Vous êtes sur la page 1sur 72

ÖNSÖZ

Rûhundan nefhetti i insana metafizik bir tefekkür ve tahassüs derinli i


bah etmi olan Cenâb- Hakk’a nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun!
Bu tefekkür ve tahassüs derinli i bak m ndan da en mükemmel tecellîlere
mazhar k ld ve bütün be eriyete bir örnek ahsiyet olarak bah etti i kulu ve Ra-
sûlü olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’e, O’nun âl, ashâb ve etbâ na nihâyetsiz salât ü
selâmlar olsun!
Hiç üphesiz ki tasavvuf, ,slâm’ n kalbî hayat , özü ve rûhânî yönüdür. Yâ-
ni ,slâm, bilhassa muhtevâs ndaki bu öz ve rûhun, istîdatl insanlarda amele ink -
lâb etmesi sebebiyle mümin gönüllerdeki rûhâniyet, feyz, muhabbet ve vecd vas f-
lar n zirvele tirir. Bu demektir ki tasavvuf, ,slâm ba ndaki yüce ilim ve irfân
a ac n n meyve (eser) bak m ndan en semereli dallar ndan biri olmu tur. Nitekim
bugüne kadar tasavvuf hakk nda:
- daha ziyade yüksek ve derin tefekkür erbab na (havâssa),
- hem havâssa, hem geni halk kitlelerine (avâma),
- öncelikle avâma hitab eden nice güzel eserler yaz lm t r.
Bu eserlerin bir k sm , Füsûsu’l-Hikem ve nsan- Kâmil1 gibi sâdece derin
ve yüksek tefekkür erbâb n n kavrayaca bir seviyede kaleme al nm t r. Bâz lar
ise Mevlânâ’n n Mesnevî’si gibi yer yer mütefekkir dima lara, yer yer de vasat se-
viyedeki halk kitlelerine hitâb eden bir muhtevâdad r. Bunlar, zâhirî ilimlerini ta-
mamlam olanlar n, sahip olduklar bilgiler muhtevâs nda daha engin, derûnî ve
mânevî bir tefekkür ve feyze râm olarak Hakk’a, hakîkate ve mârifetullâha nâil ol-
malar içindir. Bunun yan nda Envâru’l-Â kîn, Muhammediyye ve Nefehâtü’l-Üns
gibi geni halk kitlelerine hitâben yaz lm olan tasavvufî kitaplar da vard r. Bun-
lar er’î gerçekleri kavrayabilmi olan geni halk kitlelerinde duyu , anlay ve
davran mükemmelli i bak m ndan -az çok- bir seviye husûle getirmek içindir.
Tasavvufî eserlerdeki bu çe itlilik, toplumda mevcûd olan avâma da ha-
vâssa da idrâk ve iktidarlar nispetinde ,slâm’ , onun engin muhtevâs ndaki mü-
kemmelli e yak r bir ekilde anlay p tatbik etme dirâyetini kazand rmak içindir.
Böylece insanlar, eskilerin tâbiriyle zü’l-cenâheyn, yâni iki kanatl olurlar.
Bütün bu yönleriyle toplumun her kesimine hitâb eden tasavvuf, hem ikti-
sâdî ve ictimâî rahatl k zamanlar ndaki rehâvet ve gev eklikleri engelleyerek zin-
deli i devam ettirmi , hem de istilâ, i gal ve zulüm dolu zor dönemlerin karga a
ve bunal mlar aras nda daralm gönüllere ulvî pencereler açarak nefes ald rm ;
yaral gönüllere merhem, yorgun dima lara tesellî ve kurak rûhlara kevser olmu -
tur. O, bir yandan güzel ahlâk ve ibadette zirvele enlere tevâzu ve mahviyet telkin
ederek gurur, kibir ve ucuptan muhafazas n sa lam , bir yandan da günah çuku-
runda bo ulan kullara engin bir af, müsamaha, merhamet ve rahmet gibi can si-
mitleri uzatm t r. Nitekim Mo ol istîlâlar ndan sonra bütün bir Anadolu’yu saran
karga an n ortaya ç kard huzursuzluk ve zd raplar teskin ve tesellî edici olarak
o devirde tasavvufî cereyanlar n kuvvet kazand ve pek çok büyük mutasavv f n
da zuhûr etmi oldu u husûsu târihî bir gerçektir.

1
Abdülkerim el-Cîlî’nin eseri.
Bugün de bütün bir be eriyet, deh etli bir huzursuzluk ve çe itli zd rapla-
r n girdab na sürüklenmi bulunmaktad r. Böyle bir zamanda gönüllere ifâ bah e-
decek tasavvufî güzellik ve hasletlere duyulan ihtiyâç, aslâ inkâr edilemez. Zîrâ
ateizmin boyunduru undan henüz kurtulmu “yaral bir ku ” misâli mânevî tedâ-
viye muhtaç olan nice karde lerimizin rûh ve yorgun gönülleri, bu muhtevâda bir
âb- hayât n tâlibi durumundad r. Nitekim materyalizmden rûhu bunalm gerek
do uda gerek bat daki insanlar, ,slâm’ ba lang çta büyük mutasavv flar n câzibe
ve güzellikleriyle tan makta, sevmekte ve nihâyet s ms k bir ekilde dîn-i mübîne
sar lmaktad r.
Bütün bunlar gösteriyor ki tasavvuf, engin bir derûnî yap ve muhtevâ ile
ehl-i îmân n elinde vazgeçilmez bir ,slâmî tecellî, feyz ve olgunluk nîmetidir. Bu
bak mdan o, hem müslümanlar n kemâle ermesi, hem de gayr-i müslimlerin hidâ-
yetine vesile olunabilmesi ve onlara ,slâm’ n do ru bir ekilde yans t labilmesi
için pek büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.
Çünkü gerçek tasavvuf, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in o mü-
bârek hayat n n, k yâmete kadar gelecek as rlara ve nesillere in‘ikâs n sa layacak
bir gönül aynas ndan ibârettir.
Böyle oldu u için Cenâb- Hakk’ n ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü
aleyhi ve sellem-’in mübârek feyz ve muhabbetleri gönüllerde yüzy llar boyu ayn
canl l k ve tazelik içerisinde ya am , ya amakta ve ya ayacakt r.
Böyle oldu u için ,slâm, bugün müslümanlar n maddeten zay fl klar na
ra men güçlü bir ekilde varl n ve tesirini sürdürmektedir.
Böyle oldu u için de ,slâm’ n gizli ve â ikâr dü manlar rûh ve bedeni bir-
birinden ay r rcas na tasavvufu ,slâm’dan ayr bir anlay sistemi gibi göstermek
için ç rp nmaktad rlar. Dolay s yla mes’eleyi bilmeyen kimseler tasavvuf hakk n-
da yan l p yersiz muhâlefete sürüklenebilece inden tasavvufî hakîkat ve gerçekle-
rin her zaman do ru bir ekilde dile getirilip ifade edilmesi ve yanl anlay lar n
düzeltilmesi, pek mühim bir zarûret hâlini alm t r. Elbette sadece bu zarûretle de-
il, yukar da temas etti imiz güzelliklerin de bütün gönüllere takdîm edilebilmesi
için tasavvufî sahâ, âdeta bir eserler deryâs hâlindedir.
, te biz de bu deryâya, ayn gâyeler içerisinde âcizâne bir gönül damlas
takdîm etmeye çal t k. Bir damla, çünkü tasavvuf “kâl”den (sözden) ziyâde “hâl”
oldu undan eserimiz, gönülleri yüce huzûra yönlendirmede bir köprü vazîfesi îfâ
edebilirse kendimizi bahtiyar addederiz.
Bu meyanda eserimizde tasavvufun umûmî olarak muhtevâs n verdikten
sonra, onun ana mevzûunu te kil eden mârifetullâh, muhabbetullâh, tezkiye-i nefs,
tasfiye-i kalb, tasavvufî üslûb vb. hususlar îzâh etmeye gayret ettik. Ba ta Pey-
gamber -aleyhissalâtü vesselâm- olmak üzere, o mübârek varl n vârisleri olan ,s-
lâm büyüklerinin davran lar ndan örnekler sunmaya çal t k. Yer yer de tasavvu-
fun derinlik ve incelikleriyle ilgili birtak m tereddüt ve muhalif görü lere cevap
mahiyetinde - ah slar hedef alarak de il sadece fikir baz nda- mâlumatlar arz et-
tik. Ayr ca eserde, tasavvufun arzu etti i mânevî terbiyeden uzak bâz kimselerin,
ya iyi niyetle fakat câhilâne ya da gafletlerinden ötürü aksak, kifayetsiz ve yersiz
uygulamalar n n bu mübârek yol ile bir alâkas n n bulunmad na temas ettik.
Hâs l bütün bu yönleriyle eser, zâhirde müellifinin, ancak hakîkatte Hak
dostlar n n bir te’lîfidir. Yâni eserdeki bütün feyz ve güzellikler, ehlullâh n gönül
âlemlerinden bizlere yans yan ulvî akislerdir. Bizim vazîfemiz, günümüzün lüzûm
ve artlar na göre bunlar derlemek gayretinden ibâret olmu tur. Bu itibarla eseri-
mizi haz rlarken üphesiz bizden evvel yaz lm olanlardan istifâde etti imiz gibi,
bir “canl kitap” mâhiyetindeki pek çok dostumuzdan da yard m gördük. Bunu
memnûniyet ve iftiharla kaydetmek istiyoruz.
Sözlerimize son verirken bu eserde menk beleri zikredilmi ehlullâha ve
eme i geçmi akademisyen dostlar m za hâlisâne muhabbet ve duâlar m z arz et-
meyi vicdânî bir vecîbe addederiz.
Yâ Rabbî! lim ve idrâkimizin kifâyetsizli ine ra men, engin tasavvuf
âlemi hakk!nda izhâr ve ifâdesine cür’et eyledi imiz his ve fikirlerimizin,
muhterem okuyucular!m!zda in&âallâh hâs!l edece i feyz ve tesirlere sonsuz
bir teselsül bereketi ihsân eyle!
Allâh’!m! Bu âcizâne gönül hizmetimiz vesilesiyle bizi muhterem oku-
yucular!m!zla birlikte sonsuz nîmetlerine lutfen ve keremen nâil eyle! Bu nî-
metleri de kendi &ân-! ulûhiyyetinin azamet ve îcâb!na göre muhte&em bir
muhtevâ ile lutfeyle!
Âmîn!..
Osman Nûri TOPBA1
ÜSKÜDAR / 2002
B R NC BÖLÜM

TASAVVUFUN MÂH YET

A. TASAVVUFUN DO<U1U

Cenâb- Hak, insano luna ihsân etti i sonsuz nîmetlerine ilâveten:

EFGHIJ KLFM FNOFP IQKRSTSU


“Rûhumdan (kudretimden bir s r) üfledim”2 buyurarak, kendi kat ndan
bir cevheri ikram etmekle, ona k ymetlerin en yücesini lutfetmi tir. Buna mukabil
olarak da onun, Zât- Ulûhiyyet’ine muhabbet sûretiyle kullukta bulunmas n , ne-
ticesinde de mârifetten nasîb alarak, vuslata ermesini murâd etmi tir.

Hak Teâlâ, kullar n hidâyete ula t rmak için, insana birtak m üstün vas f-
lar lutfetmi tir. Buna ilaveten bir de, aralar ndan müstesna yarat l l , vahye maz-
har olmu baz kullar n peygamber olarak vazifelendirmek sûretiyle onlara ihsan-
da bulunmu tur. Peygamberlerin olmad zamanlarda ise, verese-i enbiyâ olan sâ-
lih kullar yla bu lutfunu devâm ettirmi tir.

Rabbin insanl a müstesna bir yard m n ifâde eden peygamber gönderme


keyfiyeti, bütün insanl ümûlüne alabilmesi için Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-
ile ba lam t r. Hazret-i Âdem, hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir.

Bu mübârek hidâyet yolu, ilâhî kudret ak lar içinde bir nûr erâresi hâlin-
de müteselsilen gelen yüz yirmi bin küsur peygamberle te’yîd ve takviye edile
edile, insanl n kaydetti i terakkîye muvâzî bir tekâmül kazanm t r. Devrin hu-
sûsiyetlerine ve muhâtaplar n seviyelerine uygun bir teblîgatla devâm edip giden
bu silsile, nihâyet son peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sel-
lem-’de kemâline eri ip âzamî zirveye ula m t r.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i


Âdem’den önce, cismâniyetiyle bütün peygamberlerden sonra zuhur etmekle, nü-
büvvet takviminin ilk ve son yapra olmu tur. Yâni risâlet takvimi, varl n ilki
olan Nûr-i Muhammedî ile ba lam , son yapra da “Cismâniyet-i Muhammedî”
ile nihâyet bulmu tur. Dolay s yla O, zaman itibariyle son, yarad l itibariyle ilk
peygamberdir.

Bütün mevcudât n varl k sâik , nûr-i Muhammedî oldu undan3, Cenâb-


Hak Hazret-i Peygamber’i “Habîbim” hitab na mazhar olacak bir liyâkatte ya at-

2
Hicr Sûresi, 29.
3
Bkz. sayfa 402-403’deki hadis-i erîf.
m t r. Rabbimiz, O’nun müstesna ve mûtenâ hayat n zâhiren ve bât nen en güzel
bir ekilde terbiye ederek, bütün insanl a bir arma an olarak lutfetmi tir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîreti ve mübarek ahsiyeti, s rf


insan idrâkine s abilen tezahürleri ile dahî, be erî davran lar manzûmesinin en
ula lmaz zirvesini te kil eder. Zîrâ Allâh -celle celâlühû- O mübarek varl , bü-
tün insanl a bir “Üsve-i Hasene” yâni en mükemmel bir ahlâk numûnesi k lm -
t r. Bundan dolay d r ki, O’nu insan toplulu u içinde acziyet bak m ndan en altta
bulunan “yetim çocukluk”tan ba latarak, hayat n bütün kademelerinden geçirip,
kudret ve salâhiyet bak m ndan en üst noktaya, yâni devlet reisli i ve peygamber-
li e kadar yükseltmi tir. Tâ ki be eriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulu-
nan herkes, O’ndan kendileri için en mükemmel fiilî davran lar örnek al p, kendi
iktidar ve istîdâd nisbetinde bunlar gerçekle tirmeye meyledebilsin.

Esâsen Cenâb- Hak, O’nun, bi’setinden (peygamber olarak gönderili in-


den) itibaren dünyân n sonuna kadar gelecek bütün insanlara bir örnek te kil etti-
ini beyân buyurmaktad r:

[mSnSoSG [\S]K^_I FNàbc Fd]I^SJ eFP KfIgSb ShiSj KkSlSb


cwrOFxSj SNàbc SrjS SySH Srz
F vc SuK]OS KbcSH S tc c]IqKrSs ShiSj KLSpFb
“Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavu&aca !n! uman
ve Allâh’! çok zikreden (mümin)’ler için Rasûlullâh’ta en mükemmel bir ör-
nek (üsve-i hasene) vard!r.” (el-Ahzâb, 21)

Bu demektir ki bütün insanl k, îmânî ve ahlâkî -daha umûmî bir tâbirle- ta-
savvufî davran mükemmelli ine ula abilmek için o mübârek varl n hayat ve
faâliyetlerini lây k yla ö renmek mecbûriyetindedir. Ö rendiklerini kendi istîdâd
nisbetinde taklîde yönelmeli ve zamanla tahkîke ula may hedeflemelidir. Bu ise,
O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekle-
ir. O’nunla duygulan p feyz-yâb olmada say s z rûhânî nasip ve tecellîler vard r.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek ahsiyet ve kalbî haya-
t ndan tâkatimiz kadar nasib alabilmek, O’nun ahlâk yla ahlâklanabilmek, dünya
ve âhiretteki ereflerin en yücesidir.

Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i


zâhiren ve bât nen en güzel bir f tratta yarat p terbiye etmi tir ki O, bu ilâhî terbi-
yesini:

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel k ld .” (Süyûtî, Câmiu’s-Sa.îr, I, 12)


sözleriyle ifâde buyurmu tur.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ âlemine te rîfinden itiba-
ren, k rk y l deh etli bir câhiliyye toplumu içinde ya ad . Buna ra men ilâhî s yâ-
net, muhafaza ve terbiye alt nda büyüdü. Câhiliye döneminin hiçbir mâsiyetine
bula mad . Hattâ nübüvvete haz rl k mâhiyetinde mübarek sad rlar yar larak kalb-
i erîfleri temizlenmi , mânevî füyuzât ve nurlarla müzeyyen k l nm t r.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlikten önce de tevhid


muhtevâs içinde asîlâne bir hayat ya am , bilhassa risâletle vazifelendirilmesine
yak n zamanlarda kendini daha çok Allâh -celle celâlühû-’ya gerçek bir kul olma-
ya adam t . Nûr da nda uzun müddet inzivâlara çekilmi ve derin tefekkürlere
dalm t . Bu inzivân n sebebi, zâhirde halk n içine dü tü ü sap kl k, zulüm ve se-
fâletten gönlüne akseden zd raplarla bütün âleme âmil merhameti idi. Hakîkatte
ise, insanl a ebedî bir me ’ale olan Kur’ân’ n ind-i ilâhîden kalb-i pâk-i Muham-
medî vâs tas yla be er idrâkine intikâlini sa layacak bir haz rl k safhas yd . Bu te-
cellî ve tezahürlerle onun kalb âlemi, gerçek bir sâfiyete ererek, vahyi telakkî ede-
bilecek bir seviyeye ula t . Vahye haz r hâle gelen o mübarek kalb, alt ay müd-
detle sâd k rüyâlar eklinde tecellî eden mânevî i aretler ve ilhamlara mazhar ol-
du. Böylece kendisine mâneviyât âleminden esrar perdeleri araland . Bu hâl, vah-
ye muhâtap olmak gibi, s radan kullar için tahammülü imkans z a r bir yükü ta -
mak hususundaki f trî istîdâd n, zâhire ç kma mevsimi idi. T pk ham demirin de-
rûnundaki istîdâd ile çelikle mesi gibi…

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberle-


rin salâhiyet ve vazifelerinin cümlesini ahsiyet ve davran lar nda cem etti. Neseb
ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti onda zirveye ula t . Ahkâm vaz etti. Ta-
savvufun özü olan kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye keyfiyetini tâlim edip, berrak bir
kalb ile Cenâb- Hakk’a kar yap lacak kulluk ve duây ö retti. En güzel ahlâk
ya ayarak insanl a mükemmel bir numûne te kil etti. K rk nc ya ise, kendisi ve
be eriyet için en mühim dönüm noktas oldu.

Tasavvuf, özü itibariyle gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetul-
lâh ve muhabbetullâhtan hisse alacak bir seviyeye ula abilmesi ve bu sâyede ilâhî
vuslata medâr olabilecek bir k vâma gelebilmesidir. Bu k vâm, bizi kurtaracak
olan rûh, Hira ve Sevr’den kalan mukaddes bir mîrast r. Zîrâ gerek bu husûsî me-
kânlarda gerek di er mekân ve zamanlarda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aley-
hi ve sellem-’e, vahyi telakkîde takip ettirilen bu mânevî e itim, kalb tasfiyesi ve
nefs tezkiyesinin feyizli zeminini te kil etmektedir.

Henüz vahiy gelmeden önce belli bir kalbî ve rûhî seviyeye ula m olan
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ulvî bir hayat n ve yüksek bir
ahlâk n içindeydi. Lâkin ilâhî bir tâlimat ile Hira Ma aras ’ndan döndü ünde, eski
hayat n fersah fersah a an yüce bir merhaleye ula m bulunuyordu. Yüce Rab-
biyle derin ve kuvvetli bir kalbî irtibâta geçmi , tevhid ve mârifetullâh nûrunu bü-
tün zerrelerine sindirerek, kullukta takvâ ve hu ûun zirvesine ula m t r. Öyle ki,
geceleri ayaklar i inceye kadar gözya lar içinde kulluk ve ibâdete devam etmi ,
gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyan k kalm , Allâh’ n zikrinden, tefekkür ve mu-
râkabesinden bir an bile uzak kalmam t r.

Gerçekten O Yüce Varl k, kendisine vahyedilen Kur’ân- Kerîm’in ortaya


koydu u ilim ve hikmet muhtevâs yla, devrinin seçkinlerini dahî âciz b rakm ,
hayat ve icraatiyle o güne kadar ula lmam ve k yâmete kadar da ula lamayacak
olan bir mûcize deryas hâline gelmi tir. Art k k yâmete kadar vâkî olabilecek hiç-
bir ke if, O’nu tekzip edemeyecek ve hiçbir mürebbî de O’nun terbiyesinin kâb na
eri emeyecektir.

Zamanla Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’deki bu rûhî ve kalbî


k vam, daha da zirvele mi , Mahbûb’un Habîb’ine e siz ikram olan Mîraç’la O,
bir “sonsuzluk yolcusu” olmu tur. O gece Rabbinin husûsî misâfiri olarak ötelerin
ötesine geçmi , âyet-i kerîmede beyân edildi i vechile:

«SEUK„Sc KHSc FLKOS^K]S‚ SƒiS‚»4 s rr na mazhar olmu tur.


,srâ ve Mîraç olarak ifâdelendirilen bu büyük ikram- ilâhî, bütün be erî
perdeler kald r larak idrâk üstü ve tamamen ilâhî ölçülerle gerçekle en bir lutuftur.
Be erî mânâda mekân ve zaman mefhumu kalkm , milyarlarca insan ömrüne s -
mayacak kadar uzun bir yolculuk ve mü âhedeler, çok az bir zaman içinde vukû
bulmu tur. Âlemleri, kürsîyi, ar ve sidretü’l-müntehâ’y a m , ru’yetullâh tecel-
lîsine mazhar olarak Rabbiyle vas tas z bir ekilde mükâleme gibi müstesnâ bir nî-
mete nâil olmu tur.

Allâh’ n lutfu sâyesinde ula t bu kalbî k vam ve kemâl ile, bütün be eri-
yeti hidâyete getirme i tiyâk içinde dîn-i mübîni tebli e devâm etmi , kendisine
tevdî edilen bu ilâhî emaneti îfâ uuru, onu zirvelerin zirvesi hâline getirmi tir.
Vazifesini icrâya mânî olacak bütün dünyevî teklifleri tereddütsüz reddetmi ,
Hakk’a kullu u her eyin üzerinde telakkî etmi tir. Tebli in ilk döneminde vukû
bulan u hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir:

Mü rikler, Ebû Tâlib vâs tas yla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’e haber göndererek dâvâs ndan vazgeçmesini istemi lerdi. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cevap olarak amcas na öyle bu-
yurdu:

4
Kaabe kavseyni ev ednâ: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîraç Gecesi’nde, Cebrâil dâhil
hiçbir mahlûkun hudûdunu a amad Sidre-i Müntehâ’n n ötesine geçirildi. Âyette be er idrâkine
“birle&tirilmi& iki yay aras! veya daha az” mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle, kullarca telakkîsi muhâl ve
mahrem olan bir vuslat vukû buldu. Bkz. Necm Sûresi, 9.
“– Amca! Vallâhi, Allâh’ n dînini tebli.den vazgeçmem için, güne i sa.
elime, ay da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya
yüce Allâh, onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!”
5

,slâm nûrunun do u undan rahats z olan mü rikler, Ebû Tâlib vâs tas yla
yapt klar te ebbüslerinin netîcesiz kalmas kar s nda, bu defa Allâh Rasûlü -sal-
lâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e geldiler ve u tekliflerde bulunmaya cür’et
ettiler:

“– Zengin olmak istiyorsan, sana istedi in kadar mal verelim; öyle ki kabî-
leler aras nda senden zengin kimse bulunmas n!

Reislik arzusundaysan, seni kendimize ba yapal m; Mekke’nin hâkimi ol!

ˆâyet asîl bir kad nla evlenmek fikrinde isen, sana Kurey ’in en güzel ka-
d nlar ndan hangisini istersen verelim!

Ne istersen yapmaya haz r z. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de o gâfillere, yapt klar ve ya-


pacaklar bütün süflî ve nefsânî taleplerin hepsine birden cevap mâhiyetinde öyle
buyurdu:

“– Ben sizden hiçbir ey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne re-


islik, ne de kad n! Benim tek istedi.im, tapmakta oldu.unuz âciz putlardan vazge-
çerek yaln z Allâh’a kulluk etmenizdir!”6

Hiç üphesiz bütün insanl a emsâl olacak bu tav r ve beyânlar, îmânda se-
bat n ve vazife uurunun en mükemmel bir tezâhürüdür. ,deal ve tertemiz bir kul-
luk hâlidir.

Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yap lan bu kabil


yersiz teklif, talep ve sesleni ler, dünyâ mukâbilinde âhiretten “vazgeçmek” mâhi-
yetindeydi. Nitekim insanl k târihi, dünyân n, nefislere seslenip onlar kendisine
ça rmas ve sonsuz olan perdeleyip fânîli e âit hevâ ve hevesleri yald zlamas
kar s nda eriyen nice irâdeler ve say s z aldan larla doludur.

Esasen, ilk olarak Âlemlerin Rabbine hamd ile ba layan, neticede de kalbi
menfî duygu, dü ünce ve vesveselerden ar nd r p bütün mahlûkât n yegâne Rabbi-
ne mutlak mânâda s nmay emrederek son bulan Kur’ân- Kerîm’in, k yamete
kadar insanl a nazarî bir hidâyet rehberi olu una mukâbil; insanl n fiiliyattaki
rehberi olan, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ n yolundan ve izinden yürü-

5
Bkz. ,bnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64.
6
Bkz. ,bn-i Hi âm, es-Sîre, I, 236.
mek, iki cihan ufkuna âmil be erî saâdetin yegâne vesîle ve vâs tas d r. Bu büyük
nîmetten vazgeçmek, hangi ey mukâbilinde mâkul olabilirdi ki?..

O Kur’ân- Kerîm ki, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendi-


miz’e ve O’nun vas tas yla bütün be eriyete ikram olunmu tur. O ilâhî kelâm, in-
san , kendisini tan y p eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra
ve mahlûktan Hâl k’a varmaya ça rmaktad r. Nihâyetinde Allâh’ çokça zikrede-
rek, bütün hayat n sanki O’nu görüyormu ças na ihsân ve takvâ duygular içeri-
sinde geçirip, böylece hakikî bir ilâhî murâkabe alt nda oldu u uuruna erdirerek,
Cenâb- Hakk’ n muhabbet ve r zas na vâs l olma yollar n tâlim etmektedir.

Bilmelidir ki, Allâh’a muhabbet deryas na götürecek olan yegâne rahmet


ve muhabbet p nar , Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendi-
miz’dir. Öyle ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet,
Allâh’a muhabbet; O’na itaat Allâh’a itaat; O’na isyan ise Allâh’a isyan mâhiye-
tindedir.

Yukar da temâs etmi oldu umuz üzere mevcudât n varl k sâik , hilkatta
ilk olan Nûr-i Muhammedî’ye O’nu yaratan n muhabbetidir. Bu sebeple bütün
kâinât, yarat l ta ilk olan Nûr-i Muhammedî’nin erefine ve O’na bir mazrûf ol-
mak üzere halkedilmi tir. Nûr-i Muhammedî’ye mazrûf olan bu kâinât n ilâhî lu-
tuflara nâil ve muhâtap olmak yönünden zirvesi insand r. ,nsanl k manzûmesinin
zirvesi de vucûd- Muhammedî’dir. O insan ki, bu koskoca kâinât n bir yelpaze
misâli, içinde dürülüp meknûz bulundu u minyatür bir âlemdir. Bu sebeple kendi-
sinden ayn zamanda “âlem-i sa îr” (küçük âlem) diye de bahsedilir. O, tohum
içinde gizli koca bir ç nar, zerrede gizli büyük bir kürre ve ferd içinde bir cemiyet
mevcûd olmas kabîlinden, bünyesinde -müspet ve menfî- büyük ve küllî olu lar n
hülâsas n ta yan zübde (öz) bir varl kt r. Bu vas flar itibariyle “e ref-i mahlû-
kât” olan insan zerreciklerinin ummân nda, hayâl ötesi bir zirve vard r ki o da vü-
cûd-i Peygamberî’dir. O’na muhâtap olanlar Fahr-i Kâinât’ , istîdâd ve iktidarlar
nisbetinde ve bir de muhabbet veya husûmetleri îcâb na göre telakkî etmi lerdir.
O’na muhabbetle nûr, husûmetle nâr (ate ) görünür. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-
i Ali ile Ebû Cehil’in vücûd- Muhammedî’yi telakkîleri aras ndaki fark, bu keyfi-
yette tezâhür etmi tir. Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali, Âlemlerin Efendisi’ne,
büyük bir a k ve muhabbetle bakabildikleri için, öze inerek tasavvufun alt n silsi-
lelerinde ilk halkay te kîl edebilme erefine nâil olmu lard r.

, te tasavvuf, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayat yla


zâhiren ve bât nen bütünle erek, engin bir muhabbetle kayna makt r. Çünkü o,
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zâhirî-bât nî, iç ve d tecellîleri, yâni
hâlidir. Onun içindir ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
rûhâniyetinden hisse alabilmek ve rûhen onunla mezc olabilmekten ibârettir. Di-
er bir ifâdeyle tasavvuf, a k ile birle en îmân, vecd ile îfâ edilen ibâdet ve
davran güzelli idir. Hâs l tasavvuf Âdem -aleyhisselâm-’a “rûh üfürülmesi”yle
ba layan bir yüce nasîbin, Âhirzaman Nebîsi’ndeki kemâl tezâhüründen, muhab-
bet dolu kalblere akseden feyz ebnemleridir.

