
içindedirler.
Bu tıpkı soğuk savaş döneminin bürokratik Stalinist diktatörlüklerinin de, diğer kapitalist
ülkelerin de çatışmayı bir sosyalizm kapitalizm çatışması gibi göstermekten ortaklaşa olarak
çıkarlı olmaları ve o ülkelerin sosyalist olmadığını söyleyen devrimci Marksistler karşısında
suç ortaklığı içinde bulunmaları gibidir.
*
Bu suç ortaklığı somut olarak Karikatür üzerine gelişmelerde çok açık görülmektedir.
Karikatürlerin ırkçı olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerin ne yöneticileri ne aydınları ne de
sosyalistleri şöyle bir davranış göstermedi:
“Bu karikatürler ırkçıdırlar, Muhammet’i sembol olarak kullanarak, Đslam’a inanan yoksul
ülkelerin insanlarını ve onların şahsında da bu yoksul ülkelerin halklarını, insanlık düşmanı
teröristler olarak göstererek, zengin ülkelerin işçi ve emekçilerini bu halklara karşı psikolojik
ve ideolojik olarak sefere hazırlamakta, ırkçılık yapmaktadırlar, bunu proteste ve mahkûm
ediyoruz. Irkçılığı savunan ideolojilere karşı yasaklamalarla mücadele edilemez, çünkü
yasaklar bütün dünya tarihi göstermiştir ki daima gericiliğin işine yarar. Tartışmayı fikir
özgürlüğü ile onu reddedenler gibi koymak yanlıştır. Burada bizlere düşen ırkçılığa karşı
mücadele etmektir. Bunun ilk şartı da bu ırkçılığı mahkûm etmektir. Irkçılığı temelinden yok
etmek ancak politik olanın tanımından ulusun tanımından sadece dil, din, etniyi değil her türlü
territoryal sınırlamayı dışlamakla olabilir. Bu ise bu günkü ulusların ve ulusal sınırların
ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Beyazlar karikatürlerin ırkçılığını mahkûm ve teşhir etme yerine, sorunu bir fikir özgürlüğü
sorun gibi koydular. Karikatürlerin ırkçılığından değil, provakatifliğinden söz ettiler.
Ama bu koyuş da bizzat zaten dünyanın, zengin ve yoksul; güney ve Kuzey; Siyah ve beyaz
olarak bölünüşünün bir yansıması ve zenginin, beyazın, kuzeyin, merkezin kendi çıkarını
korumasının aracıydı.
Buna karşılık karikatürleri protesto eden ve karşı çıkan “siyahlar” veya “güney”dekiler de
“Bu ırkçı karikatürleri protesto ve mahkum ediyoruz, tüm insanları da buna davet ediyoruz;
bu ırkçılığa karşı yasaklarla değil, somut tavır alışlarla, onların ırkçılığını göstererek mücadele
edilebilir” gibi bir yaklaşım içinde olmadı hiç bir zaman, böyle sesler duyulmadı. Bütün
tartışma, “benim kutsal olduğuna inandıklarıma laf söyletmem” alanına taşındı. Yani bizzat
burjuvazi, hükümetler vs. nin işine gelecek gerici bir noktadan tepki gösterildi.
Bu da beyazlara, kuzeylilere, “benim kutsalım da hiçbir şeyin kutsal olmadığıdır” deme
olanağı sağlandı. Ortada sanki ırkçılık ve ona duyulan tepkiler yokmuş da, bir yanda
Muhammet’i dokunulmaz görenler, bir yanda hiçbir şeyi dokunulmaz görmeyenler gibi; sanki
iki değer sistemi ve bunların çatışması varmış gibi; ortada sanki farklı değerler, yani farklı
uygarlıklar çatışması varmış gibi görünüm ortaya çıktı.
21 Şubat 2006 Salı
Marksizm ve Batı Dışı Toplumlar
Marksizm’in ya da daha doğrusu şöyle diyelim Tarihsel Maddeciliğin kurucularının ve hatta
sonra gelen kimi meşhur, özellikle Đkinci Enternasyonal Marksistlerinin eserlerinde Batı dışı
toplumlar, halklar ya da uluslar hakkında bugün sıradan bir insanın bile tüylerini diken diken
edecek ifadeler bulunduğu hiç kimse için bir sır değildir.
Bu ifadelerin ve bu ifadelerin yansıttığı anlayışların içine sindiği bir öğretinin yeryüzünden
baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmak bakımından ne ölçüde yararlı olabileceği gibi bir soru
elbet derhal insanın aklına geliverir. Özellikle Batı’da Batılı olmayan halklara yönelik olarak
“bakın Marksizm Avrupa merkezli bir öğretidir, bu sizin gerçeğinizi anlamaya yaramaz; sizin
gerilikten kurtulma mücadelesinde işinize yaramaz” diyen oldukça yaygın bir literatür de
vardır.
Ama öte yandan, Marks veya Engels’in “tarihsiz”, “sığır hırsızı”, “aşağılık”, “uyuşuk” dediği
halkların ezilenleri ve en iyi beyinleri, bu gibi ifadeleri hiç bir dert etmeden, uzun yıllar
boyunca adeta Marksizm’in bir numaralı savunucuları olmuşlardır. Bu paradoksal durum nasıl
açıklanabilir? Ne ölçüde geçerlidir Marksizm’in de son duruşmada Batı Merkezli,
“indirgemeci oryantalist paradigmanın” içindeki bir öğreti olduğu?
Özellikle son yıllarda, Marksizm’in ne kadar işe yaramaz ve günü geçmiş bir öğreti olduğunu
şöyle geçer ayak söyleyerek bir kılıç darbesiyle onun işini bitirmek isteyenler, bu tür
ifadelerden bir kaçını peş peşe sıralayıp, Marksizm’in de bir tür, artık yerine göre,
“pozitivizm”; “batılı düşünce” “oryantalizmle malul” düşünce olduğunu söyleyip,
muzafferane bir eda ile yollarına devam ediyorlar.
Biz, bu kadar açık delillere rağmen ilk bakışta apaçık suçlu görünenin suçluluğundan şüphe
edelim. Gerçek çoğu kez kendine zıt biçimde görünür. Burada da öyle olamadığı ne malum?
***
Marks ve Engels’in eserlerinde görülen bu tür ifadeleri bir kaç kategoriye ayırmak
mümkündür. Birincisi, gerek Hegel’den gerekse o zamanlar Doğu’daki toplumlar hakkında
Batı’da bilgi sahibi olmak için adeta biricik kaynak olan Oryantalistlerin eserlerinden gelen ve
açık bir Avrupa Merkezciliği yansıtan ifadeler. Bunların en bilineni Engels’in meşhur
“Tarihsiz Halklar” ifadesidir.
Bir diğeri, çoğu kez bir halk ya da ulus ifadesi kullanılmakla birlikte, kastedilen bizzat o halk
değil, o halkta sembolize olmuş bir özelliktir. Bu özellikle Yahudilere ilişkin ifadelerde çok
açıktır. Bu ifadeler de doğru okunmaz ise, tıpkı Marks’ta oryantalizm gibi bol bol anti-
semitizm de bulunabilir. (Aynı paradoks burada da geçerlidir. Yahudiler de Marksizme on
yıllarcı bütün büyük teorisyenleri vermişlerdir.)
