Vous êtes sur la page 1sur 145

¨

Ali Akay, Paris'te Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi

POSTMODERN GÖRÜNTÜ okudu. Türklerde Devletçi İktidarın Oluşumu adlı tezini


1986'da savundu. M.S.Ü. Sosyoloji Bölümü öğretim

ALİ AKAY üyesidir. Çağdaş sanat sergilerinde küratörlük ve sanat


eleştirmenliği yapmaktadır. Toplumbilim dergisinin
kurucusu ve editörüdür.
Bağlam Yayınları 112
İnceleme/Araştırma 63
Theoria Dizisi-4
ISBN 975-6947-04-7
Theoria Dizisi Editörü: Ali Akay
Ali Akay Postmodern Görüntü
© Ali Akay © Bağlam Yayınlan
Birinci Basım: Ekim 1997
İkinci Basım: Ekim 2002
Kapak Fotoğrafı: "Digital Hybrids". Aziz+Cucher.
"George"
(serie "Dystopia"). 1994-95.100x120 cm. Color photograph
Kapak ve Sayfa Düzeni: Canan Suner
Baskı: Önsöz Basım Yayıncılık
Web: www.baglam.com
e-mail: baglam@baglam.com
BAĞLAM YAYINCILIK Ankara Cad. 13/1 34410
Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0212) 513 59 68
Tel-faks: (0212) 243 17 27
Ebook Düzenleme: Nirvana13
zaman, tıpkı B'nin bunu tersini söylediğini yazdığım
zamanki gibi, A veya B söylediklerinin öznesi değil, artık
sözcenin öznesi haline gelmiş olurlar. Başka biri de benim
"söylediğimi" söylediği, tekrar ettiği zaman, yine; beni
sözcelerin öznesi olmaktan çıkarıp, sözcenin öznesi
haline getirebilir. Anlaşılacağı gibi özne gramatikal
İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ olmaktan çok cümlelerin, sözcelerin yerlerine, anlatım
Bu kitabın yayımlanma tarihi olan "1997'den bu yana ge- sıralarına göre yer değiştirebilmektedirler. İşte, bir
çen 5 yıl içinde dünyada çok şey değişti" denebilir. Bu şekilde, postmodern durumun gereği olarak Jean-
cümlenin anlamı doğru olabilir ve zaten de buna karşı François Lyotard tarafından anlatılmak istenen bu değil
olarak "çok şeyin değişmediğini" söyleyenlerin sayısı da mi?1 Veya şöyle söyleyebilirim: VVittgenstein'in 23.
az olacaktır. Belki de sadece, kapitalizmin kendisi ve skolide gösterdiği gibi {Felsefi Araştırmalar, Çev. Deniz
ilkeleri ve de bununla birlikte sömürünün halleri Kanıt, 1998, Küre-yel yayınlar)/ dil oyunları ile
değişemedi önermesini de ileri sürebiliriz. Sınıflar göndergelerle özneler arasındaki ilişkide sabitlik yoktur.
arasındaki eşitsizlik de sınıfların artık homojenliğinin Tümcelerin sayısız türleri vardır: Simgeler, sözcükler,
kalmadığı da "doğru" cümleler arasında sayılabilir. Bu, tümcelerin sayısız kullanımları olabilir (Burada Witt-
böyle olsa bile, "denonatif" (addan türeyen) bir cümle genstein, Russell'in sabit kavramların var olması
olurdu; yani bu önermemin ne kadar doğru olduğunu zorunluluğunun karşısında sabit olmayan anlamlar ve
benim karşımda duran okuyucu tuhaf karşılayabilirdi. kavramların var olduğunu göstermektedir). O halde "dil
Türkiye'de yaşanan ekonomik krizin veya ikiz kulelerin oyunları" kavramı için, Lyotard'ı takip ederek,
artık olmayışının dünyanın değişimiyle bir alakası olup postmodern dönemin bir kavramıdır diyebiliriz.
olmadığı sorgulanabilirdi (Klasik değişimin sınıf Postmodern durum, o halde bize, bir yandan dil
sömürüsünün ortadan kalkmasına bağlayan biri bunu oyunlarıyla birlikte meşruiyetler yitiminden de söz
iddia edebilirdi). Kimisi için ikiz kulelerin artık yok olması etmektedir. Bu da Ulus-devletin ve Refah Devletinin
önemsiz gibi gözükebilir; diğerleri ise artık her şeyin krizlerini beraberinde getirmektedir. 1990'ların başında
başka türlü olacağını söyleyenlerin savlarını başlayan mikro-milliyetçilikler ve ulus devletlerin
tekrarlayabilirler. İkisinin de "doğru" veya "yanlış" parçalanma ve bölünme halleri, Berlin duvarı ve SSCB
olabilip olamayacağının bir garantisi olmaksızın bu iki sonrası bir yeni siyasi haritalanmayı bize gösterdi; ancak
sözce de tahammülsüz bir şekilde iki tarafa "kayıtsız bu durum, milliyetçiliklerin sonu olarak göstermedi
şartsız" gelebilir. Bunu söyleyen ve dolayısıyla yazan kendini. Kitabın başındaki "kimliksizleşme sürecine
"ben" bu cümlenin öznesi, sözcelemin de öznesi girebilmek" önermesi, bu içinde olduğumuz dünya için
olduğum kadar, sözcenin öznesi olacak mıyım? Yani; de hala devam etmektedir. Bosna krizi, İsrail ve Filistin
bazıları arasından A adlı kişi "artık her şeyin değiştiğini, krizi gibi, İkiz kuleler ve Pentagon sonrası "medeniyetler
hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını" söylüyor dediğim çatışması" şeklinde yeniden güncel-leşen dünyanın
"antagonizmatik", vaziyetinin çatışmacı ruhu devam kendi kurallarını süreç zarfında sürekli olarak yeniden
ettikçe, "kimliksizleşme" meselesinin önemini koruduğu- kurarlar. Burada artık ne BM ne de ABD'nin geçerli olan
nu düşünüyorum. Farklıklılar üzerine kurulu olan kurallarının meşruiyetinden söz etmek doğru olacaktır.
"çokluk" durumu, Marksist ikili toplumsallığı olduğu Bir ayırım (diffe-rend) ortaya çıkmıştır ve yetkili aşkın
kadar, Persons'cu birlik merciiler, veya Kant'ın önerdiği "aklın mahkemeleri"
1 Jean-François Lyotard, Postmodern Durum (Fransızca'sı, taraflar arasındaki ayrımları çözebilecek nitelikte
Minuit Yay. 1979) kitabında "dil oyunları" adlı bölümde değildir. Kimlikler var oldukça bu ayrımlar sürecektir.
(s.20) denotatif (addan türeyen) bir sözcenin örneği Ama özdeşlik üzerine kurulu olan kimlikler de sürdükçe,
olarak "Üniversite hastadır" örneğini gösteriyor; yani ikili çatışmaların çoğalmalarından başka bir durumla
söyleyenin söylediği bilinen bir durumdur, gönderenini karşılaşmadığımızı fark etmekteyiz. Atalara gönderimde
alan işiten ise bunu kabul edebildiği gibi ret de edebilir. bulunan köklere doğru giden modern özneye ait
İkinci sözce performatiftir (edimsel): Burada rektör kimliklerimiz bizi aynı zamanda çatışmalara bağlayan
"Üniversiteler açıldı" diye seslenir dinleyicilere. Burada sabitliklerimiz gibi durmaktadır.