Tasavvufun özünü te kîl eden bu salâhiyet ve iktidâr n, Peygamber -aley-


hissalâtü vesselâm-’ n hayat nda, böyle kalbden kalbe, ferdden ferde intikâl keyfi-
yetini anlayabilmek için, O mübârek varl n hayat ve faâliyetlerinin umûmuna
toptan bir bak atfetmek lâz md r.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayat n her sahas nda üsve-i hase-
ne oldu u gibi, insanlar terbiye ve tezkiye etme konusunda da en güzel bir örnek-
tir. O’nun, peygamber olarak pek çok vazîfe ve salâhiyeti bulunmaktad r. Ancak
bunlar içerisinde Cenâb- Hakk’ n, O’na verdi i u dört vazife temâyüz etmekte
ve daha da ehemmiyet kazanmaktad r:

1. ,lâhî vahyi almak. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Allâh Teâlâ’n n, ekseriyet-


le Cebrâil -aleyhisselâm- vâs tas yla gönderdi i ilâhî kelâm na mazhar olmu tur.
Cenâb- Hakk’ n dileyip lutfetmesiyle vâkî olan bu vahye muhâtab olma keyfiyeti,
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâr- bekâya irtihâliyle ni-
hâyete ermi tir.

2. Kur’ân- Kerîm’le nâzil olan ahkâm ve hakîkatleri, hadis-i erîflerde ve


Siyer-i Nebî’de vârid oldu u üzere erh ve îzah etmek. Rasûlullâh’ n bu ilmî salâ-
hiyeti (otoritesi) müctehidler taraf ndan devâm ettirilmi tir.

,lâhî ahkâm n erh ve îzâh , be erî hayât n yeni îcâp ve ihtiyaçlar kar s n-
da “ictihad” ad alt nda devâm edip gitmektedir. Ehli bulunmad durumlarda bu
keyfiyet, bâzan rafa kalkm gibi görünse de, ona âit lüzûm ve zarûret hep bâkî
kalm t r. Bu vazîfe, ictihad makâm na eri en âlimlere âittir.

3. Dînin emir ve nehiylerini müessese ve nizâm hâlinde tatbîk eden ve can-


l tutan idârî otoriteye sâhip olmak. Bu da halîfeler (ulü’l-emr) taraf ndan devral -
n p devâm ettirilmi tir.

4. Ruhlarda tasarruf etmek sûretiyle insanlar n iç âlemini tezkiye edip dü-


zeltmek. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e âit olan vahyi nak-
letme d ndaki bütün vazifelerin O’nu tâkip edenler taraf ndan bir ekilde devam
ettirilmesi nas l matlûb ve mecbûrî ise, O’nun, insanlar n iç âlemini tezkiye edip
düzeltme vazifesinin de nihâyete ermemesi ve bunun me ây h taraf ndan k yâmete
kadar devam ettirilmesi ayn ekilde matlûb ve mecburîdir. Çünkü müminlerin sâ-
dece zâhirinin de il, bât n n n da temizlenmesi, ancak ve ancak bu sûretle müm-
kün olabilmektedir. , te tasavvufî usûl ve esaslar n ana men ei, rûhu Kur’ân ve
hadislerde mevcûd olan bu nebevî faâliyetin her zaman ve mekânda temâdîsinden
ibârettir. Me ây h zümresi ve onlar n kesintisiz devâm etme gerçe inin kayna ,
bu îcâb ve ihtiyaçt r.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibâdet, muâmelât ve ahlâktaki


zâhirî ve bât nî fazîletlerin merkezi ve zirvesidir. O Varl k Nûru, Mekke’deki on
üç y ll k tebli ve tezkiye mücâhedesinden sonra Medîne’ye hicret ederken, kendi-
sine Sevr Ma aras! gösterildi. Burada bâz tecellîler ya and . Zîrâ bu ma ara, bir
nevî ilâhî hikmetlere gark olma ve kalbi inki âf ettirme dershânesi idi. Buradaki
misâfirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yaln z de ildi. Arkada , peygamberlerden son-
ra insanlar n en üstünü olan Hazret-i Ebû Bekir -rad yallâhu anh- idi. Hazret-i Ebû
Bekir -rad yallâhu anh-, O’nunla ma arada üç gün arkada l k yapmak eref ve fa-
zîletine ermi ti. “(Üçüncüsü Allâh olan) ikinin ikincisi...” olmu tu. Varl k Nûru,
bu aziz arkada na:

iSn‹S SM SNŒabc h̀F• KhSŽ•


K S• S‘
“…Mahzûn olma; Allâh bizimledir!..” (et-Tevbe, 40) buyurarak, Allâh ile
berâber olma (maiyyet) s rr n telkîn ediyordu. Bu hâli ârifler, ayn zamanda hafî
zikir tâliminin ba lang c ve gönüllerin Allâh ile itmi’nâna ermesinin ilk tezâhürü
olarak yorumlam lard r. Yâni tasavvufta kalbden kalbe s r naklinin ,slâm târihin-
deki bilinen ilk tezâhür mekân sadedinde Sevr Ma aras ve onun tâlihli muhâtab
olarak da Hazret-i Ebû Bekir -rad yallâhu anh- kabul edilir. Onun için Hazret-i
S ddîk -rad yallâhu anh-, ucu k yamete kadar devâm edecek bir Alt!n Silsile’nin
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonraki ilk halkas olarak te-
lakkî edilmi tir. Yâni Sevr Ma aras , sonsuz esrâr fezâs ndan kulu vâs l- ilallâh
edecek temel kalbî e itimin önemli bir merhalesine mekân olmu tur.

Di er taraftan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, cehrî


zikri de Hazret-i Ali -rad yallâhu anh-’a tâlim etti i nakledilmi tir. Tasavvufun en
mühim telkinlerinden biri olan zikrin tâlimi, bu ekilde bir koldan Hazret-i Ebû
Bekir -rad yallâhu anh-’a, di er bir koldan da Hazret-i Ali -rad yallâhu anh-’a nis-
bet edilmi tir.

Tasavvuf, asl nda dînin özünü te kîl etmesi bak m ndan, Hazret-i Âdem -
aleyhisselâm- ile ba lay p asr- saâdete kadar bütün peygamberlerin hayatlar nda
mevcûd olagelmi tir. Öyle ki, her peygamberin hayat nda tasavvufun pek çok düs-
tûrunu bulabilmek mümkündür. Fakat tasavvufun günümüzdeki mânâs yla sistem-
li bir ilim olarak tedvîni ve sülûk olunan bir yol olarak ortaya ç k ilk olarak hic-
rî ikinci as rda ba lam t r.

Asr- saâdette; kelâm, îtikâd ve f kha âit mezhepler, henüz te ekkül etme-
mi ti. Bununla birlikte mezheplerin zuhûrundan evvel de îtikadî, f khî vs. hüküm-
ler mevcuttu ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- taraf ndan sahâbeye tâ-
lim ve tatbîk ediliyordu. Ancak bunlar, ilmî usûller dâhilinde henüz tedvîn edil-
memi ti. Belli bir süre sonra meselâ “f k h” ilminde otorite say lan büyük âlimle-
rin ictihadlar , talebeleri taraf ndan benimsenip sistemle tirilmi ve bu farkl usûl-
lere “mezheb” ad verilmi tir. Mezhebler, o büyük âlimlerin isimlerine nisbet edil-
mi tir. Hanefî, ˆâfiî, Mâlikî, Hanbelî gibi... Bu mezhepler, f khî ihtiyaçlar n hal-
linde bir usûl ve yol olarak geni kitleler taraf ndan kabul görmü tür.
Di er dînî ilimlerde oldu u gibi tasavvufun telkîn etti i zühd ve takvâ ha-
yat da ayn minvalde asr- saâdette ya an yordu. Aradan zaman geçtikçe bu feyiz-
li ya ay devâm ettiren ve kendilerine hayat tarz edinen Hak dostlar , halk n
dünyâya râm olup gaflete dalmas na mânî olmak gâyesiyle, r zâ-y ilâhî için onla-
ra nasîhatte bulunmu ve onlar gafletten uyand rmak için îkaz etmi lerdir. Bu ze-
vât n bir ç r açmak, bir yol ve hayat üslûbu meydana getirmek gibi bir gâyesi de
yoktu. Gâye, ,slâm’ özüne uygun olarak güzelce ya amak ve ibâdetleri -Kur’ân
ve sünnette bildirildi i üzere- hu û ile îfâ edebilmekti. Ancak onlar n sohbet ve
nasîhatlerinden müstefîd olmak, hâllerinden kendilerine bir hisse almak isteyen
insanlar, bu ah slar kendilerine mânevî birer rehber ve üstad kabul etmi lerdir.
Bu kimseler, onlar n nasîhatlerini, yâni mümini rûhî olgunlu a ve istikâmete erdi-
recek nefsi ar nd rma ve terbiye usûllerini metodla t rarak mânevî bir disiplin hâ-
line getirmi lerdir. Netîcede bu üstadlar n isimlerine nisbet edilen tarîkatler mey-
dana gelmi tir. Kâdiriyye, Mevleviyye, Nak ibendiyye vs. gibi...
Her tasavvuf kolunun Allâh’a ula ma, tefekkür ve ihsan duygusunun kaza-
n lmas gibi husûslarda tâkib etti i usûle tarîkat ad verilmi tir. Tarîkatler, me-
todlar na göre üçe ayr l r:
1. Tarîk-! Ahyâr: ,bâdet ve takvâ üzerinde yo unla an tarîkatlerdir.
2. Tarîk-! Ebrâr: Nefsi, çile ve hizmet ile terbiye etmeye a rl k veren ta-
rîkatlerdir.
3. Tarîk-! 1üttâr: A k ve vecd ile hedefe vâs l olmay gâye edinen tarî-
katlerdir.

Bu vesîleyle her mümin, mânevî ar nma ve rûhî olgunla ma için mizâc na


uygun bir tarîkate intisâb edebilir. Mizaçlar farkl oldu undan, tarîkatlerin çe itli-
li i de tabiîdir.

Cenâb- Hak âyet-i kerîmede:

iwqiS”KnFMHS wmS•KrF– KfIgnFM iSnaK S‹q


S ’“gI Fb
“Her biriniz için bir &erîat ve «minhâc» tâyin ettik.” (el-Mâide, 48) bu-
yurmu tur.

Buradaki “minhâc” kelimesine lügatlerde “münevver bir yol” mânâs veril-


mektedir. Bu da, Cenâb- Hakk’a takarrub (yak nla ma) niyetiyle sülûk olunacak
kulluk yolu demektir. Tasavvuf büyükleri de:
“Cenâb- Hakk’a giden yollar, mahlûkât n nefesleri adedince çoktur.” bu-
yurmu lard r.
Di er taraftan Kur’ânî hükümler üçe ayr l r:
1. Îtikad (inanç esaslar )
2. F k h
a) ,bâdet
b) Muâmelât
c) Ukûbat
3) Ahlâk (F kh- Kalbî)

F kh- kalbî, iç âlemin slâh edilmesi, yâni ahlâkt r. Îtikad n ve amelî dav-
ran lar n bât n n te kîl eder. Ameller onunla seviye bularak “amel-i sâlih” hâline
gelir. Kur’ân- Kerîm’de, kalbin makbûl hâllerini bildiren en önemli vas flar; tak-
vâ, zühd ve ihsand r.
Takvâ: Allâh’a kar mes’ûliyet duygusu içinde, ilâhî emir ve yasaklar ti-
tizlikle uygulamak sûretiyle kalbin korunmas d r.
Zühd: Mâsivâ, yâni Allâh -celle celâlühû-’dan ba ka her eyin kalbde
ehemmiyetini kaybetmesidir.
hsân: Müminin, kendisini ilâhî mü âhedenin alt nda hissedip davran la-
r n o minvâl üzere devâm ettirmesidir.
Hadîs-i erîfte:
SšcSrSs INÙF›SP IœcSr•S KLIg•S KfSb KhF›SP IœcSr•S S•ÙS›Sj Stc SkIžK‹•S KhSc ŸIhiSoKGF‘Sc™
“ hsân, Allâh’ görüyormu sun gibi ibâdet etmendir. Zîrâ sen O’nu gör-
müyor olsan da O, seni mutlaka görüyor.” (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1) buyu-
rulmu tur. Yâni ihsân; rûhun, Allâh Teâlâ’n n mü âhedesini, devaml bir idrâk hâ-
line getirmesidir. Kalbin seviye kazanmas , her an bu duygu ve uur içinde bulun-
mak ve bir ömrü bu inanca göre tanzim etmekle mümkün olur. , te bu hâlin te ek-
külü ile kalb sâfiyete erer. Bu bak mdan tasavvuf, kalbin safâya ermesinin ifâdesi-
dir.

Dînin gâyesi; güzel, ince rûhlu ve iç âlemini temizlemi insan yeti tirmek-
tir. Bu da, Hakk’a kullu u idrâk ile olur. ,slâm’a göre ideal insan, Allâh ve Rasû-
lü’nün ahlâk ile ahlâklanm olan kimsedir. Bu ideale varabilmenin yolu ise kalbî
e itimden geçer.

Kalb cevherini parlak bir ayna gibi Hakk’ n tecellîlerine mâkes k lmak,
orada zikrin mekân bulmas ile mümkündür. Kalbin bu güzel hâl ile Hakk’a yö-
nelmesi, îmân n parlak tezâhürlerine vesîle olur.
“Zühd”, “takvâ” ve “ihsân” vâs talar yla mânevî terakkî yolu aç k tutul-
may p, s rf zâhirî hükümlerle yetinmek kesin olarak emredilseydi, istîdâdl insan-
lar n Allâh’a vâs l olabilme imkân ellerinden al nm ve insano lunun nihâî nok-
talardaki istîdâd da gözard edilmi olurdu. Bu takdirde, her irâde ve hükmünde
hikmet sâhibi olan Cenâb- Hakk’ n ilâhî tanzîmine -hâ â- noksanl k izâfe edilmi
olurdu.
,fâde etti imiz gibi; kulun, Rabbini her an görüyormu ças na kendisine çe-
ki-düzen verip, o minvâl üzere hayat n tanzîm etmesi ve ilâhî mü âhedenin kalb-
de sabitle erek uur hâline gelmesi demek olan “ihsân” bir bak ma Allâh’a yak n
kullar n rûh mîrâc d r. Bu aç dan ihsân; mânevî, rûhî, s rrî ve ilâhî hakîkattir. Mu-
tasavv flar n hedefi de, i te bu hakîkate ula makt r. Bu da, Allâh ile kurulan rûhî
ve derûnî râb tay ifâde eder. S hhatli bir ekilde bu râb tay kuran ki i, Rabbin
velî kulu hâline gelir. Böylece o, ilâhî ahlâk ile ahlâklanm olur.

Ancak bu hakîkate ula lamad takdîrde, maksûda vâs l etmeye kudreti


olmayan zâhir ve taklîd ile iktifâya mahkûm kal n r.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâk ve ya am ol-


du u rûhânî hayat , sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn taraf ndan örnek al nm , bu ha-
yat n zâhir ve bât n, görünen ve görünmeyen, îzâh edilen ve edilemeyen netîceleri,
bir evvelki nesilden bir sonraki nesle aktar lm t . Ancak bu ekilde devam eden
mânevî hayat, bütün ümmete âmil olup, husûsî bir zümreye mahsus de ildir.

Temel ,slâmî anlay böyle olmakla berâber, tasavvufa -daha ziyâde- hâricî
bir gözle bakanlar veya menfî bir tav r alm olanlar, onun men ei hakk nda çe itli
iddiâlar ortaya atm lard r.

S rf ses benzerli inden hareket ederek bu muazzez faâliyetin, Yunanca


“hikmet” demek olan “sofos”tan geldi ini iddiâ edenler oldu u gibi, ona ,srâilî bir
men e uyduranlardan, onu Hint mistisizmine ba layanlara kadar çe itli yersiz gö-
rü ler ortaya atanlar olmu tur. Bunlar, kelime veya muhtevâ benzerliklerine a r-
l k vererek ortaya konulmu yanl görü lerdir.

Hakîkatte ise “tasavvuf” kelimesinin hangi kökten geldi i konusunda ,s-


lâm âlimleri aras ndaki görü ler, onun tamamen ,slâmî kaynakl oldu unu ortaya
koymaktad r. Bu hususta muhtelif görü ler aras nda; tasavvufun, ar nm l k ve se-
çilmi lik anlam na gelen; “safâ”, “safvet” ve “ st fâ” kelimelerinden ne ’et etmi
olaca ifâde edildi i gibi, ona âit üslûbun ilk tezâhür ekli olan “ehl-i suffe” nâ-
m yla yâd edilen ashâbdan bâz ubbâd (âbidler) ve zühhâd (zâhidler)’in giydikleri
“sûf” denilen yün h rkadan al nd görü ü genel kabul görmü tür.

Di er taraftan ilim, irfan ve mâneviyât tahsil etmek maksad yla Mescid-i


Nebevî’de ikâmet eden ve kendilerine “ehl-i suffe” denilen bu sahâbe toplulu u,
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ n te vikiyle zühd ve takvâda temâyüz etmi -
lerdir. Hattâ Allâh’ n Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâb n zenginlerinden
bu zümrenin iâ e ve ibâtesi husûsunda yard mc olmalar n talep etmi tir. Bu du-
rum; tasavvufî davran lar n, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti
kar s ndaki mevkiîni ve onun nebevî bir tasdîke dayanm oldu unu gösteren tâ-
rihî bir gerçektir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra sahâbe nesli


aras nda ba gösteren siyâsî ihtilâflar kar s nda “ehl-i suffe”den hayatta olanlar
hiçbir taraf iltizâm etmeyerek tarafs z kalm lard r. Hattâ bu ihtilâflar n müminler
aras ndaki karde lik duygular n zaafa u ratmas ndan ibret alarak zühd ve takvâda
daha da ileriye gitmi lerdir. Bu hâl de, ne ve-i sûfiyyenin ziyâdele mesine vesîle
olmu tur. ,htilaflara kar may mânen tehlikeli bulan di er bâz sahâbe de, onlara
iltihâk etmi ve böylece zühd ve takvâ yolunu tutanlar n say s nda bir ço alma gö-
rülmü tür.

“Sûf” kelimesinden “ehl-i suffe” ve onlar n riyâzât ve takvâlar ndan “ta-


savvuf” ve “mutasavv f” kelimeleri zamanla ne ’et edip yayg nla arak tarihin sey-
ri içinde müessesele mi tir.

,slâm âlimleri, Kur’ân ve sünnete ba l l esas ald klar ndan takvâ yolun-
da yürüyen mutasavv flar da ortaya koyduklar eserlerde tasavvufî görü leri aynen
müctehidler gibi er’î gerçeklerle te’yîd edegelmi lerdir. Ancak bu yolda rehberle-
rin, yâni me ây h n, zâhiri hazmetmi insanlardan seçilmedi i bir k s m tarîkatler-
de “ne ve-i sûfiyye”nin galebesi sebebiyle baz ayak kaymalar olmu tur. Ancak
tarîkatler aras nda eyhleri umûmiyetle hâcegândan, yâni ilim erbâb âlimlerden,
dînin zâhirini de hazmetmi insanlardan gelenler, bu ayak sürçmelerinden koruna-
bilmi tir. Tasavvuf târihinde Kitab ve Sünnet muhtevâs içinde devâm eden Nak-
îlik ve emsâllerinin er’î gerçeklere sadâkatini ifâde etmek için mâruf tâbiriyle:

“Pergelin sâbit aya eriatt r.” hükmü, harc- âlem bir düstûr olmu tur.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ buyurur:


“Biz pergel gibiyiz. Sâbit aya. m z eriatta, öteki aya. m zla yetmi iki
milleti dola maktay z.”
“>eriat bir muma benzer, k tutar, yol gösterir. Mumu ele almakla yol
a lm olmaz. Ama o ele al nmadan da yola dü ülemez. >eriatin . nda yola dü-
üp gitmeye ba lad n m , i te bu gidi in tarîkattir.”
B. TASAVVUFUN TÂR F

Tasavvufun, ya and kça tad lan ve idrâk edilen bir ilim olmas itibâriyle,
kelimelerin mahdud imkanlar içinde kâmil bir sûrette îzâh zordur. Bu sebeple
Allâh dostlar , her kesitinden muhtelif klar yans yan o tasavvuf kristalinin ken-
dilerine bakan vechesini nazar- îtibâra alarak farkl farkl târifler yapm lard r.

Hak dostlar ve bu mânevî yolun müntesibleri, istîdâd, iktidar ve kalblerin-


de zuhûr eden hâl tecellîleri nisbetinde mesâfe kat ederler. Bu sebeple rûhânî
âlemdeki sünûhât n, yâni kalbî ilhamlar n kendilerindeki tecellîsine göre de tasav-
vufu farkl farkl telâkkî ederler. Ancak tasavvufu târif etmi olan bu gibi kimsele-
rin hepsi de, kendi zâviyelerinden hakl d rlar. Bizler, bu gibi târiflere bakarak ta-
savvufun mâhiyeti hakk nda ancak umûmî bir fikir sâhibi olabiliriz.

Bu muhtelif târiflerin ortak yönleri itibâriyle tasavvuf; müminlerin iç âle-


mini düzelterek onlar mânen tekâmül ettiren, kulu ahlâk- hamîdeye erdirerek
Hakk’a yakla t ran ve bu sûretle de mârifetullâh’a ula t ran bir ilimdir, diyebiliriz.

Hak dostlar n n, nâil olduklar rûhânî tecellîlere göre yapt klar say s z ta-
savvuf târiflerinden birkaç öyledir:

1. Tasavvuf Güzel Ahlâk ve Edeptir

Güzel ahlâk, îmân taklîdden kurtararak fikir ve davran lara istikâmet ve-
ren ihsân duygusunu, yâni Cenâb- Hakk’ görüyormu ças na bir hâlet-i rûhiyeyi
kalbde sâbitleyerek, ahsiyetin hâkim ve ayr lmaz bir unsuru hâline getirmek ve
bu minvâl üzere ya amakt r.

Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî:
“Tasavvuf ne ekil, ne de bir ilimdir; o sadece güzel ahlâktan ibarettir.
E.er ekil olsayd mücâhede ile, ilim olsayd ö.renmekle tahsîl edilirdi. Bu sebep-
le s rf ekil ve ilim, maksada ula t ramaz. Tasavvuf, Hakk’ n ahlâk na bürünmek-
tir.” buyurarak, onun ahlâk ile kopmaz ba na i aret etmi tir.

Tasavvuf, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek hayât nda


ismen telaffuz edilmemi olsa da, mâhiyeti ve hakîkati itibâriyle mevcuttu. Güzel
ahlâktan maksat, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâk- hamîdesi ile
ahlâklanmakt r. Onun ahlâk , Rabbimiz taraf ndan Kur’ân- Kerîm’de:

¡fOF¢•
S ¡£aIIz EaS‹Sb S•ÙF•SH
“1üphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (el-Kalem, 4) buyurularak te’yîd
ve tekrîm edilmi tir.
Nitekim Hazret-i Âi e -rad yallâhu anhâ-, kendisine Rasûlullâh’ n ahlâk
soruldu u zaman:
“Onun ahlâk Kur’ân’d .” (Müslim, Müsâfirîn, 139) buyurmu tur.

Kul, Kur’ân ahlâk yla ahlâklan p onun ahkâm yla da istikâmetlendi i tak-
dirde âdetâ canl bir Kur’ân hâline gelir. Kur’ân- Kerîm’i, mânâs n tefekkür ile
tilâvet etmek ve ahkâm na tâbî olarak ya amak, güzel ahlâk n zirve noktas d r.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamber olarak gön-


derildi inden itibaren k yamete kadar bütün zaman ve mekânlar tenvîre memur
olmu tur. Bu itibarla O’nun en cüz’î ve mahrem teferruat na var ncaya kadar bü-
tün davran lar , sa lam bir rivâyetle bizlere intikal etmi ve bu intikal, k yâmete
kadar teselsül bereketine mazhar k l nm t r. Siyer-i Nebî incelendi i zaman görü-
lecektir ki, insanl n kemâli ve güzel ahlâk n zirvesi, Hazret-i Peygamber -sallâl-
lâhu aleyhi ve sellem-’dir. Zîrâ O:
“Ben ba ka bir maksatla de.il, ancak güzel ahlâk tamamlamak için gön-
derildim.” (,mâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 8) buyurarak vazîfesini târif etmi ve bütün
insanl k âlemine “üsve-i hasene”, yâni mükemmel bir ahlâk nümûnesi olmu tur.

Kur’ân- Kerîm’de ahlâk- Muhammedî öyle ifâde edilir:


“Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavu&aca !n! uman
ve Allâh’! çok zikreden (mümin)’ler için Rasûlullâh’ta en mükemmel bir ör-
nek (üsve-i hasene) vard!r.” (el-Ahzâb, 21)
Yüce Rabbimiz, bir ikrâm olarak, güzel ahlâk Peygamber Efendimiz -sal-
lâllâhu aleyhi ve sellem-’den itibaren veresetü’l-enbiyâ7 vâs tas ile kesintisiz
olarak k yamete kadar devam ettirecektir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“Müminlerin îmân cihetinden en mükemmeli, ahlâken en güzel olan d r.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 250) eklindeki beyânlar yla, ahlâk n, îmân n meyvesi ve ke-

mâlinin alâmeti oldu una i aret buyurmu lard r. Allâh dostlar da, i te bu Mu-
hammedî ahlâk ile ahlâklanan mâneviyât rehberleridir.

Ebû Muhammed Cerîrî:


“Tasavvuf, güzel ahlâk benimsemek ve kötü ahlâktan s yr lmakt r.” der-
ken yine bu hakîkate i aret etmi tir.

7
Veresetü’l-Enbiyâ: Peygamberlere, husûsiyle Âhirzaman Nebîsi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e
zâhiren ve bât nen; ilim, amel ve ahlâk bak m ndan vâris olmu hakîkî âlimlerdir. Nitekim hadîs-i erîfte:
“Hakîkî âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, ,lim, 1) buyurulmu tur.
Kalbi, güzel ahlâk ile tezyîn edip kötü ahlâktan sak nd rmak, ebedî saâdet
ve selâmet için mecbûrî oldu u kadar me akkatli de bir i tir. Nitekim ilk mutasav-
v flardan Ebû Hâ im Sûfî:
“Kalbde yer etmi bir kibri kaz mak, da.lar i.ne ile kazmaktan daha zor-
dur.” buyurmu tur.

Ebû Bekir el-Kettânî ise:


“Tasavvuf ahlâkt r. Ahlâk itibâriyle senden üstün olan, safâ, yâni mânevî
temizlik bak m ndan da üstündür.” der.

,nsanl k tarihi, peygamberlerin e siz güzellikteki nice ahlâkî davran


tezâhürleriyle doludur. Bunun en güzel misâllerinden birisi üphesiz Hazret-i Yû-
suf -aleyhisselâm-’d r. O, âyet-i kerîmede buyuruldu u üzere kendisine aç k bir
ekilde zulmetmi olan karde lerine:
“... Bugün size ba&a kakma ve ay!plama yoktur, Allâh sizi affetsin! O
merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) diyerek, affedebilmenin kâb na
var lmaz bir misâlini sergilemi tir.

Mutasavv f n hedefi, kalbini, Hazret-i ,brâhim -aleyhisselâm- gibi dünyâ-


dan sâlim ve ilâhî emirlere itaatkâr, Hazret-i ,smâil -aleyhisselâm- gibi Hakk’a
teslim ve ilâhî takdîre râz , Eyyûb -aleyhisselâm- gibi sab rl k lmakt r. Müminin
hüznü Dâvud -aleyhisselâm-’ n hüznü, fakirli i ise Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ n
fakr ve isti nâs gibi olmal d r.

Mutasavv f, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ n münâcât esnâs ndaki evk ve


i tiyakla lebâleb dolu bir gönle ve nihâyet Kâinât n Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Mu-
hammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ n ihlâs na, yâni Rabbine kar olan muhabbet
ve samimiyetine sahip olmaya çal an kimsedir.

Ebû Hafs el-Haddâd:


“Tasavvuf, edepten ibârettir.” diyerek onu, güzel ahlâk n en mükemmel
bir hülâsas eklinde târif etmi tir.

Hazret-i Mevlânâ da edeb hakk nda öyle der:

“Efendi! Bilmi ol ki edeb, insan n bedenindeki ruhtur. Edeb, ricâlullâh n


göz ve gönlünün nûrudur. E.er eytan n ba n ezmek istersen, gözünü aç ve gör;
eytan kahreden edeptir. nsano.lunda edeb bulunmazsa, o gerçekte insan de.il-
dir. nsan ile hayvan aras ndaki fark edeptir.”