Kapitalizm öncesi toplumlarda, karın esas kaynağı, değerlerin transferidir. Kapitalizmin
aksine kar elde edildiğinde toplumda genel bir zenginleşme olmaz, sadece aynı kalan
zenginlik el değiştirmiş olur. Zaten bu tür bir bezirgan ekonomi, yarattığı ürünün değerini
bilmeyen kapalı ekonomilerin yaygınlığını var sayar ki, böylece birileri birilerinden ürünleri
değerinin altında alıp başka yerde değerinin üstünde satabilsin. Antik tarih boyunca, bütün
medeniyet boylarında bunu belli kavimler yapar. Akdeniz uygarlığında esas olarak Yahudiler,
Uzak Doğu’da Çinliler, Hint Okyanusu bölgesinde Hintliler ve Araplar bu bezirgan ulusun
sembolik ifadesi olmuşlardır. Dolayısıyla prekapitalist bezirganlığın özellikleri adeta o
kavimlerin adıyla özdeşleşmiştir. Bu anlamda, bugün kaba bir yorumla, anti Semit gibi
görünebilecek Yahudiler hakkındaki ifadeler aslında Yahudilik antika bezirganlıkla
özdeşleştiği için, bir ulus ya da din olarak Yahudiliği değil, antik bezirganlığı ifade ederler.
Bu tür yazılarda, her Yahudi sözü yerine Antik tefeci-bezirganlık sözü geçirilse anlamda bir
kayma olmayacağı gibi daha da anlaşılır olabilir. Dolayısıyla Marks’ta kimi uluslar için Batı
merkezli hatta ırkçı ya da anti-semit gibi görünebilecek ifadelerin özü bunlar değildir.
Bu tür ifadeler bir de, aktüel politik yazılar bağlamında, belli bir tavır alışı ve konumu
güçlendirmek için de sık sık kullanılmıştır. Örneğin, Marks – Engels yaşadıkları dönemde,
çarlık Rusya’sını Avrupa gericiliğinin jandarması görüyorlar ve buna karşı her gücü ve
girişimi destekliyorlardı. Bu bağlamda, örneğin Kırım Savaşı sırasında, Osmanlı’dan söz
ederken “cesur Türkler” der. Buradan Marks’ın bir “Türk Dostu” olduğu çıkarılamaz, tersi
örneklerde de o ulusun ya da halkın düşmanı olduğu sonucu çıkarılamayacağı gibi. Burada
Marks veya Engels açısından önemli olan, belli bir durumu değerlendirir veya politik bir tavır
alırken bir ulusun Batı’da bilinen klişeleşmiş bir özelliğini uygun yerde Tavır alışı ya da
ifadeyi güçlendirmek için kullanmaktır. Aynı Marks’ta başka bağlamlarda Türkler için
bugünün bakışıyla “ırkçı” denebilecek ifadeler de vardır. Ama bütün bu olumlu ya da
olumsuz sıfatlarda, bir ulusun toptan aşağılanması veya övülmesinden ziyade, tarihsel tecrübe
dolayısıyla hassasiyet oluşmadığı için üzerine düşünülmemiş öğretinin özü bakımından bir
değeri olmayan, aksine o özle çelişen ifadeler söz konusudur. Her öğreti eni sonu somut
insanlarca ifade edilir ve o insanlar son duruşmada kendi çağının çocuğudur.
(Bu vesileyle kendi başımdan geçen bir örneği aktarayım. Kıvılcımlı’nın eserlerini okuyan
herkes onun Araplar, Đslamiyet karşısında nasıl bir olumlu yaklaşım içinde olduğunu bilir. Bir
tarihte, Türkçe bilen Marksist bir Arap arkadaş Kıvılcımlı’nın eserlerini Arapça’ya çevirmek
gerekir diye düşünmüş ve işe girişmişti. Daha işin başlarındaydı ki, birdenbire geldi büyük bir
kızgınlıkla “Ben çevirmekten vaz geçtim, çevirmiyorum, bizi aşağılıyor” dedi. Peki “nerede”
deyince şu iki ifadeyi gösterdi: “Anladıysam Arap olayım” ve “Arap saçına döndü”. Farkına
varmadan hepimizin kim bilir kaç kere kullandığı bu ifadeler bu Arap arkadaşı gerçekten
yaralamıştı ve bu anlaşılır bir durumdu. Söyleyecek bir şey bulamadım. Daha doğrusu,
Kıvılcımlı’nın eserlerinin bütününü ele aldığında onun Arapları aşağılamadığının
görüleceğini; bu tür ifadelerin o tarih görüşünün özünü yansıtmadığını aksine onu
yaraladığını; herkesin ne derse desin kendi çağı ve toplumunun ürünü olduğunu; yeni olanın
eskinin kabuğu içinde ortaya çıkabileceğini; önemli olanın onu eski kalıntılarından soyutlayıp
ele almak olduğunu söylediysem ve de o bana büyük ölçüde hak verdiyse de, içindeki o ilk
baştaki coşku ve heves kalmadığından tercüme işinden vaz geçmişti.
Fakat ilginçtir Marks’ınki gibi bir paradoks Kıvılcımlı’da da vardır. Kıvılcımlı’nın sonradan
eserleri başka bir Arap tarafından Arapça’ya çevrilmiş. Adam Kıvılcımlı’nın “Doğunun
Marksı” olduğunu söylüyormuş.)
Marks ve Engels çağında bir ırkçılık söz konusu olmadığından, onların kimi uluslar ya da
halklar hakkında klişe, yüzeysel, o halkları yaralayıp yaralamayacağı düşünülmeden yazılmış
ifadelere daha sonraki dönemin özellikle ırkçılığın yani daha sonraki dönemin tarihsel
tecrübelerinin hassaslıklarıyla değerlendirmemek gerekir. Herkes bir anlamda kendi çağının
insanıdır.
Marksizm, sanıldığının aksine bir öğreti değil, bir yöntemdir. Bu yöntemin en özlü adı
Tarihsel Maddeciliktir. Tarihsel Maddecilik ise, sanıldığının ya da sözde Marksizm’i öğreten
el kitaplarının anlattığının aksine, Tarih boyunca toplumların hangi aşamalardan geçtiğini
anlatan bir şemalar silsilesi değil, Toplumsal süreçlerin ardındaki temel kuvvetlerin neler
olduğuna dair bir kavramlar sitemidir.
(Bu yazı aşağıdaki yazı vesilesiyle yazılmaya başlanmış ve yarım kalmıştı.)
Marks ve Batı Dışı Toplumlar
Marksizm Avrupa’daki sınıf savaşlarının bir ürünü olarak çıkmış ve temellerini Alman
felsefesinden, Fransız ütopik sosyalistlerinden ve Đngiliz ekonomi politiğinden almış bir
kuram olarak Avrupamerkezciliğin, oryantalizmin ne kadar dışındadır? Larrain’e göre
Marks, Hegel aracılığıyla Avrupamerkezli teoriye eklemlenmektedir. Hegel Dünya Tarih
Felsefesi Üzerine Dersler adlı kitabında dünyayı tarihsel halklar ve tarihi olmayan halklar
diye ikiye ayırır. Dünya tarihsel halkları kültürel olarak gelişmiş olup devlet kurma
yeteneğine sahiptir ve bu yüzden tarihin gelişimine katkıları vardır. Onun karşıtı olarak
duran, tarihsiz halklar ise ruhsal olarak zayıf, güçlü devlet kurma yeteneğinden yoksun ve bu
yüzden uygarlığın gelişmesine katkıda bulunmaktan aciz halklardır. Hegel zayıf olanın güçlü
olana boyun eğmek zorunda olduğunu belirtir. Hegel Çin’i ve Güney Amerika’yı zayıf,
tarihsiz ve boyun eğmesi gereken kültürler olarak görmektedir. Marks burada Hegel’i ters
çevirmeyi başaramamış gibi gözükmekte. Marks doğu toplumları ve Latin Amerika için
söyledikleri ile Hegel’den pek de farklı düşünmemektedir. Marks Meksikalılar için şöyle
diyor: “Đspanyolların kibir, gangsterlik, hayalperestlik gibi özelliklerine üçüncü dereceden
sahiptirler ama onların taşıdıkları olumluluklara sahip değildirler.” Marks’a göre
“Đngiltere’nin Hindistan’da yerine getireceği iki görevi vardır. Biri yıkıcı, diğeri yapıcı...