gönderme ile söylenen çakışmaktadır. Rektör öyle Bu nedenle; Postmodern Görüntü adlı kitabımın ana
söylüyorsa doğru olması lazımdır. Burada söyleyen ve eksenini oluşturan kimliklerin varlığı ve kimliksizleşme
dinleyen arasında bir tartışma olma durumu yoktur sürecine doğru giden ve saptırıcı olarak kimliksizleştiren
İletişimin işlemesi için gereken koşullar burada hazır "simülakr" kavramının hâlâ kendi "doğruluk payının"
gözükmektedir. Üçüncü sözce ise, "Üniversiteye imkanlar sürdüğünü düşünüyorum. Pla-ton'un "Mağra metaforu"
tanıyınız" sözcesidir. Bu önermede bir isteme, bir dilekte içinde de gözüken görüntülerin gerçeği göstermediği
bulunmadır söz konusu olan. Konuşanın bir otoritesinden meselesi için yukarıda ele aldığımız Witt-genstein ve
bahsetmek mümkündür. İşitenden göndermenin daha sonra da ondan yola çıkarak bunu sorunsal-laştıran
eyleminin gerçekleştirilmesi beklenmektedir: yardım Lyotard'a ait olan için, sabitliğin olmadığı bir yerde "sabit
gerekmektedir, veriniz! demek ki, kuralların kendilerine bir gerçek" bulmanın da zor olduğunu, burada, yeniden
ait bir meşruiyetleri yoktur dil oyunlarında, söylemin hatırlatmak istiyorum. VVittgenstein'ın 1953'de ele aldığı
sözcesinin olduğu sırada pragmatik bir kurallaşmadan kitabında (Felsefi Soruşturmalar) dil kuramına verdiği son
söz etmek mümkün hale gelmeye başlamıştır. durumu ele alan Lyotard, ondan yola çıkarak, dilyetisinin
sosyolojisini de tanıyamamaktadır. Parçalanan toplumun "bir tözü", bir mantıksal, önceden belirlenmiş söz
içinde ne ezen ve ezilenler ikili karşıtlıklar şeklinde dizimsel, anlamsal yapısı olamayacağını göstermek
çatallaşmakta ne de bütünleşebilmektedirler. Bunun istemektedir (destruens sav). İkincisi ise pratiklerce
kavramı, Spinoza'dan berif varlığını sürdüren "çokluk"2 yaygınlaştırılmış bir çokluk gibi kurulan bir dil
olmalıdır: İktidarda bulunmadığı gibi, belirli bir düzen 2 Bkz. Spinoza, Traite Politique, Fransızca'ya çev. Charles Appulin,
içinde örgütlenmemiş kalabalıklar.3 Bunlar arasındaki GF Flammari-on, 1966.
güç ilişkileri "çokluklar" şeklindedir ve de sabit değildir. 3 Bu kullanımı için Bkz. Micael Hard ve Negri, İmparatorluk,
Dil oyunlarında olduğu gibi, sözceler yer değiştirebilir ve Ayrıntı yay. 2001
ancak var olabilir (construens sav). Bu dil oyunları olarak (postmodern durum) işlemeye başlamıştır. Dilin artık
adlan-dırılabilmektedir. Bunların kullanımları sürecinde dışarısı yok-
kurallaştığını ve öznellikler arası sosyal pragmatiğe bağlı 4 Alberto Gualandi, Lyotard, Les Belles Lettres, 1999, s.64.
olduğunu tekrar hatırlatmakta yarar var. Burada Sofist'e 5 VVittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus'âe Önsöze
ait bir sorunla karşılaşmaktayız: Üst-dil sorunu. Her türlü başlarken "Bu kitabı belki de bir TEK, içinde dilegelen düşünceleri-ya
parçalanmayı ve yayılmayı engellemek ve birleştirmek da benzer düşünceleri- kendisi de BİR KEZ düşünmüş biri
amacıyla yapılan müdahalelerin tözünü tanımlamak, anlayacak" (Y.K.Y. Çev: Oruç Aruoba, 2. baskı, 1985, s.9) diye
"kuramsal olarak, paradoksal ve an-ti-demokratik" bir belirtmektedir. Bu onun Russell ile birleştiği döneme tekabül
durumu ortaya koymaktadır.4 Yani, en pratik olarak, etmektedir ve bir birlik kuramında sabitlenmek istencinin
hakimiyetinden söz edebiliriz.
totaliterleşmektedir.
tur. Lyotard da# bu nedenle, sofist gibi, filozofun
İkincisi ise yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçek
amacının "söylenmesi mümkün olmayanı söylemek"
meselesi ile ilişkilidir: Eğer VVittgenstein'ın 1953'deki
olduğunu bildiği halde, gerçeğin "anlamının" dışarısı
kitapta doğruladığı gibi, 1922 yılında yazdığı Tractatus5
olmayan bir dilyetisi tarafından belirlendiğini yazmıştır.6
adlı kitabınınkinin tersine, kelimenin bir göndermesi
"Tanrı merkezli" bir düşüncenin yerine gelen
olmaktan çok, kelimenin anlamları kullanıldığına göre
Modernliğin yerinin, artık meşru olmadığını; çünkü insan
belirleniyorsa ve bir önsele takılıp kalmıyorsa, gerçeğin
mertezli bir modernliğin de "temelsizleştiğinin" farkına
anlambilimine nazaran kullanımın pragmatikliği-nin bir
varan Lytotard postmodern durumun içindeki dönü-
önceliğinden söz ediyoruz demektir. Buna göre de, ger-
şümlere dikkat çeker: ereksel olanın, teolojinin eski ve
çek dilyetisinin evrensel bir işlemini oluşturmamaktadır.
yeni halinin meşruluk yitimi: Büyük anlatıların sonu. Bu
Evrensel, genelgeçer ve herkesin kabul ettiği bir gerçeğin
dünyadaki dil oyunlarında üst-dilin kuracağı bir geçerli
olmaması ise büyük G harfiyle yazılı bir gerçeğin fikrinin -
sözce kimseyi evrensel bir şekilde bağlamamaktadır. Bu
hatta dil oyunlarında bile, belki, bir gerçek arayışı olsa
yüzden kimliklerin köklere gönderme yapan, anamnezik
bile - pragmati-ko-pratik imkansızlığını söz konusu
yapılarının da temellerinin bozulması gerekliliğinin sırası
edebiliriz demektir.
gelmiştir. Köken ve dil aynı şekilde yapıbozurna
Böyle bir durumda, gönderenin metafiziğine nazaran
uğratılmak zorundadırlar. Buradaki kim-liksizleşme
artık kullanımın pragmatikliği öne çıktığı vakit, artık dilin
önermesi söylem tarzı olarak modernliğini korusa da,
dışarısının da bir yanılsama olduğu, VVittgenstein
içerik olarak veya temel olarak postmodernle ilişkilendiri-
tarafından iddia edilecektir; Tractatus'daki dilin mutlak
lebilir. Lyotard da, postmodern bir görecilik bulmaya
dışarısı artık "iç-dış" ayrımı olmaksızın birlikte oynak bir
çalışanlara karşın Postmodern Durum kitabında, tekno-
şekilde durmaktadır; çünkü, gönderenin sabitliği meşru
bilimin totali-tercileşen bir dünya kurma tehlikesini fark
olmaktan çıktığına göre, sabit olanın dışarısı da
etmiştir. Buna karşın, iletişimsel eylem kuramını
kalmamaktadır; bu nedenle, en öznel ve özel gerçek bile
geliştirmek isteyen Haber-mas'dan çok daha fazla bir
bir çeşit "dil darbesinin" çokluklarıyla, yani oyunu yalnız
şekilde dil oyunlarından birinden diğerine geçişi bir üst-
başına oynama ihtimalinin bile kalmadığı bir durumda
dil yaratmadan başarmak istenci hakimdir. Bir tür söylemi" (yoksa pratikte var olan örgütlerin, mesela
konsensüs yerine üst-dil olmayan bir para-loji B'Tselem'in veya Gush Şa-lom'un çalışmalarını
geliştirmiştir.7 Habermas'ın büyük anlatıların politikanın kastetmiyorum), tarihi kopmalar gibi değerler üzerinden
ve hukukun Aydmlanmacı totaliterliğinin meşruluk okunduğu Türkiye'deki "genel durum" üzerine
krizine karşı bir "reform" önermesine karşın, Lyotard "dil yazılanların ardından ortaya şöyle bir tablo çıkmış gibi
darbelerinin" hepsinin, hatta en tikel olanının bile kabul duruyor: Saldırılar bir "Büyük İsrail" (Erez İsrail) yaratmak
görebileceği bir farklılıklar ortamının meşru olabileceğini üzere, Filistinli kimliği yok etmek ve hatta "soykırımına
savunmaktadır. Bu konsensüs değil, ayrımdır; bu sayede uğratmak" çabalarının parçasıdır. İsrail'in bu
farkların hepsi "geçici bir üst-dile" yerleşebilir; bu üst-dil saldırganlığının arkasında, Amerika'nın tavrı Arap
de pragmatiktir ve hep açık uçlu olmak zorundadır; zira politikaları karşısında daha karmaşıktır. Bu durum da
konsensüs bu açıklığa ancak bazı ti-kellikleri dışlayarak Şaron'un "vurdumduymaz yayılmacılığına" bir kat daha
varmaktadır. Lyotard hiçbir konvansiyonu yardım etmektedir. İsrailli muhalifler ise, burada, çok
Gualandi, a.g.e.,s.65 fazla kale alınmaz gözükmekte; daha çok "Temerküz
7 Buradaki ikili analojiden söz etmek gerekecek: dilin bilimselliğinin kamplarını unuttunuz mu" yaklaşımı hakim
ve sosyal ilişkilerinin (politikanın) analojikliğinden örnekler verir durmaktadır.8
Lyotard. Böyle bakıldığında, kimlik politikalarının aşırılığının,
kabul etmez. Bu nedenle de Habermas'ın konsensüs milliyetçiliği ve şovenliği "dinsel inançlarla birleştiren bir
çözümüne yaklaşmaz. tecrit politika-
Burada önemli gibi duran ikisinin de farklı çözümlerle 8 Özellikle Liberal Demokrat Partili (LDP) gençlerin İsrail Elçiliğinin
göre-ciliği aşarak bir çözüm bulma arzularıdır. Lyotard bu kapısında tepsiler içinde "sabunlan" göstermelerini tahammül
çözümü VVittgenstein'ın dil oyunları ile Kant'm edilemez bir budalalık olarak nitelemekteyim.