Di er bir beytinin mânâs da öyledir:

“Akl m, kalbime: «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise akl m n kula. na
e.ilerek: «Îmân edepten ibârettir.» dedi.”
Ba ka bir âir de, “edeb”i ne güzel nazmetmi tir:
Edeb bir tâc imi nûr-i Hudâ’dan
Giy o tâc emîn ol her belâdan
Bu itibarla evvelce tekke ve dergâhlar n yegâne îkaz levhalar ndan birisi
de “I]¤ Sis KƒS„Sc” (Edeb yâ Hû!..) idi.8

2. Tasavvuf, Nefs Tezkiyesi ve Kalb Tasfiyesidir

,nsano lu bu âleme kulluk imtihân için geldi inden dolay , ölüm vaktine
kadar nefs denen ve binbir menfîlikleri ihtivâ eden bir illetle müptelâd r. O, velâ-
yetin en üst derecelerine de yükselse, dünyâ, nefs ve eytan üçlüsünün dâimî bir
hîle, vesvese ve tuzaklar yla her an kar kar yad r. Zâten kullu un k ymeti de bu
tehlikeleri bertaraf edip u fânî âlemin cezbedici aldatmacalar ndan s yr larak tak-
vâya bürünmek ve netîcesinde Hakk’a yönelmekle ba lar.
Dolay s yla insan f trat nda var olan kötülük i leme meyillerini (fücûr) ter-
biye edip takvâ tohumlar n ye ertmek için nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi zarûrî-
dir. Bunun için her insan, istîdâd ve iktidâr nisbetinde Cenâb- Hakk’ bilmek ve
bu bilgiyi irfân hâline getirerek amel-i sâlihlerle Mevlâ’y tesbih ve tekrîm etmek-
le mükelleftir. , te “kulluk” k saca budur. Bu kulluk keyfiyetinin hedefine varma-
s ise, insan n nefs engelini a arak ulvî duygularla dolmas demek olan nefs tezki-
yesi ve kalb tasfiyesine ba l d r. “Vâs l- ilâllâh”9 olup “Likâullâh”10 ile ereflen-
mek ancak bu sûretle mümkündür.
Aslî cevheri itibâriyle kalb, bu âlemde “nazargâh-! ilâhî”dir. Yâni Cenâb-
Hakk’ n nazarlar n n tecellî makâm olmak gibi bir erefe mazhard r. Ancak na-
s l ki bir saray n “taht” nda sultandan gayr s n n oturmas mümkün de ilse, vücûd
mülkünün saray hükmündeki kalbin de, Allâh’tan gayr her eyden, yâni nefsânî
dü üncelerden, çirkin temâyüllerden ve mâsivâdan ar nd r l p temizlenmesi gere-
kir. Aksi hâlde kalb, ilâhî lutuflara kapan r. Fakat bu, Allâh’tan ba kas na muhab-
bet beslenemeyece i mânâs na gelmez. Gerçi, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye
edip de kalb-i selîmin zirvelerine ula anlar, mâsivâ muhabbetinden âzâde olmu -
lard r. Ancak di er insanlar, derece derece mal, evlâd vs. muhabbetlerini kalble-
rinden tamâm yla silmeye muvaffak olamazlar. Esâsen bu nevî muhabbetler, be-
lirli bir s n r a mad müddetçe me rûdur.
Kalb tasfiyesinin ehemmiyetini kavramak için kalbin maddî ve mânevî ha-
yâttaki mevkiine bakmak kâfîdir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aley-
hi ve sellem- kalbin insandaki hayâtî ehemmiyetini öyle ifâde buyurmu tur:
“... nsan bedeninde bir et parças vard r. O iyi olursa bütün beden iyi, kö-
tü olursa bütün beden kötü olur. Dikkat ediniz ki, o kalbdir.” (Buhârî, Îmân, 39)

8
Bu ifâde edebe riâyete ça ran bir îkaz oldu u gibi, ayn zamanda “Yâ ilâhî! Edeb lutfeyle!” mânâs nda bir
niyâzd r.
9
Vâs!l-! ilallâh: Dünyâda kalben Yüce Allâh’a ula mak.
10
Likâullâh: Âhirette Rabbimizin cemâline kavu mak.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuval n dibindeki deli i kapatma-
dan içini doldurmaya çal man n beyhûde bir gayret oldu unu ifâde eder. Bunun
gibi amellerin de ancak tasfiye edilmi bir kalb ile yap ld takdîrde ki inin sa-
âdetine vesîle olabilece i â ikârd r. Zîrâ ameller niyetlere ba l d r. Niyet ise, kal-
bin amellerinden biridir. Bu münâsebetle niyetin tashîhi ve ihlâsla tezyîni artt r.
Bu keyfiyet ise, ancak erbâb nca icrâ olunacak kalbî e itim neticesinde el-
de edilen bir hâldir. Hak dostlar n n kalb e itiminde hedefledikleri nokta, kalbin
sürekli Allâh ile beraber olma uuruna (ihsâna) eri mesi ve böylece diri kalb vas-
f na kavu mas d r. Kalbin bu k vâma ula mas için mâsivâdan, yâni Allâh’ n d -
ndaki her eyden ar nm olmas zarûrîdir.
Bu k vâma ula an kalb, ince ve derin hakîkatleri görür hâle gelir. Kalb, ke-
sâfetten kurtulup letâfete büründü ü nisbette de ilâhî esmâ ve esrâr n mâkesi olur.
Böylece Cenâb- Hakk’ n kalb yoluyla bilinmesi demek olan mârifetullâh hâs l
olur. Bu ise, ilmin irfân hâline gelmesi demektir.

Allâh’ n huzûruna ancak selîm kalble, yâni tasfiye edilen, bütün mânevî
hastal klardan ar nd r l p içi ilâhî muhabbet ile doldurulmu tertemiz bir gönülle
ç kanlar n kurtulaca n Cenâb- Hak öyle bildirir:

¡fOFaS^ ¡§KaSl¦F SNàbc ES•_S KLSM `‘F• Sh]InS¦ S‘SH [diSM I¥STnSs S‘ SuK]Ss
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm
(tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ.” (e -ˆuarâ, 88-89)
Di er taraftan nefsini temizleyemeyen ve Allâh’ n zikrinden uzak kalarak
kat la an kalblerin ise helâk olaca yine Kur’ân- Kerîm’de öyle bildirilmi tir:
“... Nefse ve ona birtak!m kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini
ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden ar!nd!ran (tezkiye eden)
kurtulu&a ermi&, onu kötülüklere gömen de ziyân etmi&tir.” (e -ˆems, 7-10)
“...Allâh’! zikretmek husûsunda kalbleri kat!la&m!& olanlara yaz!klar
olsun! &te bunlar apaç!k bir sap!kl!k içindedirler.” (ez-Zümer, 22)
Bu âyet-i kerîmeler nda Ebû Saîd el-Harrâz’ n u sözü ne kadar mâni-
dard r:
“Kâmil insan, Allâh’ n, kalbini temizleyip nûrla doldurdu u kimsedir.”

3. Tasavvuf, Sulhü Olmayan Mânevî Bir Cenktir


Cüneyd-i Ba dâdî Hazretleri’ne âit olan bu târif, tasavvufun nefse kar
ömür boyunca devam eden bir mücâhede oldu unu ifâde etmektedir. Nefse kar
cihâd, nefsin me rû olmayan bütün isteklerine mânî olmakt r.
Harpler, muayyen zaman ve mekanlarda yap l r ve biter. Nefse kar giri i-
len bu mücâhedenin ise bir ömür boyu ink tâs z devâm ettirilmesi gerekir. Âyet-i
kerîmede:
“... Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kullu a devâm et!” (el-
Hicr, 99) buyurulmu tur.

Cenâb- Hak, nefsin hîle ve desîselerine kap aralayan “gaflet”e kar dâ-
imî bir teyakkuz hâlinde bulunup bu minvâl üzere kullu a devâm edilmesini öyle
emretmi tir:

wmSTOFzSH wi•r̈S©S• S•FoKTSU eFP S•`¦J̀ rIjyK cSH


SLOFaFPiS«Kbc SLªM LIg•S S‘SH FdiS-vcSH ªHkI I«KbiF¦ FdK]lS Kbc SLFM Fr”K S¬bK c ShHI„SH
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle
sabah-ak&am Rabbini zikret! Gâfillerden olma!” (el-A’raf, 205)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bizzat i tirâk ettikleri
ve “Gazvetü’l-Usra”, yâni “Zorlu Sefer” ad yla an lan Tebük Gazvesi dönü-
ünde ifâde buyurduklar :
“>imdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz.” tâbirleri, üphesiz ki bu
târifin ilhâm kayna d r. Pek zorlu bir seferden sonra vârid olan bu söz üzerine:
“Bundan daha büyük cihâd olur mu?” diye hayrete dü en ashâb na Pey-
gamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Evet! >imdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefs ile mücâhedeye dö-
nüyoruz!” 11 eklinde mukâbelede bulunmu lard r.
Asr m z ara t rmac lar ndan R. Garaudy, ,slâm’daki bu küçük ve büyük ci-
hâd dengesinin önemini öyle de erlendirir:
Tamâmen ,slâmî bir mânevî e itim ekli olan tasavvuf, asl nda insan ya-
rat l gayesinden uzakla t r p nefsine mahkûm eden her türlü arzuya kar yap lan
iç mücâdele demektir. Bunun ,slâm st lâh ndaki ad büyük cihâdd r. Müslüman-
lar Allâh yolundan ay r p kendisine râm eden her türlü iktidar, zenginlik ve yanl
bilgilere kar , onun birlik ve âhengini sa lamak için çal mak ise, küçük cihâd
olarak adland r lm t r. Ferd ve cemiyetin saâdet ve selâmetini sa layan da, bu iki
cihâd aras ndaki dengedir.12

4. Tasavvuf hlâst!r
Tasavvuf, Allâh’a kar samîmiyettir. Amelleri s rf r zâ-y ilâhîyi kastede-
rek îfâ etmek ve onlar üzerine ba ka gâyelerin gölgesini dü ürmemek, dînî st lah-
ta “ihlâs” kelimesiyle ifâde olunur. Cenâb- Hakk’ n r zâs ndan gayr bütün emel-
leri kalbden temizlemek, müslüman n memur bulundu u büyük bir fazîlettir.
Cenâb- Hakk’ n r zâs n kazanmak için emredilmi bulunan amellere bir
orta n kar t r lmas , ihlâss zl k veya riyâkârl kt r ki, ind-i ilâhîde o ameller, fâil-
lerine faydas z bir yorgunluktan ba ka bir ey b rakmaz. Bu da Allâh kat nda

11
Süyûtî, Câmiu’s-Sa.îr, II, 73.
12
Bkz. R. Garaudy, slâm’ n Vaad Ettikleri, s. 47.
amelleri makbul k lan aslî artlardan en ehemmiyetlisinin “ihlâs” oldu unu göste-
rir.
,hlâs, Cenâb- Hakk’a yak nla ma arzusuyla her türlü dünya menfaatlerin-
den kalbi koruyabilmektir.
,hlas, kullar en büyük hay r olan ilâhî r zâya nâil eyler.
Kullar n amellerinden Allâh Teâlâ’n n as l murâd , onlar n ancak kendi r -
zas na uygun olarak ihlâsla îfâ edilmesidir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“(Ey Rasûlüm!) 1üphesiz ki Kitâb’! sana hak olarak indirdik. O hâlde
sen de dîni sadece Allâh’a has k!larak (ihlâs ile) kulluk et!..” (ez-Zümer, 2)
“De ki: Ben, dîni Allâh’a has k!larak (ihlâsl bir ekilde) O’na kulluk
etmekle emrolundum.” (ez-Zümer, 11)
Huzûr-i ilâhîden kovulan ,blis, âyet-i kerîmede buyuruldu u üzere:
“Dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azd!rmana kar&!l!k ben de
yeryüzünde onlara (günahlar ) süsleyece im ve onlar!n hepsini mutlaka azd!-
raca !m. Ancak onlardan ihlâsl! kullar!n müstesnâ!..” (el-Hicr, 39-40)
Tasavvuf, her eyi Allâh’a adamak, nîmet ve izzeti O’ndan bilmek ve ben-
likten kurtulmakt r. ,nsan, hangi hâl ve makamda olursa olsun kendisinde bir var-
l k ve üstünlük vehmetmemelidir. Nitekim Cenâb- Hak, Bedir zaferi münâsebe-
tiyle Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e öyle buyurmu tur:

ESMJS SNŒabc L̀Fg¯SbSH SQKOMS SJ KyF• SQKOSMJS iSMSH KfI”SaS®‚S SNŒabc L̀Fg¯SbSH KfI¤]IaI®lK S• KfSaSP
“(Sava ta) onlar! siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü. Att! !n za-
man da sen atmad!n, lâkin Allâh att!...” (el-Enfâl, 17)13
O hâlde insan, acziyetini ve kullu unu dâimâ hissetmeli, her türlü nîmet,
muzafferiyet ve muvaffak yetin Allâh Teâlâ’dan gelen bir lutuf oldu unu bilmeli-
dir. Aksi hâlde amellerinin ecri azal r veya tamamen kaybolur.

Ebû Hureyre -rad yallâhu anh-, ibâdetlerinde ihlâs kaybedip, benlik ve he-
vâlar n öne ç kartan kimselerin âk beti hakk nda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in öyle buyurdu unu haber vermektedir:
“K yamet günü hesâb ilk görülecek ki i, ehid dü mü bir kimse olup hu-
zura getirilir. Allâh Teâlâ, ona verdi.i nîmetleri hat rlat r, o da hat rlar ve bunla-
ra kavu tu.unu îtiraf eder. Cenâb- Hak:
«– Peki bunlara kar ne yapt n?» buyurur.
O kimse:
«– >ehid dü ünceye kadar Sen’in u.runda cihâd ettim.» diye cevap verir.
Cenâb- Hak:

13
Allâh Rasûlü sava esnâs nda küffar ordusunun üzerine yerden bir avuç toprak al p saçm ve o toprak
Allâh’ n izniyle kâfirlerin gözlerini bürüyerek onlar a k n hâle getirmi ti. Âyet-i kerîme bu hadisenin ard ndan
nüzûl etmi tir.
«– Yalan söylüyorsun. Sen, ne kahraman adam desinler diye sava t n, o da
denildi.» buyurur. Sonra emrolunur da o ki i yüzüstü cehenneme at l r.
Bu defa ilim ö.renmi , ö.retmi ve Kur’ân okumu bir ki i huzûra getiri-
lir. Allâh Teâlâ ona da verdi.i nîmetleri hat rlat r. O da hat rlar ve îtirâf eder.
Ona da:
«– Peki bu nîmetlere kar l k ne yapt n?» diye sorar.
O ise:
«– lim ö.rendim, ö.rettim ve Sen’in r zân için Kur’ân okudum.» cevâb n
verir.
Cenâb- Hak:
«– Yalan söylüyorsun. Sen, âlim desinler diye ilim ö.rendin, ne güzel oku-
yor desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakk nda söylendi.» buyurur.
Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme at l r.
(Daha sonra) Allâh’ n kendisine her çe it mal ve imkân verdi.i bir ki i ge-
tirilir. Allâh Teâlâ verdi.i nîmetleri ona da hat rlat r. O da verilen nîmetleri ha-
t rlar ve îtirâf eder.
Cenâb- Hak:
«– Peki ya sen bu nîmetlere kar l k ne yapt n?» buyurur.
O ah s:
«– Verilmesini sevdi.in, râz oldu.un hiçbir yerden esirgemedim, sadece
senin r zân kazanmak için verdim, harcad m.» der.
Hak Teâlâ:
«– Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yapt klar n ne cömert adam de-
sinler diye yapt n. Bu da senin için zâten söylendi.» buyurur. Emrolunur, bu da
yüzüstü cehenneme at l r.” (Müslim, ,mâre, 152)
Hazret-i Mevlânâ, ihlâstan mahrum bir ekilde ibâdet eden kimselere öyle
seslenir:
“Ey gâfil! Ke ke secde etti in zaman yüzünü samîmiyetle Hakk’a çevire-
bilseydin de «Yücelerin yücesi olan Rabbim, her türlü noksan s fatlardan münez-
zehtir.» demenin mânâs n lây k yla bilebilseydin, yâni s rf ekil secdesi de il de
gönül secdesi yapabilseydin!..”
,hlâss z ibâdetler, fânî ortaklar ve mânevî kirlerle doludur. O hâlde ibâdet-
leri safla t r p ulvîle tirecek olan s r, ihlâst r. ,hlâss z yap lan amel, kula hiçbir
fayda sa lamaz. Nitekim, dînin îmandan sonra en mühim emri olan namaz ibâde-
tini bile ihlâs art na riâyet etmeden îfâ edenler, u âyet-i kerîmenin deh etli itâb -
na mâruz kalm lard r:
“Yaz!klar olsun o namaz k!lanlara ki, namazlar!n! ciddiye almazlar ve
gösteri& yaparlar...” (el-Mâûn, 4-6)
Cüneyd-i Ba dâdî -kuddise sirruh- öyle buyurmaktad r:
“,hlâs, ameli mânevî bulan kl ktan tasfiye etmektir.”
Bir ba ka Allâh dostu ise:
“,hlâsta iddial olmak, bir nevî ihlâss zl kt r.” der. Zîrâ ihlâs ve takvâda en
büyük tehlike, müminin kendisini takvâ sâhibi görmesidir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Dîninde ihlâsl ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfî gelir.” (Hâkim,
Müstedrek, IV, 341)
“Allâh Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallar n za bakmaz! Fakat sizin (ihlâs
ve takvâ bak m ndan) kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

5. Tasavvuf stikâmettir

Tasavvufta kitâb ve sünnete s ms k sar lman n tam ifâdesi “istikâmet”tir.


Cenâb- Hak, bu hususta Peygamberine ve O’nun ahs nda biz ümmetine âyet-i
kerîmede öyle buyurmu tur:

cK]«S K°•S S‘SH S•S‹SM SƒiS• LSMSH S±KrFM_I iSpSj KfFlS®K^iSP


“Ey Habîbim! Beraberindeki tevbe eden (mümin)’lerle birlikte, emro-
lundu un gibi istikâmet üzere olun ve a&!r! gitmeyin!..” (Hûd, 112)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Beni Hûd Sûresi... ihtiyarlatt .” (Tirmizî, Tefsîr-i Sûre, 56/6) buyurmas na sebep
olan bu ilâhî hitab,14 müfessirlerce öyle anla lm t r:
“Ey Nebî! Kur’ân ahlâk ve ahkâm mûcibince hareket edip bilfiil mü ah-
has bir istikâmet örne i olman gerekmektedir ki, böylece hakk nda hiçbir üphe
ve tereddüde mahal kalmas n! Sen, mü rik ve münâf klar n ileri geri konu malar -
na bakma, onlar Allâh’a havâle et! Gerek umûmî, gerek husûsî vazifelerinde tam
emrolundu un gibi hakk yla istikâmette ol, s rât- müstakîmden ayr lma! Sana
vahyolunan emrin îfâs ne kadar a r olursa olsun, o emrin tebli , icrâ ve tatbikin-
de hiçbir mânîden y lma! Rabbin senin yard mc nd r.”15
Abdullâh bin Abbas -rad yallâhu anh- bu âyetle ilgili olarak öyle demi -
tir:
“Kur’ân- Kerîm’de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için bu âyet-i
kerîmeden daha iddetli bir hitâb vâkî olmam t r.” (Nevevî, ˆerhu Sahîh-i Müslim, II, 9)
Buradaki hitap her ne kadar Nebiyy-i Zî ân Efendimiz’e ise de, onu bu ka-
dar me akkate sokan, sadece ahs yla alâkal istikamet endî esi de ildi. Zîrâ O:
“(Ey Habibim! Sen) s!rât-! müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) te’yîd-i ilâhîsine
mazhard . Onu bu kadar çok ihtiyarlatan, emrin müminlere de râcî olmas sebe-
biyle onlar hakk nda duydu u endi edir.

14
Bkz. Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 107.
15
Bkz. Elmal l M. Hamdi Yaz r, Hak Dîni Kur’ân Dili, IV, 2829-2830.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bi’setinden sonra,
Fahr-i Kâinât’ n rehberli i d ndaki hiçbir yol insan Allâh’a götürmez. Zîrâ Al-
lâh Teâlâ, kendi muhabbet ve ma firetini, Peygambere itaat art na ba lam t r.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

SNŒabc Sh]ž̈F•I• KfI®nIj hF• K“‚I


[fOFGJ̀ [J]IT³
S INŒabcSH KfIg¦S ]IUIy KfIgSb KrTF K«SsSH INŒabc IfIgKžFž•
K Is eFU]I‹Fž`•iSP
“(Rasûlüm!) De ki: E er Allâh’! seviyorsan!z, bana uyunuz ki, Allâh
da sizi sevsin ve günahlar!n!z! ba !&las!n. Allâh <afûrdur, Rahîmdir.” (Âl-i ,m-
rân, 31)
“De ki: Allâh’a itaat edin; Peygamber’e de itaat edin... E er ona itaat
ederseniz, do ru yolu bulmu& (hidâyete ermi ) olursunuz.” (en-Nûr, 54)
Zünnûn-i M srî -kuddise sirruh- da:
“Ahlâk nda, fiil ve hareketlerinde Allâh Teâlâ’n n habîbinin sünnetine
uyan kimse, Hakk’a olan sevgisini isbat etmi olur.” buyurarak bu hakîkati te’yîd
eder.
Bayezid-i Bistâmî -kuddise sirruh- ise:
“Havada ba da kurup oturabilen birini görürseniz, o ahs n ilâhî emir ve
nehiy hudûdlar n korudu unu, sünnete tâbî oldu unu ve Hakk’ n hukûkuna riâyet
etti ini görmedikçe, bunun bir kerâmet oldu una inanmay n z.” der.
,stikâmet ehlinin yolu olan “s rât- müstakîm”e lây k yla sülûk edebilenler
hakk nda Kur’ân- Kerîm’de:
“Kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederse i&te onlar, Allâh’!n kendilerine
lutuflarda bulundu u peygamberler, s!ddîklar, &ehidler ve sâlihlerle beraber-
dir. Bunlar ne güzel arkada&t!r!” (en-Nisâ, 69) buyurulmu tur.
Âyet-i kerîmede de görüldü ü üzere s rât- müstakîm (dosdo ru yol), seç-
kin kimselerin yoludur. ,stikâmetin esas da îmân ve takvâd r. Bu ikisinin mahalli
ise kalbdir. Bu itibarla istikâmet, kalbde bulunan îmân ve takvâ ile vücûdun yek-
âhenk olmas d r. Kalbdeki îmân, ihlâs ve îtidal, istikâmeti sa lar ve dâimî k lar.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Dil istikâmet üzere olmad kça kalb, kalb istikamet üzere olmad kça îmân
müstakîm olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198) buyurmu lard r.
Kendisinden nasihat isteyen birisine Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel-
lem-:
“Allâh’a inand m de! Ondan sonra da istikamet üzere dosdo.ru ol.” (Müs-
lim, Îmân, 62) buyurarak dîni hülâsâ etmi tir.

Her hususta istikâmeti muhafaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun
lây k yla yerine getirilmesi kadar zor olan hiçbir emir yoktur. Zîrâ istikâmet, ibâ-
dette ifrat ve tefrite dü meden îtidali muhafaza ile Hak yolunda sebat etmek ve
emrolunan , emrolundu u gibi ve tâkatinin yetti i ölçüde en mükemmel ekilde
yapmakt r. , te bu yüzden en büyük kerâmet istikâmettir.
Allâh dostlar istikâmet üzere olmay iâr edinmi lerdir. Gerçek istikâmet
ise Fahr-i Kâinât’ n nurlu yolundan gitmektir.
Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rûmî bu hakîkati ne güzel ifâde etmi tir:
“Bu can tende durdukça, Kur’ân’ n bendesiyim ve Muhammedü’l-Muh-
târ’ n yolunun topra. , aya. n n tozuyum. E.er biri benim sözlerimden, bundan
ba ka bir ey naklederse, nakletti.i sözden de, kendisinden de bîzâr m.”
“Kim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sofras ndan ba ka bir
sofraya giderse, bil ki eytan onunla bir kaptan yemek yer. Zîrâ, o irfan sofras n-
dan ba ka bir sofra seçen ki inin bo.az n kemik y rtar ve deler.”

6. Tasavvuf, R!zâ ve Teslîmiyettir


Teslîmiyet; boyun e mek, itaat etmek, teslim olmak ve itirazs z kabul et-
mek demektir. ,slâm kelimesi de ayn köktendir. Tasavvuf kulun, ilâhî istikâmet
üzere ya ayabilmesi ve her nefeste Rabbine daha ziyâde yakla abilmesi için,
Hakk’a r zâ ve teslîmiyet duygusunu gönüllere yerle tirir.
Çünkü u fânî âlemi ku atan binbir elem, keder ve çilelerin tesiri ve nefsâ-
nî aldan lar n kesâfeti, ancak Hakk’a r zâ ve teslîmiyet netîcesinde azalmaya ba -
lar. Yâni r zâ ve teslîmiyetin berekât ile zd raplar âdetâ hissedilmez hâle gelir.
Hattâ iptilâlar bile Rabbin bir iltifât eklinde telakkî olunarak sürûra döner.
Teslîmiyet, kader tecellîlerini engin bir r zâ ile kar lamak, tedbirden sonra
mukadderât kabullenmek ve tahakkuk edecek netîceye gönül ho lu u içinde bo-
yun e mektir. Bu teslîmiyetin en güzel misâli, Allâh’ n emrine imtisâlen ci erpâ-
resini kurban etmeye götüren ,brahim -aleyhisselâm- ile boynunu ilâhî takdîre se-
ve seve uzatan ,smail -aleyhisselâm-’da tecellî etmi tir. Kur’ân- Kerîm bu iki
Peygamberin teslîmiyetini bütün insanl a misâl olarak göstermi ve onlar hak-
k nda:
“Her ikisi de Allâh’!n emrine teslim olmu&lard!...” (es-Saffât, 103) buyur-
mu tur. Onlar n bu teslîmiyetleri, ba l ba na bir ibâdetin rükünlerini te kil etme
eklindeki ilâhî iltifâta nâil olmu tur. Hac ibâdeti, k yamete kadar gelecek ümme-
te, her ân teslîmiyeti tebli eden bir lisând r.
Emir ve nehiylerde Hakk’a teslim olmak; ilâhî takdire, me akkat ve imti-
hanlara sab r ve tevekkülle r zâ göstermek gerekir. Zîrâ kemâlin anahtar iptilâlar-
d r.
ˆakîk- Belhî:
“S k nt n n mükâfât n bilen, ondan kurtulmaya heves etmez.” buyurmu -
tur. Bu nükteye âgâh olan Allâh dostlar , gam ve sürûra ayn gözle bakm lar; a -
r sürûr ile a r zd rab gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip r zâ ve
teslîmiyet makam nda terakkî etmi lerdir.
Teslîmiyetin bir yönü de “a k” ve “ilâhî muhabbet”tir. Zîrâ sevenler sev-
diklerinden gelen her eyi ho kar layarak sevgilerindeki samîmiyeti izhâr ve is-
bât etme gayreti içinde olurlar.
Ebû Ali Ruzbârî, muhtemelen bu dü ünceden hareketle tasavvufu:
“Kovulsa bile, ki inin sevgilinin kap s nda diz çöküp sadâkat ve teslîmiyet-
le beklemesidir.” diye târif etmi tir.
Gönlü a k ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her eyi, muhabbeti nisbetin-
de kucaklar. ,brahim -aleyhisselâm-’ n Allâh’a olan teslîmiyet ve a k n n tecellîsi,
dünya ate ini bir anda gül bahçesine çevirmi ti. Yâkûb -aleyhisselâm-’ n ilâhî tak-
dîr kar s ndaki r zâ ve teslîmiyeti, yavrusu Yusuf’un hasret ac s n :
“Bana sabr-! cemîl dü&er.” (Yûsuf, 18) diyerek bast rmaya muvaffak k lm -
t.
Tasavvuf ehli, peygamberlerin yolu olan Hakk’a teslîmiyeti, hayatlar n n
mihveri k lm lard r. Zîrâ Râbiatü’l-Adeviyye -kuddise sirruhâ-’n n da dedi i gi-
bi:
“Seven sevdi ine itaat eder.”
Yâni teslîmiyet, sevgiye dayanan gönüllü bir itaat i idir.
Ashâb- kirâm da Peygamberimize olan sevgi, ba l l k ve itaatleri nisbe-
tinde tekâmül etmi lerdir. Sevgi ve teslîmiyet ile itirazs z boyun e meleri sâyesin-
de bütün ümmete nümûne y ld zlar olmu lard r.