Yaşlı Asya toplumunu ortadan kaldırmak ve yerine Avrupa toplumunun temel kurallarını
getirmek”. Engels ilerleme adına Fransızların Cezayir’deki ve Amerika’daki sömürgeci
saldırganlıklarını olumlu olarak değerlendirir. Engels’e göre zor kullanarak bu tarihsiz
halkların ülkesi tarihsel hareketin içine çekilmiştir. Marks ve Engels daha sonradan
sömürgeciliği daha olumsuz olarak gözlemlerler. Buna örnek olarak 1860’dan sonra Cezayir
ve Đrlanda sorununa bakışlarındaki sömürgeciliği olumsuz değerlendirişleri gösterilebilir.
Fakat Larrain’e göre, Marks’ın sömürgecilik bağlamında Latin Amerika’ya bakışı
değişmemiştir. Hatta Marks ve Engels geri kalmış olarak adlandırılan bazı uluslar için şu
ifadeleri kullanmışlardır: Montenegrinler sığır hırsızı, Meksikalılar aşağılık insanlar,
Bedouinler hırsızlar ulusu, Çinliler irsi olarak aptal... Acaba Marks bu söyledikleri ile
indirgemeci oryantalist paradigmanın ve Avrupamerkezci anlayışın ne kadar dışındadır?
Larrain’e göre, Marks’da genel olarak sömürgeci kapitalizmin yeni maddi uygarlığın
temelini attığı düşüncesinden kaynaklanan iyimser bir görüşün olduğundan bahsedebiliriz.
Evet, batı tarihinin ürünü olan kapitalizm Marksist evrim şemasında her toplumun sosyalizme
ve komünizme geçmesi için zorunlu bir aşamadır. Đlerlemenin mevcut son halkası olan
kapitalizmin sömürgecilik ile değişmekten aciz, aşağılık, geri batı dışı toplumlarına sokulması
Marks’a göre hem yıkıcı hem de faydalıdır. Sadece bu değil. Marks insanlık tarihini daha
ileri taşıyacak olan sosyalist devrimi batıdan, özellikle Đngiltere’den beklemektedir. Kurtuluş
misyonu Avrupa proletaryasının elindedir. Marks bir gelişme kuramcısı olarak geri
kalmışlığın ve durgunluğun geleneksel hattından kurtarılması gereken, Avrupa dışı bir öteki
kavramı içersindedir. Burada gelişme kuramcısı Marks’la sosyalistler yol alabilirler mi,
sorusunu sormak yaralı olacaktır.
Demokratik Cumhuriyet Üzerine
Giriş
“Demokratik Cumhuriyet” kavramı, son yıllarda, özellikle Abdullah Öcalan’ın bu kavram
ve/veya programı kullandığından beri en azından Kürtler arasında ve sol çevrelerde belli bir
popülarite kazandı. Elbette bu popülarite, onun olumlu bir vurguyla yüklü olduğu anlamına
gelmiyor.
Öcalan’ın ifade ettiği “Demokratik Cumhuriyet” programı ve stratejisi, Kürt Milliyetçileri
açısından, Kürdistan’ın bağımsızlık idealinden vazgeçme; teslimiyet olarak anlaşılıyor. Bu
bakımdan, Kürt Milliyetçilerinin eleştirisi şu sloganla özetlenebilir: “Demokratik Cumhuriyet
değil, Bağımsız Kürdistan!”
Türk sosyalistleri de Demokratik Cumhuriyeti, tam ters açıdan ama sonuç itibariyle yine
olumsuz olarak, sosyalist ideallerden bir uzaklaşma, bir geriye adım, bir teslimiyet olarak
yorumluyorlar. Onların eleştirisi de şu sloganla özetlenebilir: “Demokratik Cumhuriyet değil
Sosyalist Cumhuriyet!”
Birbirine bu kadar zıt konumlarda bulunmalarına rağmen, gerek Kürt milliyetçilerinin gerek
Türk sosyalistlerinin en azından Demokratik Cumhuriyeti bir teslimiyet, bir geri adım, bir
ihanet olarak nitelemekte anlaşıyor olmaları manidardır.
Elbette şu soru sorulabilir: Abdullah Öcalan’ın savunduğu Demokratik Cumhuriyet ile klasik
Devrimci Demokratik ve Sosyalist hareketin savunduğu Demokratik Cumhuriyet aynı şey
midir?
Fakat ilginç, ne Türk Sosyalistleri, ne de Kürt Milliyetçileri bu soruyu sormamaktadırlar.
Peki niçin sormamaktadırlar?
Eğer onların programı klasik sosyalist ve devrimci demokratik hareketin programı olan
Demokratik Cumhuriyet olsa idi, yukarıdaki soruya aynı şey olmadıkları şeklinde bir cevap
verildiği takdirde, o zaman Abdullah Öcalan’ın programının gerçek Demokratik Cumhuriyet
olmadığı, onun bu kavramın içeriğini boşalttığı türünden bir eleştiri yapmaları; Demokratik
Cumhuriyeti Öcalan’a karşı ve Öcalan’a rağmen savunmaları gerekirdi. Ama böyle bir
savunmayı hiç kimsede görmüyoruz.
Demek ki, burada Demokratik Cumhuriyeti, Öcalan’ın savunduğu biçimiyle yanlış,
teslimiyet, geriye doğru bir adım, bir ihanet olarak görmek söz konusu değildir, bundan daha
öte, genel olarak Demokratik Cumhuriyet böyle görülmektedir. Yani gerek Türk sosyalistleri,
gerek Kürt milliyetçileri, Öcalan’ın savunup savunmamasından veya onun o kavrama
yüklediği içerikten bağımsız olarak, Demokratik Cumhuriyeti bir program ve strateji olarak
reddetmekte; yanlış bulmakta ve savunmamaktadırlar. Eğer öyle olmasaydı Öcalan’a rağmen
ve Öcalan’a karşı savunmaları gerekirdi, (Öcalan’ın kavramın içini boşaltması veya
değiştirmiş olması halinde).
Böylece ikinci bir sonuca ulaşıyoruz: gerek Türk sosyalistleri, gerek Kürt milliyetçileri, klasik
olarak devrimci demokrasinin ve sosyalistlerin programı olan Demokratik Cumhuriyet’e
karşıdırlar. Onlar ona karşı oldukları için, Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet program ve
stratejisini, bu ilkeden karşı oluşlarını gizleyen bir örtü olarak kullanmaktadırlar.
Daha bu başlangıç tespitleri bile bizi bir çok soruyla karşı karşıya bırakır.
Örneğin, Nasıl oluyor da Kürt Milliyetçileri ve Türk Sosyalistleri Demokratik Cumhuriyet’e
bu karşı oluşta birleşiyor?
Bu birleşme daha derindeki bir özdeşliğin ifadesi olmasın?
Örneğin, Türk sosyalistleri de, Kendilerine Sosyalist diyen Türk milliyetçileri olmasın?
Aslında birbirine çok zıt görünmelerin rağmen, tam da özdeş oldukları için bu buluşma
gerçekleşiyor olamaz mı?
Aynı öz tıpkı bir madalyonun iki yüzü gibi, birbirine karşı iki biçimde görünüyor olamaz mı?
Eğer böyle ise, nasıl oluyor da milliyetçilik sosyalizm biçiminde, yani bir bakıma kendi zıttı
biçiminde görünüyor?
Sosyalizm ve milliyetçiliğin bu özdeşliğinin kaynağında yatan metodolojik ve toplumsal
hangi gelişmeler vardır?
Demokratik Cumhuriyet program ve stratejisi, klasik olarak Devrimci Demokratik ve
Sosyalist hareketin programı olmasına rağmen, niçin gerek yirminci yüzyılda, gerek bu gün
artık hiç kimse tarafından savunulmamaktadır? Niçin terk edildi?
Görüldüğü gibi, Demokratik Cumhuriyet konusuna girdiğimiz an, daha ilk adımlarda bile,
tarihin, politikanın, sosyolojinin, yöntem bilimin en temel sorunlarıyla karşı karşıya geliyoruz.