evrenselliği arasında bir açık denge içinde araştırmıştır. N yapıldığı şu haftalarda, başka yerlerde (Bosna, Kuzey k
Postmodern Görüntü'dekl (1997) önermem def Ruanda vb.) sanki bunun sorgulanmamış olduğu izlenimi
"kimliksiz-leşme süreci", bu anlamda önemli gibi ze çarpmaktadır. Böyle bir okuma içinde rahatsız edici
gelmektedir bana; çünkü kimliksizleşme, kimliklerine gibi duran, öncelikle milletlerin homojen varsayılması,
sahip olanların yapabileceği bir iştir; yoksa buna eleştirilerin hu homojenlik bağlamında düşünülmesi (tek
"kimliksizleştirme" derdik ve bu kültürel veya ekonomik ülke, tek din veya +ek millet), içerideki hükümet
emperyalizmin ve devletçi totalitarizmin bir parçası politikalarına karşı azınlıkta duran muhaliflerin göz ardı
olarak kalırdı. Kimliğe sahip olarak diğer kimliklere edilmesi ve kimlik politikalarından çıkan, uzaklaşan,
empatiyle açılan bir hareket olarak açıklık ve çokluk "misafirperverlikçi" (herkesin kabulü ve armağan
üzerinden bir aidi-yet-sonrası önermesidir bu. zihniyeti) yaklaşımların marjinalize olmasıdır.
11 Eylül sonrasına tekabül eden ve 1948'den beri sorunlu Oysa, söz konusu olan bu durum, daha Körfez savaşından
olmayı sürdürerek, İsrail'in Arafat'a ve Filistin'e yönelik itibaren başlayan ve Afganistan'dan, İsrail-Filistin
saldırılarının genelde kimlik politikaları, "insan hakları meselesine kadar, bir yandan kimlik politikalarının
homojenleştirici basitliğinden kurtulamama, diğer politikalarının çok yerde yürürlükte olduğunu ve
yandan ise "Aklın mahkemelerinin" işlememeye başladığı durumların bu çerçevede düşünmeye devam edildiğini
bir dünyaya girmiş olmamızın, kimliklerin yasaklanması görüyoruz. Örneğin, Habermas'cı "konsensüs"fikrinin de
ve bastırılması demek olmayan, tersine bunlara sahip sadece ideal bir fikir olarak kaldığını görmemek mümkün
olduktan sonra terk etme anlamına gelen değil. Kendisinin, bir tür yeni Kant olarak algılayan fikri
"kimliksizleşme sürecine" girebilmenin çok fazla yapısı bize yeniden meşrulukları vermeye hazır; ancak
vurgulanmamasıdır. 18. yüzyılın sonundan (özellikle bunun da en ideal iletişimsel ortamda yapılması
"Sürekli Barış" fikriyle,1795) beri var olan ve gerekiyor. Oysa "ayrım" yeniden bir evrensellik zemini
modernliğimizin kurucusu olarak kabul edilen "Aklın bulmakta bize yeni yollar açabilecek.
mahkemeleri" ve uluslararası yetkili mercilerin var olması Bu kavram, askeri saldırganlıklar döneminde, karşı tarafı
sayesinde, Kant'ın geliştirdiği bir dünyanın - Kant buna anlamamak değil, ilişkilerde birleştirici bir "üst-dil"
"Milletler Topluluğu" (Foedus Amphictyonum) adını kurmamayı amaçlamakta ve nihai bir bütüncülük
vermekteydi- ve volkgeist (halkın ruhu) fikrinin içinden iddiasından kaçmayı öngörmektedir. Yeni uluslararası
çıkmakta olmamız bugün düşünmemiz gereken şeydir. ilişkiler politikaları bu bağlamda okunmaya hazırdır;
B.M., I.M.F, Dünya Bankası vb. gibi yetkili mercilerin ancak, insan hakları (tekrar hatırlatıyorum, insan
kurduğu modern dünyamızın krizi içinde, ne haklarını savunan ve işkenceye karşı haber alma örgütle-
homojenleştirici kimlik politikalarının, ne devletlerin rinin pratiklerinden söz etmiyorum) ve ulusal meşruluklar
bağımsızlığı retoriğinin (ekonomik olarak neredeyse tüm temelinde okumaya kalktığımız olayları içinden
dünyanın küresel bir şekilde birbirlerine zincirlendiği bir çıktığımız bir dünyanın nostaljisi içinde baktığımızda,
dönemde) ne de bunların meşruiyetlerinin norm olarak tarafların bu yetkili üst mercileri tanımadıklarını da fark
işleyebildiği bir dönemden çıkmakta olduğumuz etmek zorundayız. Ne Saddam Hüseyin'li bir Irak ne
yeterince vurgulanıyor mu? Jean- François Lyotard'ın İsrail'in Şaron ve kimi yerlerde ABD tarafından yürütülen
"ayrım" (le differend) diye adlandırdığı bir kavramla işgalci politikaları, ne de bunun karşısındaki kolektif ve
düşünmeye başladığımız küresel dünyanın içinde (bu bireysel terörizmler "uluslararası toplumu" dinlemekte.
tabii ki, "koruyucu duvar" demek değil), uluslararası Eskiden ihtilafları çözecek diye tasarlanan ve belli bir
ilişki-erde de, istenildiği kadar iyi niyetli olsun, müddet çözmekte başarılı olan ve bugün meşruluklarını
yürümeyen, işlemeyen bir "yetki" politikalarının çıkmazı yitirmekte olan evrensel merciler krizdedir. O halde, ideal
sıklıkla vurgulanmakta. Ayrım yeniden üst-dil uzlaşma ortamlarından çıkılınca, evrensel diye
yaratmadan evrenselliği aramak anlamına gelmekte adlandırılan mercilerin meşruiyeti taraflar tarafından
Lyotard için. Tanoviç'in "A/o man's Land" filmi, belki de, tanınmayınca, yüksek akla taraflı diye bakılınca yeni
böyle konumların en traji-komik bir şekilde bize gösteril- konumları çözümlemek gerektiğini düşünebiliriz sorusu
diği örneklerden birisidir. Kimliklerin "saçmalığı", B.M/in (Heidegger'in bize hatırlattığı gibi, daha düşünmeye
varlığı ve müdahaleleri çözümsüzlükler yaratmaktan başlamadığımızı düşünmek) bize yeni düşünme tarzlarını
öteye gidemiyor. Ancak; buna rağmen, kimlik hayal ettirmeye zorlamakta. En azından, düşünce, bu
"reel" durum karşısında "yeni imkanlar" aramalıdır.
Çözümlemeler de, bu yeni dönemi (evet belki de ne yazık
ki!) kale almak zorunda. Han bağlamda olduğumuz, en
azından, ne yapmalıyız? sorusunun önüne geçmeli.