Tasavvufun târifleriyle ilgili olarak bu anlat lanlardan ilhâmla unlar söy-


leyebiliriz:
Tasavvuf, maddî-mânevî kirlerden ar n p, güzel ahlâk ve vas flar kazana-
rak, dîni, özüne uygun bir keyfiyette ya ayabilme gayretidir. Böylece, s rf akl n
çözmeye kâfî gelmedi i maddî veya mânevî hadiselerdeki s rrî olu lar ve yüce
muammâlar ku at c bir görü olgunlu una ula makt r. Gönlün, sonsuz rûhânî
hazlara duydu u meclûbiyetin önünde âdetâ bir ayak ba olan nefs engelini a a-
bilmeye çal makt r. Rûhun hapsedilmi oldu u bedenin nefsânî temâyüllerini
a arak bütün hâdiselerin özündeki mücerred hakîkatleri, idrâklerin hudûdundaki
perdenin de arkas nda cereyân eden ibret ve hikmet safhalar n , ârifâne bir üslûb
ile temâ â edebilmeyi sa layan birtak m hâller ve bilgilerin ilmidir.
Bu tasavvuf tarifleri mevzuunda neticeyi, Aksaray Olanlar Dergâh ˆeyhi
,brahim Efendi’nin me hur “tasavvuf manzûmesi”ne b rakal m:
Bidâyette tasavvuf sûfî bî-cân olma a derler
Nihâyette gönül taht!nda sultân olma a derler
“Tasavvufun ba lang c , maddî varl . ndan s yr lan ve kendinde bir varl k
görmeyen, k saca irâdesini Hakk’a teslim etmi bir sûfî olabilmektir. Sonu ise, bü-
tün ilâhî güzellikleri kazanarak gönül taht n n sultân olmakt r.”
Tarîkatte ibârettir tasavvuf mahv-! sûretten
Hakîkatte sarây-! s!rda mihmân olma a derler
“Tarîkatte tasavvuf; sûretin mahv ndan ibârettir. Yâni be erî zaaflardan
kurtulmakt r. Hakîkat olarak ise, ilâhî s r saray n n misafiri olmakt r.”
Bu âb u kil libâs!ndan tasavvuf ârî olmakt!r
Tasavvuf cism-i sâfî nûr-i Yezdân olma a derler
“Tasavvuf, toprak ve sudan ibaret fânî elbiselerden/kafeslerden kurtul-
makt r. Böylece tertemiz bir varl k olarak Allâh Teâlâ’n n nûru hâline gelebilmek-
tir.”
Tasavvuf lem’ay! envâr-! mutlaktan uyarmakt!r
Tasavvuf âte&-i a&k ile sûzân olma a derler.
“Tasavvuf, (gönül mumunun) . n , ilâhî nurlarla tutu turmakt r. Çünkü
tasavvuf a k ate i ile tutu maya derler.”
Tasavvufta &erâit nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i &er’ u ehl-i îmân olma a derler
“Tasavvufta esas olan, varl k kitab n dürmek, benlikten s yr lmakt r. As l
tasavvuf, eriat ehli ve hakîkî îmân sahibi olmakt r.”
Tasavvuf ârif olmakt!r hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olma a derler
“Tasavvuf, ilâhî s r, tecellî ve irâdenin hikmetlerini bilmektir; ârifliktir.
Yine tasavvuf, bütün dert sahiplerine derman olmakt r.”
Tasavvuf ten t!l!sm!n ism miftâh!yla açmakt!r
Tasavvuf bu imâret külli vîrân olma a derler
“Tasavvuf, bu beden t ls m n isim anahtar (Allâh ismi) ile çözmektir. Yi-
ne tasavvuf, bu fânî imâreti tamamen yok etmektir.”
Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki söyler âb-! hayvân olma a derler
“Bilesin ki tasavvuf, sûfînin sözünü (ve bilgisini) hâle dönü türmektir. Bu,
bir bak ma onun her sözünün bir âb- hayât (ölümsüzlük iksiri) olmas d r.”
Tasavvuf ilm-i ta‘bîrât u te’vîlât! bilmektir
Tasavvuf can evinde s!rr-! Sübhân olma a derler
“Tasavvuf, büyük bir derinlik kazanarak tâbîr ve te’vîl ilimlerine vâk f ol-
mak ve böylece insan, kâinât, Kur’ân ve sünnetteki ilâhî s rlar idrâk etmektir. Yi-
ne tasavvuf, can evinde Allâh’ n bir s rr olabilmektir.”
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmakt!r
Tasavvuf Hakk’!n esrâr!nda hayrân olma a derler
“Tasavvuf, Hakk’ n azamet, kudret ve güzelli.i kar s nda büyük bir hay-
ret ve deh et içinde olarak hem sarho hem de uyan k olmakt r. Çünkü tasavvuf,
Hakk’ n sonsuz s rlar na hayranl kt r.”
Tasavvuf kalb evinden mâsivâllâh! gidermektir
Tasavvuf kalb-i mümin ar&-! Rahmân olma a derler
“Tasavvuf, gönül saray ndan Allâh’tan ba ka her eyi ç karmakt r. Çünkü
tasavvuf, mümin bir kalbin Allâh’ n ar olmas demektir.”
Tasavvuf her nefeste &arka vü garba eri&mektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olma a derler
“Tasavvuf, her nefeste do.uya ve bat ya eri mek, yâni oralardaki ehl-i
îmân dü ünmek, onlar n sevinç ve kederlerine ortak olmak; ihtiyaç sahiplerine
hizmet etmektir. Yine tasavvuf, bütün halk görüp gözetmeye çal makt r.”
Tasavvuf cümle zerrât-! cihanda Hakk’! görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olma a derler
“Tasavvuf, cihan n bütün zerrelerinde Hakk’ mü âhede etmektir. Böylece
tasavvuf, âlemlere güne gibi olmakt r.”
Tasavvuf anlamakt!r yetmi& iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleymân olma a derler
“Tasavvuf, yetmi iki milletin dilini bilmek, yâni herkesin hâlinden anla-
makt r. Tasavvuf, ak l âlemine Süleyman olmakt r.”
Tasavvuf urvetü’l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-! âyât-! gufrân olma a derler
“Tasavvuf, Hakk’ n insana yükledi.i ilâhî emânet olan Kur’ân- Kerîm ve
onun getirdi.i mes’ûliyeti canla ba la ta makt r. Tasavvuf, ilâhî ma.fireti müjde-
leyen âyetlerin mazhar olmaya derler.”
Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-! Kur’ân olma a derler
“Tasavvuf, bütün kâinâta « sm-i a’zam»la tasarruf etmektir. Yine tasav-
vuf, Kur’ân hükümlerini gönülde cem etmek, yâni canl bir Kur’ân olabilmektir.”
Tasavvuf her nazarda zât-! Hakk’a nâz!r olmakt!r
Tasavvuf sûfîye her mü&kil âsân olma a derler
“Tasavvuf, her bak ta Cenâb- Hakk’a yönelmektir. Yine tasavvuf, sûfîye,
bütün zorluklar n kolayla mas d r.”
Tasavvuf ilm-i Hakk’a sînesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken ummân olma a derler
“Tasavvuf, gönlünü Hakk’ n ilmine mekân etmek, yâni ledünnî ilme sahip
olmakt r. Böylece tasavvuf, bir damla hükmünde iken sûfînin engin bir derya hâli-
ne gelmesidir.”
Tasavvuf külli yakmakt!r vücûdun nâr-! “lâ” ile
Tasavvuf nûr-i “illâ” ile insân olma a derler
“Tasavvuf, Hakk’ n varl . kar s nda bütün mevcudât n «lâ / yok» ate iy-
le yan p kül olmas d r. Tasavvuf, “illâ” nûruyla, yâni temizlenmi bir gönülle Al-
lâh’ tevhîd ederek insan- kâmil olmakt r.”
Tasavvuf «kul kefâ billâh» ile dâvet-dürür halk!
Tasavvuf «irciî» lafz!yla mestân olma a derler
“Tasavvuf, «De ki: Allâh sana yeter!» (er-Ra’d, 43) âyetiyle insanlar Hak yo-
luna davet etmektir. Yine tasavvuf, «Rabbine dön!» (el-Fecr, 28) lafz n n zevkiyle ken-
dinden geçmektir.”
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olma a derler
“Tasavvuf, her gün ölmeden evvel ölmek s rr n binlerce kez ya amak ve
kalben diri kalmakt r. Bundan sonra tasavvuf, bütün âlemin cismine can olabil-
mek, yâni di.er gönülleri de ihyâ edebilmektir.”
Tasavvuf zât-! insan zât-! Hak’da fâni olmakt!r
Tasavvuf kurb-! «ev ednâ»da pinhân olma a derler
“Tasavvuf, insan n kendi varl . n , Hakk’ n varl . nda yok etmesidir. Böy-
lece tasavvuf, mîrac vuslat nda tecellî eden ve âyet-i kerîmede «iki yaydan daha
yak n» (en-Necm, 9) eklinde ifâde buyurulan bir yak nl k içerisinde bile kendini giz-
leyebilmektir.”
Tasavvuf cân! cânâna verip âzâde olmakt!r
Tasavvuf cân-! cânân cân-! cânân olma a derler
“Tasavvuf, can sevgiliye verip her türlü fânî esaretten kurtulmakt r. Bu
bak mdan tasavvuf, sevgilinin can , evet sevgilinin can olabilmek, yâni onun ta-
raf ndan da sevilmektir.”
Tasavvuf bende olmakt!r hakîkat hak ey brahim
Tasavvuf &er‘-i Ahmed dilde burhân olma a derler
“Ey brahim! Tasavvuf, asl nda Allâh Teâlâ’ya kul-köle olmakt r. Bunun
için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu ve düstûrla-
r n gönülde bir delil (rehber) eylemektir.”
C. TASAVVUFUN MEVZUU

Tasavvufun çe itli ve geni bir ekilde îzah ve târiflerinin yap lmas , bir
bak ma onun mevzuunun geni li inden kaynaklanmaktad r. Yâni, tasavvufun
mevzuu bir deryâ gibi engin ve derindir. Zîrâ o, insan n nefsini ve rûhunu alâka-
dar eden her hususla ilgilenir. Kulun, mânevî yolculu unda kat etti i bütün mesâ-
feler, geçti i âlemler, irtibat hâlinde oldu u varl klar, ya ad binbir türlü ahvâl
ve nihâyet, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ bulma, kalben tan yabilme ve O’na kul-
luk etme gibi say s z hususlarla alâkadar olur. Böylesi bir mevzû deryâs ndan üç-
be katre takdîm edecek olursak, unlar söyleyebiliriz:
Tasavvuf, öncelikle nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi sâyesinde ham insan-
dan kâmil insan hüviyetine ula ma seyrinde âhid olunan merhale ve hâlleri mev-
zû edinir.
Di er bir ifâde ile tasavvuf, Hakk’ n ho nutlu unu kazanmak ve ebedî sa-
âdete ermek için nefsi tezkiye, kalbi tasfiye, iç ve d nurland rma, sûret ve sîreti
ar nd rma hâllerinden bahseder. Mevzuu tahalluk (ahlâklanma) ve tahakkuk (mâ-
nevî hakîkatlere sâhib olmak)t r. ,hsan duygusunun mânevî bir zevk hâlinde tad -
larak ya anmas d r.
Bu münâsebetle tasavvufun ana mevzuu, Vâcibu’l-Vücûd olan Allâh Te-
âlâ’n n zât , s fatlar ve bu s fatlar n bütün kâinâta âmil tecellî terkiplerindeki
hikmet, esrâr ve murâd- ilâhînin kavranmas husûsundaki usûl ve esaslard r.
Tasavvuf, bu muhtevâda ke f, ilhâm, mânevî mü âhede, vecd ve a k gibi
bât na, rûha, gönle ve vicdâna âit vâs talar n mü terekli inde yüründü ü zaman
nâil olunan ulvî hâlleri mevzû edinir.
Hülâsa, tasavvuf, Allâh’ n esmâ ve s fatlar n n tecellîsini yakînî olarak
mü âhede ile mârifeti (mârifetullâh); insan, kâinât ve Kur’ân’ n hakîkatlerinin bil-
gisi ile de mânevî âlemdeki merhaleleri ve bunlar n nihâyetindeki “kemâlât”
mevzû edinmi tir.
D. TASAVVUFUN GÂYES

Tasavvufun engin târif ve mevzuuna bak ld nda onun, insano lu için pek
mühim ve yüce bir gâyeyi düstûr edindi i görülür. Bu gâye, tâ ilk peygamberden
itibâren bütün enbiyâ ve evliyân n gönül semâlar nda bir güne gibi mevcûd olan;
“Allâh’a en güzel ve feyizli bir ekilde kulluk”tur. Bu yönüyle gâyelerin gâyesi-
dir. Yâni Hakk’ n r zâs n kâmil mânâda kazanabilmek için mânevî hastal klardan
kurtularak Allâh ve Rasûlü’nün ahlâk ndan nasîb almakt r. Yâni nefsi dînin hük-
müne râm etmek, ibâdetleri otomat hâllerden kurtar p ihsan duygusuna kavu -
mak, kalbi mânevî yücelikler istikâmetine yönlendirip netîcede selîm bir kalb ile
r zâ-y ilâhîye nâil olmakt r.
Be er târihinin defâlarca sergiledi i bir hakîkattir ki insan, aslî cevheri
itibâriyle “ahsen-i takvîm” (varl klar n en ereflisi) yüceli inde iken, yarad l
gâyesine yabanc la p istikâmetten ayr ld nda “¨“S´Sc KfI¤ K“¦S ” yâni “hayvandan
daha a a ” s fat na bile mâruz kalabilecek bir varl kt r. Ondaki eref ve k ymeti
tâyin eden yegâne müessir îmând r. Îmândan sonra ise ahlâk gelir.
Peygamberlerin tezkiye vazîfesi de insanlar bu meziyetlerle tezyîn edebilmektir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vârislerinden olan ev-
liyâullâh ve onlar n o feyizli nebevî menbâdan telakkî ettikleri bât n (kalb) ilmi
de, Rasûlullâh’ n bu vazîfesine verâset ve vekâlet mevkiindedir.
Tasavvuf yolunda yürüyenler, her hâl ve hareketlerinde zâhirî ve bât nî fa-
zîletlerin merkezi olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam bir ba l -
l k gayreti içinde bulunurlar. Onlar bu yola yönlendiren “ricâl-i mâneviyye” (Hak
dostlar ) da böylece Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ n bu âlemde îfâ etmi
oldu u bir hizmeti deruhte etmi olurlar ve:
“Gerçek âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvud, ,lim, 1) hükmü içe-
risinde yer al rlar.
Dolay s yla tasavvufun maksad olan mânevî olgunlu un, bir bak ma Pey-
gamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ n insanlarda gerçekle tirmek istedi i gâyenin
tezâhürü oldu u söylenebilir. Mâlum oldu u üzere bu gâye de, insanlar îmân ze-
mîninde nefsânî ve kötü huylardan kurtar p, ahlâk- hamîdeye yâni mânevî olgun-
lu a ve güzel huylara yükseltebilmektir.
Bir hadîs-i kudsîde Cenâb- Hak öyle buyurur:
“Bu, benim zât m için râz oldu.um bir dindir. Bu dîne yak an da ancak
cömertlik ve güzel ahlâkt r. Bu dîne tâbî olma nîmeti size lutfedildi.i müddetçe,
onu bu iki hasletle yüceltiniz.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, 20)
Bu itibarla da tasavvuf güzel ahlâk ; yâni merhamet, efkat, cömertlik, af-
fedebilme, ükür gibi ulvî hasletleri müminde bir lezzet hâline getirebilmektir.
Yine tasavvufta gâye, istîdâd olanlar zühd ve takvâ yolunda istîdâdlar
nisbetinde tekâmül ettirerek insan- kâmil, mükerrem insan, kendini ve Rabbini
hakk yla bilen, Hakk’a yak nl k ne vesini tadan, nefsin dü manl klar na mukâve-
metle Rabb’e dost olan insan olma yolunda merhaleler kat etmeye te vik etmektir.
Kur’ân- Kerîm’de:
“Biz emâneti, göklere, yere ve da lara teklif ettik de onlar bunu yük-
lenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Do -
rusu o, çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) âyetinde buyuruldu u üzere f sk
içinde bocalayan insan “zulm” ve “cehâlet” s fat ndan kurtar p kâmil insan hü-
viyetine kavu turmakt r. “Zulm”ün z dd “adl”dir. Yâni kulun amelinin sâlih ol-
mas d r. “Cehl”in z dd ise “ilim”dir. Gerçek âlim olabilmek için zâhirî ilme oldu-
u kadar, bât nî ilme de sâhib olmak gerekir.
,mam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-:
“Veresetü’l-enbiyâ, zâhir ve bât n (kalbî) ilme sâhip olanlard r.” buyur-
mu tur.
,nsan n kurtulu a ermesi, nefsindeki kötü s fatlardan ar nmas na, böylece
amellerinin “amel-i sâlih”e, ilminin de ahsiyet kazanmas na, yâni “irfan”a dönü -
mesine ba l d r. , te tasavvuf, bunu temin edebilecek âdâb ve erkân n kavran p
ya anmas n gâye edinir.
Bu gâyeyi gerçekle tiren evliyâ, yani Cenâb- Hakk’ n kendisine dost
edindi i velîleri, îmân ve takvâda kemâli ya ayan müstesnâ insanlard r. Cenâb-
Hak onlardan öyle bahseder:

Sh]Il`®sS Kc]IUiSjSH Kc]InSM¸ SLsF·b̀c Sh]IUSŽK•sS KfI¤ S‘SH KfF”OK SaS• [µK]Sz S‘ FNŒabc ¶iSOFbKHS_ h̀F• ‘S_
“Bilesiniz ki, Allâh’!n dostlar!na korku yoktur. Onlar, mahzun da ol-
mayacaklard!r. Onlar îmân edip de takvâya ermi& olanlard!r.” (Yûnus, 62-63)
Kalbde tezâhür eden îmân, kulu bütün bât l inançlardan kurtar p Hakk’a
yakla t r rken, takvâ da kalbi mâsivâdan ar nd r r. Böyle bir kulun kalbi art k bir
nazargâh- ilâhî vasf n kazan r. ,lâhî hikmet ve esrâr n tecellî mekân olur.
E. TASAVVUFUN LÜZÛMU

Tasavvuf, dînin kalbî hayat ve özüdür. T pk bir meyveyi makbul ve lez-


zetli k lan içindeki özsuyu gibidir.
Bilindi i gibi insan n beden ve rûh olmak üzere iki yönü vard r. Bunlar n
her ikisinin de f trata ba l olan talepleri mevcuttur. ,slâm, yarat l tan gelen bu
temâyülleri inkâr etmez. Onlar birer vâk a olarak kabul eder. Ortaya koydu u te-
mel ölçüler çerçevesinde makbûl olan temâyülleri inki âf ettirmeye, merdûd olan-
lar n ise, asgarî hadde indirmeye veya makbûl bir gâyenin emrine sokmaya çal -
r.
,nsan, âyet kendine bedenî îcâb ve ihtiyaçlar çerçevesinde bir dünyâ kura-
rak ulvîliklere âit rûhî taleplerini bast rmaya kalk rsa huzûr ve sükûna kavu ma-
s imkâns z hâle gelir. Dîn, insana madde ile mânâ aras nda bir denge program
takdîm eder. ,nsan bir taraftan mânevî iklîme yönlendirirken di er taraftan maddî
âlemin îcaplar n da reddetmez. ,nsan n maddî temâyüllerine mücerred bir mânâ
ve ulvî bir gâye katar. ,nsan, s rf ten plan nda kal p her eyi materyalist bir nazarla
seyrederse, en mücerred bir hâdiseyi bile mü ahhas ve rûhsuz kal plar hâlinde gö-
rür. Asl nda tasavvufa îtirazlar n temelinde yatan ba l ca temâyüllerden biri de
budur.
Hakîkaten insan idrâki, maddî ve mü ahhas varl klar kadar, mânevî s rlar
ve mücerred hakîkatlere de meclûbdur. Bu sebeple bütün i , insan n maddî yap s
gibi rûhunun da tatmin olup olmad nda dü ümlenmektedir. Bugün maddî refâ-
h n zirvesindeki Bat , rûhî buhranlar ve ahlâkî çöküntüler içerisinde ateizme sü-
rüklenmektedir. Hattâ Hristiyanl n merkezi Roma’da bile pek çok ateist mev-
cuddur. Çünkü bu insanlar, rûhî açl klar n tatminden mahrumdurlar. Bunun teme-
linde ise ilâhî menbâ ile kalbî irtibat n kopmu olmas bulunmaktad r. Zîrâ insan
eliyle tahrîf edilip, be erî müdâhaleyle ekillendirilen dîn, ilâhî berrakl n yitir-
di inden, art k kalb huzûruna medâr olacak rûhî muhtevân n çok uza nda kal-
m t r. Bu sebeple de dînin heyecân n duyamayan kalbler, huzûr ve sükûna hasret
kalmaktad r.
Dînin vecdinden, yâni mânevî heyecândan mahrûm bir insan, en muazzam
bir rûhî hâdiseye bile maddeci bir gözle bak p i i sâdece ekil plan na dökmeye
çal r. Böylece kupkuru ve içi bo alt lm bir dîn anlay ortaya koyar.
Tasavvuf ise, insan rûha yöneltir. Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin
yolu açar. Hakîkaten dinin, insan rûhunu tatmîn eden mânevî cephesi ortadan kal-
d r ld nda o, s rf fayda üzerine kurulu be erî sistemler derekesine indirilmi
olur. Bu takdîrde ibâdet ve kulluk hayât n n sâdece zâhirî ve dünyevî menfaat yö-
nüne de er verilip onun as l gâyesi olan kalbî istifâdesinden mahrum kal n r. Me-
selâ namaz bir antrenman, oruç perhiz, zekât sosyal yard mla ma gibi menfaat
plan na ta narak bu gibi tâlî faydalarla as l gâye bertaraf edilmi olur. Ya da kul-
luk ve ibâdetlerin edâs için gerekli olan artlar n s rf zâhirî k sm nda kal n r. Bu-
nun ise dînin özünden uzak ve gayr-i ,slâmî bir anlay husûle getirece i, insan
rûhunun ihtiyâçlar na cevap veremeyece i ve f trî olan din duygusunu tatmîn ede-
meyece i â ikârd r. Dînî vazîfelere kalbî bir derinlik kazand rman n yolu tasavvu-
fî terbiyedir. ,nsanlar, dinde derinli e eri ebilmek için birtak m aray lara yönel-
mi ler ve netîcede tasavvufî terbiyeye ula m lard r.

Ayr ca varl klar, en basitten en mükemmele do ru bir s ralamaya tâbî tu-


tuldu unda zirveyi, “insan” te kîl eder. ,nsanlar n da -f trî sermâyeye dayanan- is-
tîdâd ve iktidarlar çok muhtelif seviyeler arz eder. Bu da dünya hayat nda ictimâî
âhengin sa lanabilmesi için zarûrîdir.
Cenâb- Hak, murâd- ilâhîsinin muktezâs olarak insanlar zâhirî istîdâdla-
r gibi, mânevî istîdâdlar itibâriyle de muhtelif seviyelerde yaratm t r. Kullar n-
dan tâkat fazlas n istemedi i gibi verdi i istîdâd nisbetinde de onlar mes’ûl k l-
m t r.
Rahmeti gazab ndan çok olan Allâh Teâlâ’n n nihâyetsiz merhameti, bütün
mahlûkâta âmildir. Bu sebeple Cenâb- Hak, bütün insanl n mükellef bulundu-
u dînî teklîfleri takdir ve tâyin ederken asgarî seviyeyi esas alm t r. Yâni, en
âciz ferdin dahî tâkat getirebilece i bir seviye ile tahdîd buyurmu tur. Fakat, umû-
ma âit mükellefiyetlerden daha fazlas n yerine getirmeye f traten kudret, i tihâ ve
istîdâd olan kimselere mânevî inki âf kap s n kapatmak, ilâhî adâlete ayk r dü-
ece inden, böyleleri için de rûhî ihtiyaçlar istikâmetinde bir yolun mevcûd ol-
mas tabiî ve zarûrîdir. Yâni bu, er’î vazîfelere ilâveten bir de kalb âleminde yük-
selme istîdad olan müminlere zühd, takvâ ve ihsân ile mesâfe almay sa layacak
bir yolun aç k tutulmas ndan ibarettir. Bu yol ise, bilindi i üzere tasavvuftur.
Bu gerçekler de, tasavvufun lüzûmunun aklî ve dînî mesnedlerindendir.

Kalbin itminâna ermesi, yâni huzûr, sükûn ve saâdete kavu mas , mânen
ula t seviyeye ba l d r. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi
îcâb eder. Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolmas , dînin yüksek hakîkatlerine muttalî
olmas ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtak m ameliyeler netîcesin-
de mümkün olabilir.
Nitekim be eriyyete nümûne olarak gönderilen peygamberler bile, vahye
muhâtap olmadan önce bir haz rl k döneminden geçirilmi lerdir. Zîrâ kalbin, latîf
mânevî tecellîleri al c hâle gelmesi için kesâfetten ar nmas , hassâsiyet kazanmas
ve belli bir k vâma ula mas gerekmektedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sel-
lem-, daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hira ma aras nda îtikâfa16

16
Îtikâf: Bir yere kapan p, vakti ibâdetle geçirmek. Bilhassa Ramazan’ n son on gününde câmiye kapanarak
kendini ibâdete vermek.
çekilirdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb- Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr-i Sî-
nâ’da k rk gün, bir nevî riyâzata girmi ti. Yusuf -aleyhisselâm-, M s r’a sultân ol-
madan önce on iki sene zindanda kald . Orada çile, riyâzât, mücâhede ve me ak-
katin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allâh’tan gayr bü-
tün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen kesildi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’a ç kmadan evvel ,n irah
Sûresi’nin s rr na mazhar oldu. Sadr aç larak kalb-i erîfleri y kand . ,lim ve hik-
metin rûhâniyetiyle dolduruldu. Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle
kar la acak, be erî kesâfetle görülemeyecek esrâr- ilâhîyi ve de i ik, latîf man-
zaralar seyredecekti.
Hâlbuki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmi geçmi bütün in-
sanlar n en temiz kalblisi idi. Bunu kâfirler bile kabul ediyorlard . Buna ra men
Âlemlerin Rabbi’nin saltanât ve esrâr- ilâhîsi kendisine gösterilece i için tekrar
mânevî bir ameliyeden geçirildi. “ˆakk- Sad r”17 hâdisesi vâkî oldu. , te bu da,
kalbî hayat n ehemmiyetini ifâde eder. ,smet, yâni günah i lememek s fat yla mü-
cehhez olan Peygamberler bile, latîf olduklar hâlde ilâhî huzûra kabul için bir
kalb tasfiyesinden geçirilmi tir.
Allâh’ n seçkin kullar olan Peygamberler dahî kalb tasfiyesinden geçirilir-
se, di er insanlar n kalbî ar nmaya ne denli muhtaç oldu u ortaya ç kar. Zîrâ kesîf
bir kalb ile, Latîf’e yakla lamaz. Burnu duyars zla m birisi gülün, karanfilin
kokusundan bir hisse alamaz. Bu ulu bir camdan net bir manzara seyredilemez.
Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyetinin ziyâdele erek ilâhî s r ve hikmet-
leri al c hâle gelmesi için kesâfetten ar nmas , letâfete bürünmesi zarûrîdir.
Cenâb- Hak:
“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm
(tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ...” (e -ˆuarâ, 88-89) buyurmu tur.
Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiye ile sâfiyet kazanmas -
na ba l d r.
Denizin kumsalla birle ti i yerde, kumlar aras nda, tornadan ç km gibi
pürüzsüz ta lar bulunur. As rlarca dalgalar taraf ndan dövüle dövüle pürüzlerin-
den ar nm , cilâlanm , p r l p r l olmu , ayr ca granit gibi de sa lamla m t r.
Ham bir p rlanta mâdeni de kesilip biçilmeden, üzerinde birçok b çak dar-
besi ve usta mahâreti i lemeden o parlakl k ve effafl kazanamaz. Bir gram alt -
n elde etmek için belki bir ton topra elemek îcâb eder. Yâni her varl k bir çe it
terbiye ve incelmenin netîcesinde k ymet kazanmaktad r.

17
1akk-! Sad!r: Fahr-i Kâinât Efendimiz’e melekler taraf ndan uygulanm olan ve “ erh-i sadr” da denilen bu
ameliye, ilâhî nûr ve sekînetle gö sün yar l p aç lmas ve geni lemesidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-, ilki çocuk ya ta, di eri de Mirâc’a ç kmadan önce olmak üzere iki kez erh-i sadra nâil olmu tur.
Âyet-i kerîmede Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e uygulanan bu ameliyeye:
“Biz senin için gö sünü aç!p geni&letmedik mi?” (el-,n irah, 1) buyurularak i aret edilmi tir.
, te kalb de âyette buyurulan “selîm” vasf na kavu abilmesi için mânevî
terbiyeye muhtaçt r.
Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, so uk demir gibidir. Onun arzu edilen
ekli alabilmesi için evvelâ ate te tavlanmas , paslar ndan kirlerinden ar nmas ,
kat l ktan ç k p yumu amas ve dövülmesi gerekmektedir. Ancak bu merhaleler-
den sonra arzu edilen ekli al c hâle gelebilir. T pk bunun gibi bütün bu ameliye-
ler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekle emez. Kalbî kemâlât gerçekle tik-
ten sonra ise ba gözüyle görülemeyen, ak lla idrâk edilemeyen hakîkatler âlemi,
bir zevk hâlinde kavran r ve kalben hissedilir. Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti
olgunla t rmak gerekmektedir.
Meselâ, s radan biri denedi inde belki kemiklerinin k r lmas na sebep ola-
cak bir hareketi, uzun antrenmanlar netîcesinde bir sporcu kolayl kla yapabilmek-
tedir. Bu, vücûdun bütün gücünü tek noktada teksîf etmenin bir netîcesidir. Bunun
gibi kalbin de Cenâb- Hakk’ n zikri ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
’in muhabbetinde yo unla p güçlenmesi îcâb eder.
Cenâb- Hak, âyet-i kerîmede:

KfI”I¦]IaI‚ KQSaFqHS INŒabc SrjF yI cSyF• SLsF·b̀c Sh]InFM¹K IpKbc iSpÙF•


Sh]Iaj̀S]S®Ss KfF”ª¦SJ ESaS•HS iwUiSpsF• KfI”K•S„cSº INI•iSs¸ KfF”OK aSS• KQSOaFI• cSyF•SH
“Gerçek müminler ancak, Allâh an!ld! ! zaman yürekleri titreyen,
kendilerine Allâh’!n âyetleri okundu unda îmanlar! artan ve yaln!z Rableri-
ne dayan!p güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2) buyurur.
Kalblerin bu hâle gelmesi için mâsiyetten ar nmas , mânen olgunla mas
zarûrîdir. Zîrâ kesâfet dolu ham bir kalbin Allâh ile lây k yla irtibât mümkün de-
ildir.
Bir ilkokul çocu u, hukuk talebesine okutulan kitaplardan bir ey anlaya-
maz. Çünkü zihin henüz o k vâma ve olgunlu a ermemi tir. Daha y llar sürecek
bir tahsîle muhtaçt r. Bunun gibi kalbin de bir tâlim ve terbiyesi vard r. Kesâfetle
dolu, ar nmam bir kalbin Allâh’a vuslat yolunun inceliklerini idrâk etmesi çok
zordur.
Kulun Allâh kat ndaki makbûliyyeti daha ziyâde kalbî inki âfa ba l oldu-
undan, kalbin kemâle ermesi için ba l ba na bir mânevî e itime ihtiyaç vard r.
Bu e itimin ad ysa, tasavvuftur.
Hakîkaten bütün i kalbde dü ümleniyor ve Cenâb- Hak, ibâdet ve davra-
n larda daha ziyâde kalbin hangi vas fta oldu una ehemmiyet veriyor.
Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allâh Teâlâ, sizin bedenlerinize ve görünü lerinize de.il, ancak kalbleri-
nize bakar.” (Müslim, Birr, 33) buyurmu tur.
Meselâ Allâh için ibâdet ve hizmetlerde kuvvet olmas kasd ile yemek ye-
nirse, o dahî ibâdet hükmüne girer. Çoluk-çocu unun r zk n helâlinden kazanmak
için çal an bir ki i, att her ad mda sevap kazan r. Çünkü kalbin ameli olan ni-
yet hay rl d r.
Giyim-ku am da bunun gibidir. Meselâ, sar k sarmak sünnet-i seniyyeden-
dir. Fakat sar k saran kimse, kalbî hayat n inki âf ettirmeli, efkat, merhamet gibi
ahlâkî vas flarla bu eklî sünneti temsil liyâkatine kavu mal d r. Aksi hâlde sâde-
ce ekil yeterli olmad gibi ki iyi ucba da sevkedebilir.