Sorun sadece Demokratik Cumhuriyet program ve stratejisinin ya da kavramının tarihsel
kaderinin ne olduğu ve bunun açıklaması değildir elbette. Temel sorun, Demokratik
Cumhuriyetin ne olduğudur.
Nedir Demokratik Cumhuriyet?
Bu konuda da korkunç bir boşluk ve karanlık bulunmaktadır. Ne Türk Sosyalistleri, ne de
Kürt Milliyetçileri, Demokratik Cumhuriyet diye bir problemleri olmadığı için onun ne
olduğu konusunda da bir şey yazmamaktadırlar. Yani, kendileri örneğin, Abdullah Öcalan’ın
Demokratik Cumhuriyet programına karşı, kendi Demokratik Cumhuriyet programlarının
farklılığını açıklamaya kalksalardı, Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu konusunda iyi kötü
bir fikir oluşabilirdi. Ama, iki taraf da bu programa genel olarak karşı olduklarından, onun ne
olduğunu açıklama, onu olası çarpıtmalardan arındırma gibi bir problemleri bulunmamaktadır.
Bu da Demokratik cumhuriyetin ne olduğu konusunda korkunç bir karanlık ve boşluk ortaya
çıkmasına yol açmaktadır.
O zaman Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu sorusu temel bir sorun olarak ortaya
çıkmaktadır. Ama bu soruya cevap verdiğiniz veya vermeye kalktığınız an, ister istemez
tartışmayı gerek Türk sosyalistlerinin gerek Kürt milliyetçilerinin hiç hoşlanmadığı bir alana
çekiyorsunuz demektir. Çünkü Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu açıklığa kavuştuğu an,
onlar, eğer Öcalan o programı çarpıtıyordu ise bile, niçin Öcalan’a rağmen bu programı
savunmadıkları sorusuyla karşı karşıya geleceklerdir. Ama bu soru, hem onların bu günkü
politik duruşlarının gerçek anlamını ortaya çıkarır hem de devamcısı olduklarını iddia ettikleri
sosyalist ya da milliyetçi geleneklerle nasıl bir ilişki içinde bulunduklarını gündeme getirir.
Ama bu konulara girildiğinde, onların devamcısı ya da temsilcisi olduklarını söyledikleri
politik ve ideolojik geleneklerin mirasını aslında nasıl reddettikleri görülebilir. Yani bu
hareketlerin programatik., ideolojik ve politik temelleri havaya uçar.
Bu da bize şunu gösteriyor. Demokratik Cumhuriyet konusunun kendisi, tartışılması, bizzat
politik ve ideolojik mücadele konusudur. Bu konuya girdiğiniz an politik ve ideolojik
mücadele alanına giriyorsunuz ve belli güçlerle, anlayışlarla karşı karşıya geleceksiniz
demektir.
Demokratik Cumhuriyetin içeriğinin ne olduğu konusundaki karanlık ve boşluk, rastlantısal
yada bilgisizlikten doğan, politika dışı, sınıflar mücadelesi dışı bir olgu değildir. Aksine
bu karanlık tamamıyle politik bir anlama sahiptir ve bu karanlığı, boşluğu ortadan kaldırmaya
yönelik her girişim de aynı şekilde politik bir anlama sahip olacaktır. Daha baştan bu
karanlığın varlığından ve sürmesinden çıkarlı güçlerin dolaylı ya da dolaysız saldırılarının
hedefi olacak demektir.
Ama Demokratik Cumhuriyetin içeriğine girdiğiniz an, her şeyden önce Devlet, Demokrasi ve
Politika alanına girmişiniz demektir. Bu devletin dinler, uluslar, kültürler, diller, azınlıklar
karşısındaki konumunun ne olacağı; nasıl bir yapısı bulunacağı gibi sorular gündeme gelir.
Bütün bunlar bizi ister istemez Marksist teorinin özellikle devlet, sınıflar ve politikaya ilişkin
alanlarıyla karşı karşıya getirecektir. Demek ki, Demokratik Cumhuriyet konusu, doğrudan
doğruya, toplumun kavranışına ilişkin temel bilgilerimizle, yani metodolojik sorunlarla
bağlantılıdır.
Ama aynı zamanda, Demokratik Cumhuriyet insanların son derece acil, işsizlikten, dinsel ve
ulusal baskıdan, pahalılıktan kurtulmalarıyla ayrılmaz bir bağ içindedir. En basitinden, klasik
anlamışla Demokratik Cumhuriyet, “Ucuz Devlet” demektir. Yani bürokratik, militer,
baskıcı, kırtasiyeci olmayan bir devlet cihazı demektir. Yani bu alana yapılan harcamaların,
üretim ve toplumsal hizmet alanlarına yapılabilmesi, dolayısıyla refahın yükselişi ve işsizliğin
azalması demektir. Yani işsizlik ve pahalılık karşısında doğrudan bir cevaptır. Bu bakımdan
işçileri, köylüleri, çalışarak emeğiyle yaşayan ve sürekli sıkıntı ve işsizlik tehdidi altında
yaşayan insanları doğrudan ilgilendirmektedir.
Tabii bu aynı zamanda, diğer ülkelerle, bambaşka bir ilişki tarzı demektir. Bu ilişkinin bu
günkü dünyada ne gibi biçimler alacağı sorunu gündeme gelir. Örneğin, Türkiye’de böyle bir
Demokratik Cumhuriyetin kurulması karşısında Avrupa ve ABD ne gibi tavırlar içinde
olurlar? Onlara karşı ne yapmak gerekir gibi sorunlar gündeme gelir?
Bu ve benzeri daha yüzlerce bağlantı sıralanabilir. Burada kısaca göstermek istediğimiz
şuydu: Demokratik Cumhuriyet, ister tarihi ve bu günü anlamak için, ister sosyalizm ya da
ulusal baskılardan kurtulmak için, ister pahalılık ve işsizlikten kurtulmak için; ister
emperyalizme karşı ister politik Đslam'a karşı nasıl mücadele edileceği sorunu için hayati
önemde bir konudur. Tarihin, sosyolojinin, politikanın, ideolojinin en temel ve can alıcı
sorunlarının buluştuğu bir düğüm noktasıdır.
Bu önemine rağmen bu konudaki tartışma ve literatüre baktığımızda ortada korkunç bir
boşluk bulunmaktadır. Hiç savunanı da yoktur.
Örneğin “Đkinci Cumhuriyet” diye bir kavram da var. Bunu savunanlar ve bu savunanlar
içinde sembol isimler var. Ama Demokratik Cumhuriyet söz konusu olduğunda bunların hiç
birisi yok. Hatta bu iki kavram ve programın benzerlikleri ve ayrılıklarının ne olduğu bile
belirsiz. Kemalizm’le uzlaşma olduğu söylenen Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti
karşısında ne olduğu ve farkları açıklanmadığı gibi; Kemalizm'e karşı olduğu söylenen Altan
kardeşlerin Đkinci Cumhuriyeti karşısında da ne olduğu ve farkları ortaya koyulmamaktadır.
Demokratik Cumhuriyetin hiç bir savunucusu yoktur.
Demokratik Cumhuriyet politikanın dokunulmaz paryasıdır.
Ama aynı zamanda çözüldüğü takdirde bütün tıkanıklıkların açılacağı bir Gordiyos
Düğümüdür.
Bir yanda Demokratik Cumhuriyetin korkunç önemi ve aktüalitesi, diğer yanda korkunç bir
boşluk ve karanlık bulunuyor. Ortada bir paradoks var. Ama yakından bakınca, bu paradoksu
yaratan tam da onun önemi ve aktüalitesi.
Türkiye’de ve Orta doğuda politika, önemine ve aktüalitesine uygun olarak, Demokratik
Cumhuriyeti gündemine alıp tartışmaya başladığı an, hem paradoks hem de politikanın
tıkanıklığı ortadan kalkar.