"Hangi durumdan çıktık"?, bu anlamda, yeni
çözümlemelere açılmalı. "Minör" bir politik yaklaşım, bu
yeni dünyanın sorularını sormaya, en azından, sanatlarda
başladı. İlhaklarla, büyük bir evrensel insan hakları I. Bölüm
söylemiyle (uzun zamandan beri böyle durumlarda
"insan haklarının" yerine artık "yaşam hakları" söz POSTMODERN GÖRÜNTÜ: SİMÜLAKR
konusu oldu), Temerküz kamplarını Yahudilere KİMLİKSİZLEŞME SÜRECİNE GİREBİLMEK
hatırlatacak kadar "düşüncesiz" sivil ve siyasi yakla- Dünyamızda savaşlar, çatışmalar, küçük devletleşmeler,
şımlarla, terörizmle ve "patlayan canlı bombalarla", "din mikro-emperyalizmler, modern ve postmodern tartışma-
kardeşliği ittifaklarıyla" içinden çıkılmaz bir düğüm içine lar sürüp giderken, tartışanların güncel olaylara
girmekte olduğumuz izlenmekte, gözlemlenmekte; ve, göndermeli yorumlar yapıp, siyasi ortam, uluslararası
buna rağmen, eski söylemlerin var olduğunu görmek ilişkilerin evrenselliğinin müdahaleci tavırları üzerine fikir
üzücü olarak durmakta değil mi? yürütmekte (müdahaleci tavır olarak son birkaç yıldaki
21. yüzyılın içine girdiğimizde, artık, eleştirel düşüncenin olayları anımsamak yeterli sanıyorum: A.B.D.'nin
de yeni versiyonlarını aramanın zamanı geldi gibi Libya'ya/ Panama'ya ve sonra B.M. olarak Irak'a yaptıkları
duruyor. Yoksa dünyanın tüm barbarlığına açık, uzlaşma saldırılar ve Fransa'nın Çad'a, ve Saraybosna'ya yapmak
imkanı konsensüs aramakla, insan haklarını sadece istediği müdahaleler, Sudan ve 11 Eylül sonrası
söylem düzeyinde ağza almakla, suçlu haklarını es Afganistan), Bernard Henri Lavy bu konu üzerine çok
geçmekle, yaşam haklarına saygı gösterilmeden ve uğraşmıştır bunlar da modernliğin paradigmasının
kavramsallaştırmadan veya kimlikleri kuvvetlendirmekle sürdüğünü bize göstermekte değil midir? Bilindiği gibi
geçen, büyük idealler peşinde koşarken bu idealleri modern etika özellikle bir şeye gönderme yaparak
milliyetçiliğin en şiddetli şekilleriyle tanıştıran bu uluslar- hareket etmektedir (anayasaya, ulus-devletin tözüne,
arası şartlardan çıkmamız, terörizmi "onlar" mı yoksa proleteryaya, insan haklarına vb.). Geçmiş ve gelecekte
öteki "onlar" mı yaptı tartışmalarının kısırlığında yaşanan şeylerde gönderme noktaları aranır; dolayısıyla
boğulmaktan, medyanın tarafgirliği üzerine gerçekten tarih ve ütopya ile iç içedir. Tarihle birlikte Ulus-Devlet
önemli fakat, sadece, konu bu olduğunda kısırdöngü ve kavramının dayanıklılık planının gönderme noktası
tarafsızlığı kimlikler üzerinden düşünen fikirler olarak milliyetçilik ve kimlik meseleleri ön plana çıkar.
üretmekten, yürütmekten kurtulmamız mümkün Tarihî kimlik atalara gönderimde bulunurken, modern
olmayacak gibi. olanda bir köke gönderir. Modern bu karakterini
geçmişteki aşkın göndermelerden edinmiştir: Tanrı'dan
dünyasala uzayan bir evrim çizgisinde, sonunda insan özgürlük için tek şart değildir. Özgürlük ve bağımsızlık
hakları "adına" dünyanın ticari ve siyasi konumunu için aşkınlıktan kurtulup, kolektif ve tekil bireysellik
tehlikeye sokabilecek her durumda müdahalecilik ortaya süreçlerine, içkin olarak, girmek yeterli olabilir. Sonuçta,
çıkar. Müdahale etmek dış ve iç odaklara göndermenin zaten Aydınlanma da, Rönesans da, Reform da
zedelenmemesi için yapılan eylemdir. Modern sanat da göndermeler üzerine kurulmadı mı (sırasıyla akla, Eski
yeniyi içerirken, bunu göndermelerle mümkün kılar Yunan'a, dinin tözüne gönderdiler)? 0 halde
(örneğin, kübist sanatın Öklid'çi mekan zihniyetinden kimliksizleşme süreçlerini göndermesiz ve özerk olarak
kurtulup, Ri-emann'ın dört boyutlu mekanına geçerken, denemeli miyiz?
zamanının fiziğine göndermede bulunmuştur). Kimlik ve Bu açıdan bakıldı-büyük kültürel fark-var. Bu yazıdaki
milliyetçilik ise, iki gönderme noktası olarak günümüzde amaç bunu ve hazcı toplum olan AT'nin3 ncelemek
izlenen barbarca eylemlerin gizil odaklarıdır. Postmodern olacak. Baudrillard, Louis Marin, eski Paris'e has devrimci,
düşünce ise sadece köşeyi dönmeyi, eklektik olanı ve an-(burada hem geleneksel sol söyle-çinnmf.-u."''- •
eskinin yeniden güncelleşmesini sağlamakla kalmaz, aynı işeyen sağ söyle-etkisiz kalma yolunda, (özellikle aşırı sağ
zamanda şimdiki zamanı öne çıkarır ve tarihten çok ı, postmodern kültürün ve hazcı toplumun haz tü-J~~ 'uri
coğrafya ile ilgilenir. Neticede, şimdiki zamanda Euro-Disney'de sergileniyor.5 Michel Foucault'nun
gönderme yerine özerkliği ve bireysellik süreçlerini öngördüğü bir politika bu bağlamda kendini gösteriyor:
hızlandırır. Bu konumda artık önemli olan kimlik değil, İnsanlar kuralları içselleştirmişler ve gösterilenlere uymak
ama kimliksizleş-mek, yersizyurdsuzlaşmaktır. Kimliğe zorundalar. Eğer uyulmazsa görevliler, (onlar olmazsa
yabancılaşmaktır (böylece, bilinç ile ilgili "yabancılaşma" yanınızda gösteriyi tüketmekte olanlar) sizi ihbara
yerini bilinçdışının şimdiki zamanda ortaya blok halinde hazırlar; çünkü güvenlik bunları gerektiriyor (özellikle
çıkmasına bırakır). Kimlik ve milliyetçilik ise yeni teknolojilerin kullanıldığı "Discoveryland" kısmında,
intersübjektifliğini kaybetme durumunda objektif olur. "sigara içmeyiniz, flaş kullanmayınız vs. anonsları sürekli
Objektif ise Kant'ın da belirtmiş olduğu gibi, bir amaçtır. yapılıyor).
Milliyetçiliğin amacı ise öznel değil ortaktır. Disneyland'ın (veya Euro Disney topolojisinin gözler
Sorgulamak istediğim, kimliksizleşme sürecimizi önüne serilmesinde yarar var: Otobüs, metro R.E.R
yaşamadıkça karşı kimliklerle çatışma içine girip, (Banliyö metrosu)... veya özel otomobilinizle gelip park
modernliğin gönderme noktası olarak kendi kimliğimizi yerine giriyorsunuz. Baudrillard'ın dediği gibi özel
karşımızdakinin kimliğini yadsıyacak derecede egemenlik mekanınızı terkedip, ütopiler şehrinin kuyruklarına
altına aldığımızda, tarihin çok yönlü barbarlık örneklerini doğru ilerliyorsunuz. Yol göstericiler size nereye
yenilemek durumunda kalmayacak mıyız? Bugün dönmeniz gerektiğini, nereye park etmeniz lazım geldi-
yaşanan onca kimlik ve mikro-milliyetçilikler "modern" ğini işaret ediyorlar. Hosteslerin uçaklarda emniyet çıkış
paradigmasının en belalı yanıyla, yani kimliğe gönder- kapılarını vs. göstermeleri gibi eller öne, sağa, sola yol
meyle, kendi özgürlükçü ve ilerlemeci karakterini ayaklar gösteriyorlar. Bu andan itibaren Euro Disney personelinin
altına almamış mıdır? Ayrıca, çünkü, Aydınlanma elindesiniz, sizi onlar yönlendirecekler. Özgürlüğünüzün
açıları küçük detayları algılayıp, bunları bulmaktan Bu şekilde de şehrin korsanlar tarafından nasıl işgal
duyduğunuz sevinçle sınırlı. Ardından, demin edildiğinin hikayesini "canlı olarak" izliyorsunuz. Haz ile
bahsettiğimiz, Baudrillard'ın deyişi ile aynı paralelde acı (kuyruklar ve atraksiyonlar ve hatta akşama doğru
giden kuyruklara başlıyorsunuz; bu kuyruklar yirmi ile kuyruk sokumunuza kadar başlayan yorgunluk ağrıları)
yetmiş dakika arasında değişiyor. Bir pano kaç dakika arasındaki mübadele ilkesi sizin bedeninizi ve ruhunuzun
kuyrukta kalacağınızı size gösteriyor (Paris'teki kuyruklar şenlikli halini denetim altına alıyor. Disney ülkesi
Los Angeles'teki kuyruklarla aynı süreyi içermekteydi). personeli nazik bir şekilde yapmanız gerekenler
İçeriye Main Street USA ile giriyorsunuz. Solda konusunda sizi yönlendiriyor. Sonra Fantasyland'a
hayaletlerevi ile Frontierland başlıyor. Tom Savvyer'in geçiliyor. Yolculuğumuzu burada, bir anlık keselim ve
gemisi ile, kızılderili kayıkları ile Big Thunder Mountain Fantasyland'a geçmeden evvel Louis Marin'in analizlerini
etrafındaki gölde dolaşıyorsunuz. En ufak detayına izleyerek, bazı önemli göstergebilimsel açıklamaları
kadar, her şey gerçek ile sahtenin iç içe girmesinden yapalım; çünkü Fan-tasyland (fantaziler diyarı) gerçek
örülmüş. Big Mountain'de normal büyüklükte bir otogar dünyanın tam tersi bir konumda ve geçmişin maceralar
var. Kuyruk başlıyor, trenin etrafında en ufak ayrıntısına diyarı (Adventurland), yani Ba-tı'ya, altına hücum ve
kadar hazırlanmış bir mekanda kovboy şarkıları eşliğinde korsanlar vs. ile geleceğin (makinalar, uzaya yolculuk vs.)