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Dervi lik olayd tâc ile h rka


Biz dahi al rd k otuza k rka

Yine bunun gibi, ,slâm’da tesettür, yâni kad n n örtünmesi artt r. Fakat
onun eklen mestûre oldu u gibi rûhen de mestûre olmas lâz md r. E er d kal p
tesettürlü, fakat rûh ç plak, yâni gâfil ve hoyrat ise artlar n zorlad veya nefsin
f rsat buldu u anda o tesettür biter. Ayr ca kad n n, örtüsünün alt nda kad nl k
misyonunu kaybetmemesi lâz md r. Çünkü kad na evin tanzîmi ve zürriyet emâ-
net edilmi tir. Onun için her hususta kalbî hayat çok önemlidir. Tabiî ki eklin de
kalbî hayatla beraber olmas gerekir. Bir insan Allâh’ n koydu u tesettür hudutla-
r n n d na ç kamaz. Fakat s rf tesettür de her ey de ildir; ilâhî emirlerin yaln z
bir bölümüdür.
Meselâ, câmi yapt rmak da çok büyük bir hasenâtt r. Fakat câmi yapt ran
kimsede kalbî olgunluk yoksa, gurur ve kibir içinde, “ben yap yorum, ben ediyo-
rum” diye övünme ve kendini be enme hâlleri beliriyorsa, -Allâh korusun- onun
bu büyük hayr küçülüverir. Zîrâ “ben” diyeni Hak Teâlâ küçültür, zelîl eder. “Bu
Senin lutfundur, yâ Rabbî!” diyeni ise yüceltir. Onun için insan n davran lar n
makbûl k lan, kalbî hassâsiyetleridir.
Bu yüzden, her davran n bir ibâdet vecdiyle, her ibâdetin de kalbî bir rik-
kat ile îfâ edilebilmesi yolunda, kalbi terbiye etmek demek olan tasavvufun insan
hayat ndaki önemi hiçbir zaman inkâr edilemez. Hakîkaten ibâdetlerin birbirini ta-
mamlayan ekil ve rûh olmak üzere iki yönü vard r. Cenâb- Hak Kur’ân- Ke-
rîm’de ibâdetlerin zâhirî artlar n , rekatlar n vs. bildirmez. Onlar n hangi rûhî
keyfiyet ve kalbî hassâsiyetle edâ edilece ini bildirir. ,bâdetlerin sûretiyle ilgili
taraf n ise sünnet-i seniyye ile ö renebiliriz.

,bâdetlerin zâhirî k sm n , münâf kba Abdullâh bin Übey bin Selûl de ya-
pard . Mescid-i Nebevî’ye gelir ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ar-
kas nda eklen namaz k lard . Yâni ibâdetlerin sûret k sm n bir münâf k bile ya-
pabilir. Bu da gösteriyor ki; s rf eklen yap lan ibâdetlerin Allâh kat nda hiçbir de-
eri yoktur. ,bâdetin makbûl olmas , ekil ile rûhun mü terekli ine ba l d r.
Nitekim ,slâm’ n artlar ndan namaz, oruç, zekât ve hac ile ilgili âyet ve
hadîsler umûmî olarak incelendi inde bu gerçe i görmek hiç de zor de ildir. Bun-
lardan namaz ibâdetiyle ilgili olarak bir âyet-i kerîmede:
“... Muhakkak ki namaz, hayâs!zl!ktan ve kötülükten al!koyar...” (el-An-
kebut, 45) buyurulmu tur. Fakat bir kimse namaz k ld hâlde kötülüklerden sak na-
m yorsa, o namaz, “hu û” ile k l namam demektir.
Kalbleri hu ûdan mahrûm olarak s rf sûret muhtevâs nda namaz k lanlar
hakk nda Cenâb- Hak:
“Yaz!klar olsun o namaz k!lanlara ki, onlar namaz! gâfilâne k!larlar.”
(el-Mâûn, 4-5) buyurmu tur.

Yine di er bir âyet-i kerîmede:


“(Ancak) namazlar!nda hu&û sâhibi olan müminler gerçekten kurtulu-
&a ermi&tir...” (el-Mü’minûn, 1-2) buyurulur.
Âyet-i kerîmeler muktezâs nca, kurtulu a eren müminlerin vas flar ndan
biri de namaz hû û ile k lmalar d r. Namaz n kâmil mânâda edâ edilebilmesi için
zâhirî ve bât nî bütün artlar n n yerine getirilmesi lâz md r. ,ki ki i ayn zaman
ve mekânda ayn namaz k larlar, fakat bu iki namaz n aras nda yer ile gök aras n-
daki kadar fark vard r.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Bir kimse namaz k lar; fakat namaz n n yar s , üçte biri, dörtte biri, be te
biri, alt da biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri ken-
disi için yaz l r.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 321) buyurmas da namazda riâyet edilmesi
gereken kalbî keyfiyete i âret etmektedir.
Cenâb- Hak, Kur’ân- Kerîm’de müminlerin vas flar n sayarken:
“Ve onlar ki, namazlar!na devam ederler.” (el-Mü’minûn, 9) buyurur.
Hazret-i Mevlânâ bu âyet-i kerîme hakk nda zâhirî mânâya ilâveten bir de
i ârî olarak;
“Namazdan sonra da namazdaki hâllerine devâm ederler.” buyurur ve
öyle der:
“Bize do.ru yolu gösteren, bizi kötülükten al koyan namaz, günde be va-
kit k l n r. Hâlbuki â klar dâimâ namazdad rlar. Zîrâ â klar n gönüllerindeki
a k ve ci.erlerini kavuran o ilâhî muhabbet, ne be vakitle yat r, ne de be yüz
bin vakitle geçip gider.”
Gönlü gafletten uyanm Hak â klar n n namaz n Yûnus Emre Hazretleri
ise öyle tasvîr eder:
A k imâmd r bize; gönül cemâat
Dost yüzü k bledir; dâimdir salât
Gerçekten bir namaz n k l nma süresi takrîben on-onbe dakikad r. Sonra-
s nda ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâz md r. Zîrâ muhâfaza edile-
meyen kalb gaflete dalar; bir zaman sonra f ska ve hattâ -Allâh korusun- küfre bi-
le kayabilir. Bu sebeple ki i, namaz d nda dahî kalbini Cenâb- Hak’la me gûl
etmeli, O’ndan gâfil olmamal d r.
Ehl-i gaflet ise, namaz n d ndaki vakitler bir yana, namazda bile kalbini
toparlamaktan, huzûr-i ilâhîde ha yetle boyun bükebilmekten mahrumdur. Nite-
kim bu hususu ifâde bâb nda u k ssa pek ibretlidir:
Kemâlât yolunda ilerleyen bir dervi , gece vakti mescitte namaz k l yordu.
Ya mur ya maya ba lad . Dervi in gönlü namazda bir an için evine yöneldi. O
anda içinden bir ses onu öyle uyard :
“– Ey dervi ! K ld n bu namazla bizim için bir ey yapm olmuyorsun!
Zîrâ sendeki güzel olan (gönlünü) evine gönderdin, buradaysa bedenini b rak-
t n!..”
Bir hadîs-i erîfte öyle buyurulur:
“Nice gece namaz k lanlar vard r ki, onlar n k ld klar namazdan nasiple-
ri uykusuz kalmaktan ibârettir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373)
Netîcede bütün i , dönüp dola p kalbî olgunluk ihtiyâc na dayanmaktad r.
Oruç ibâdetinde de durum, namazdan farkl de ildir. Yâni orucun, hem zâ-
hirî, hem de bât nî esaslar na riâyetle tutulmas gerekmektedir.
Oruç, günahlar silip süpüren bir ibâdettir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-:
“Kim fazîletine inanarak ve kar l . n Allâh’tan bekleyerek Ramazan oru-
cunu tutarsa, geçmi günahlar ba. lan r.” (Buhârî, Savm, 6) buyurur.
Orucun gâyesi, açl k çektirmek de ildir. Cenâb- Hak:
“Ey îmân edenler! Oruç sizden önce gelip geçen ümmetlere farz k!l!n-
d! ! gibi size de farz k!l!nm!&t!r. Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara,
183) âyet-i kerîmesiyle, oruçtan gâyenin takvâya ermek oldu unu ifâde buyurmu -

tur.
Bu bak mdan oruç, sadece mîdenin de il, bütün uzuvlarla birlikte kalbin
de orucudur. Kalb, Allâh’ n verdi i nimetlerin kadrini tefekkür ederek, orucun rû-
hânî derinli ine nüfûz etmelidir.
Oruç, insanda merhamet, efkat gibi hisleri inki âf ettiren mânevî bir e i-
timdir. Oruç tutan insanda bu his ve dü ünceler galeyâna gelmiyorsa, oruç sûretâ
tutuluyor demektir. Hele bu ibâdet esnâs nda dedikodu ve g ybet yapmak, onun
feyiz ve sevâb n imhâ etmektir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Nice oruç tutanlar vard r ki, tuttuklar oruçtan onlara kalan sadece açl k
ve susuzluktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373) buyurmu tur.
Bu da gösteriyor ki oruçta da kalbî ve rûhî hayata ihtiyaç vard r.
Müminin di ergaml k tezâhürü olan zekât ibâdetinde de kalbî hassâsiyet
büyük önem arz etmektedir.
Cenâb- Hak, Kur’ân- Kerîm’de müminlerin vas flar n sayarken:
“Onlar!n mallar!nda, (ihtiyâc n arz edebilen) sâile ve (hâlini arz edeme-
yen) mahruma bir hak vard!r.” (ez-Zâriyât, 19) buyurmu tur.
E er bir müminin rûhî yap s güçlü ise, mal n n zekât n verirken, sanki
kendi mal n de il de muhtâc n ve mahrûmun kendi mal nda var olan hissesini iâ-
de ediyormu ças na tabiî, memnûn ve hattâ müte ekkir bir ekilde vererek zekât n
hakîkî fazîletine vâs l olur. Çünkü alan ah s, veren ahs n farz bir ibâdetini yerine
getirmesine yard m etmektedir. Kendisinin kazâ ve belâlardan korunmas na, âhi-
ret nîmetlerine nâil olmas na vesîle olmaktad r.
Kâmil bir mümin;
“Muhakkak ki sadaka, muhtac n eline geçmeden evvel Allâh’ n (kudret)
eline geçer.” (Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, IX, 109)18 hadîs-i erîfinin s rr na mazhar olabilmek
için, verdi i mal hakîkatte Allâh Teâlâ’n n kudret eline b rakt n n firâsetiyle
hareket eder. Bu da, zekât ibâdetinin kemâlini sa layan derûnî bir zemindir.
Tabiî ki bu nezâket de kalbî olgunlukla mümkündür. Hattâ büyüklerimiz;
infâk ederken, infâk ettikleri eyi güzelce süsleyip paket yaparak îtinâ ile vermi -
lerdir. Çünkü infâk, önce Allâh’a ula acak, daha sonra muhtaç kula intikâl ede-
cektir. Bunlar, ,slâm’ kalbî rikkat ve nezâketle ya aman n zarîf tezâhürleridir.
Cenâb- Hak, “... Sadakalar! Allâh al!r...” (et-Tevbe, 104) buyurmak sûretiyle
infakta gösterilmesi gereken bu edeb ve nezâkete i âret etmektedir.
Di er taraftan bu kalbî hassâsiyetlerden mahrûm bir ekilde, ka kla verip
sap yla gözünü ç kar rcas na insan rencide edici bir üslûb ile vermek, yap lan in-
fâk n ecrini kendi eliyle imhâ etmektir. Çünkü ,slâm, nâdân, hodgâm ve kaba bir
insan tipini reddeder. Müslüman hassas, nâzik, rakîk bir insand r. Bunlar ise hep
kalbî seviyeye ba l d r.
Bu kalbî incelikler hac ibâdetinde daha da öne ç kar. Hac zâhiren eklî ve
bedenî taraf a r basan bir ibâdet görünümündedir. ,hrâm, tavaf, Arafat’ta vakfe,
kurban kesmek, Müzdelife’ye gitmek gibi. Bunlar ise, hacc n sâdece sûret taraf -
d r. Hacc n mânevî yap s na bak ld nda ise, k yâmetin ve mah er gününün hat r-
lanmas , ilâhî hesab n tefekkürü, geçen ömrün muhasebesi görülür.
Müminler câmide, makâm-mevkî, zengin-fakir ayr m gözetmeksizin ayn
safta, omuz omuza namaz k larlar. Bununla birlikte giyim ve ku amlar na bakarak
onlar n ictimâî hayattaki mevkîlerini ve refah seviyelerini az çok anlamak müm-
kündür. Fakat hacda bu bile yoktur. Milyonlarca insan âdetâ beyaz bir kefene bü-
rünmü , dünyevî rütbe ve apolet farkl l tamamen ortadan kalkm t r. Hac lar
kalbî bir inceli e, zerâfete ve duygu zenginli ine yönlendirilmi tir. Öyle ki ihram-
l yken bâz me rû eyler bile yasak hâle gelmi tir. Meselâ, ot koparmak, hayvan
öldürmek, av avlamak, hattâ avc ya av göstermek bile yasaklanm t r. Bo konu -
malar ve gereksiz me gûliyetler men edilmi , böylece kalb hassâsiyetinin yüksek
bir seviye kazanmas hedeflenmi tir.

18
Ayr ca benzer rivayet için bkz. Buhârî, Tevhîd, 23.
Kurban ibâdeti de zâhiren mü ahhas bir faâliyeti gerektirir. Fakat di er
ibâdetlerde oldu u gibi kurban da makbûl k lan, kalbin ameli olan niyettir. Bu
husustaki fermân- ilâhî çok nettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

KfIgnFM ¼S]Kl`®bc INIbiSnSs KLFg¯SbSH iS¤I»iSM„F S‘SH iS”IM]I•Ib SNàbc SdiSnsS LSb
“Onlar!n ne etleri ne de kanlar! Allâh’a ula&!r; fakat O’na sadece tak-
vân!z ula&!r.” (el-Hacc, 37)
Âyet-i kerîmeden de anla laca üzere kurban kesmedi i takdirde etraf n
ay plamas ndan korkarak veya buna benzer dü üncelerle kurban kesenlerin,
bununla Cenâb- Hakk’ n r zâs n tahsîl etmeleri mümkün de ildir.
Nitekim Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ n o ullar ndan Kâbil’in, yasak
savma kabîlinden sundu u kurban n n kabul edilmemesi, buna kar l k, Hâbil’in
samîmiyetle Allâh’a sundu u kurban n makbul olmas , bu gerçe in di er bir âhi-
didir.
Bu hâdise Kur’ân- Kerîm’de öyle anlat l r:
“Onlara, Âdem’in iki o lunun haberini gerçek olarak anlat: Hani bi-
rer kurban takdim etmi&lerdi de birisinden kabul edilmi&, di erinden ise ka-
bul edilmemi&ti. (Kurban kabul edilmeyen karde , k skançl k yüzünden), «– An-
dolsun seni öldürece im» dedi. Di eri de «Allâh ancak takvâ sahiplerinden
kabul eder.» dedi.” (el-Mâide, 27)

Bütün bunlardan da anla laca üzere ibâdetlerin “makbûl”, amellerin


“sâlih” vasfa kavu abilmesi, ancak kalbî olgunluk ve dirâyetle mümkün olabil-
mektedir. O takdirde her eyden önce mânevî terbiye ile kalbin tasfiye edilmesi-
nin elzem oldu u gerçe i hâs l olmaktad r.
Ancak bunun mânâs n iyi anlamak îcâb eder. Çünkü hu û ve takvâ ile ibâ-
det yapamama endi esi ve riyâ tehlikesi sebebiyle, -kusurlu da olsa- yap lmakta
olan amelleri terk etmek, aslâ do ru olmaz. Yap lan amelleri terk etmek de il, on-
lar mümkün oldu unca ihlâs, hu û ve takvâ gibi kalbî hassâsiyetlerle kemâle er-
dirmeye gayret etmek lâz md r. Çünkü mâneviyat yolu çetinliklerle doludur. Nef-
sânî temâyüllerle mücâdeleyi gerektirir. Netîceye birdenbire ve basit bir ekilde
ula lamaz. Hu û, mânevî yükseli te bir zirvedir. Zirveye t rmanmak ise, ad m
ad md r. Bu yolda hem be erî irâdeyi kullanmak ve hem de Cenâb- Hakk’ n lutuf
ve keremini niyâz etmek lâz md r.
Amellerin keyfiyetini kalbin istikâmeti tâyin etti inden; kalbe kâmil bir is-
tikâmet kazand rmay hedefleyen tasavvufun lüzûmu apaç k ortadad r. Bu bak m-
dan, yüce dînimizi kuru bir kâideler manzûmesi olarak görmek ve bu ekilde tak-
dîm etmek arzusunda olan kimi çevrelerin tasavvufu red yönündeki ç rp n lar
hayli mânidard r.
Hatâ, yanl l k ve istismarlar, her sahada oldu u gibi dînî ilimlerde de vâkî
olabilir. Bunlar, ehli taraf ndan gâyet kolay bir sûrette temyîz edilebilir. Fakat bu
hatâ ve istismarlar , -kas tl olarak- s rf dînin kalbî hayat demek olan tasavvuf il-
mine münhas rm gibi göstererek onu red ve inkâr etmek, be erî olan zaaf ve ku-
surlar dîn veya tasavvufun asl na mâletmek gibi bir mant ks zl n eseridir. Yâni,
süflî arzular için tasavvufu istismâr edenlerin mevcûdiyeti sebebiyle di er tarafta
istikâmet üzere devâm eden tasavvuf anlay n da reddetmenin hiçbir mant kî îzâ-
h olamaz. Bu durum, t pk t p ilmini yanl gâyeler için kullanan kimseler var di-
ye, o ilmi tümden redde kalk maya benzer. Böyle bir anlay ise, ya çok gâfilce
ya da ard niyetli bir dü üncenin mahsûlüdür.
Tasavvufu ya ad n zanneden birtak m liyâkatsiz veya kötü niyetli insan-
lar n tatbikât na bakarak onu anlamak imkâns zd r. Zîrâ tasavvuf, her kantar n çe-
kebilece i bir yük olmad ndan, ehil olmayan kimselerin davran lar nda ortaya
ç kan muhtevâ ile i in asl aras ndaki muazzam fark, insaf ve mant k ölçüleriyle
bak ld nda sathî bir nazarla bile kavranabilir.
Tasavvufu, kaba ölçülerle anlamak imkâns zd r. Zîrâ tasavvuf, gönül ufku-
na âit bir hâdise olup temel harc a k ve muhabbettir. Muhabbetten nasîbsiz kim-
selere o ne kadar anlat lsa fayda vermez. Bu, t pk do u tan gözleri görmeyen bir
insana renk târif etmek gibi faydas z bir çaba olur.
,nsan, ne kadar kendi iç âleminin tefekküründen uzakla rsa, o nisbette
otomat ve taklitçi olmaya mahkûmdur. ,çindeki rûhânî âleme güçlü olarak dala-
mayan, onu tan mayan ve feyz mahrûmu bir insan, etrâf ndakileri taklîd eder.
Umûmî cereyâna kendini kapt r r. Bir ahsiyet ve karakter vaz edemez.
,lâhî vuslata nâiliyet, gönlü servet, öhret ve dünyevî endi elerden vazge-
çirebilmekle mümkündür.

Tasavvuf, hakîkatte insan ilmidir. Âlemden s yr larak kendi rûhunda de-


rinle en insan, hikmet ve hakîkatler saray n n kap s na ula r. Kur’ân- Kerîm’i
anlayan ve onu gerçek îmân n yolu olarak ya ayanlar, hakîkî mutasavv flard r.
Mutasavv f, içinde bulundu u toplumun dînî ya ay ndan kendini Allâh’a kar
mes’ul hisseden insand r.
Hak dostlar ndan Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih
bir zât n cenâzesine i tirâk eder. Mevtâya telkinde bulunuldu u s rada Necmed-
din-i Kübrâ Hazretleri, tebessüm eder. Talebeleri, hocalar n n böyle bir anda te-
bessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret aç klamak istemez.
Fakat srâr edilince öyle der:
“– Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtân n kalbi ise dip-
diri. Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine taaccüp ettim.”
, te ilim ad na tasavvufu red ve inkâra kalkanlar n hâli de bir bak ma ölü-
nün diriye telkin vermesi kadar a lacak bir durumdur. Zîrâ dînî hayat n canl tu-
tulmas nda, gelecek nesillere intikâlinde, halk n ir âd nda ve ,slâm’ n tebli inde
târih boyunca ehl-i tasavvufun hizmet ve gayretlerindeki muvaffak yet gözler
önündedir.
Nitekim geçen asr n önde gelen ,slâm âlimlerinden Muhammed Hamidul-
lâh bu gerçe i öyle ifâde eder:
“Benim yeti me tarz m ak lc d r. Hukûkî çal ma ve incelemeler bana,
inand r c bir ekilde târif ve ispat edilemeyen her eyi reddettirmi tir. Muhakkak
ki ben, namaz, oruç vs. gibi ,slâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle de il, hukûkî
sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:
«Allâh benim Rabbimdir. Sâhibimdir. O bana bunlar yapmay emretmi -
tir. O hâlde yapmal y m. Bundan ba ka, hak ve vazîfe birbirine ba l d r. Allâh
bunlar ben istifâde edeyim diye bana emretmi tir; u hâlde ben ona ükretmekle
vazîfeliyim.»
Bat toplumunda, Paris gibi bir muhitte ya amaya ba lad m zamandan
beri hayretle görmekteyim ki, Hristiyanlar n ,slâmiyet’i kabulü; onlar ,slâm’
kabule sevk eden, f k h ve kelâm âlimlerinin görü leri de il, ,bn-i Arabî ve Mev-
lânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de ahsî mü âhedelerim olmu tur. ,slâmî bir
konuda benden bir îzah istendi i zaman, benim verdi im aklî delillere dayanan
cevap, soran tatmîn etmiyordu; fakat tasavvufî îzah meyvesini vermekte gecikmi-
yordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. ˆimdi inan yorum ki, Hülâ-
gu’nun yak p y kan istîlâlar ndan sonra Gazan Han zaman nda oldu u gibi, bugün
de en az ndan Avrupa ve Afrika’da ,slâm’a hizmet edecek olan, ne k l ç ne de
ak ld r; fakat kalb, yâni tasavvuftur.
Bu mü âhededen sonra, tasavvuf konusunda yaz lan bâz eserleri incele-
meye ba lad m. Bu, benim gönül gözümü açt . Anlad m ki; Hazret-i Peygamber
zaman ndaki tasavvuf ve büyük ,slâm mutasavv flar n n yolu, ne kelimeler üze-
rinde u ra mak ne de mânâs z eylerle me gûl olmakt r; fakat insan ile Allâh ara-
s ndaki en k sa yolda yürümektir, ahsiyetin geli tirilmesi yolunu aramakt r.
,nsan, kendisine yüklenen vazîfelerin sebeplerini ar yor. Mânevî sahada
maddî îzahlar bizi hedeften uzakla t rmaktad r; ancak mânevî îzahlard r ki insan
tatmîn etmektedir.”19
Bu ifâdelerden de anla laca üzere, Kur’ân ve sünnete mutâbakat mutlak
olan tasavvufu redde kalk mak, meyve veren a ac ta lamakt r ve vebâli a rd r.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“E.er burnun koku alam yorsa bâri güle kabahat bulma.”
Tasavvufun günümüzdeki ehemmiyetinin di er bir yönü de, onun, insanla-
r slâh husûsunda tâkip etti i metod ve üslûptur. ˆer’-i erîf, hem âhiret hem de

19
M. Aziz Lahbâbî, slâm >ahsiyetçili.i, Terc. ,. Hakk AKIN, s. 114-115, dipnot 8. ,st. 1972. Bu dipnot,
Muhammed Hamidullâh’ n mütercime yazd 27 Eylül 1967 târihli mektubun metnidir. (Mustafa Kara,
Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543’ten naklen.)
dünyâ için mükâfât ve mücâzât ile, insanlar istikâmetlendirmek gâyesini güder.
Tasavvuf ise sevgi, efkat ve muhabbeti kullan r. Zaman m zda insanlar, ekseri-
yetle dînden uzakla man n ve a r günahlar irtikâb etmenin rûhî bunal m içinde-
dirler. Böylelerine bir slâh ve kurtulu imkân sunman n af, müsâmaha ve efkat
yoluyla daha kolay ve daha ziyâde mümkün oldu unu hiç kimse inkâr edemez.
Bu bak mdan zamân m z, tasavvufî gerçekler kadar, onun usûlî kâidelerinin de
büyük bir ehemmiyet ta d bir devirdir. Nitekim, af, müsâmaha ve efkatle na-
zar edenlerin ülkemizde oldu u kadar, bat âleminde de mânevî fütûhata daha zi-
yâde muktedir ve muvaffak olduklar mü âhede edilmektedir. Akl n ve nefsin sul-
tas nda bunalan rûhlara, ,slâm’ ilâhî bir tesellî nefhas hâlinde sunmak için onla-
ra, cezâ vermek niyetiyle ve öfkeyle yakla mak yerine, efkat ve merhameti kul-
lanmak, her zaman daha feyizli bir metoddur.
Bu bak mdan, insanlar n ekseriyetle a r günahlar n zebûnu olmalar n ,
muhabbetsizlik (a ks zl k) eseri olarak telakkî eden tasavvuf, bu esas görü e göre
koydu u usûlî kâideler itibâriyle günümüzde ,slâmî tebli in en verimli bir vâs ta-
s n te kîl eder. Çünkü insanlar dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre, Bahâed-
din Nak ibend ve Mevlânâ misâli Hak dostlar n n muhabbet kuca n özlerler.
Bu hasret ve muhabbeti aksettirmesi bak m ndan u misâl âyân- dikkat-
tir:
Bir Mevlânâ â olan Pakistanl büyük mütefekkir Muhammed ,kbâl,
Türkiye’ye gelirken uça n Türk hava sahâs na girmesi ile birlikte aya a kalkm ,
bir müddet öylece beklemi ti. Yan ndakiler sordu:
“– Niçin böyle yapt n z?”
O da, u mânidar cevab verdi:
“– Bu topraklar, Hazret-i Mevlânâ’n n kabrinin bulundu u mübârek top-
raklard r ve bu mukaddes mekânda ya ayan millet de öyle bir millettir ki, y llarca
,slâm’ n muhaf zl n yapm t r. E er Türk milleti olmasayd , ,slâm, Arap yar -
madas nda hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde Hazret-i Mevlânâ’ya ve onun
necîb milletine kar sonsuz bir sayg ve ihtirâm vard r. , te bundan dolay , yâni
onlara hürmeten aya a kalkt m.”
Böylesi bir muhabbet, hayranl k ve ihtiram dolu bu misâl de gösteriyor ki,
tasavvufun yeti tirdi i ender ahsiyetlerden biri olan Hazret-i Mevlânâ’n n, vefa-
t ndan as rlar sonra bile ,kbâl gibi büyük bir mütefekkiri etkileyip onun ahsiyeti-
nin ekillenmesinde rol oynamas ve gönül âlemini a k, vecd, muhabbet, incelik,
letâfet, mârifet gibi yüce hasletlerle tezyin edebilmesi, bir bak ma tasavvufun lü-
zûmunu sergileyen müstesnâ bir hakîkattir. Öyle ki, do udan bat ya kadar nice
gönülleri kayna t ran, olgunla t ran ve zirvele tiren bir hakîkat!.. As rlar ve nesil-
leri ku atan bir hakîkat!..
F. TASAVVUFUN D <ER L MLERLE MÜNÂSEBET

,nsan f trat ndaki tecessüs duygusunun, yâni ara t rma merâk n n tabiî bir
netîcesi olarak ortaya ç kan di er ilimler, kendi sahalar ndaki gerçeklere âit kanun
ve kâideleri ara t r rlar. Ancak bu ara t rma esnâs nda -ister istemez- kendilerinin
me gûl olduklar sahay daha umûmî bir perspektifle ve “hikmet” cihetinden ele
alan tasavvufla birçok mü terek noktalara ula rlar. Bu keyfiyet sadece dînî ilim-
lere mahsus olmay p kâinât n fizikî husûsiyetlerini ara t ran fennî ilimlere, selîm
f trat n ürünü olan güzel sanatlara ve bir noktada felsefeye de âmildir. Bu sebeple
tasavvufun di er ilimlerle münâsebetini k saca be kategori hâlinde tahlîl edebili-
riz.