Paradoks politikanın tıkanıklığının yansımasıdır. Paradoks ortadan kalktığı gün Türkiye ve
bölgedeki politikaların tıkanıklığı da ortadan kalkar. Tersi de doğrudur, tıkanıklık aşıldığı an,
paradoksun da ortadan kalktığı görülür.
Bu yazı dizisiyle, Demokratik Cumhuriyeti adım adım tüm yönleriyle ele alıp, bu suskunluğu
ve paradoksu aşma yönünde küçük bir katkıda bulunmaya çalışacağız.
Belli aralıklarla değil, zamanımız oldukça, kısa deneme ve makaleler biçiminde Demokratik
Cumhuriyeti ele alacağız.
Demir Küçükaydın
13 Aralık 2003 Cumartesi
-I-
Demokrasiler Neden Kırallıktır?
Ve Cumhuriyetler Neden Demokratik Değildir?
Đlk bakışta Demokratik Cumhuriyet’in oldukça sıradan ve çok bulunan bir Devlet Biçimi
olduğu sanılır.
Ne var ki, sanılanın aksine, Demokratik Cumhuriyet son derece nadirattandır. Çünkü
genellikle Demokrasiler Cumhuriyet; Cumhuriyetler de Demokrasi değildir. Hele adında
Demokratik ve Cumuhuriyet sözcüklerini birlikte bulunduranlar Demokratik bir Cumhuriyete
en uzak olanlardır.
Bu gün dünyada Demokratik bir Cumhuriyet’e en yakın, yani her türlü fikir ve örgütlenme
özgürlüğünün bulunduğu; iktidarın gerçekten halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde
bulunduğu; en az bürokratik, militer, merkezi ve kırtasiyeci ülkelerin neredeyse hepsi
kırallıktır.
Đsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Đngiltere kırallıktır. Japonya Đmparatorluktur.
Avustralya, Yeni Zellanda, Kanada gibi ülkeler ise bir çoklarının sandığının aksine
Cumhuriyet değil; Đngiliz Kraliçesine bağlıdırlar. Kraliçe’nin temsilcisi bir “Vali” vardır.
Buna karşılık, dünyadaki, özellikle “üçüncü dünya”daki ülkelerin tamamına yakını, Suudi
Arabistan, Ürdün gibi sonradan uydurulmuş monarşiler bir yana bırakılırsa, Cumhuriyet’tir.
Ama bu cumhuriyetlerin hemen hemen hiç birinde demokrasi yoktur.
Kısa zaman öncesine kadar, Doğu Avrupa’daki Cumhuriyetlerin hepsinin adında bir de
“Demokratik” ya da “Demokratik Halk” sıfatı bulunuyordu. Ama bunlar, demokrasiye de
halka da aynı şekilde çok uzaktılar. Bu gün bile Kore, Çin, Vietnam ve Kongo gibi bazı
Afrika ülkeleri benzer isimleri taşımaktadırlar ama, bunların hiç birinde gerçek bir
demokrasiden ve iktidarın gerçekten halkın temsilcilerinin elinde bulunduğundan söz
edilemez.
Bu günün dünyasında Demokratik Cumhuriyet’e en yakın cumhuriyetlerin sayısı hala iki elin
parmaklarını aşmaz. ABD, Đsviçre, Fransa, Đtalya, Almanya, Portekiz, Finlandiya, Çek Ülkesi,
Yunanistan gibi, çoğu Avrupu Birliği üyesi veya adayı ülkelerle sınırlıdırlar ve aslında
bunların ortaya çıkışı da esas olarak ikinci dünya savaşı ve Berlin duvarının yıkılması
sonrasına denk düşerler.
(Burada dikkat edilsin, Demokratik Cumhuriyet’e en yakın Cumhuriyet’ler dedik, Demokratik
Cumhuriyetler demedik. Çünkü Demokratik Cumhuriyet sadece iktidarın halkın
temsilcilerinin elinde olması, fikir ve örgütlenme özgürlükleri değil, aynı zamanda bürokratik,
militer, kırtasiyeci olmayan bir devlet cihazı da demektir. Bu anlamda bakıldığında, aslında,
Demokratik Cumhuriyet’e e yakın ülkelerin, yukarıda sayılan Cumhuriyetlerden ziyade, ilk
başta sayılan Krallıklar olduğu görülür. Ama bu konuya ilerde geleceğiz.)
O zaman ortaya garip bir çelişki çıkıyor: Niçin en demokratik ülkeler kırallıktır da, niçin en
anti demokratik ülkeler, devletin muazzam güçlü olduğu ülkeler cumhuriyettir? Normal
olarak, demokrasinin modern kapitalizmle birlikte yaygınlaşmış olan cumhuriyetler biçiminde
olması; buna karşılık krallıkların demokrasiye en uzak ülkeler olması gerekir. Krallık
kavramının kendisi Demokrasiyle bir çelişkidir. Çünkü Krallık, tanımı gereği, iktidarın
kaynağını ve meşruiyetini, halktan değil, tanrıdan ya da soydan alır. Buna karşılık,
Cumhuriyet de tanımı gereği, iktidarın kaynağını halkın ya da yurttaşların iradesinde görür.
Halk ya da yurttaşlar ise bu iradesini ancak demokrasi içinde ortaya çıkarabilir.
Ama gerçek ilişkilere baktığımızda, iktidarın kaynağını ve meşruiyetini tanrıda ya da soyda
gören ülkelerin halka en büyük iktidarı verdiğini; buna karşılık iktidarın kaynağını halkta
görenlerde halkın iktidardan yoksun olduğunu görüyoruz.
Bu çelişki nasıl açıklanabilir ve çözülebilir?
Burada elbette ilk dikkati çeken, normatif tanımların bize bırakalım bu sorunu çözmek bir
yana, bu sorunu ve paradoksu ortaya koyma olanağı bile vermediğidir. Sorunun cevabı, her
zaman olduğu gibi, gerçek tarihte, somut toplumsal ilişkilerde; sınıfların ve toplumsal
güçlerin ilişki ve çelişkilerinde aranmalıdır.
Ne var ki, çözümü gerçek tarih ve toplumsal ilişkilerde aramak, onları tasvir etmek ya da
kafadaki kimi şablonlara uydurmak değildir. O görünen gerçeğin çok altında, derinlerdeki
güçleri ortaya çıkarmak demektir.
Ne demek istediğimize bir örnek verelim.
Örneğin Modern demokrasinin başlangıç noktası olarak kabul edilen Magna Karta (1215)
kimilerince Baronlarla Kral arasında bir anlaşma olarak tanımlanır. Burada Soylular da Kral
da analitik kavramlar değil, tasviri adlandırmalardır ve bize bu olayın özü hakkında bir fikir
vermezler. Çünkü dünyanın başka yerlerinde de krallar ve soylular vardır ama niye başka
yerlerde böyle “Magna Karta”lar çıkmamış veya çıktı ise bile niye olmamışa dönmüştür
sorusuna cevap vermez. Bize bu sorulara cevap verecek kavramlar lazımdır.
Konuyu, mekanik bir ele alışa ve klişelere sokma anlayışına örnek olarak da, Magna
Karta’nın, yükselmeye başlayan burjuvazinin krala koşullarını dayatması olarak
kavranmasıdır.
Örneğin şöyle yazanlar Çıkabiliyor:
“Đngiltere'de 13. yüzyılda Magna Carta ile kurulan feodal imparatorluk, sonal olarak feodal
yerel otoriteler ile burjuvazinin geçici bir uzlaşmasını ifade eder.” (Kurtuluş Cephesi; Ulus
Ulusal baskı ve Toplumlar, http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc14_5.html ) i
Burada sözde olayın özün girme, burjuvazinin konumuyla açıklama çabası vardır ama, bu
açıklamanın da çok büyük bir eksikliği vardır: olgu olarak karşılığı yoktur. Çünkü Magna
Karta’daki taraflardan biri Burjuvazi değildir, çünkü o zamanlar dünyada, hele hele
Đngiltere’de burjuvazi yoktu.