yavaş yavaş hedefe doğru ilerliyorsunuz: Yani birkaç Discoveryland'ı arasında bir geçiş eşiği oluşturuyor. Buna
dakikalık olağanüstü heyecan verici bir tren yolculuğuna. işaret ettikten sonra, konumuzun ikinci ana öğesi olan
Sizi heyecanın doruklarına kadar götürecek, dağların Paris ve Los Angeles (Kıta Avrupası ve Amerika) arasın-
arasından eğik bir hızla geçiyorsunuz. Bu bir- daki küçük farklara geçebiliriz. Aralarında mitolojik bir
Gösteri toplumu olarak Guy Debord'un kitabına ve fark var; gönderme noktalar çakışıyor, ama ayrı serileri
Uluslararası Sitüasyonist harekete gönderme yapılıyor. de oluşturmadan yapamıyor; ilk olarak Main Street'den
Ayrıca Cobra grubunun Uluslararası Sitüasyonist-lerle başlayalım. A.B.D/nin büyük caddesi kapitalist toplumun
olan ilişkisini vurgulamak gerekiyor sanıyorum. verilerinin olduğu gerçek bir dünya; bu nedenle Paris'in
kaç dakikalık hazzı alabilmeniz için bir saatten fazla kapitalist dünyası ile bir fark taşımıyor. Asıl farklar
kuyrukta kalmanız gerekiyor. Amerikan Stili kuyrukları gönderme mitolojilerinde (Amerika'da Grand Canyon ile
oluşturmak demek tam hedefe varılacağını sandığınız Paris'in Jules Verne'i arasında) ortaya çıkıyor. Main
anda, kuyruğun yeni bir eğriyle uzaması anlamına Street, Walt Disney'in hayalinde gerçek dünyayı temsil
geliyor, labirentimsi bekleme sağa ve sola ilerleyerek ediyor. Yol boyunca eski (19. yy.) butiklerinde gerçek para
yılan gibi gidiyor. veya kredi kartı ile hatıra eşyaları satın alabilirsiniz.
Trenden keyfinizi aldıktan sonra Adventureland'a (Değişim değeri olarak gerçek para verip Miki Fare
geçiyorsunuz: Burada gerçek kadar iyi simüle edilmiş maskeleri, Donald Amca T-Shirt'leri satın alabilirsiniz).
mağaradaki Karaib korsanlarının vahşet dolu Halbuki Disneyland'ın özelliği arabanızı bıraktıktan sonra
maceralarını izlemeye başlıyorsunuz. Gemiden toplar yemek ve içmek haricinde para kullanılmaması, Yani
atılıyor, siz savaş meydanının ortasından geçiyorsunuz. Louis Marin'in dediği gibi, ütopik (paranın kullanılmadığı
anlamında) bir yerdesiniz. Bu arada Paris ile Los Angeles Amerika'nın tersine Paris'te orta halli Amerikalının
arasındaki ilk fark da ortaya çıkmaya başlıyor: Los Ange- simgesel değerini oluşturan araba imgesi o kadar önemli
les'deki Disneyland'da arabanın göstergebilimsel ve değil. Burada toplu taşımacılık ön plana çıkıyor. Euro
imgesel değeri malum. Disney'in kapılarına kadar giden yeni bir R.E.R. metro
Amerikalının kişisel özel arabası olmasa, yemek yemeğe, hattı düzenlenmiş. Paris'te birçok kimse özel arabasıyla
alış veriş yapmaya bile gidemeyeceği bilenen bir şey. Euro Disney'e gelmek yerine ortalama yirmi dakika kadar
L.A.'de Amerikalı arabasını bırakıyor ve gerçek hayatın süren bir metro yolculuğunu tercih edebiliyor.
simgesi terk edilmiş oluyor ve ütopyalar dünyasına giriyor L.A/nın tersine Paris'te ilk olarak Hayaletler evi söz
(Parası olmadan hazcı tüketim maddeleri kullanma konusu. Bu ev Edgar Allan Poe'nun hikayelerinden ortaya
şansına sahip: Disneyland#a girilirken değişim değeri çıkmış bir mekan. Simülasyon ilk baştan başlıyor. LA.'da
olarak para veriliyor ve karşılığında haz-acı ve fantezi mezar taşlarının gerçek taştan mı yoksa taş
alınıyor). Gerçek ve frntazma mübadelesinin yapıldığı simülasyonundan mı yapıldığını tartışırken, Paris'tekinde
yer, biletlerin alındığı gişeler. Burası gerçek dünya ile mezar taşlarının yerine gerçek yeşillikler var bahçede.
hayal ve ütopya dünyasının ayrıldığı yer. Bu sınır gerçek Kuyrukta uzunca bir süre yürüdükten sonra biri kapıyı
boyutlarda veya ona yakın bir tren ile çiziliyor. Bu sizlere açıyor: Genç bir kız mendebur bir suratla "Belanızı
boyutlardaki küçültülmüş ama modeli aynı tren hayal ile aramaya mı geldiniz? diye sesini titretiyor. Sonra bir ana
gerçeğin sınırını temsil etmekte (içeri girilirken para salona alınıyorsunuz. Artık hayaletler dünyasının
verildiği halde trene binerken para artık kullanılmıyor^ konuğusunuz. Hayal dünyasında etlerden yapılı
Bu işin ütopyası da bu. Los Angeles'deki Disneyland'ın bedeniniz heyecan ve korkudan titreyebilir. Bunu
topografyasında Maceralar diyarı hemen alt solda iken yenmek için sesinizi titretiyorsunuz ve kahkahalar
Paris'teki Euro-Disney'de Main Street U.S.A.'dan Fron- yükselirken ev sahibi ürkütücü sesiyle sizi evine davet
tierland'a giriliyor. Yukarıda da söylemiş olduğum gibi ediyor: Labirentime hoş geldiniz. Göz yanıltıcıları (Trom-
mekan göstergesel olarak sınırlar içinde kendini ortaya pel'Oeil) hiperrel bir tabloda sizi kendine çekiyor ve
koyuyor, çünkü LA.'da sınır Batı'nın keşfinden başlıyor, duvardaki aynada bir bayan portresi gözüküp
halbuki Paris'teki Euro Disney'de sınır Frontierlandia kayboluyor. Bulunduğunuz salon aşağı yukarı yok oluyor,
çizilmiş ve hayal dünyası ile gerçek dünya arasındaki kayarmış gibi "duruyor". Yine bir göz yanıltısı: (trompe
çelişkinin sınırı çiziliyor, bu şekilde, Para ile ahş-veriş l'oeil) Salon mu aşağıya gidiyor, yoksa duvarlar mı yukarı
yapılan merkeze doğru giden (Merkezin adı Palaza çıkıyor, anlamaya çalışırken salonun kapıları açılıyor ve
Center) büyük Amerika Birleşik Devletleri caddesinden yer gösterenler sizi birer sandala bindiriyor. Burada artık
Hayaletli Eve giden yol gerçekten fanteziye giden yolu hayal dünyasının, maceralar diyarının sınırı simülasyon
oluşturuyor. Oysa Amerika için geçmiş kültürü önem oyunlarına kendini terkediyor. Hem Paris, hem de LA.'da
taşıdığından dolayı, önce Vahşi Batı'nın keşfi, sonra da hikaye aynı: Evin içinde ahlaki değerlerin temsili olan
Batı'nın kovboylar tarafından doldurulması hikayesi gelinlikli kızların ruhları sizleri karşılıyor ve hikaye
anlatılıyor (Her yerde dolaşan kişi bir hikayeyi yaşıyor). sondan başlayıp, ardından başa dönüyor. Bu teknik her
atraksiyonda kullanılmış. Hatalı evlilikler veya ihtiraslı bronzlaştıran, ısıtan güneş) bize kendisini gösterdiğinde
aşkların sonucunun ölüm olduğu anlatılıyor burada. evden çıkmış oluyoruz. Ardından bu güneş altında biraz
Gelinlikleriyle bedbaht bir şekilde ölmüş genç kızların yürüyor ve yine kuyruğa girip, Tom Savvyer'in gemisine
ruhları artık dansediyor. Piyano çalmaya da devam biniyoruz. Buradan ise madenlerin bulunduğu Big
ediyorlar. Yukarıda söylemiş olduğumuz gibi, hikaye Thunder Mountain'e geçiyoruz. Bir başka heyecan, bir
şimdiki zamanda geçiyor ve eve girdiğinizde size kötü bir başka hikaye: Kovboylar ve kızılderili kayıkları nehirde
felaket haberi veriliyor. Ölmüş fakat öteki dünyaya gidiyorlar. Kovboylar evlerin tepesinde dövüşüyor ve
gidememiş ruhların sıkıntısı (agonisi) seyrediliyor ve bilinç birbirlerine ateş ediyorlar. Ve, ardından madenleri
dışınıza işleniyor. Öteki dünyaya gitmeyen ruhları taşıyan tren dağları ka-tedecek, siz de içinde olacaksınız.