1. TASAVVUF ve D <ER SLÂMÎ L MLER


Dînin gâyesi, insana Yarat c ’s n tan tmak, O’na kar vazîfe ve mükelle-
fiyetlerini bildirmek, be erî münâsebetleri murâd- ilâhî istikâmetinde adâlet, hak-
kâniyet, sulh ve sükûn üzere tesis etmektir. ,slâm tasavvufunun hedefi de mümini,
bütün bu hususlar gerçekle tirebilecek kalbî keyfiyete ve mânevî k vama ula t r-
makt r. Dînin zâhirî ahkâm na mânevî bir zemin te kîl ederek, o ahkâm n îcâb
olan amelleri bu mânevî muhtevâya riâyetle kâmil bir sûrette îfâ etmeyi sa la-
makt r. Bu itibarla tasavvufun di er ,slâmî ilimlerle içiçe bir husûsiyet arz etmesi
tabiîdir. Bu gerçe i daha aç k bir sûrette görebilmek için, bu ilimler aras ndaki
münâsebetlere k saca temas etmek faydal olacakt r.

a. Tasavvuf ve Kelâm
Kelâm ilmi, mevzû olarak öncelikle Allâh Teâlâ’n n zât ve s fatlar ndan,
vahdâniyetinden bahseder. Akâide taalluk etti i için ,slâmî ilimlerin en önemlisi
(e ref-i ulûm) olarak kabul edilir. Kelâm ilminin bir gâyesi, hakk ispat ve bât l
reddetmektir. Bu vesîleyle ,slâm’a yöneltilen tenkit ve itirazlar cevapland rmak
ve ,slâm’ n hak din oldu una insanlar iknâ etmek de onun gâyelerinden biridir.
Tasavvufun hedefi ise, kemâl s fatlarla muttas f, noksan s fatlardan mü-
nezzeh ve müteâl olan Allâh’ kalben de tan yabilmek, yâni mârifetullâht r.
Kelâm ilmi, akâid ile ilgili mü killeri, kitap ve sünneti esas alarak ak l ara-
c l yla çözmeye çal r. Bu bak mdan kelâm âlimleri her ne kadar filozoflara
benzerlerse de, akl “nass”tan ba ms z dü ünmediklerinden, onu me rûiyyet çer-
çevesi içinde kullan rlar. Ancak sebepler âleminde eserden müessire do ru bir
idrâk çizgisinde ilerleyen ak l, ki iyi gerçe e ula t rmada tek ba na yeterli de il-
dir. Kalbî görü ve duyu lara da zarûret derecesinde ihtiyaç hissedilir.
, te tasavvuf, akl n kâfî gelmedi i meselelerde, kalbi devreye sokarak tes-
lîmiyetle yola devâm eder. Bu tür meseleleri, Kur’ân ve sünnete mutâb k ke f ve
ilhâm gibi kalbdeki tecellîlerle vuzûha kavu turur. Bu sûretle ferdi, nihâî bir tat-
mine ula t r r.
Kalbî faâliyete olan ihtiyaç, kelâm âlimlerince de kabul edilen bir keyfi-
yettir. Bu bak mdan yukar da da ifâde etti imiz gibi kelâm âlimlerini ekseriyetle
akl esas alan filozoflar gibi telakkî etmek do ru de ildir. Esâsen onlar aras nda
tasavvufî görü leri fiilen veya fikren tecvîz edip icrâ eyleyen pek çok kimsenin
mevcûdiyeti de tarihî bir gerçektir.
Di er taraftan ak l ve muhâkeme denilen zihnî faâliyet, maddî âlemden
al nm olan intibâlar kullan r. Benzerlikler veya z tl klar sâyesinde gerçe e ula -
maya çal r. Hâlbuki böyle intibâlara sâhib olunamayan metafizik varl klara ve
onlar n hakîkatine ak lla varmak mümkün de ildir. Bundan dolay d r ki ak l, insa-
n n hakîkate ula ma meylini belli bir ölçüde tatmîn edebilir. Bu tatminkârl n ke-
mâli için akl n tükendi i noktalardan öteye bir tahassüs merkezi olan kalbdeki il-
hâm ve sünûhat (içe do ma) ile ula labilir. , te tasavvuf, insana akl n tükendi i
noktalarda duraksamay p daha ilerilere vâs l olma imkân n kazand r r. Bunu, zik-
rullâh sâyesinde kalbi ilhâma müsâit bir zemin hâline getirmekle sa lar. Bu se-
bepledir ki tasavvuf, kelâm ilminin -ba ta Cenâb- Hakk’ n zât ve s fatlar olmak
üzere- mevzû edindi i bütün sahalarda akl n kullan lmas ndaki kifâyetsizli i izâle
ederek, bu ilmî faâliyeti insan tatmîn edecek bir olgunlu a ula t r r.

Tasavvuf, kelâm ilminin umûma yönelik ortaya koydu u hakîkatleri, -her


ferdin istîdâd farkl oldu undan- en istîdadl birinin bile tatmîn olaca seviyeye
getirir. Ferdin inanc n sa lamla t rarak Allâh’ n varl ve birli i hususunda onu
yakînî bir bilgiye kavu turur.
Bu gerçe i kelâmc bir müfessir olarak öhret bulmu olan Fahreddin Râzî
öyle dile getirir:
“Kelâmc lar n metodlar hakîkate ermek için her ne kadar kifâyetsiz ise de,
tasavvufa geçmek için a lmas gereken son derece mühim bir ilk ad md r. Kâmil
derece, insan n zâhire dayanan eriat ilimlerinden, hâdiselerin hakîkatlerini bilme-
ye dayanan bât nî ilimlere geçmesiyle elde edilir.”20

b- Tasavvuf ve Tefsir
Tefsir ilmi, be eriyete hidâyet rehberi olarak takdim edilen Kur’ân- Ke-
rîm’in engin mânâlar n ortaya ç kar p îzah etmeyi mevzû edinen bir ilimdir. Bu
yönüyle tefsir, insan n iç âlemini temizleyip kemâle erdirmeyi hedefleyen tasav-
vufa, istedi i ilaç ve reçeteleri sunan bir eczane vazîfesi görür. Çünkü tasavvuf il-
mi, ele ald mevzûlar i lerken ve kendine has usulleri belirlerken temel kaynak
olarak Kur’ân- Kerîm’i esas alm t r.

20
Muhammed Sâlih ez-Zerkân, Fahruddîn er-Râzî ve Ârâuhu’l-Kelâmiyye ve’l-Felsefiyye, s. 76. (Muhammed
Âbid el-Câbirî, Arab- slâm Kültürü’nün Ak l Yap s , s. 626’dan naklen.)
Kur’ân- Kerîm, hayat n her alan nda Allâh’a kar mes’ûliyet duygusu
içinde davranmay , ibâdetleri hu û ile yapmay , Allâh’ çok çok zikredip devaml
ilâhî murâkabe alt nda bulunmay emrederek kulun r zâ-y ilâhîye vâs l olmas n
ister. Bütün bu hususlar ehl-i tasavvufun üzerinde hassâsiyetle durdu u önemli
konulard r.
Allâh’a kalben vâs l olmay temel gâye edinen tasavvuf ehli, O’na ula t ra-
cak yegâne yol olarak Kur’ân- Kerîm’i görmü ler ve onu hayatlar n n mihveri
yapm lard r. Üzerinde derin derin tedebbür ve tefekkür edilmesi emredilen
Kur’ân âyetlerini, seher vakitlerinin virdleri hâline getirmi lerdir. Onun ince mâ-
nâlar n kavrayabilmek için, kalblerini sâfiyete erdirmelerinin zarûretine inanm -
lard r.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ahlâk Kur’ân- Kerîm’den ibâret oldu u için,
ahlâken tekâmül etmeyi hedefleyen ehlullâh, bütün amel ve davran lar n ilâhî
kelâm n muhtevâs na göre tanzîm etmeye gayret göstermi ler, canl bir Kur’ân ol-
man n cehd ve çabas içinde bulunmu lard r.

Tasavvuf ehlinin ba l ca feyiz ve ilham kayna Kur’ân- Kerîm olmas se-


bebiyle mutasavv flar, tefsir ilmine de büyük hizmette bulunmu lard r. Âyetlerin
i ârî mânâlar n da ortaya ç kararak bu ilmin zenginle tirilmesine yard mc olmu -
lard r. Denilebilir ki bu bak aç s yla tasavvuf büyükleri, Kur’ân’ n tefsîrinde
onun kelimelerindeki engin deryâya dalarak nice hikmetler elde etmeye gayret et-
mi ler ve bunun ehemmiyeti üzerinde durmu lard r. Bu meyanda ilâhî kelâm n
muhtevâs n be er kelimelerindeki darl a hapsetmek do ru de ildir. Ancak bu fa-
aliyetin de sistemsiz ve kâidesiz oldu u zannedilmemelidir. , ârî mânâ verirken
u üç hususa riâyet edilmi tir:
1. , ârî mânân n zâhirî mânâ ile tezat te kil etmemesi,
2. Verilen mânân n Kitap ve Sünnetin muhtevas içinde olmas ,
3. , ârî mânâ için laf zlar n, siyâk ve sibâk n n uygun olmas .
Kur’ân- Kerîm’i i ârî tarzda tefsîr eden eserlere misâl olmak üzere Ebû
Abdurrahman Sülemî’nin Hakâiku’t-Tefsîr’i, Ku eyrî’nin Letâifu’l- ârât’ ve
Bursal ,smâil Hakk ’n n Rûhu’l-Beyân adl tefsirleri gösterilebilir. Bunlar n ya-
n nda Mevlânâ ve ,bn-i Arabî gibi mutasavv flar n eserleri de pek çok âyet-i kerî-
menin i ârî tefsirleriyle zenginle mi tir.
ˆu bir hakîkattir ki, Cenâb- Hakk’ n “kelâm” s fat n n tecellîsi olan
Kur’ân- Kerîm’e hangi cihetten mânâ verilirse verilsin, onun ifâde etti i mânâla-
r n tümüyle kelâma intikâli mümkün de ildir. Allâhu Teâlâ’n n zât ve s fatlar n
hakk yla kavramak muhâl oldu u gibi, Kur’ân- Kerîm’i de bütün mâhiyetiyle
kavramak öylece muhâldir. Ondan anlad klar m z, ancak deryâdan bir katre mesâ-
besindedir. ˆu âyet-i kerîme bu gerçe i ne güzel dile getirir:
“1âyet yeryüzündeki a açlar kalem, deniz de arkas!ndan yedi deniz
daha kat!larak (mürekkep olsa) Allâh’!n sözleri (yazmakla) tükenmez. 1üphe
yok ki Allâh mutlak gâlib ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 27)
Cenâb- Hak, kendi kelimelerinin muhtevâs n , bir bak ma be erî kelimele-
rin muhtevâs n n üzerine ç karmakta ve onlar n sonsuzlu unu ifâde ederek âdetâ
daha derin nasipler ve hisseler al nmas n murâd etmektedir. Nitekim Kur’ân-
Kerîm’in bu husûsiyetini, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“…Kur’ân’ n her an ortaya ç kan bediî (daha önce ke fedilmemi ) mânâ-
lar tükenmez…” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14) sözleri ile ifâde etmi tir.
Hazret-i Mevlânâ da bu hususta:
“Kur’ân- Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. h-
tivâ etti.i bütün s rlar ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki
bütün a.açlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.” der.
Yukar da geçen âyet ve hadisteki ifâdeler, Kur’ân- Kerîm’in kâinattaki
bütün hakîkatlerin kâmil bir manzûmesi oldu unu ve bütün gerçeklerin onda birer
nüve hâlinde bulundu unu gösterir. Zîrâ bu tür bilgi ve gerçeklerin Kur’ân- Ke-
rîm’deki mevcûdiyeti, sarâhat cihetiyle olsayd , onun sonsuz bir hacme ula mas
gerekirdi. Bu bak mdan baz gerçekler sarâhaten, fakat pek ço u da delâlet cihe-
tiyle yer al r. Bu nevî s rrî gerçekleri bulup ortaya ç karmak, ancak ilimde rusûh
sahibi olmakla yâni incelikleri kavramaya istîdâdl bir akl- selîm ve kalb gözüyle
mümkündür.
Bu gâyeye dayal olarak tefsir usûlüne dâir kitaplarda müfessirlerin bilme-
si gereken ilimler say l rken, Allâhu Teâlâ’n n müstesnâ kullar na bah etti i “veh-
bî ilim” de yer almaktad r. Bu ilim ise, ancak Allâhu Teâlâ’ya kar takvâ,
mahlûkâta kar tevâzu, dünyaya kar zühd ve nefse kar amans z bir mücadele
ile elde edilebilir. Nitekim, “Bildi.iyle amel edenlere, Allâh bilmediklerini de ö.-
retir.” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15) hadis-i erifi bu gerçe e i aret eder.
Demek ki Allâh’ n âyetlerini anlamaya mânî kibir, ucub, hased, dünya
sevgisi gibi kalbî hastal klar, tasavvufî terbiye ve tasfiye ile tedâvî edilmedi i
müddetçe, Kur’ân’ n esrâr ndan hisse alabilmek mümkün de ildir. Nitekim:
“Dünyada haks!z yere kibirlenip büyüklük taslayanlar!, âyetlerimi ge-
re i gibi anlamaktan uzakla&t!r!r!m.” (el-A’raf, 146) âyet-i kerîmesi bunu aç kça
ifâde eder.
Demek oluyor ki mânevî terbiye ve tasfiye ile kalb âleminde terakkî kay-
dedilmedi i takdirde, Kur’ân, kâinât ve insan n esrâr ndan hisse alabilmek müm-
kün de ildir.

c. Tasavvuf ve Hadis-Siyer
Hadis ilmi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söz, fiil,
takrîr, yarat l veya güzel ahlâk yla ilgili husûsiyetlerini inceleyen bir ilimdir.
Di er ,slâmî ilimler gibi, tasavvufun da Kur’ân- Kerîm’den sonra ba vur-
du u ikinci kaynak hadistir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in
hayat n , maddî-mânevî bütün yönleriyle ortaya koyacak bir zenginli e sahip olan
hadislerin, tasavvufun ekillenip geli mesinde üstlendi i rolün büyüklü ünü idrâk
etmek hiç de zor de ildir. Zîra zühd, verâ, ihsan, tevâzû, îsâr, sab r, ükür, tevek-
kül gibi kalbî konulardaki hadisler, tasavvuf ehlinin anlay ve fikirlerinin temel-
lerini olu turmu tur. Tasavvufu yak ndan ilgilendiren bu ve benzeri konularda
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rûhânî hayât yla ilgili söz ve davran lar , tasavvuf ile
hadis ilmini birbirlerine yakla t rm ve onlar ayr lmaz bir bütün hâline getirmi -
tir.
Tasavvufun tefsir ilmiyle münâsebetinde de ifâde edildi i gibi Allâh’a ta-
karrub ve vuslat temel gâye edinen tasavvuf ehli, Allâh’a muhabbetin, Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinden gitmekle gerçekle ece ini çok
iyi bildiklerinden, her konuda ona ittibâ etmeyi kendilerine iar edinmi ler ve bu
noktada da sünnetin zengin hazînesinden doya doya istifâde etmi lerdir.
Fahr-i Kâinât’ n izinden gitmek, ancak onu sevmekle ve her eyden aziz
bilmekle mümkündür. Kur’ân- Kerîm’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi
ve sellem-’e itaat ve onu sevmenin lüzumu ile ilgili pek çok âyet-i kerîme mev-
cuttur. Bu sevgi ve ittibân n, nas l olmas gerekti ine dâir ya anm pek çok örne-
e ise, ancak hadis ve siyer kaynaklar ndan istifâdeyle ula mak mümkündür.
,ster ibâdet ve muâmelât, isterse ahlâk konular nda olsun, kalbî derinlik,
rikkat, nezâket ve zerâfet bak m ndan zirve ahsiyet, hiç üphesiz Rasûlullâh -sal-
lâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Siyer ve hadis kitaplar m z, bunu te’yîd
eden say s z örneklerle doludur.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bize kadar kesintisiz
bir sûrette intikâl etmi olanlar, sâdece O’nun mübârek sözleri de ildir. Ayn e-
kilde O’nun bütün davran lar da en ince teferruat na kadar ashâb- kirâm taraf n-
dan nakledilmi ve böylece bize kadar ula m t r. Ulemâ, sulehâ ve me ây h n
davran lar nda görülen mükemmellikler de, Rahmet Peygamberi’nin sîretinden
ö renilerek fiiliyâta geçirilmi hususlard r. Esâsen Cenâb- Hak, Fahr-i Kâinât
Efendimiz’i -be erî davran lar itibâriyle- insanl a mükemmel bir örnek olarak
takdîm etmi bulundu undan O’nu -imkân nisbetinde- taklîd etmek, her mümine
yüklenmi bir borç ve vazîfedir. ˆüphesiz bu vazîfeyi hakk yla îfâ edenler, onu lâ-
y k yla anlay p hayât na intikâl ettiren seçkin kimselerdir. Tasavvufî edebin ger-
çekle mesinde birer miyâr olan bu davran lar n en olgun muhtevâs , ehlullâh tel-
kînlerinin eseri olarak vücûd bulur. Bu da me reb-i sûfiyyenin, sünnet ve hadîsin
özüne mutlak ve mükemmel bir mutâbakat hâlinde oldu unun ifâdesidir.
Bundan dolay tasavvuf ehlinin faziletli hayat ndaki güzellikler, Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîretinden birer in’ikâs olup, yaz l ha-
dis metinlerini tamamlay c bir unsur te kîl eder. Tasavvuf ehlinin hâl ve davra-
n lar , hadis-i eriflerin fiilen erhi mâhiyetindedir. Di er bir ifâdeyle hadislerin,
kuvveden fiile (nazariyeden ameliyeye) intikâl sûretiyle daha sonraki de i ik za-
mân ve mekânlarda devâm ettirilmesidir.
Tasavvufun bir ilim olarak ortaya ç k ndan önce, gerek muhaddisler ge-
rekse mutasavv flar taraf ndan kaleme al nan “Kitâbü’z-Zühd”ler, hadis ilmiyle
tasavvuf aras nda bir köprü vazifesi görmü lerdir.
Di er taraftan tasavvuf ehli, hadîs-i eriflere i ârî mânâlar verip îzâh et-
mekle, hadis ilmini zenginle tirmi lerdir. Hattâ baz sûfîler, -hadisçiler taraf ndan
benimsenmese de- Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniye-
tinden ke f yoluyla da hadis al nabilece ini kabul etmi lerdir.
Târihte -Hakîm Tirmizî ve Kelâbâzî gibi- sûfî olarak me hûr oldu u hâlde
hadîse dâir eser veren tasavvuf büyükleri vard r. Ayn ekilde muhaddis olarak
öhret buldu u hâlde hadis ilminin kriterlerinin yan s ra sûfîlerin metodlar n da
benimseyen hadis âlimleri var olagelmi tir.
Meselâ hadis ilminde en büyük otorite kabul edilen ve Kur’ân- Kerîm’den
sonra en mûteber kaynak olan hadîs kitab n n sâhibi ,mam Buhârî -rahmetullâhi
aleyh-, rivâyet etti i her hadis-i erif için iki rekat istihâre namaz k lm ve istihâ-
re netîcesinde, hadîsin sahih oldu una kalben de kânî olduktan sonra onu eserine
kaydetmi tir.21 Yine büyük muhaddis Ahmed bin Hanbel’in de üç hadîs-i erîfi
bizzat Rasûlullâh Efendimiz’den rüyâs nda ald rivâyet edilmektedir.22

d. Tasavvuf ve F!k!h
Lugatte f k h, bilmek, anlamak, incelikleri kavramak mânâs nad r. ,s-
lâm’ n ilk zamanlar nda dînî ve dünyevî bütün hususlarda bilinmesi lâz m gelen
her ey f k h ad alt nda ö reniliyor, bu ilimle u ra anlara da fakih, yâni âlim de-
niliyordu. Bu mânâda fakih kelimesi, varl n ve hâdiselerin hikmetine vâk f, in-
san n dînî konularda leh ve aleyhindeki hususlar ay rdetmeye muktedir bir kimse-
yi ifâde ediyordu. Nitekim ,mâm- Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri f kh :
“Ki inin dînî bak mdan lehinde ve aleyhinde olanlar bilmesidir.” diye tâ-
rif eder.
,nsan n saâdet ve felâketinde birinci derecede müessir olan, “Rabbini do -
ru olarak bilmek” bu ilmin en önemli k sm n te kil ediyordu. Bu sebepledir ki
,mâm- Âzam Hazretleri’nin îtikâdî meseleler hakk nda ortaya koydu u ve talebe-
leri taraf ndan zabtolunarak zamân m za kadar intikâl etmi metne, “en büyük f -
k h” mânâs nda “F kh- Ekber” denilmi tir. Ba lang çta durum böyle oldu u hâlde
daha sonralar bu husustaki ilmî faâliyetin geni lemesiyle fakihler, îtikâdî ve ahlâ-
kî hükümleri f kh n d nda b rakarak onu s rf amelî ve kazâî hükümlere hasret-
mi lerdir. Bugün de f k htan anla lan mânâ budur.

21
Bkz. ,bn-i Hacer, Hedyü’s-Sârî Mukaddimetü Fethi’l-Bârî, s. 489; ,bn-i Hacer, Ta.lîku’t-Ta‘lîk, V, 421.
22
Bkz. Mecmûu’l-Hadîs, varak 110a-112b.
Tasavvuf da insan n lehinde ve aleyhinde olanlar hem zâhir ve hem de bâ-
t n cephesiyle bilip gere ini yapmas d r. F k h; abdest, tahâret, namaz ve oruç gibi
amelî meselelerin zâhirî s hhat artlar n bildirir. Tasavvuf ise kalbi temizleyip ku-
lu huzûr, mârifet ve kalbî duyu lara haz rlar. Bu, o ibâdetin kemâli için en müsâit
zeminin haz rlanmas demektir. Bu itibarla tasavvufa, f k h ilminin rûhânî zemîni
ve özü mânâs nda “f kh- bât n” veya “f kh- vicdânî” de denilmi tir.

Hiç üphesiz f k h ilminin gâyesi, amelin mükemmel, yâni Allâh kat nda
en makbûl olacak bir tarzda îfâs n temin etmektir. Böyle bir mükemmellik ise,
ancak, tasavvufî dü üncelerin sa lad rûhî olgunlukla gerçekle ebilece inden,
bu iki ilmi birbirinin -âdetâ- tamamlay c s saymak îcâb eder. Zîrâ tasavvufun as l
hedeflerinden biri de, insan dînin metafizik, yâni rûhânî hakîkatlerinde zirveye
ç karmak kadar, onun bütün amel ve davran lar n da mükemmeliyete ula t r-
makt r. Amellerin zâhirî artlar n târif ve tedvîn eden f k htaki as l gâye, ancak
tasavvufî olgunlukla gerçekle ebilir. Meselâ namaz n, temizlik ve tâdil-i erkân gi-
bi zâhirî artlar n n nas l yerine getirilece i f k h ilminde gösterilir. Hattâ niyet gi-
bi derûnî bir art n lüzûmu da anlat l r. Zâhirî artlar na riâyet edilmi olan ibâde-
tin kabul olmas için, kalbin riyâ ve hased gibi hastal klardan sâlim olmas elzem
oldu u hâlde f k h, bu mânevî sahây tanzîm etme i iyle me gul olmam t r. Bu
alan da tasavvuf tanzîm ederek, ibâdetin zâhiri kadar bât nî artlar n da gerçek-
le tirmeye çal r. Çünkü f k h ilmi, umûm için olan eriat n bir ûbesi olmak iti-
bâriyle s rf zâhirle me gûl olur. ,nsanlar n eriat plan nda mükellefiyeti de zâhir-
den ibârettir. Lâkin ibâdetleri kabul veya reddetmek hakk yaln z kendisine âit
olan Cenâb- Allâh, zâhir kadar bât na da mutlak bir sûrette vâk ft r ve bât nî te-
mizlik de O’nun kulda görmeyi murâd etti i temel husûsiyetlerden biridir.
Fakihler namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlerle nikâh, talâk, ticâret ve k sas
gibi muâmelât inceleyip hükümlerini tedvin ederken; mutasavv flar bunlar n
zühd, takvâ ve ihlâs gibi mânevî müessirlerle birlikte îfâs na ehemmiyet vermi -
lerdir. Ayn ekilde Kur’ân- Kerîm de ibâdetlerin mânevî taraf na daha çok a r-
l k verir, kulu zühd ve takvâya istikâmetlendirir.
Tabiî ki bu, tasavvuf ehlinin f kha önem vermedi i veya f k h ilmiyle
yeterince ilgilenmedi i mânâs na gelmez. Bilakis Gazâlî, ,bn-i Arabî, Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî, ,mâm- Rabbânî ve Hâlid-i Ba dâdî gibi pek çok mutasavv f,
zâhirî ilimlerde de salâhiyet sahibi birer büyük âlim ve fakihtirler.
Dînin zâhirî ahkâm n n muhtevâs n da, tasavvufî gerçekleri de lây k yla
kavrayamam bulunan bâz kimseler, f k h ve me reb-i sûfiye aras nda bir ayk r -
l k oldu u iddiâs nda bulunmu ve bundan da zaman zaman yersiz bir ihtilâf vü-
cûda gelmi tir. Fakat, tasavvufun kâmilleri ile gerçek fakihler aras nda esâsen her-
hangi bir anla mazl k söz konusu de ildir. ,htilaf ve münâka a, kendini âlim zan-
neden câhillerle, kendini kâmil zanneden ham sofular aras ndad r.
2. TASAVVUF ve FENNÎ L MLER

Fennî ilimler, yâni laboratuvar mü âhedeleriyle ispatlanabilen ilimler, -ilk


nazarda- tasavvufla alâkas z gibi görünürse de gerçek böyle de ildir.
Varl klar n ve hâdiselerin var olu hikmet ve keyfiyetlerine dâir bir gâye
pe inde ko an her ilmî faâliyetin yolu, nihâyette metafizik bir noktaya ula r. Bu
ise fennî ilimlerin tasavvufla bulu tu u noktad r. Çünkü tasavvuf, kâinattaki bü-
tün varl klar n s r ve hikmetlerini, yâni metafizik boyutlar n umûmî olarak tahlîl,
tesbît ve tedvîn eder. ,nsan , Allâh ve mâsivâ hakk nda daha do ru, daha ümûllü
ve tecessüs i tihâs n doyuracak seviyede bir ilme, yâni hakîkat iklîmine ta r.
Fennî ilimlerin ilgi alan maddî âlem, yâni e yâ-y tabîiyye (tabiî ey-
ler)’dir. Bu ilimlerin varl klarda buldu u gerçekler, onlara ilâhî tâyinle yerle tiril-
mi olan husûsiyetlerdir. Buna göre maddî âleme âit her ke if, Yarat c ’n n kudret
ve azametine bir delil olarak ortaya ç kar. Buradan hareketle fennî ilimlerin, bir
mânâda ilâhî sanat hârikalar na ula maya yard mc oldu unu söylemek mümkün-
dür.
Di er taraftan ,slâm, maddeyi bile metafizik boyutlar yla birlikte ele al r
ki, bugün modern fennî ilimler de bu îzâha yakla m t r. Çünkü maddî âlemdeki
her ke if, yeni meçhullere kap açar ve insan müfekkiresini sonsuz bir mesâfeye
çeker. Maddî âlemin intibâlar ile yürütülen bu faâliyetin sonunda da, bâz metafi-
zik hâdiselerle kar la l r. Bilhassa zaman m zda bu ilimlerin ak llara hayret ve
hayranl k veren noktalara ula mas , netîcede fizikî gerçeklerin metafizikle yüz yü-
ze gelmesine sebep olmu tur. Bu yüzden de hakîkati yaln z maddeye hasretmi
olan eski materyalist telakkîler âdetâ iflâs etmi tir. Geçen asr n tabular ndan biri
olan Lavoisier (Lavuazye) kanunu y k lm ve felsefe ile din aras ndaki temel ihti-
lâf mevzûlar ndan biri olan “maddenin kadîm oldu u” görü ü art k çöpe at lm -
t r. Maddenin as l de il, âr zî bir sûret ve tekâsüf etmi bir enerji oldu u gerçe i,
atomun parçalanmas yla ispat edilmi ve böylece madde denilen eyin, enerjinin
muayyen bir kal pta hapsedilmesinden ibâret oldu u ortaya ç km t r. Buna ilâve-
ten bilhassa fizik, kimya, biyoloji ve astronomideki yeni ke ifler, dînin ve bu ara-
da Kur’ân- Kerîm’in ulvî muhtevâs n te’yîd eden say s z yeni delillerin ortaya
ç kmas na sebep olmu tur.
,nsan n genleri üzerinde vâkî olan yeni ke ifler, her insan n nev’i ahs na
münhas r bir ifresi oldu u gerçe ini ortaya koymu tur. Bu ve benzeri ke ifler,
ilâhî sanat n ak llar âciz b rakan, zamân m zdaki parlak misâlleridir. Bundan do-
lay d r ki, daha 19. as rda Ziyâ Pa a:
Sübhâne men tehayyera fî sun‘ihi’l-ukûl
Sübhâne men bi-kudretihî ya’cizu’l-fuhûl
“Sanat kar s nda ak llar n hayrete dü tü.ü, kudretiyle en üstün âlimleri
bile âciz b rakan Allâh Teâlâ’y tesbîh ederim.” sûretindeki hikmetli beytini
nazmetmi tir. Çünkü müslümanlar, ilâhî sanat n hârikalar kar s ndaki bu aczi
öteden beri esâsen bilmekteydiler. Hattâ bu fennî ke iflerin, k yâmete yak n, mû-
cizeler seviyesine kadar yakla abilece i de müslümanlar n meçhûlü de ildir. Lâ-
kin her yeni ke if, insan n acziyyeti ile ilâhî sanat n azametini ve ondaki hikmetle-
rin sonsuzlu unu kabullenmek istikâmetinde vicdânî bir zarûret do urmaktad r.
Yine Ziyâ Pa a:
drâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzû bu kadar s kleti çekmez.
diyerek bu be erî aczi, ne güzel ifâde etmi tir.