Burada çok açık ki, olayın bir Prokrutes yatağına uydurulması ile karşı karşıyayızdır. Kafada
bir şema vardır ve tarih o şemaya sığdırılmaya çalışılmaktadır. Şemanın ne olduğu biliniyor:
Đlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum, Kapitalist toplum... Eh demokrasi de
Burjuvazi ile ortaya çıktığına ve demokrasinin Avrupa’da ilk doğuşu ve kökeni olarak Magna
Karta kabul edildiğine göre, Magna Karta’da bir burjuvazi olmalıdır ki olayın “Tarihsel
Maddeci” bir açıklaması olsun.
Bu örneği niye verdik, çünkü aslında olayın gerçekten tutarlı bir açıklamasını ancak ve ancak
Tarihsel Maddecilik verebilir ama bu Tarihsel Maddecilik, şu bilinen yaygın ve resmi Tarihsel
Maddecilik değil; bir başka, ezilmiş, altta kalmış, dip akıntısı, yer altında giden köstebek bir
Tarihsel Maddeciliktir.
Bu demokrasilerin cumhuriyet; cumhuriyetlerin de demokrasi olmayışı çelişkisi; yani
günümüz dünyasının çok temel bir görüngüsünü açıklama çabası bizi ister istemez bizi tarihin
daha derin bir açıklaması ve daha derine inen sosyolojik kavramları araştırmaya itmektedir:
Yani birden bire, somut ve politik bir sorun bizi tarih ve toplum biliminin en temel
yöntembilimsel sorunlarıyla yüz yüze bırakmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, demokratik Cumhuriyet gibi, son derece aktüel programatik ve politik bir
sorun bizi, tarih ve toplum bilime oradan da Tarihsel Maddeciliğin, yani Sosyolojinin en
temel yöntembilimsel problemlerine götürmektedir. Böylece, yöntembilimsel yanılgılar ile
günümüzün politik sorunları, stratejiler ve politik taktikler arasındaki o derin ve görünmez
bağ sorununa geliriz.
Şimdi tekrar şu çelişkiye dönelim. Niçin demokrasiler krallıktır ve Cumhuriyetler demokrasi
değildir. Ya da bunun özgül bir biçimi olarak, niçin Magna Karta’da burjuvazi yoktur.
Burjuvazi, olmadığına göre, ikisi de asalak ve sömürgeci asiller ve kral arasındaki bir çelişki
ve bu çelişkiyi kurala bağlayan anlaşmadan nasıl olur da modern demokrasinin tohumu çıkar?
Yukarıda kendine Marksist diyenlerden bir örnek verdik, Magna Karta’yı bir açıklama
çabasına ilişkin olarak. Şimdi de, biraz diğer tarih ve sosyologların bu sorun karşısında nasıl
çuvalladıklarını görelim.
Türkiye’nin aydınları için hep şu sorun olagelmiştir: “Batı niye ilerledi de biz ilerleyemedik?
Batı niye kapitalizme geçti, demokrasi kurdu da biz kuramadık?”
Elbette bu soruları sadece Türkiye’nin aydınları sormamıştır. Hemen hemen bütün Üçüncü
Dünya denen sömürge ve yarı sömürgelerde bu sorular sorulmuştur.
Elbette burada hemen fark edilecek olan şudur, eğer dünyanın bir kısmı geri kalmasa idi böyle
sorular sorulmazdı. O zaman niçin dünyanın bir kısmı demokrasi ve refah içinde yaşarken
diğer kısmı böyle geri kalmaktadır? En kör göz için bile bunun Kapitalizm ile bir ilişkisi
olduğu ortadadır.
Burada iki farklı paradigma ortaya çıkar.
Birinci paradigma, bu farklılığı, kapitalist sistemin işleyişinde arar. Yani az gelişmişliği
yaratanın bizzat Batı’daki gelişmişlik olduğunu söyler, bunların diyalektik bir bütün olduğunu
söyler. Bu paradigmayla meşgul olanların en bilinenleri, Emmanuel, Wallernstein, S. Amin,
A. G. Frank gibi “Üçüncü Dünyacı” diye bilinen tarihçi ve ekonomistlerdir.
Tabii bu paradigmanın konumuzla ilişkili olduğu hemen görülebilir. Dikkat edilirse bütün
demokrasi olan krallıklar gelişmiş, buna karşılık bütün cumhuriyet olan ama demokrasi
olmayan ülkeler az gelişmiştir. En azından böyle bir genel eğilim görülmektedir. Bu genel
eğilim açıklanırsa sonra istisna gibi görülenler de açıklanabilir.
O halde bu paradoksun açıklanmasında merkez-çevre veya dünya sistemi teorilerinin
konumuzla bir şekilde yakından ilgili olduğu görülebilir. Hemen fark edileceği gibi, bu
paradigma bağlamında krallıklar ve demokrasi paradoksunu ele alıp açıklamaya
kalktığımızda, iktisat bilimi ve onun kategorileri, kavramları ve metodolojisi tartışmalarına
gideceğimiz açıktır.
Görüldüğü gibi, en aktüel politik sorundan bile yola çıktığımızda, garip bir şekilde birden bire
kendimizi yine toplum bilimlerinin en temel sorunlarıyla karşı karşıya buluyoruz.
Metodolojinin somut politikayla ilişkisi burada çok açık olarak görülmektedir. Ama biz
konuyu dağıtmayalım ve tekrar kaldığımız yere dönelim.
Đkinci bir paradigma daha vardır. Bu paradigma farklılığı, kapitalist sistemin doğuşunda arar.
Çünkü kapitalizme geçiş ile gelişmişlik arasında en kör göze batacak ilişkiler vardır.
Geçemeyiş ile de az gelişmişlik. Keza Demokrasi ile de gelişmişlik arasında var. Bütün ileri
ülkelerde demokrasi var. O zaman şöyle bir eşitlik ya da bağlantı ortaya çıkıyor:
Demokrasi=Kapitalizme Geçiş=Gelişmişlik. Bu üçünün genel bir eğilim olarak bir arada
bulunduğu görülüyor.
O zaman, bir çok az gelişmiş ülke aydını açısından geri kalmanın anahtarını Batıda niye
kapitalizme geçildiği, buralarda niye kaptalizme geçilemediği sorusunun cevabında aramak
gerekir.
Đşte bu “Biz niçin geri kaldık?”, ya da “Biz niye kapitalizme geçemedik?” sorusunun cevabını,
Türkiye’nin aydınları, Zengin ülkelerle ilginç paralelliklere rastladıklarını düşündükleri iki
ülke ve olayda bulurlar. Đngiltere ve Japonya.
Japonya, aşağı yukarı Osmanlı ile aynı dönemde, Modernleşme çabalarına başlar. Kimileri
Demokrasi ve Magna Karta’nın olmamasını kapitalizme geçemeyişin ve kalkınamayışın
sebebi olarak gösterirler ya, Japonya örneği bu sorunu da çözer. Orada ne Magna Karta vardır
ne de demokrasi. Aynen Osmanlı’da olduğu gibi bir “Đmparator” vardır. Aynen Osmanlı gibi,
yukarıdan modernleşme çabalarına başlamıştır ve buna hiç de demokrasi eşlik etmemiştir.
Peki Japonya niye dünyanın en güçlü ve ileri ülkelerinden biridir de Osmanlı veya Türkiye
değil. Bu sorunun cevabı verilirse, geriliğe neden olun şeyin bulunacağı dolayısıyla hastalığın
tedavi edileceği düşünülür.
Diğer ülke ve olay Đngiltere ve Magna Karta’dır. Osmanlı’da da Magna Karta benzeri bir
“Senedi Đttifak” vardır. Padişahla Ayan arasında imzalanmıştır. Burada da şu soru ortaya
çıkar, niçin “Senedi Đttifak”tan Đngiltere’deki gibi bir demokrasi ortaya çıkmamıştır? Tabii
bunun ardında başka bir varsayım daha vardır. Eğer çıksaydı, “biz” de aynen Đngiltere gibi
gelişmiş bir ülke olurduk.