seyreden siz aslında ütopya dünyasında, yani bu Mekanın doğu yakasına geçmeden önce "sahte bilinç"
dünyanın ötekisinde bulunmaktasınız (Leibniz'in kavramına değinmek istiyorum; çünkü simülasyon ile
mümkün dünyalar kuramını burada anımsatabiliriz. ideoloji arasındaki sınırda o bulunuyor:
Mümkün birçok dünya var ve orada yaşayan aynı adlarda Bilindiği gibi Engels, 14 Temmuz 1893'de Mehring'e
insanlar var, ama hikayenin gidişatı, dizisi ayrı şekilde yazdığı bir mektupta6 insanların bilinçle inanarak
kuruluyor). yaptıklarına ideoloji adını veriyordu; ama bu "sahte bir
Main Street'te gerçek mübadeleyi yaşayıp, diğer bilinçti", çünkü onu inanma-
mekanlarda oyunun bedavalığı ilkesinin yansıtılması gibi 6 Bkz., Raymond, Boudon, L'ideologie, Fayard, 1986, s 55
Tanrı'nın yarattığı dünyaların en iyisinde bulunurken bu ya iten güçler bilinmeyen güçlerdi (Freud buna bilinçdışı
dünyanın ötekisine geçmiş bir kişiyi oynuyoruz. Öteki adını vermişti); ancak bu anda "Sahte Bilinçli" ideolojiler
dünyayı gezen birini oynayıp, öteki dünyadaki bir işlemlerini sürdürebileceklerdi. Disneyland# işte Engels'in
hikayeyi simüle edildiği mekanda izliyoruz. Hikaye "sahte bilinç" adını verdiği anı gerçekleştiriyor ve
şimdiki zamandan başlayarak (önceden bilinen son ve Amerikan hakim sınıfının (terim eski kokabilir, ama
geri dönüşler) geri gidiyor ve tüm hikayenin oluşumunu geçerliliğinin hâlâ varolduğunu sanıyorum) ideolojisini
izleyerek dolaşıyoruz. Sonuna doğru hayaletler ağından göstermektedir. Orta halli, beyaz ırklı Amerikalının
çıkıyor ve muhteşem bir balo salonunda şık kıyafetli mitolojisinde duyduğu güveni pekiştirir (ahlakçı bir yan#
çılgınca dans eden ruhları görüyoruz. Biz bunları seyredip macera ve maceralar sonucu fanteziler ve de evrimci bir
yol alırken, evin dışına doğru sizleri götüren rayların tarih anlayışı ile haklı gösterilen ilerleme, teknolojik
üzerindeki sandalınız sizi aynaların önünden geçiriyor. başarı ve uzaya açılan geleceğin dünyasına giriş
Levvis Carroll'un aynası sırrının öteki yüzünü gösteriyor: hazırlanıyor). Bu ideoloji Amerika'nın tarihinin fantastik
hepimizin sırtında birer canavar var; hikayenin anlatmak tarihinin bir simülasyonundan geçmekte ve geçmişten
istediği şey ise oldukça gerçek: Hepimizin başına geleceğe giden bir yolda mekan eklemlenmektedir:
gelebilecek bir hikayenin simülasyonlarla temsili seyre- "Amerikalı ideolojine güven!" tavrı verilmektedir.
dildi; hepimizin içinde bir canavar bulunabilir. Ve... Paris'te ise Fransız ideolojisi ile Amerikan rüyası
gerçek dünyanın güneş ışığı (gerçekten yakıp, eklemlenmekte ve beyaz ırkın tarihi anlatılmaktadır; bir
istisna ile "/Y's small world" küçük boyutlarda tüm alerjisi düşünülürse, 200. yılı sırasında Fransa'daki
ırkların ve milletlerin çocukları şarkı söyleyerek barış tartışmalar gözönü-ne getirildiğinde, Terör döneminin,
ütopyasına bizleri çağırmaktadır. özellikle vurgulandığı tarihçi tartışmalarının burada
Mekanın Doğu yakasına geçtiğimizde ise merkezden popüler ütopya dünyasına yansıdığını görmek
yayılan başka imleri görüyoruz: Batı'nın geçmişe dönük mümkündür sanıyorum.
mitolojisinin karşısına Doğu'nun gelecekteki rolü ortaya Tüm Disneyland veya Euro Disney'de seyirci ve yer
konulmuş oluyor (burada coğrafi olarak Pasifik göstericiler dışında hiçbir şey tamamen gerçek değil
Okyanusu'na doğru kayan bir gücü geleceğin dünyası (postmodern paradigmanın gerçek oyunları göz önüne
içinde anabiliriz: Japonya). Ancak geleceğin geldiğinde, tek bir evrensel gerçeğin düşünülmesinin
"mitolojisi"nin ütopyası yine bir "Amerikan rüyası". mümkün olmadığı bir dönemde bu mekan iyi bir örnek
Burada geçmiş içindeki kişilerin tersi, söz konusu: teşkil ediyor). Tüm yaşanan "yapaylık" ve tüm "Doğa"
Geçmişte gerçek olmayan normal boyutlardaki kişiler (ağaçlar, evler, korsan maketleri vs.) birer simülakr
(korsanlar örneğinde olduğu gibi) yerine boyutları küçük, (görüntü). "Doğa" vahşi ile ilkel bir canavar gibi
ancak modellerin gerçekten alındığı uzay aletleri, füzeler gösterilmiş".7 Ama "Bu canavar, öteki dünya ütopyasının
var: Geleceğin dünyası hayal üzerine kurulmuş oyun bedavalığında edindiği bir görüntüden başka bir
(geçmişten geleceğe gitmek için fantezi dünyasından şey değil. Disneyland veya Euro Disney simülasyonunun
geçiliyor), ancak modeller gerçek. Cine Magique üç simülasyonu, çünkü zaten model bir simülasyon
boyutlu film bize gençlerin ilahı Michael Jackson'u olduğundan bu gerçek bir modelin simülasyonu değil,
"Capitain E.O." olarak sunuyor: Cadıların esir ettiği dolayısıyla bu sahtenin, görüntünün veri olduğu yerdir.