Tasavvuf, s rlar idrâk maksad yla kâinât tahlîl etti inden, fizîkî gerçekle-
rin nihâyetinde metafizik husûsiyetlerle yüz yüze gelen fennî ilimlerin, tasavvufla
bir ekilde alâkas n n oldu unu kabul etmek bir zarûrettir.
Esâsen Kur’ân- Kerîm birçok defa kâinattaki s r ve hikmetlere dikkat çek-
mektedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

¨£S•Kbc INÙS_ KfI”Sb SLÒSžS®Ss E`®SG KfF”FoITUS_ eFPSH F¾iSPvc eFP iSn•F iSs¸ KfF”sFrIn^
S
[kOF”–
S ¡¶KeS– ª“Ij ESaS• INÙS_ S•ª¦SrF¦ F¿KgSs KfSbSHS_
“ nsanlara, ufuklarda ve kendi iç dünyalar!nda âyetlerimizi göstere-
ce iz ki, onun (Kur’ân’ n) gerçek oldu u onlara iyice belli olsun. Rabbinin
her &eye &âhid olmas! yetmez mi!” (el-Fussilet, 53)
Âyette “ufuklar” kelimesiyle insan ihâta eden d âleme, “kendi nefisleri”
ifâdesiyle de insan n biyolojik ve rûhî yap s ndaki hikmet, ibret ve s rlara i âret
edilmektedir.
Cenâb- Hak, kullar n n gafletini izâle ederek onlar intibaha getirmek için
âyet-i kerîmelerde öyle buyurur:
“(Ey Habîbim! Sana kar gelenler) hiç yeryüzünde dola&mad!lar m!?
Zîrâ dola&salard! elbette dü&ünecek kalbleri ve i&itecek kulaklar! olurdu.
Ama gerçek &u ki, gözler kör olmaz; lâkin gö üsler içindeki kalbler kör
olur.” (el-Hacc, 22)
“Biz, gökleri, yeri ve bunlar aras!nda bulunanlar! oyun ve e lence ol-
sun diye yaratmad!k. Onlar! sadece gerçek bir sebeple yaratt!k. Fakat onla-
r!n ço u bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39)
Cenâb- Hak, bu kudret ak lar n bildirdikten sonra insanlar da di er var-
l klar gibi belli bir maksad için yaratm bulundu unu bir ba ka âyet-i kerîmede
u ekilde bildirir:

Sh]I‹SqrK I• S‘ iSnOK bSF• KfIgÙS_SH iwxSž•


S KfIjiSnKlSaSz iSpÙS_ KfI®žK o
F S•SPS_
“Sizi bo& yere yaratt! !m!z! ve bize döndürülmeyece inizi mi sand!-
n!z!” (el-Mü’minûn, 115)
Mikrodan makroya kadar her zerrede ilâhî sanat n hârika tezâhürleri mev-
cûttur. Tasavvuf, merkezi insan olmak üzere bu hakîkatlerin küllî ve umûmî bir
mâhiyette kavranmas n temin eden bir görü ve bu görü ün husûlü için ba ta
“zikrullâh” olmak üzere riyâzât vb. rûhî temrinlerle insano lunu olgunla t ran fiilî
ve ilmî bir disiplindir.
Kur’ân âyetlerinde fizîkî âlemin hikmetlerine dikkat çeken ve te’kîd için
de bunlar suâl yoluyla ortaya koyan beyânlar mevcûddur. Bu keyfiyet, fennî ilim-
lerin faâliyet sahas n ilgilendirmekle berâber, e yân n sâdece fizîkî hûsûsiyetleri-
ne münhas r de ildir. Bu yüzden hikmeti kavrama konusunda bu ilimlerin salâhi-
yet ve imkânlar ndan daha fazla bir kudrete ihtiyaç vard r. Bu da rûhî temrinlerle
kalbin tahassüs melekesini geli tirmeyi îcâb ettirir. , te tasavvuf, insana bu imkân
ve salâhiyeti bah eden müstesnâ bir ufuktur.
Mâlum oldu u üzere mutasavv flar n nazar nda dünya, esmâ-y ilâhiyye-
nin tecellîgâh d r. ,çindeki her varl k büyük bir sanat hârikas d r. Gündelik hayatta
birço umuzun kar la t ve pek dü ünmeden geçip gitti i hâdiseler hakk nda
ciltlerle kitap yaz lsa yine de azd r. Meselâ bir dut yapra n ceylan yedi inde
misk, ipek böce i yedi inde ise ipek olur. , te bunun gibi kâinât, her gün mü âhe-
de edegeldi imiz, fakat üzerinde lây k yla durup dü ünmedi imiz hârikalarla do-
ludur. Ye eren otlara, açan çiçeklere, meyve veren a açlara ibret nazar yla bak lsa
ve bunlar n topraktan renk, koku, lezzet gibi husûsiyetleri nas l bulup da ç kara-
bildikleri dü ünülse, ilâhî kudretin böyle tezâhürleri kar s nda hayrette kalmamak
mümkün olmaz. K sacas mutasavv flar, kâinatta hiçbir eyin bo una yarat lmad -
n sadece zâhirleri ile de il, bütün kalbleri ile de kabul etmi lerdir.
Kur’ân ve insan gibi kâinât da Cenâb- Hakk’ n esmâ-y ilâhiyyesinin ter-
kipleriyle meydana gelmi tir. Bütün fennî ilimler bir bak ma bu terkiplerin kâinat-
taki tezâhürleri olan âdetullâh n hikmetlerini aramakla mükelleftirler. Bu mükelle-
fiyetin îfâs nda ise mutlak bir acziyete mahkûmdurlar. Ancak, mânen terakkî ede-
rek bir nevî kalbî al c lara mâlik olabilenlerdir ki, s r ve hikmetleri kavrama husû-
sunda, fen ilimlerinin vâs l oldu u merhalelerden daha ilerisine nüfûz edebilirler.
, te bu gibi noktalardan itibâren fennî ilimlerle tasavvuf kayna p aynîle ir.
3. TASAVVUF ve EDEB YAT

As l faaliyet sahas gönül âlemi olan tasavvuf, mânevî ve derûnî his, fikir
ve heyecanlar belli bir üslûp ve âdâb dâhilinde sat rlara, m sralara, yâni kelâma
da aksettirmi tir. Böylece ferd olarak birebir ula amad nice sad rlara, sat rlar
vâs tas yla ula rken sâdece gönüllere de il, derinlik ve muhtevâ enginli ine sâhip
olu uyla da edebiyata büyük bir zenginlik kazand rm t r. Âdetâ edebiyat, insan-
daki görü ufuklar n geni leten, gönlü derinle tiren, tefekkür ve tahassüs zarâfeti
ile idrâke incelik veren bir bediî sanat olma vasf nda müstesnâ bir zirveye ula -
m t r.
Edebiyat târihimizde “Tekke Edebiyat ” ad alt nda kendini gösteren sâde,
ak c , bâzen lirik ve bâzen tâlimî (didaktik) türdeki edebî mahsullere, dînî-tasav-
vufî de erler yo un bir ekilde aksetmi tir. Allâh’ n birli inden bahseden tevhîd,
O’na yan k ilticâlar ifâde eden münâcaat ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aley-
hi ve sellem-’e duyulan a k, muhabbet ve hasreti mevzu edinen na’t gibi edebî
türler, halk n mâneviyât n n takviye edilmesinde, dertli ve yorgun gönüllerin te-
sellî bulmas nda, günah, isyân ve gafletten uzakla t r lmas nda, cemiyette muhab-
bet, karde lik, sulh ve sükûn hâlinin tesisinde pek faydal bir vazîfe icrâ etmi tir.
Yûnus Emre’nin, Mo ol istîlâlar hengâmesinden ba lay p zamân m za ka-
dar yedi as rd r devâm edegelen iirleri, halk n ir ad ve tesellî kaynaklar ndan biri
olmu tur. Yâni bu tür edebî mahsûller veren mutasavv flar, dînî heyecân n geni
halk kitlelerine ta nmas nda, mânevî de erlerin zinde tutulmas nda mühim hiz-
metler vermi lerdir. Hoca Ahmed-i Yesevî, Hac Bayram- Velî, E refo lu Rûmî
ve Aziz Mahmûd Hüdâyî -kaddesallâhu esrârahum- Hazarât bunlar n ba l calar -
d r.
Dîvân edebiyat ise, daha çok aruz vezniyle yazan ve sanatkârâne üslûbuy-
la dikkat çeken âirlerin eserlerinden meydana gelmi tir. Nesir türünde de eserler
verilmi olmas na ra men, manzûm eserlerin galebesi sebebiyle “dîvân edebiyat ”
diye bilinen bu dönemde de tasavvufî tefekkür ve derinli in büyük tesiri görül-
mü tür. ˆiirlerin kelime hazînesinde bulunan pek çok rumuzlarla tasavvufî ince-
likler yüksek bir zevke hitâb eder tarzda ve mâhirâne bir sûrette ifâde edilmi tir.
Ayr ca edebî türlerin her birinde farkl bir rûhî heyecan n tezâhürü hâkim-
dir. Tevhîdlerde co kun bir rûh hâlinin sonsuz ilâhî ufuklara do ru kanat ç rp lar
sezilir. Husûsiyle mutasavv f âirlerin yazd tevhîdler, gönlü apayr bir îmân fe-
zâs n n seyyâh eyler.
Na’tler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan a k ve
muhabbetin, m sralara dökülmü yan k terennümleridir. Gönüllerde resmedilen
muhabbet tablolar d r. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan
engin tahassür ve i tiyâk Fuzûlî’nin na’tindeki:

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttas l


Ba n ta tan ta a urup gezer âvâre su...

“(O rahmet Peygamberi’nin) aya. n n (de.di.i, gezip dola t . , mübârek)


topra. na ula ay m diye, su(lar), hiç durmadan ömürler boyu ba (lar) n ta tan
ta a vurarak âvâre (ve meclûb bir ekilde) akmaktad r.”

Mevlânâ, Fuzûlî, Nâilî, Nâbî, Nahîfî, ˆeyh Gâlib ve daha nice âirler, eser-
lerini tasavvufî ne veden beslenen bir gönül iklîminde ye ertmi lerdir.

Bütün bunlar gösteriyor ki, tasavvufî derinlik ve muhtevân n edebiyata


apayr bir zenginlik ve olgunluk kazand rd bir gerçektir. ˆiir ve edebiyat zevki-
nin geni halk kitlelerine ula mas nda böyle bir muhtevâdan beslenmekte olmas -
n n da büyük bir tesiri vard r. Nitekim, edebiyat târihçisi Nihad Sâmi Banarl da;
“Türk edebiyat n vücûda getiren, geli tiren ve olgunla t ran tasavvuftur.”
sözüyle bu hakîkati ifâde etmi tir.
Bu gerçe in zirvede oldu u dönemlerde dünyevî bir âir olarak bilinen
Nedîm’in bile na’t yazmas ve hattâ Tevfik Fikret gibi bir âirin de tevhid yazarak
me hur olmas , bu gerçe in mânidar yans malar d r.
Di er taraftan edebiyat n ve hâssaten iirin insanlar belli bir his ve fikre
meylettirmesi için kullan lmas n n takdîre âyân bir keyfiyet oldu u, u hadîs-i e-
rîfle de sâbittir:
Hazret-i Âi e -rad yallâhu anhâ-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-’in bu sahaya verdi i ehemmiyeti öyle ifâde eder:
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âir Hassân bin Sâbit
için mescidde husûsî bir minber koydurdu. Hassân, onun üzerine ç k p oturur ve
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hicvedenlere iirle cevap verir-
di. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun hakk nda:
«Allâh Teâlâ, Hassân’ , o, Allâh Rasûlü’nü savundu.u müddetçe Rûhu’l-
Kudüs’le te’yîd eder.» buyururdu.” (Tirmizî, Edeb, 70; Ebû Dâvud, Edeb, 87)
Burada Cebrâîl’in iir söyleyen Hassân ile olmas , Hak yolundaki âire Al-
lâh taraf ndan ilhâm gelmesi ve ilâhî te’yîde mazhar olmas demektir.
4. TASAVVUF ve GÜZEL SANATLAR

Sanat, kalbî derinlik ve duyu lar n e yâya aksetmesi ve mü ahhas hâle gel-
mesidir. Hangi sahada olursa olsun bütün sanatlar, temelde insan rûhundaki tefek-
kür ve tahassüsün bir nevî tezâhüründen ibârettir. Sanatta incelik ve zarâfet, rûhî
derinlikle paralel bir seyir tâkib eder.
Temel harc tasavvufla yo rulan, yâni kalbî rikkat, hassâsiyet ve derinlik
iklîminde icrâ edilen sanatlar, tarihimizde görüldü ü üzere medeniyetlerin in âs -
na âmil olmu tur. Hakîkaten, medeniyette zirvele en milletler, yaln z siyaset, eko-
nomi ve askerlik gibi sahalarda de il, ilim ve sanatta da mümtaz bir mevkîye ula -
m lard r. Târihimiz, bu inki âf n zenginlikleriyle doludur. Güzel sanatlar n pek
çok sahas nda tezâhür eden tasavvufî motiflerin tamam n ifâdeye ne gücümüz ve
ne de imkân m z oldu undan, burada sâdece bâz sahalarda tasavvuf tesiriyle
meydana gelen geli melere k saca temâs ile iktifâ edece iz.

a. Mûsikî

,slâm, insan tabiat nda mevcud olan özellikleri reddetmeyip, onlar mü-
kemmel bir sûrette nizamlayan yüce bir dîndir. Pek çok bediî sanat gibi mûsikî de
insano lundaki f trî husûsiyetlerin tezâhür ekillerinden biridir. Tabiatiyle onun
da di er husûsiyetler gibi ne tamâmen reddi ve ne de oldu u gibi kabulü müm-
kündür.
Mutasavv flar, mûsikînin insan üzerindeki inkâr edilemez tesirini, ,slâmî
âdâb ve erkân dâhilinde, hayra hizmet etmek üzere kullanm lard r. Mûsikîye, ul-
vî bir hedef tâyin ederek, nefse de il, rûha g dâ olabilecek bir muhtevâ ve vas f
kazand rm lard r. Bu vasfa uygun olanlar da tasvîb ve te vîk etmi , uygun olma-
yanlar ise reddetmi lerdir.
Hakîkaten, hayra istikâmetlendirildi i zaman mûsikî, kâh âhenkli sesler ile
kâh onunla birlikte söylenilen gazel, kasîde, ilâhî gibi manzûmeler yard m yla rû-
hî co kunlu u art rmak ve ulviyyât ile telezzüz netîcesinde de ferdleri rûhen yü-
celtmekte müstesnâ bir rol oynar. Dinleyenin ibâdet ve tâate ra betini art ran, ona
Allâh’ hat rlatan, insan günahlardan sak nmaya sevkeden, kalbe saf duygular ve
feyizler bah eden mûsikî hâlindeki beste ve na meleri, vakit ve makâm n gere i-
ne de riâyet art yla dinlemek elbette faydas z de ildir. Bu bak mdan uzun as rlar
boyunca mutasavv f zümreler di er vâs talar meyân nda, bu sanat dal ndan da isti-
fâde etmi ler ve böylece mûsikînin “tasavvuf mûsikîsi” ad yla bilinen bir ûbesi-
nin ortaya ç k na âmil olmu lard r.
Bu bahiste mûsikînin mânevî bir terbiye vâs tas olarak kullan lmas na ta-
mâmen kar olanlar bulundu u gibi, bunun tahdidli bir sûretle kullan labilece ini
ileri sürenler de mevcuddur. ,kinci görü ü savunanlar, telli mûsikî vâs talar n red-
dederken, darbeyle âhenkli ses ç kartanlar n tecvîz etmi lerdir. Bunun cevâz n
da, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in harplerde askerlerin kah-
ramanl k duygular n co turarak onlar cesaretlendirmek için yapm oldu u ben-
zer tatbikât ndan ç karm lard r.
Bu husustaki münâka alardan ictinâb ederek, güzel ve âhenkli sese, er’î
ölçüler dâhilinde izin verildi ini ve hattâ bunun güzel görüldü ünü söylemekle ik-
tifâ edelim. Güzel sesli müezzinlerin, cemaatin câmiye daha çok ra betine vesîle
oldu u herkesçe mâlumdur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
ezân okutmaktaki tercihi de bu hususta pek mânidard r. Mescide dâvet eklinin ne
olaca yönündeki isti ârelerin sürdü ü günlerde, sâd k rüya yoluyla müjdelenen
ezân ö renerek ümmet-i Muhammed’e ilk olarak haber verme erefi Abdullâh
bin Zeyd ve Hazret-i Ömer -rad yallâhu anhümâ-’ya nasîb olmu tu. Hâl böyley-
ken Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ezân onlara de il de Bilâl -
rad yallâhu anh-’a okutarak ayn zamanda bizlere bir ölçü sergilemi tir. Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in me hûr müezzini Bilâl-i Habe î’nin
hayât boyunca bu vazîfeyi îfâ etmesinin, sesinin gür ve güzel olmas ndan ne ’et
etmi bulundu unu söylemek yanl olmaz.
Tabiatiyle mûsikînin de ba ka vâs talar gibi, sâdece hayra elveri li oldu u-
nu söylemek mümkün olmad gibi bilhassa zamân m zda daha ziyâde nefsânî
arzular n tahrîki için kullan lm olmas ndan hareketle, onun tamâm n reddetme-
nin do ru olmad da bir gerçektir.
Nitekim Bahâeddîn Nak ibend -kuddise sirruh-’un müridlerinden biri olan
Hoca Misâfir öyle der:
“– Hoca Bahâeddîn Hazretleri’nin hizmetindeydim ve mûsikîye dü kün-
düm. Birgün müridlerden birkaç yla bir araya gelerek birtak m mûsikî âletleri bu-
lup Hoca Hazretleri’nin meclislerinde mûsikî icrâ etmeyi ve böylelikle onun bu
mevzudaki fikirlerini ö renmeyi dü ündük ve öyle de yapt k. Hoca Hazretleri ise
bize engel olmad lar ve öyle buyurdular:
«Biz bu i i yapmay z; ama inkâr da etmeyiz!»”
ˆâh- Nak ibend -kuddise sirruh-’un bu sözü, nefsâniyete dönü mesi
mümkün ve muhtemel olan bu sahada ihtiyatl olman n zarûretine i âret etmekte-
dir. Nitekim günümüzde, bu dengeyi koruyamayan kimi çevrelerin, tasavvufun
özünden uzakla arak i i sadece mûsikîden ibâret gördükleri mü âhede edilmekte
oldu undan, bu konudaki hassâsiyetin ne kadar önemli oldu u daha iyi anla l-
maktad r.

b. Mîmârî

Güzel sanatlar içinde en çok tebârüz eden sahalardan biri de üphesiz ki


mîmârîdir. Mîmârî, hesap (matematik) ve hendese (geometri)nin, kalbî duyu larla
tâyin edilen yüksek bir zevke âmâde k l nmas d r. Di er bir ifâdeyle zihnî ve rûhî
istîdâdlar n mü terek olarak ta ve tahta gibi maddelerde tecessüm ettirilmesidir.
Tasavvufun, mîmârîye pek çok de erler kazand rd mâlumdur. Meselâ
,slâm tasavvufunun derinli i ile Süleymâniye Câmii ve külliyesi tahlîl edildi in-
de, oraya ,slâm rûhunun aksetmi oldu u, göz al c bir ihti amla rûhâniyetin mez-
cedildi i ve bâz tasavvufî motiflerin burada mâhirâne bir üslûbla sembolize edil-
di i net bir sûrette görülebilir. Meselâ; merkezî kubbe ile etraf na öyle mükemmel
bir ekil verilmi tir ki, binâ, zeminden itibaren tedrîcen yükselmekte ve nihâyet o
muazzam “Vâhid”e kapanmaktad r. Merkezî kubbenin yar m ve di er kubbelerle
uyumu ise, tasavvuftaki:
“Vahdette kesret, kesrette vahdet” s rr n n muhte em bir tezâhürüdür.
Gerçekten de Süleymâniye, birçok teferruattan muazzam bir “Vâhid”e, yâ-
ni tek olan Allâh’a var , sonra da o Vâhid’den tekrar teferruata (kesrete) dönü ü
sembolize eden müstesnâ güzellikte bir mânâ ve zarâfet zinciridir.
Ayr ca büyük kubbe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i
remzetmektedir. Zîrâ kubbe, câmî-i erîfte tilâvet olunan Kur’ân- Kerîm, yap lan
duâ vesâireyi müminlere aksettirme vazîfesiyle, t pk Allâh Rasûlü -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-’in Yüce Mevlâ’dan ald emirleri ümmetine teblî edi ini tem-
sîl etmektedir.
,nsanüstü bir gayret ve titizli in dehâ ile bulu tu u bu e siz âbidede, sükû-
net ve asâlet, mükemmel bir sûrette mezcolmu , son derece âhenkli bir silüet orta-
ya ç km t r. Semâya do ru yükselen minâreleriyle câmî-i erîf, âdetâ ellerini kal-
d rm , Allâh’a duâ ve niyâz hâlindedir.
Câminin içindeki havan n insan hâlet-i rûhiyesinde icrâ etti i tesir de çok
bârizdir. Bu âbidevî mâbedi ziyârete gelen farkl dinlere mensup pek çok insan
dahî, kar la t klar rûhânî havan n câzibesine râm olup huzûr ve sükûn içinde
rûhlar n dinlendirmektedirler.
Rivâyete göre, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rüyâ
âleminde al nan emirle te’yîd edilerek yap m na ba lanan bu muazzam mâbed ve
benzeri di er bâz mâbedler, mîmârî bak mdan k yâmete kadar ayakta kalmas ni-
yetiyle, imkânlar nisbetinde sa lam ve muhkem bir sûrette in â edilmi tir.
Di er taraftan tasavvufun müesseseleri demek olan dergâhlar, tekkeler, zâ-
viyeler, âsitâneler, imârethâneler, ,slâm beldelerinin manzaras na farkl bir görü-
nü ve mânâ katm lard r. Bunlar gibi irili ufakl pek çok eser, ekseriyetle fânîlik,
sâdelik, hîçlik ve tevâzû hislerinin aksetti i, fazla gösteri li olmayan ve tasavvufî
âdâb ve erkân n icrâ edilmesine kâfî gelecek mekânlar sûretinde îmâr edilmi tir.
Bu eserler de maddeye sindirilmi mânâ ve rûhâniyet tezâhürleriyle doludur.

c. Hüsn-i Hat
Hüsn-i hat, Kur’ân- Kerîm harflerini estetik ölçülerine ba l kalarak en
güzel bir ekilde ve sanatl olarak yazmak demektir. Yâni hüsn-i hat, Kur’ân- Ke-
rîm’i ona lây k bir güzellikle yazma gayret ve rikkatinden do mu müstesnâ bir
sanatt r.
Târih boyunca tekke ve dergâhlar n, hat sanat n n geli mesinde de mühim
bir rolü olmu tur. Hat sanat , tasavvufî muhitlerden dâimâ te vîk ve himâye gör-
mü , pek çok hüsn-i hat üstadlar n n yeti ti i ve talebelerini yeti tirdikleri bir e i-
tim yuvas olmu tur. Çünkü hatt n, müzeyyen bir nak gibi rûhu ok ayan kavis-
lerle, tabiî ve f trî bir ak la yaz labilmesi; ar nm , duru bir kalbe sâhib olmay
gerektirir. Ayr ca hat sanat nda kemâle erebilmek, büyük sab r ve teslîmiyet iste-
yen çileli bir i tir. Örnek al nacak kâmil bir üstâda ihtiyaç vard r. , te bütün bu
husûsiyetleri itibariyle hat sanat , tasavvufla mü tereklik arz eder.
Meselâ kaba ve asabî bir insan, bir karalama yapsa, o karalama testere di -
lerini and r r. Sert kö eli ve k r k çizgiler hâlinde görülür. Çünkü rûh muzdariptir.
Tasavvufun gâyesi de nefisleri slâh etmek ve rûhu nefsin tasallutundan kurtararak
ona incelik, hassâsiyet ve huzûr kazand rmakt r. , te hattatlar n rûh âlemi de bu
huzur, sükûn ve hassâsiyete muhtaçt r. Çünkü hüsn-i hat, sadece yaz yazmak
sanat de il, ayn zamanda rûhlar inceltip zarifle tiren ve gönlü mânevî duygular-
la besleyen bir disiplindir.
Gerçekten de rûhî takviye, sanatta dâimâ büyük dehâlar n yeti mesine ze-
min haz rlam t r. Hat sanat n n nümûne üstadlar olan ˆeyh Hamdullâh, Karahi-
sârî, Yesârîzâde, Mustafa Râk m ve daha niceleri, tasavvufî muhitlerin rûh terbi-
yesiyle olgunla arak yeti mi ahsiyetlerdir.
Tasavvufî ne veyle yo rulmu sanatkârlar n rûhî derinlik ve fedâkârl n
gösteren u misâl ne ibretlidir:
Süleymâniye Câmii’nin kubbe hatlar n yazma vazîfesi Hattat Karahisâ-
rî’ye verilmi ti. Karahisârî, hatlar , câminin ihti âm na yak r bir ekilde tamam-
lamak için ola anüstü bir gayretle çal maya koyuldu. Öyle ki son çizginin son
tashîhini bitirdi i an, gözlerinin feri de tükendi ve dünyây seyir penceresi kapan-
d.
Câminin in âs tamamlan p da ibâdete aç laca zaman Kânûnî Sultan Sü-
leyman Han:
“– Câmî-i erîfi ibâdete açma erefi, onu böylesine muazzam ve muhte em
bir ekilde binâ ve in â eyleyen mîmârba m z Sinan’a âittir.” dedi.
Sanat na önce tevâzûyu ö renmekle ba lam olan Mîmar Sinan ise, zâhir-
deki emsâlsizli ini, kalbî olgunlukta da göstererek o an hattat Karahisârî’nin fedâ-
kârl n dü ündü ve Sultân’ n sözlerine edeble u mukâbelede bulundu:
“– Hünkâr m! Hattat Karahisârî bu câmî-i erîfi hatlar yla tezyîn ederken
gözlerini fedâ etti. Bu erefi ona bah ediniz!..”
Bunun üzerine Kânûnî, orada bulunanlar n gözya lar aras nda, câmî-i e-
rîfi hattat Karahisârî'nin açmas n fermân eyledi.
Hat sanat n n geli mesi ve devâm da, kendi kâideleriyle birlikte riâyet
edilen mânevî ölçüler sâyesinde olmu tur. Bu bak mdan Kur’ân- Kerîm ve Hilye-
i ˆerîfe yazmak bir zirve kabul edilmi tir. Gelenek olarak da ancak hüsn-i hatt n
zirvesine ç kabilen hattatlar, Kur’ân- Kerîm ve Hilye-i ˆerîfe yazm lard r. Böy-
lece bu k ymetli eserler, rûhlar ve gönülleri ok ayan müthi câzibeleriyle âdetâ
«Oku!» emrine a k ve evk ile icâbetin vesîlesi olmu lard r.
Böyle ihlâs dolu bir anlay ile hizmetin bereketi olan bu sanat, as rlar bo-
yunca ücretsiz olarak tâliplerine ö retilmi tir. Araya maddiyat sokulmam ve her
hattat, bu yoldaki tâlim hizmetini, sanat n n zekât bilmi tir.