Japonya ve Đngiltere örneklerinin kendilerinin de bir başka paradoks olduğu ortadadır. Eğer
demokrasi ile kapitalizme geçiş ve ilerleme arasında bir ilişki varsa Japonya ne oluyor?
Japonya doğru ise, kapitalizme geçiş ve demokrasi arasında bir ilişki olmaması gerekir. Keza,
Japonya, merkez ve çevre teorisyenleri bakımından da benzer bir sorun yaratmaktadır.
Japonya bir çok bakımdan başlangıçta bu gün üçüncü dünya denen ülkelere benzemesine
rağmen nasıl olmuştur da aynı akıbeti paylaşmamıştır. Demek ki, Gelişmiş ülkelerdeki
kapitalizm her şeyi belirleyemiyor. Ama o zaman, benzer modernleşme çabalarına rağmen,
niçin Osmanlı ya da Mısır bir başarı gösteremiyor da, Japonya gösteriyor. Demokrasi yoksa
onlarda da yok. Tepeden modernleşme ise onlarda da var. O zaman giderek, şu veya bu
momentte şu veya bu kararın alınmış olması gibi uzman bilgiçliklerinin yolu açılıyor. Japon
imparatoru şu tarihte şu kararı alabildiği için böyle oldu gibilerden sonuçlar çıkarılıyor. Tabii
o zaman da şu soru çıkıyor? Niye Japonlar o kararı aldı da diğerleri almadı? Burada da son
duruşmada o yöneticinin zekası veya uzak görüşlülüğü noktasına varılıyor. Peki o niçin uzak
görüşlü davrandı da diğeri değil? Burada varacağınız yer mutlak bir subjektivizm veya
ırkçılık olabilir. O imparator Japon ırkının ya da kültürünün dehasını ifade etmiştir.
Görüldüğü gibi, bizim öyle bir teorimiz olması, öyle kavramsal araçlara sahip olmamız
gerekiyor ki, bize hem niye krallıkların demokrasi olduğunu; niçin kapitalizmin batıda
doğduğunu, niçin Doğu’da Japonya’nın hem geç hem de demokrasisiz kapitalizme geçip
kalkınmış bir ülke olduğunu son derece basit olarak açıklayabilsin.
Bu açıklamanın öyle kolay olmadığına yukarıda, Magna Karta Burjuvazi bağlamında
değinmiş ve bir örnek vermiştik. Şimdi de, burjuva tarihçilerinin, buraya kadar kısaca ana
fikirlerini verdiğimiz “biz niye geri kaldık” sorusu bağlamında açıklama denemelerine bir
bakalım.
Bilinir veya pek bilinmez ama Omanlı Tarihinde Senedi Đttifak diye, Ayan ile Đkinci Mahmut
arasında, Britanya Adalarında yapılan Magna Karta’ya benzetilen, bir anlaşma yapılır.ii Soru
şudur. Magna Karta’nın bir benzeri Osmanlı’da da olduğuna göre, Magna Karta nasıl olup
yaşamış ve Đngiliz demokrasisine tohum olmuştur da Senedi Đttifak niçin böyle bir gelişmeye
yol açmamış, uzman tarihçiler dışında kimsenin pek hatırlamadığı bir belge olarak olmamışa
dönmüştür?
“Bu itibarla ölü bir vesika olarak kalmış olmakla beraber, sened-i ittifakın büyük bir tarihî
manası vardır.[xi] Đlber Ortaylı ise, Sened-i Đttifakı çok gecikmiş Magna Carta olarak
nitelendirmekte ve modern devlet yapısı ve ideolojisi ile uyuşmaz bir belge olduğunu
belirtmektedir. Sened-i Đttifak, Osmanlı devletinde hürriyetlerin ve parlamentarizmin
gelişmesini sağlayamayacağı gibi güçlü bir merkezî devletin varlığını da tehdit etmiş,
padişahın ve merkezi devlet bürokrasisinin tepkisine neden olmuştur.[xii] Bu belgenin Magna
Carta niteliğine Đdris Küçükömer de dikkat çekmektedir; Ona göre, Osmanlı toplumunda
büyük toprak mülkiyetine bağlı yeni bir sınıf olarak beliren ayan gerçeği karşısında eğer,
Đngilizlerde olduğu gibi bir Magna Carta aranacaksa, bu olsa olsa Sened-i Đttifakta bulunabilir.
“Vergilerin tespiti ve cezalandırmada hukuk devleti arayışı noktasındaki benzerliklere rağmen
bu konuda, karşı görüşte olan Niyazi Berkes'e göre ise, bu iki belge arasında benzerlik aramak
doğru değildir. Başlangıçta lordlara da hak tanıyan Magna Carta zaman geçtikçe burjuvaları
da bir heyet, bir sınıf veya etat anlamında kapsamına alan bir anlayış ve uygulamaya
vardırılabilmişti. Osmanlı devletinde ise, böyle bir feodalizmden bahsetmek söz konusu
olmadığı gibi, Sened-i Đttifak da, feodal hakları olan beyler sınıfı ile beylerin en üstünde yer
alan hükümdar arasında yapılmış bir sözleşme niteliğinde ortaya çıkmamıştır. Ne Đslam, ne
de Osmanlı hukukunda ulema, umera ve reaya hukuk karşısında bir heyet, bir sınıf olarak
görülmüşlerdir. Haklar ancak bireyler için söz konusudur. Bu temel farklar nedeniyledir ki,
Đngiltere'de Magna Carta demokratik bir gelişmenin kapılarını aralarken, Osmanlı devletinde
Sened-i Đttifakın böyle bir işlevi olmamıştır.[xiv] Bu işlevsel farklılık, Batı-Batı-dışı ayrımı
bağlamında, Avrupa ve Osmanlı-Türk toplumunun merkeziyetçilik-adem-i merkeziyetçilik
ilişkileri ile yerel yönetim-kent yapılanmalarının ortaya çıkıp, gelişmesinde önemli bir noktayı
oluşturmaktadır. Ahmet Davutoğlu ise böyle bir karşılaştırmayı anlamsız bulmaktadır. Buna
göre, iki farklı sosyal, siyasî ve ekonomik birikime sahip iki toplumda yaşanan iki tarihî olgu
arasında asırları aşan bir mukayese zemini oluşturmaya çalışmak ancak ve ancak böylesi bir
zemini anlamlı kılacak büyük ölçekli bir teorik çerçeve ile mümkündür. Halbuki bu tür
mukayeseler genellikle evrenselliğine inanılan bazı olguların büyük genellemelerle her
toplumda farklı dönemlerde tezahür ettiği varsayımından kaynaklanmaktadır.[xv] Bu ise
önyargılı ve yanlış sonuçlara yol açmaktadır. " (Mustafa ÖKMEN, OSMANLI'DAN
CUMHURĐYET'E TÜRKĐYE'DE MERKEZĐYETÇĐLĐK- ADEM-Đ MERKEZĐYETÇĐLĐK
PRATĐĞĐ ÜZERĐNE NOTLAR, AKADEMĐK ARAŞTIRMALAR DERGĐSĐ sayı: 9-10 ,
http://www.academical.org/dergi/MAKALE/9_10sayi/_edn14#_edn14)
Bu uzun alıntıyı yaptık çünkü ilginçtir ve burjuva tarihçiliği ve sosyolojisinin hali pür melalini
açıklamaktadır.
Birkaç kısa örnekle değinelim.
Đlber oltaylı, bu iki belgenin aynı güçler ve ilişkileri yansıttığını var sayıyor ya da böyle
olacağını kabul ediyor ama sorunu, gecikmişlikte buluyor. Yani modern devlet merkezi
olmayı, Senedi ittifak ise, modern merkezi devletler çağında
Bu çelişkinin açıklanması, bize hem sorunun özünü, yani demokratik bir cumhuriyetin ne
olduğunu; hem de genel olarak dünya tarihinin hem de modern tarihin özünü kavramamızı
sağlar.