robotları dansçı haline çeviren Jackson robotları Disneyland modernizmin modelleri göndermelerinden
insanlaştırdığında terminatör II ile aynı paralelde; sadece göndermeleri ödünç almıştır. Gerisi, gerçek ile
insanlara hizmet için var robotlar, onları hakimiyet altına görüntünün ve hayalin birbirine karışımıdır. (Doğanın
almak için değil. (Burada Foucault ve Derrida'nın yapaylaşması ile yapaylığın doğallaşması arasındaki
"İnsanın Sonu" adı altında Nietzsche'nin insanın ölümü denklem Disneyland'ın belitselidir).8
temasını ele alan Visionarium'da robotların hizmet İktisadi Kalkınma Vakfı dergisi, Eylül-Ekim 1992, s.107-108
verdikleri dünya anlatılıyor. Bu nedenden dolayı A C Sponvılle, Spınozacı filozof
İkinci "ana salonda" 360 derecelik bir açıda 9 ayrı ekran olarak insanların burada ölümden korkarak yaşamdaki
bize gerçek boyutlara yakın büyüklükte Jules Vernes ve eğlenceyi aramalarını yazıp, Euro Dısney'ın kul-
VVelIs'in maceraları birer Avrupalı olarak gösteriliyor. tursuzluğun kulturu olduğunu yazmıştır Yanı can sıkıntısı
L.A.'de Grand Canyon gösterilirken, Paris'te Eiffel Kulesi kulturu (Bkz L'Evenement du Jeudı, Ce quıl ınspıre â un
ve 1900'deki Uluslararası Evrensel Sergi sunuluyor. Bu phılosophıa une journee â Euro Disney " (19'dan 19
arada Fransız devriminden de bahsedilmediğini Ağustos 1992, s 36-3)
söylemeden geçemiyorum. Postmodernizmin Ay-
dınlanmacı ve tepeden inmeci Fransız devrimine olan
teslisi ortaya çıkarır. Bu üçlü içinde talip olmayan kişi
POSTMODERN'İN SAPTIRICI YANI: SİMÜLAKR (GÖRÜNTÜ) kurucudur. Bu anlamda bir babadır, kahramandır, örnek
Postmodernizm üzerine yazılanlar arasında adından en alınacak bir modeldir. Talip olan kişi daima ikinci
çok bahsedilen kavramlardan biri olan simülakr (görüntü) gelmektedir, onun yapacağı eylem talip olmayanın
kavramını ele alıp, postmodern düşüncenin bu kavram yapmış olduğu eylemin kopyası olmalıdır ki, düzen
sayesinde nasıl "devrimci" bir rol üstlendiğini sürsün. Bu anlamda talip olan nesne konumundadır ve ilk
sorunsallaştıraca-ğım. Modern olanın göndermeler özneyi taklit etmek, kopya etmek durumundadır. Talip
üzerine kurulması ve bu göndermelerin belli ve var olunan ise yine nesnedir, ama o, ilk talip olmayanın
olduğu öne sürülen modelleri içermesi modernizmin nesnesidir. Talip olana talip olunanı veren talip
(modernite ile olan ayrımını burada söz konusu olmayandır. İsmi üstünde, o verir. Mauss'un1 kullandığı
etmiyorum ve Habermas'ın modemitenin henüz bitmemiş anlamda veren kişi karşılığında bir şey almak için verir,
bir proje olduğunu söylemesini bu konunun dışında ama bu ekonomik bir alışverişin dışında sembolik bir
bırakıyorum), kimlikçi ve milliyetçi karakterini transferi içermektedir. Bu üçlü ilişkiyi biraz daha somut
göstermektedir. Buna karşın simülakr kavramı sayesinde hale getirmek için antropolojik bir mübadele sisteminden
modellerinden kurtulan postmodern düşünce (buna bahsetmekte yarar var: Talip olmayan kişiye Baba dedik.
hipermodern veya üstmodern de diyebiliriz), belki de, Talip olunan kişi ise onun kızıdır. Onun yaratı ve
kimliksizleşme sürecini sağlayacak bir oluşumu başlat- nesnesidir. Talip olan ise nişanlıdır. Diğer kabileden gelip,
maktadır. Şimdiki zamanda, göndermeler yerine, babanın kızına talip olandır. Bu bağlamda nişanlı
özerkliği ve bireyselleşme süreçlerini hızlandıran bu kuracağı ailede babayı örnek almalı ve onun kuruluş
düşünce model ve ona göre kurulan bir kopya mitosunu izleyip, onu kopya etmelidir. Burada kopyanın
zihniyetinin dışına doğru çıkarken, De-leuze'ün anladığı yararlı yanı vurgulanmıştır. Modernizmin ilk modeli
anlamda Platon'u da tersyüz etmektedir; dolayısıyla da örnek almaktan çok gönderme mitoslarını kopya etmesi
bir tür yersizyurdsuzlaşma sürecine girmektedir. Bilindiği gibi, si-mülakr bu gönderme mitoslarının dışına çıkmayı
gibi Platon model ve kopyanın ilişkisi üzerinde durmuş ve hedefleyen bir kavramın eylemidir. Baba ilk yapandır ve
kopyanın iyi bir kopya olması için modelin tözüne sadık ilk sahip olandır ve ilk olarak talip olana talip olunanı
olması gerektiği fikrini öne sürmüştür. Öyleyse, adil olan sunandır. İkinci sahip olan kişi nişanlı olacaktır. Kadının
şey sadece adalet fikridir, cesur olan ise cesaret. Sofist sayesinde iki kişi arasındaki ilişki, iki cemaat ilişkisini de
kitabında Platon, aslında model ve kopyayı birbirinden pekinleştirip, ilk mitosa göndermede bulunup, modelin
ayırmaktan çok kopya ve görüntüyü ayırmaktadır. Buna kopyasını kuracaktır Bu daha sonra Hıristiyanlıkta Tan-
göre sonsuza dek olan oluş görüntünün maddesidir ve bu rı'nın imgesine göre kurulan insan imgesini ortaya
idea'nın eyleminden kurtulmaktadır. Bu şekilde de hem çıkarmıştır.
model hem de onun kopyasına karşı çıkmış olur. Yine Platon'a dönersek, Politika adlı kitabında gerçek bir
Kuruluş mitosları ilk göndermeyi oluşturmaktadır: Talip politika veya iyi kurulu bir siyaset bunun taklitleri,
olmayan, talip olan ve talip olunan ilk neo-Platoncu simülakrları ve köle görüntüleri vardır. Sofist adlı
kitabında Platon, simülakr kavramıyla sofistlerin eylemini gerek yoktur. Derri-da'nın vermiş olduğu örneği ele
göstermek istemekte ve dersleri kuruluş mitoslarına göre alırsak, yazı ile logos arasındaki ilişkiyi öne sürebiliriz:
vermek yerine, bilgi vermek amacıyla sofistik Logos yazının babası, yazı ise bir görüntüdür, simülakrdır:
yapılmaktadır hocalar tarafından. Belagat ustaları diya- Çünkü logos'u şiddet ve kurnazlıkla ele geçirir ve babayı
lektik yöntemi kullanıp öğrencilerin, paralarını almak için hesap dışı bırakarak, kendi egemenliğini kurar. Öyleyse
dersler vermektedirler. Sofist, adil olandan çok simülakr, kopyanın kopyasıdır veya Baudrillard'cı bir
görüntünün varlığını tanımlamaktadır. Kopya edenler ifadeyle söyleyecek olursak kopyadan daha kopyadır,
burada ikinci olarak sahip olanlar, yani talip olanlardır; yani hiperkopyadır. Burada benzerlik ve kimlik (aynılık)
çünkü onlar kuruluş mitosuna sa- fikrinin yerine fark fikrinin ortaya çıkmaya başladığını
1 Marcel Mauss, Socio/ogie et antropologie, quadnge/ P U F , 1950, görmekteyiz. Babaya karşı işlenen suç, onun kopyası
s 145-171. olmaktan ötürü değil, bir hiper-kopya olmaktan
dik kalarak, benzerlik yaratanlardır. Yalancı olarak talip geçmektedir. Yani talip olan talip olmayana karşı farklı
olanlar ise simülakrlardır (görüntülerdir). Bunların bir konuma girmiştir, çünkü Deleuze'e göre "sadece
benzerlikleri benzemezlik ilkesine göredir. Burada Platon benzerler ayrıdır ve sadece farklı olanlar benzerler".2
ikili bir ayrıma girer: Kopyalar ve ikonalar; görüntüler ve Ancak bu iki önerme aynı şeyi içermektedir. Kopya ve
fantazmalar. ikona benzerlikten yola çıkar ve özdeşlik (kimlik)
Kopyalar ve ikonalara gelince, bunlar benzerlik üzerine sorununu kendine konu eder, oysa simülakr ve
kurulmuşlardır. Bu benzerlik benzeme üzerine fantazmalar farktan yola çıkan bir benzerliği or-
kurulmuştur; ama dış benzerlikten çok iç, tözsel bir 2 Gilles Deleuze, Difference et râpetetion, P.U.F., 1968.
benzerliği içerir, yani nesne bir idea'ya benzer. İdea iç taya koyarlar. Birinci önermede özdeşlik, ikinci önermede
tözü oluşturmaktadır ve bu şekilde model ile kopyası ise farklılık ön plandadır, ilktir. Kopyalarda önemli olan
arasındaki ilişkileri belirmektedir. Öyleyse tözsel benzerliktir, oysa simülakrlarda imgedir.