Velhâs l;
“... Allâh güzeldir, güzeli sever...” (Müslim, Îmân, 147) hadîs-i erîfinin mukte-
zâs ndan hisse alan bir müminin, güzelli e alâka duymamas dü ünülemez.
Bu mânâ çerçevesinde, insan n derûnî güzelliklerini -gurur ve kibre dü -
memek ve dînin özüne mutâb k kalmak kayd yla- estetik de erler seviyesinde ifâ-
de etmesi gâyet tabiî bir harekettir. Bu itibarla hangi sahada olursa olsun ,slâmî
âdâba uygun bütün sanatlar, tasavvufî muhitlerden dâimâ te vîk ve himâye gör-
mü tür. Tefekkür ve gönül dünyâs n n derinliklerinde tasavvufla bulu an pek çok
güzel sanat da, motiflerine ta d bâz tasavvufî de erler sâyesinde, daha yüksek
bir estetik zevkine ve muhtevâ zenginli ine ula m t r.
5. TASAVVUF ve FELSEFE

Fennî ilimler, varl klar ve hâdiseleri tek tek tahlîl ederek, onlar n husûsi-
yetlerini umûmî kâideler hâlinde ifâde etmeye çal rlar ki, bunlara “tabiat kânun-
lar ” denildi i bilinen bir keyfiyettir. Bütün bu ilimlerin ortaya koydu u ûmûmî
hükümleri bir kere daha birle tirmeye yahut daha ûmûmî kâideler hâlinde ortaya
koymaya çal an be erî ilim ve tefekkür ise “felsefe sahas n ” te kîl eder.
Bu bak mdan, ilimlerin ilmi olarak kabul edilen felsefenin, hakîkate ula -
ma maksad yla ba vurdu u yegâne vâs ta “ak l”d r. Her felsefî ekolde ak l,
felsefenin bir ûbesi olan “rasyonalizm”deki kadar -âdetâ- ilâh mevkiine yüksel-
tilmezse de, yine de filozoflar n hakîkat aray nda dayand klar tek vâs ta olarak
kabul edilmi tir.
,slâm, akl , mükellefiyetin asgarî artlar ndan biri sayar. Bununla birlikte
onun gerçeklere ula mak husûsunda kifâyetsizli ini kabul etti inden, “aklî” say -
lan felsefeye nazaran ayn zamanda “nakli” de esas al r. ,slâm’da bir anlay ve
mükemmellik aray demek olan “tasavvuf” da, birtak m metafizik gerçekler pe-
inde ko mu olmas na ra men, onun “ke if” hudûduna kadar dayanan fikrî faâli-
yeti, nassa ba l olarak gerçekle mektedir. Yâni temel tasavvufî dü üncelerin bi-
rer er’î mesnede ba l olmalar , bu fikrî faâliyetin de naklî oldu unu kabul etme-
yi gerektirir. Ak l, nass n hikmetine vukûf için kullan lmakla berâber, onun müs-
takillen faâliyeti, ,slâmî ahkâm n tespitinde câiz görülmez. Bundan dolay d r ki,
,slâm’da akl n kâmil bir fayda sa layabilmesi için, vahiyle terbiye edilmesi ve sa-
lâhiyetinin bu sûretle s n rland r lmas gerekir. Böylece yürünen yol, ke if s n r n-
da tükenip de kalbî faâliyetlere ba l olarak ula lan gerçeklerin câiz görülmesi
veya benimsenmesi, umûmun kabulünü gerekli k lmaz. Bu gerçe i ifâde için:
“Ke if ehlinin ke fi, ancak kendisine delildir; ba kas na de il.” denilmi -
tir.
Bununla berâber akl n tâkat ve salâhiyetinin tükendi i noktada, hakîkatin
de nihâyete erece i iddiâ edilemeyece ine göre, bu noktadan itibâren sonsuza
do ru teselsül edip giden gerçeklere ula ma temâyülü bertaraf edilemez. Çünkü
bu f trîdir. Bundan dolay gerek dînde ve gerekse dîn d tefekkürlerde, gerçekle-
rin bu k sm na lâ-kayd kal nmam t r. Metafizik (fizikötesi) meselelere âit felsefî
dü üncelerin muazzam bir külliyat te kîl etti i herkesçe mâlumdur. Ancak, filo-
zoflar s rf akl kulland için tenâkuzlardan kurtulamam ve ortaya ç kan her fi-
lozof, kendinden öncekileri red ve tenkidle i e ba lam t r. Bunda benlik duygusu-
nun ve nefsânî iddiâlar n ön planda tutulmas n n rolü varsa da, as l sebep, akl n te-
nâkuzlardan sâlim olamama özelli idir.
Hakîkaten ak l, bir b çak gibidir. ,nsana terör de yapt r r, sâlih ameller de
i letir. “Ahsen-i takvîm”e (kulun ula abilece i en yüksek seviyeye) akl n yard m
olmaks z n gidilemez, fakat insan ço u kez “bel hüm edall”e, yani idrâk bak m n-
dan hayvandan da a a bir seviyeye götüren de ak ld r. O hâlde akl n bir disiplin
alt na al nmas îcâb eder. O disiplin de vahiy terbiyesidir. E er ak l, vahyin kont-
rolünde ise, insan selâmete götürür. Fakat, vahyin d na ç kart l rsa, insan felâ-
kete götürür. Onun için akl n r zâ-y ilâhî yönünde istikâmetlenmesi lâz md r.
Tarih boyunca akl n zirvesindeki birçok zâlim, yapt klar ndan en ufak bir
vicdan azab bile duymam t r. Çünkü yapt klar zulümler kendilerine göre en
ak ll ca hareketlerdi. Ba dat’a girip Dicle’nin sular nda 400 bin mâsum insan bo-
an Hülâgu hiçbir vicdân azâb duymam t . Veya ,slâm’dan önce Mekke devrin-
de bir efendi kölesini bo azlasa aslâ vicdân s zlamaz, en ufak bir pi manl k hissi
duymazd . Bir köle veya bir odunu kesmek onlar n ak l nazar nda ayn idi. Hattâ
bunu tabiî ve me rû haklar olarak görürlerdi. , te bu insanlarda da ak l vard , fa-
kat vahyin terbiyesi alt nda olmad için, insan idlâl ediyor, say s z cinâyetlere
sevk ediyor ve bunu da normal gösteriyordu. Böyle bir ak l, vicdanlar köreltmi ;
efkat, merhamet ve ac ma hislerinin önüne perde olmu tu.
Felsefe erbâb , her eyi ak lla izâha kalk t için, ne kendilerini ve ne de
toplumlar ir âd edebilmi lerdir. Zâten ak l bütün i i görebilecek kudrette olsayd ;
hidâyet rehberi Peygamberlere ihtiyaç olmazd . Bu bak mdan, ak l vahyin k la-
vuzlu una muhtaçt r.
Bu gerçe i farkeden bâz filozoflar, akl n bu âcizli ini îtiraf ile, hakîkati
ara t rma konusunda ba ka vâs talar aramaya koyulmu lard r. Böyle filozoflardan
biri olan Frans z filozof Henry Bergson (d.1859, ö.1941), “Entuisyon” denilen
“hads”, yâni sezgiyi hakîkate ula man n vâs talar ndan biri olarak kabul etmi tir.
Bu kelime, eskilerin “sünûhât- kalbiyye” dedikleri mükâ efe ehlinin kalbî faâli-
yetinin ad d r. Bergson, birtak m rûhî temrinlerle (tasavvufta zikir vs.) kalben ar -
nan dindarlar n vâs l olduklar mânevî bir mertebede içlerine do an gerçeklere, fi-
zîkî hakîkatlerdeki gibi laboratuvar tecrübeleriyle kontrol edilemedikleri gerekçe-
siyle itiraz n yersiz ve mant ks z oldu unu ileri sürmü tür. Tasavvufî tecrübelerde
oldu u gibi bütün mücerred gerçeklerin laboratuvar tecrübesine mevzû olmad n
belirtmi tir. Bu da, felsefenin pek az bir k sm n n dîne ve netîce itibariyle de ta-
savvufa yatk n bir mâhiyet arz etti ini göstermektedir. Kâhir ekseriyetiyle filozof-
lar, hakîkate ula mak için ak ldan ba ka bir vâs ta kabul etmemekte ve birbirlerini
nakzetmekle vakit geçirmi bulunmaktad rlar. Buna mukâbil enbiyâ ve onlar n vâ-
risi mevkiindeki evliyâ, hep ayn kaynaktan, yâni vahiy ve ilham yoluyla feyizlen-
dikleri için birbirlerini te’yîd edegelmi lerdir.
Büyük ,slâm mütefekkiri ,mâm Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- öyle buyurur:
“Felsefe mevzuundaki idrâk, tedkîk ve tenkid safhalar ndan sonra bu hu-
sustaki yo un mesâimi sona erdirince maksad m itibariyle bu ilmin de yetersiz ol-
du unu, akl n tek ba na her eyi kavramaya elveri li olmad n , onun her mese-
lenin üzerindeki perdeyi kald ramayaca n anlad m.”
Gazâlî Hazretleri’nin ak l ve mârifet sahalar aras ndaki hâlini, Necip Fâz l
K sakürek bir eserinde öyle anlat r:
«,slâm’ n hücceti» diye an lan büyük tefekkür adam ... O; ilmî, fikrî bütün
kafa ve idrâk i lerini bir tarafa b rak p gerçek mârifet istikâmetine yönelece i za-
man öyle dedi:
«– Gördüm ki, her ey Peygamberler Peygamberi’nin ruh feyzine s n-
maktan ibâret ve gerisi sâdece yalan ve dolan, vehim ve hayal!.. Ak l ise bir hiç...
Sâdece hudut!»
Ve cihân n bir e ini görmedi i bu mutantan kafa, bütün istifhamlar n sön-
dürüp, Peygamberler Peygamberinin rûh feyzine s nd , hudutsuzu buldu.” (Velîler
Ordusundan, s. 213)
Hakîkaten mahdud bir ak l ile belli bir noktaya kadar gidilebilir. Fakat bü-
tün hakîkat bu s n rlar n muhtevâs ndan m ibârettir!? Onun ötesinde hiç mi hakî-
kat yoktur? , te bu gibi suâllerin tatmin edici cevâb n , felsefe gibi madde üstü bir
tefekkür olan, fakat vahyin menba ndan beslendi i için ondan tamâmen ayr lan ta-
savvufun gönül dünyâs nda bulmak mümkündür.
,nsan yaratan ve onun husûsiyetlerini en iyi bilen, Allâh Teâlâ’d r. Bu se-
beple hakîkat yolunda akl n, ilâhî tebli in nda yürümeye mutlak bir sûrette ih-
tiyac vard r. Akl n varabilece i son noktadan daha ötelerde ise kalb ve ke if yo-
lunun devreye girmesi zarûrîdir. Kalbî hayat ve onun mânevî duyu ve hissedi leri
olmaks z n s rf ak lla sonsuz hakîkatler âlemine geçilemez.
G. LM- NÂFÎ (FAYDALI L M)

Bilginin ahsîle ip, selîm bir idrâkin derinliklerine kök salmas na, “irfân”
denir. Ârif ise, sahip oldu u bilgilerin derûnundaki s r, hikmet ve ilâhî tecellîlere
vâk f olmu , yâni irfân sâhibi kimse demektir. Bu olgunlu a eri ememi ilim sâ-
hipleri hakk nda; “Âlimdir, fakat ârif de ildir.” denilir. Böyle kimselerin bilgileri,
kitaplardaki gibi sâbit ve mahfûzdur. Bu durum, t pk ambardaki tohuma benzer.
O tohum, ancak topra a kavu tu unda ne v ü nemâ imkân bularak inki âf eder
ve ço al r. Aksi hâlde böyle bilgiler, fikir îmâl etmeye ve zihinden kalbe inerek
duygular derinle tirmeye muvaffak olamaz. Bundan dolay , böyle bilgilere kitâbî
bilgi denir.
Yerinde ve do ru olarak kullan ld takdirde her ilmin bir fayda sa laya-
bilece i muhakkakt r. Ancak, insan n her iki cihân saâdet ve selâmeti için bu ilim-
lerin s rf zâhiren tahsîl edilmesi kâfî gelmez. Bu noksanl n telâfîsi için de ,slâm,
ilimlerin do ru ve hay rl yerlerde kullan lmas n sa lamak ve erre âlet olmas na
mânî olmak gâyesiyle “ilm-i nâfî” ile kalbî hayat tezyîn eylemi tir.
Nitekim merhum Mâhir ,z Hocaefendi de kalbî derinlikten mahrûm bir il-
min noksan oldu unu ve bu noksanl bertaraf etmenin yegâne çâresinin de mâ-
nevî ir âd görmek oldu unu ifâdeyle öyle der:
“,lmin kîl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmad ndan,
hiçbir zaman ilmî tedkîkten geri kalmamakla berâber; as l hakîkate vâk f olman n,
ancak ehlinin ir âd sâyesinde mümkün olabilece ine inan r m. , te bu sebepten-
dir ki, yakaza d bir i âretle, irâde merdivenimi, mârifet semâs na mîrâc için
feyz-i Sâmî’ye rabteyledim.” (Y llar n zi, s. 396)

Hakîkaten mânevî terbiye netîcesinde kazan lan kalbî olgunluk, insan idrâ-
kini zâhirî ilmin üstünde bir ufka ta r ki buna “mârifet” denir. Bu ise ancak bâz
tasavvufî temrinler sâyesinde elde edilebilir. ,nsan, bu görü ufkuna ula t za-
man, ne kadar büyük bir âlim de olsa, acziyetini idrâk ederek ilmine ma rûr olma
hastal ndan kurtulur. Sonsuz ve girift hakîkatler me herine do ru aç lan tefek-
kürü, hayret ve acz duygular yla dolar. Akl- selîm ile dü ününce de anlar ki, bil-
mek sâdece zâhiri seyretmek de il; bir s rr çözmektir. Bilmek, hakîkatte büyük
nizâm n muammâs n çözmek ve ilâhî s rlara âgâh olabilmektir.
Hazret-i Mevlânâ, insan n ebedî saâdeti için lüzûmlu olan mârifetullâh il-
mini elde etmenin ehemmiyetini ve buna bîgâne kalanlar n hazin âk betini a a -
daki hikâyede ne güzel sergilemektedir:
Bir nahiv (dilbilgisi) âlimi gemiye binmi ti. Sefer esnâs nda ilmine ma rur
bir ekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif suâller
sordu ve muhâtab ndan «bilmem» cevab n al nca da ona kar ilmiyle iftihâr et-
mek üzere:
“– Yaz k! Cehâletin sebebiyle ömrünün yar s n hebâ ve ziyân etmi sin.”
diyerek onunla istihzâ etti.
Temiz kalbli gemicinin, bu küçük dü ürücü davran a gönlü k r ld ise de,
olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken iddetli bir f rt na ç kt
ve gemiyi müthi bir girdab n içine sürükledi. Herkesi büyük bir tela n kaplad
o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve:
“– Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu.
Nahivci, solmu sararm bir vaziyette titrek bir sesle kekeleyerek:
“– Hay r bilmem!..” dedi.
Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile u mukâbelede bulundu:
“– Nahiv bilmedi im için benim yar ömrüm mahvolmu tu, öyleyse imdi
senin bütün ömrün mahvoldu. Zîrâ gemimizin bu girdaptan kurtulma imkân yok-
tur. Ey nahivci! Bu deryâda nahivden ziyâde yüzme ilminin daha faydal ve zarûrî
oldu unu bilmiyor muydun?..”
Bu k ssadaki nahiv ilminden murâd, sadece dünyevî ve zâhirî ilimlerdir.
As l faydal ilim ise, ihtiyâca cevap veren ilimdir. Be erin en büyük ihtiyâc , be-
denle birlikte rûhun da ebedî saâdetini temin etmektir. Bu da, Allâh r zâs n ka-
zanmaya ba l d r. Allâh’ n r zâs ise, kâmil îmânla birlikte sâlih amellerle elde
edilebilir.
Yine k ssadan anla laca üzere; bu fânî vücûd gemisi ölüm girdab nda
ç rp n rken, yâni dünyâya büyük vedâ ân olan ecel yakla nca; as l ihtiyâca cevap
vermeyen, ya anmayan, irfâna dönü meyen, rûhsuz, kuru ve s rf nefsin rahat na
hitab eden bilgiler fayda vermeyecektir.
Öyleyse ecel gelmeden önce bütün bilgileri Allâh r zâs n kazanmaya me-
dâr olabilecek bir vasfa dönü türmek îcâb eder. Çünkü vücûd gemisi ölüm ile ça-
t rdarken, s rf topra a terk edilecek bedenin rahat na yarayan ilimlerden bir medet
umulamaz. O anda “kalb-i selîm”e ihtiyaç vard r. Kalbin ise ecel gelmeden önce,
nefs engelini bertarâf etme netîcesinde bu vasf kazanmas gerekir. Bu merhaleye
ula amayanlar, aç ld klar bu engin deryâda helâk olmaktan kurtulamazlar. Fakat
nefsini ölmü say labilecek derecede gurur, kibir ve heveslerden kurtaran , deryâ
misâli olan bu yeni âlem ba üzerinde ta r, onu helâk olmaktan kurtar r. Bu key-
fiyeti îzâh için buyrulmu olan:

“c]I•]IpS• KhSc S“Kž‚S c]I•]IM”


“Ölmeden evvel ölünüz!” nasîhatine gönül vererek iç dünyâm zdaki nefsâ-
nî temâyülleri en az seviyeye dü ürmeye gayret etmelidir. Nefsânî arzular berta-
râf etmek için, insan n zaman zaman kendini murâkabe etmesi lâz m geldi i husû-
sundaki:
“c]Iž^
S iS•I• KhSc S“žK ‚S c]Iž^
F iSG”
“ lâhî mahkemede hesâba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekiniz!”
îkâz n da hat rdan uzak tutmamal d r.

Rivâyete göre bir âlim öyle anlat r:


Yüzlerinde nûr ve hayr n aç kça görüldü ü bir cemaat içinde ,mâm Gazâ-
lî’yi gördüm. Üzerinde yamal elbise ve elinde bir ibrik vard . Kendisine dedim
ki:
“– Ey ,mâm! Ba dat’taki Nizâmiye Medresesi’nin ba müderrisli i bun-
dan daha iyi de il miydi?”
Bana derin derin bakt ve dedi ki:
“– Saâdet dolunay irâde semâs na do unca, ak l güne i vuslat yolunu gös-
terdi i için böyle yapt m.” (Muhammed b. Abdullâh el-Hânî, Âdâb, s. 9)
Bu sebepledir ki insan dünyâ ve âhirette saâdet ve selâmete ula t rmakta
en müessir ilim, Allâh’ en güzel bir sûrette kalben tan yabilmek ve bu bilginin
do urdu u aklî, vicdânî ve kalbî bir mes’ûliyetle sâlih amelleri en mükemmel se-
viyede îfâ etmektir. Zîrâ bu duyu , derinlik ve anlay mevcûd olmad takdirde,
fayda hâs l etmeye yarayan bütün ilimlerin maddî veya mânevî pek çok zararl ne-
tîceleri bertaraf edilemez. Onun içindir ki ilm-i nâfî, hadd-i zât nda bir ufuk ve
zihniyet meselesidir. O olmadan, ilimlerdeki istifâde imkânlar da kuvveden fiile
ç kamaz. Aksine erre âlet olurlar ki bu durumdan kurtulman n yegâne çâresi,
ilm-i nâfî dedi imiz kalbî olgunluk ve hasletlerin kazan lmas d r.
Nitekim ilm-i nâfî olgunlu undan mahrûm bir kimse, faraza hukuk tahsili
gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edece i yerde bir cellat; t p tahsili yapm bir
kimse de ifâ da taca yerde bir insan kasab kesilebilir. ,lmî kâbiliyetine ra -
men, merhamet ve muhabbetten mahrûm bir idâreci ise emri alt ndakilere yaln z
zehir saçar. Böyle kimseler, bir câhilin cehâletiyle yapamayaca zarar n daha be-
terini, ilim sâyesinde kolayl kla irtikâb edebilirler.
Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:
lim okumaktan murâd,
Ki i Hakk’ bilmektir,
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir!..
Bu itibarla her insan, dünya ve âhiret i lerinde muvaffak olup maddî-mâ-
nevî terakkî edebilmek için muhtelif ilimlerle me gûl olurken her eyden evvel
ilm-i nâfî ayd nl na ve gönül derinli ine muhtaçt r.
Gerçekten, insan gurur ve kibire sevk eden, sonunda da helâk girdab nda
bo an bir ilim, zâhiren güzel ve faydal eylerden ibaret olsa bile hakîkatte vebâl-
den ba ka nedir ki? Bunun için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-
Hakk’tan ilmi daimâ bu istikâmette talep etmi ve:
“Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydal ilim) istiyorum! Faydas olmayan
ilimden Sana s . n r m!..” (Müslim, Zikir, 73) diye niyâz eylemi tir.
Bu mânâ çerçevesinde tasavvuf ilminin de özü say labilecek olan ilm-i nâ-
fî, kulu zühd, takvâ ve ihsân ile tezyîn etme gayretidir. Böyle olanlar n ilmi, art k
mârifet olmu demektir.
Hazret-i Mevlânâ öyle der:
“S rf zâhir âlimi olanlar, sahalar na göre geometri, astronomi, hekimlik
ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama, bunlar hep göz aç p kapay ncaya
kadar gelip geçen u fânî dünyaya âit bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat gö-
.ün üstüne, yâni mîrâca ç kacak yolu göstermezler.”
“Allâh yolunu ve o yolun var lacak menzillerinin bilgisini, nefislerine
mahkûm gâfiller bilmezler! Allâh yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârif-
ler, ak llar ile de.il, gönülleri ile bilirler!”
,lm-i nâfîden, yâni ilimdeki kalbî olgunluktan mahrûm kimseler, netîcede
ne ö renirlerse ö rensinler, en büyük hakîkat olan Hakk’a vuslattan mahrûm ka-
l rlar. ,lim, ancak kulak ve zihinden kalbe inip kalben de hazmedildi i takdirde,
sâhibi için güzel tecellîler hâs l eder. Ancak böyle bir ilim, sûretten sîrete, yâni
güzel ahlâk, amel-i sâlih ve Allâh korkusuna ink lâb eder.
Cenâb- Hak âyet-i kerîmede öyle buyurmu tur:
“(Rasûlüm) de ki: Rabbim, ilmimi art!r!..” (Tâhâ, 114)
Bu art , kulun takvâ ve ha yet duygular n n seviye kazanmas d r. Zîrâ yi-
ne Kur’ân- Kerîm’de buyuruldu u üzere:

I¶iSpaSI‹bK c FœF„iSž•
F KLFM SNàbc ESÁKRSs iSpÙF•
“... Kullar! içinde ancak âlimler Allâh’tan (gere ince) korkar...” (Fât r,
28)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“ çinizde Allâh’tan en çok sak nan n z (en muttakî olan n z) ve O’nu en
çok bileniniz benim.” (Buhârî, Îmân, 13; Edeb, 72) buyurmu tur.
Demek ki ilim, gönle ula mam ve sâhibini Allâh sevgi ve korkusuna gö-
türmemi se, sâhibine zâhiren âlim dense bile, hakîkatte âlim say lmaz.
,mâm Gazâlî -kuddise sirruh-, s rf dünyevî ilimlerle me gûl olup, bunlar n
“kîl ü kâl”iyle ömrünü tüketerek Rabbini unutan kimselere öyle hitâb eder:
“– Ey o ul! Kelâm, mant k, belâgat, iir, sarf, nahiv ve emsâli ilimleri irfâ-
na geçirememi sen yaz k sana! Allâh -celle celâlühû-’nun, kendisine ibâdet edesin
diye vermi oldu u ömrü zâyi etmekten ba ka eline ne geçti.”
Gerçekten de kulu Hak kat nda hüsrâna u rat p cennet ve cemâlullâha ka-
vu maya faydas olmayacak bir ilim neye yarar? ,nsan sonunda ,blîs, Bel’am bin
Baura ve Kârun’a benzeten ve onlar n gurur, kibir, kendini be enme, herkese te-
peden bakma, nihâyet Hakk’a isyân etme gibi kötü s fatlar yla dolduran bir ilme,
ilim denilebilir mi? Aslâ! Bu bak mdan ,slâm büyükleri ilim hakk nda:
“ lim, idrâk etmektir. drâk gerçekle meden ilim tahakkuk etmez. Bu idrâ-
kin müntehâs ise mârifetullâht r. Bu yönüyle mârifetullâh bütün ilimlerin özüdür.
limler bu ilme yak nl . derecesinde de.er kazan rlar...” demi lerdir.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Hünerli ve bilgili ki i iyidir ama, blis’ten ibret al da ona pek de.er ver-
me! Zîrâ blis’te de bilgi vard . Ama o, Âdem'in topraktan yarat l n , d yüzünü
gördü de, onun hakîkatini göremedi.”
“Nice ilim, ak l ve anlay vard r ki, hakîkat yolcusuna gulyabâni kesilir,
yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserisi, filozoflar n erlerinden korunabil-
mi , saf ve ehl-i kalb kimselerdir. Ey gâfil! Gururdan, kendini be.enmekten kurtul
ve lüzumsuz eyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler ya.s n.”
Hiçbir insan, s rf akl yla hakîkate ula amaz. Zîrâ kâinât, ak lla tahlîl edil-
di inde say s z muammâ ile kar la l r. Ak l, dünya i lerini görmekte faydal d r
ama ilâhî vahiyden feyizlenmedi i takdîrde hakîkat yolunda kifâyetsizdir. Hakî-
kate ula mak, akla ilâveten bir îman ve a k i idir. Vahiyle terbiye edilmi selîm
bir muhâkeme, hakîkat aray nda kulu bir noktaya ula t rabilir. Onun ötesindeki
s r ve hikmetlerin idrâkinde ise ancak gönül kanatlar ile mesâfe al nabilir.
Hakîkatler ve s rlar âlemine aç lmada akl n rolü, dar bir kap gibidir. Buna
ra men onsuz, irfâna ula mak mümkün olmad gibi, hiçbir ak ls z da “ârif” ola-
maz. Lâkin s rf ak l da sâhibini “irfân”a nâil k lamaz. Akl n sath nda kalarak dîni
kâmil mânâs yla idrâk etmek, mümkün de ildir. Zîrâ ak l, bir basamakt r. Oradan
a ka s çrayabilmek gerekir. Hazret-i Mevlânâ, bu merhaleleri kat edebilmek için:
“Mustafâ’n n önünde akl kurbân et.” buyurmu tur.
Hakk’a giden yolda, akl n nihâyetinden sonra gönül vecdine ihtiyaç vard r.
Cümle ehlullâh, bu varl k denizinden a k ile geçtiklerini ifâde ederler. Ni-
tekim onlarda, hakîkate vuslat n vecdinden f k ran a k na melerini bol bol duya-
r z. Onlar n nazar nda bu vîrân dünyan n k ymeti yok olmu tur. ,sti rak hâlindeki
a k n ne vesi onlar sarm t r. Bu sebeple dâimâ as l gâyeye yönelirler. Allâh’ n
velî kullar ; birer ahlâk âbidesi olan peygamberlerin nefisleri terbiye etme vazîfe-
lerini, insanl k içinde önce nefislerinde bizzat ya amak ve ard ndakilere misâl te -
kîl etmek sûretiyle tamamlayan, rûh dünyâs n n zirve ahsiyetleridir.
Kalb gözü aç lan mümin, her yerde Rabbin ilâhî tecellîlerini mü âhede
eder. Bu hâl, bir kerâmet de il, irfan ve mârifete dönü mü bir ilimdir. Gönüldeki
hakîkî a k n mahsûlüdür. Hak dostlar ilâhî a k n verdi i bu görü dirâyetiyle âle-
mi ilâhî kudret tecellîleri içinde mü âhede ederler. ,nsan , e yây ve kâinât , kendi
s r ve hakîkati ile görürler.
Hakîkaten bilgi, kalbe saplanan gurur vesîlesi bir diken olursa, onun gâye-
si olan gülden ne râyiha duyulabilir?! Rüzgarlar n, rmaklar n, da lar n dilinden
anlamayan; güllerden, a açlardan, çiçeklerden, kurtlardan, ku lardan ibret alma-
yanlar için hayat n ne tad olabilir?! Onlar n telkîn etti i ilâhî sanat hissedeme-
mek, kalbin olgunla mam bulundu una alâmettir.
Sâdî-i ˆîrâzî gönülleri hikmete yönlendirip, ilm-i nâfîye öyle dâvet eder:
“Ay k ki iler nazar nda a.açlar n ye il yapraklar bile bir dîvând r. Her
zerre, Cenâb- Hakk’ n ilâhî sanat n if â etmiyor mu?”
Kâinât, ilâhî ne venin menba ndan ta an tecellîler sergisidir. ,nsan denilen
meçhûl muammâ, ilâhî ne venin kâmil bir tecellîsidir. ,nsano lunu dünyâda ke-
mâle erdiren, ulvî ne veler ta yan bir yürek sâhibi olmas d r. Hallâc, ta lan rken
dahî kâmil bir kalb arad . Gül atana esef etti. Öylece gitti.
Zîrâ kâinatta her zerre, her an bize ilâhî ne veden tâze bir haber ve selâm
veriyor. Kundaktaki yavrunun gülü ünden, bir kelebe in kanat ç rp na, bülbülle-
rin feryâd ndan, bahâr n renk ve râyiha cümbü üne kadar her ey ilâhî ne venin
binbir tecellîsi de il de nedir? , te ilm-i nâfînin en ihti âml tezâhürü, kâinât kitâ-
b n gönül gözüyle okumakt r. Âlemin hikmet, ibret ve ilâhî tecellîlerden ibâret
oldu unun idrâkine varmakt r. Cenâb- Hak âyet-i kerîmelerde:
“Biz gökleri, yeri ve bunlar aras!nda bulunanlar!, oyun ve e lence ol-
sun diye yaratmad!k.” (ed-Duhân, 38)
“Sizi abes yere yaratt! !m!z! ve sizin hakîkaten huzurumuza geri geti-
rilmeyece inizi mi sand!n!z?” (el-Mü’minûn, 115) buyurmaktad r.
Buna göre her ilim, insan yarat l gâyesi mûcibince ibret ve hikmete gö-
türmeli, kâinattaki ilâhî ihti âm temâ a edip mutlak sanatkâra ula t rmal d r. Ce-
nâb- Hak, tabiat , rûha ferah râyihalar sunan rengârenk çiçeklerle tezyîn etmi tir.
En abûs bir surat bile, bunlar seyrederken rûhuna bir in’ikâs olur, yüzünde tebes-
sümler belirir. , te nebâtât mevzu edinen bir botanik ilminde bile, nâfî ilim ol-
gunlu una ermi bir müminin kalbi, bütün be eriyyetin yüzünde tebessüm uyand -
ran bir çiçek bahçesi hâline gelir.
,lâhî sanat n te hîr edildi i di er bir s rlar hazînesi de insan vücûdudur. Bu
hazîneyi ke federek ilmini nâfî hâle getiren bir doktor, ilâhî kudret kar s nda du-
yaca hayranl kla, hastas na yarat c s ndan ötürü tevâzû, efkat ve hürmetle nazar
edebilme fazîletine erer.
Di er taraftan bu ufka ula amayan bir insan, ilim ve dünyevî mevkîlerde
zirve noktada bile olsa, yine de noksand r. Zîrâ bir ilmin k ymeti, dünyâ ve âhiret-
te faydas olacak kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür.
Bütün bunlardan anla ld üzere, ilm-i nâfînin yolu bâz mânevî hasletle-
rin gönülde yer etmesinden geçmektedir. Yâni nefsin, riyâ, kibir, tamah, fah r,
hubb-i riyâset vs. gibi bütün kötü s fatlardan temizlenmesi; bunun netîcesinde de
gönlün, takvâ, hu û, merhamet, sab r, ükür, tevâzû, kanaat, zühd, verâ, Hakk’a
tevekkül gibi ahlâk- Muhammediyye ile muttas f olmas zarûrîdir.
,lm-i nâfînin ye erdi i iklim ve çerçeveyi ,mâm- Rabbânî Hazretleri k sa-
ca öyle beyân buyurur:
“Ey dîn karde lerim! Hepimizin üzerine en önce gereken ey, îtikad m z
Kitab ve sünnete göre düzeltmektir. Bid’at ve dalâlet ehli, kendi bât l hüküm ve
îtikadlar n Kitab ve sünnete uygun zannederler. Hâlbuki onlar n îtikadlar hak ve
hakîkatten fersah fersah uzakt r.”
Bundan sonra da dînin hükümlerini, helâl ve haram , farz, vacib ve sünnet-
leri bilmek ve bunlar amel-i sâlihler sûretinde tatbik etmek lâz md r. Ancak bütün
bunlar n kâmil mânâda gerçekle mesi için de her zaman kalbi tasfiye ve nefsi tez-
kiye etmek zarûrîdir. Zîrâ îtikad düzgün olmad takdirde dinî hükümleri bilme-
nin; dinî hükümler bilinmedi i takdirde amel i lemenin; amel i lenmedi i takdir-
de kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyenin; tasfiye ve tezkiye gerçekle medi i takdirde de
îtikad, amel ve ilmin hiçbir faydas olmaz...
, te ancak bu temel esaslar n olu turdu u bir zeminde ye erecek olan ilim
ve davran lar, ilm-i nâfî dâiresine girerek mârifet mâhiyetini kazanm olur.
Ey Rabbimiz! Bizleri dâimâ ilm-i nâfî ile r!z!kland!rman! niyâz eyler,
faydas! olmayan her türlü ilimden sana s! !n!r!z!.. Bizleri ilmiyle amel eden-
lerden k!l! lmini irfân haline getirip mârifetullâh semâlar!na yükselen ve
böylece mîrâc!na vâs!l olan bahtiyarlardan eyle!..
Âmîn!..

Vous aimerez peut-être aussi