(Bu yazı da burada yarım kalmış bulunuyor.)

i
Bir başka örnek:
Kendileri için "ideal" kabul ettikleri "anglo-sakson uzlaşma geleneği", Magna Carta'dan itibaren
İngiltere'de süregiden aristokrasi ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının yıkıntıları üzerinde kurulan
ve bu savaşımın denge durumunu ifade eden İngiliz mutlak monarşisinin kuruluşuyla gerçekleşmiştir.
) 2003, http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc74_4.html )
Yine bir başka örnek:
“Burjuvazi kendi siyasal iktidarını kurarken 13. yüzyıldaki Magna Carta'yı 1776 Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi'ni ve 1789 Fransız İhtilali'ni, "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" şiarını esas almıştı.” (A. Öcalan,
Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa DEVLET VE DEMOKRASİ –II,
http://www.serxwebun.com/2002/04/hab13.html )
ii
Ikinci Mahmûd Han devrinde 1808'de ayan ile hükümet arasinda yapilan sözlesme. On sekizinci asra
girerken askerî teskilâtin bozulmasi neticesinde, devletin merkezî otoritesi zayiflamisti. Devlet,
mültezimlerin reayayi ezmeleri sonunda, vergi toplama isini mahallî esrafa devretme siyâsetini gütmüs,
bu da ayanlarin ortaya çikmasina sebeb olmustu. Yerli halk arasindan veya disardan gelip halka söz
geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen ayanlarin nüfuzlari zamanla artti. Yeniçeri ve
timar sisteminin bozulmasi sebebiyle, ihtiyâç duydugu askeri te'min edemeyen devlet de, ayanlarin
nüfuzundan istifâde yoluna gitti. 1768-1774 Osmanli-Rus savasi sirasinda hükümet, kaza
merkezlerinde idareyi ele geçirmis olan ayan ve mütegallibeye bas vurarak para ve asker te'minine
çalisti. Bu durum, ayanlar üzerindeki hükümet kontrolünün kalkmasina sebeb oldu ve tasrada idareye
tamamen hâkim oldular. Sultan üçüncü Selîm Han, Rusçuk ayani Alemdar Mustafa Pasa gibi devlete
faydali olanlara rütbeler verdi. Nizâm-i cedidi tasvîb etmeyen yeniçerilerin, sultan üçüncü Selîm Han'i
tahttan indirmeleri üzerine, Alemdar Mustafa Pasa, onu tekrar tahta geçirmek için hazirliklara basladi.
28 Temmuz 1808'de Bâb-i âlî'yi basip sadâret mührünü ele geçirdi. Fakat bu arada sultan üçüncü
Selîm Han sehîd edildi Alemdar Mustafa Pasa da, sehzade Mahmûd'u sultan îlân etti. Yeniçeri
ocaginin kaldirilmasi ve devlete çekidüzen verilmesi için çalismalara basladi. Rumeli ve Anadolu'daki
ayanlar çagrilarak mesveret-i âmme adi verilen büyük bir toplanti yapildi. Yeniçeri ocaginin düzeltilmesi
ve düzenli sekilde egitilmesi için karar alindi. Alemdar Mustafa Pasa, kalabalik sayida askeri ile
istanbul'a gelmis olan ayanlarla, devlet arasindaki ihtilâf ve mücâdelenin kaldirilarak, devletin
zafiyetinin önlenebilecegini düsünüyordu. Yapilan görüsmeler sonunda asagidaki hususlari ihtiva eden
sened-i ittifak imzalandi.
1 ve 4. maddede, ayan ve eyâlet valileri pâdisâha bagliliklarini belirtiyor, sadrâzami onun mutlak
temsilcisi olarak kabul etmeye devam ediyordu.
3. maddeye göre; Osmanli vergi düzeni ülkenin tamâminda, bütün eyâletlerde uygulanacak, pâdisâha
ait gelirlere ayanlar el koyamayacaklardi.
7. maddeye göre; vergi miktarlari ayan ve hükümetin görüsmeleri sonunda belirlenecekti.
2. maddeye göre; devletin gelecegi ordunun gücüne bagli oldugu için, ayanlar eyâletlerde asker
toplanmasina yardimci olacaklar, ordu, nizâm-i cedîd sistemine göre teskilâtlanacakti.
5. maddeye göre; ayanlar, kendi eyâletlerinde âdil bir idare kuracaklardi. Birbirlerinin topraklarina ve
haklarina taarruz etmeyecekler, birbirlerine kefîl olacaklardi.
6. maddeye göre; devlet merkezinde çikacak herhangi bir kargasalik âninda, pâdisâhdan izin almak
için vakit harcamadan istanbul'a yürüyeceklerdi.
Bu vesikanin altindaki ekte ise, özetle söyle deniliyordu: Yapilacak islerde bu sartlarin esas tutulmasi
gerektiginden, zamanla degismesini önlemek üzere, bundan sonra sadrâzam ve seyhülislâm
olacaklar, bu makama geçtikleri zaman bu senedi imzalayacaklar ve harfi harfine uygulanmasina
çalisacaklardir. Bu senedin bir sureti beylikçi kaleminde, bir sureti pâdisâhin yaninda bulunacak ve
gereken kimselere oradan kopyeleri verilecek, pâdisâh, kendisi bu sartlarin uygulanmasina nezâret
edecekti.
Devletin ayana ipotek edildigi, pâdisâhin yetkilerinin kisitlandigi bu senedi imza edenler arasinda, bir
taraftan en yüksek derecedeki ulemâ (seyhülislâm, nakîbül-esrâf ve kazaskerler), devlet ricali
(generaller, yeniçeri agasi, sipahiler agasi) öbür taraftan o zaman payitahtta hâzir bulunan belli basli
ayanlar (Cebbârzâde, Karaosmanoglu, Sirozlu Ismail Bey ve Çirmen mutasarrifi) vardi.
Pâdisâhin tugrasi konulan bu sened, pâdisâhin ayanlara taahhüdleri seklinde idi. Is. basina gelen her
sadrâzamin bu senede yeminle bagli olmasi, yalniz pâdisâha karsi degil, ayanlara karsi da sorumlu
olmasi durumunu çikariyordu. Vergiler bile, vükelâ ile ayanlar arasinda kararlastirilacakti. Bütün bu
sebepler, pâdisâh ve saray çevresinin sened-i ittifaka muhalefetini îcâb ettiriyordu, idareye tam hâkim
olan Alemdâr'in korkusundan kimse ses çikaramiyordu.
Alemdar Mustafa Pasa, birkaç aylik iktidarinda sekbân-i cedîd adiyla bir askerî teskîlât kurdu. Yeniçeri
ocaginin hosuna gitmeyecek bâzi islâhatlara giristi. Kendisinin bâzi hareketleri ve yeniçerilerin hosuna
gitmeyen isleri isyana sebeb oldu. Isyanda Alemdar öldü. Islâhatlari neticesiz kaldi. Ayanlar arasinda
birlik kalmayip kisa zamanda dagilmalari üzerine sened-i ittifak hükümsüz kaldi. Ayanlarin ileri gelenleri
zamanla ortadan kaldirildi. Sultan ikinci Mahmûd Han'nin dirayetli idaresi neticesinde merkezî otorite
saglandi.
Sened-i ittifakla, 1839'da Mustafa Resîd Pasa tarafindan ilân edilen Tanzîmât fermani arasinda bâzi
benzerlikler vardir. Bunlarin en barizi, her ikisinin de devleti ipotek altina almasidir. Sened-i ittifak,
devleti ayanlara ipotek ederken, Tanzîmât fermani yabanci devletlere ipotek etmistir.

Vous aimerez peut-être aussi