benzerlik bir fikir benzerliğidir: Adil olan adalet fikrine Yine neo-Platonculuğa dönecek olursak, bu tip Hıristiyan
benzeyerek hareket edendir, ama yine bilir ki, tek adil kateşizminde (din dersleri) Tanrı'nın insanı kendisine
olan adalettir, diğerleri birer kopyadır. benzeterek, kendi imgesine göre yaratması söz konusu
Kopya bir nesneye ancak o nesnenin ideasına benzediği edilmektedir. Günah ortaya çıkınca kurulu olan ideanın
zaman kopya olarak var olur: Bütün benzerliklerse üstün dışına çıkılmaya başlanır. Günah ile birlikte insan Tanrı'ya
olan bir model idea üzerine kurulmuştur ki, bu, ilk olan benzerliğini kaybetmiş ve sadece imgesini
mitostur. Varolduğu kabul edilen, gerçekte olmasa da saklamıştır. İnsan bundan böyle bir görüntü haline
olur, bir ilk kuruluş mitosudur. Bu bakımdan insanlık gelmiştir. Bu benzerlik artık dış benzerlikten ibarettir
tarihi anamnezlerle doludur. (imge benzemesi). O halde görüntü, fark ve ayrım üzeri-
Simülakrlar (görüntüler) ise sapmanın başladığı yerde ne kurulmuş ve modeli bir kenara bırakmıştır.
ortaya çıkarlar, burada artık bir şiddet söz konusudur: Modernizmin neo-Platonculuktan edindiği en büyük
Babaya karşı gelinir ve bunun için idea benzerliğine ideallerden biri, kopyanın gerçek kopya üzerine
yapılması değil, ancak ilk olan modelin tözsel birliği
üzerine yapılmasından ileri gelmektedir. O halde bir
Malevitch tözsel bir benzerliği içermektedir, denilebilir.
Yahut Modrian'ın teozofi ile olan ilişkisi buradan
geçmektedir.3 "Düşüncede kendine yeten bir bilge". Bu SIMULAKR ÜZERİNE
açıdan görüntü, simü-lakr değer kaybetmiş bir kopya Varlık dergisinin Ekim 1992 tarihli sayısında postmodern
değildir; orijinal olanı kopyayı, modeli, röprodüksiyonu düşüncenin saptırıcı yanı olan simülakrı konu etmiş ve
da yadsır. Artık ne model, ne orijinal ne de kopya kalır. onun sayesinde var olan modellere bağlı kalma
Simülakr, Nietzsche'nin de belirtmiş olduğu gibi "eğrinin zorunluluğu olmadan, kimliksizleşme sürecine
(doğru olmayan) yüksek gücüdür". Ebedî dönüş (bengi girilebileceğini belirtmiştim. Günümüzdeki siyasi
dönüş) sayesinde ikonalardan, modellerden kurtulunur olayların (milliyetçilik, şoven duygular, ırkçılık, arı ırk vb)
ve temsili olan bir dünya sistemi saptırılır. Nietzsche'nin modernliğin köke gönderici yanlarıyla nasıl hâlâ
ortaya çıkardığı budur: Demiurgos'un modeli üzerine günümüz siyasetine hâkim olduğunu belirtmiştim. İster
değil, ama denetlenmiş bir çılgınlık; ebedi olanı simüle insan hakları ve hümanizma adına olsun, isterse "saf
eden belirli bir oluş üzerine kurulmuştur. Bu kaostan bir etnik ırk" adına yapılsın sonuçta modellere gönderen ve
kaozmos oluşturma, evetleme gücüdür. Babanın bu modellere göre bakılan ve kuramsallaştırılan bir
imgesinden çıkıldığında, modernizmin babaları da terk düşüncenin hâkimiyetinde olduğumuzu saptayabiliriz.
edilmeye başlanır (Ata, kurucu, anayasa, ulus-devlet, Postmodernin en saptırıcı ve bu ölçüde de "en devrimci"
proletarya, insan hakları vb) ve yeni yaratıcılık süreçlerine yanı bence bu: Simülakra karşı gerçeğin savaşını
girilmeye başlanır. Yersizyurdsuzlaşılır ve kimliksizleşi-lir vermekten çok simülakrın "kötü ve aşkın gerçekleri" nasıl
(milliyetçilik teması için önemli bir süreçtir bu). Bu, yok edici güce sahip olduğunu görmeliyiz. "Vatan, dil,
simülakr ile iç içe olarak kabul edilen postmodern milli sınırlar" gibisinden birtakım modernist
düşüncenin özgürleş-tirici ve saptırıcı yanıdır. göndermelerin üzerine kurulu düşünce bizi ancak
Varlık, Ekim 1992, s. 1021 "vatanımı severim, doğruyum" sloganına
3 Dora Valiier, L'art abstrait, Pluriel, 1980, s.94. götürebilmektedir. Aydınlanma ile Fransız İhtilali ve Al-
4 Joyce buna "kaozmoz" adını vermektedir. man romantizmi ile ortaya çıkan ülküler bizi son iki
yüzyılın barbarlıklarıyla tanıştırmaktan öteye gitmedi.
Modern söylem kendi içindeki potansiyel güzellikleri de,
bu şekilde tüketmek durumunda kaldı: Kardeşlik, eşitlik,
gerçeği göstermek vb. Bu süreçten çıkabilme olanağını
bize simülakr verebileceği için kimliksizleşme ve
yersizyurdsuzlaşma" içinde onun önemli bir yere sahip
olduğunu sanıyorum.
Varlik dergisinin Aralık sayısında Enver Ercan'ın Onay
Sözer 1 e yaptığı konuşmadan sonra bu konuyu tekrar ele simülas-yonun modeli de gerçek olmayan bir modeldir.
almak ihtiyacını duydum. Geçen yazıda Deleuze'ün Yani modelini terk etmiştir. Hiperreel olmuştur artık, yani
simülakr ile olan ilişkinden bahsetmeme rağmen, Onay gerçekten daha gerçek olarak ortaya konulmuştur. Bu
Sözer'in dikkatimi çekmedi e<Baudrillard'dan da cümlenin mantığını kitap boyunca izlemek mümkün.
bahsetmek zorunda hissettim kendi-nay Sözer haklı Bunu gösterebilmek için, yazıyı uzatmak pahasına da olsa
olarak "postmodernin 'modellerden kurtulduğunu birkaç örnek daha vermek istiyorum. Sayfa 11#de
söylemenin" yanlış anlaşılmasından korkarak, konuya Baudrillard şöyle devam ediyor. "(Simülasyon) bir
müdahale ediyor. Ben de kendi okumam içinde konuyu hiperreeldir, atmosferi olmayan (yani canlı olarak hiçbir
yeniden ele almak durumunda kalıyorum. Onay Sözer'in, yaşam belirtisi göstermeyen, dolayısıyla yaşam içinde
Baudril-lard'dan alıntı yaptığı cümleyi ele alıp, başka gerçeği var olmayan - A.A.) bir hipermekânda (yani
türlü yorumlamak istiyorum. Baudrillard Simulacres et mekân olmayan, mekândan daha çok mekân olan bir
Simulations (Görüntüler ve Benzeşimler) adlı kitabının 10. yerde - A.A.) karışmış modellerinden (yani, bir model
sayfasında şu cümleyi kullanıyor: "La simulation n'est olmadığı gibi, birden çok modelin karışımından,
plus celle d'un territoire, d'un etre re-ferentiel, d'une bileştirenlerinden meydana gelmiş bir şey, demek ki, var
substance. Elle est la generation par les mode-les d'un olmayan, mevcut olmayan bir model, modelliğinin
reel şans origine ni realite: hyprereel." Bu cümleyi Ö. kökünü kaybeden bir model -A.A.) yayılan (ışınlanan
Sözer'in çevirisi ile okuduğumuzda "model sözcüğü" -irradiant-, bu da bir tumturaklılık değil, çünkü ışınlanmış
ağırlıklı bir okuma yapıyoruz: "Simülasyon bir alanın sözcüğü bilim kurguda kullanılan "ışınlamak" fiilinden
kendisine gönderme yapılan bir varlığın, bir tözün gelmekte, T.V. izleyicileri "Uzay Yolu" dizisinden bu
simülasyonu değildir. Modeller yoluyla, (Sözer burada ışınlanma sözcüğünü anımsayacaklardır -A.A.) sentezin
nedense Model sözcüğünü cümlenin başına almış - A.A). ürünüdür." (Sentez sözcüğü adından da anlaşılabileceği
ne başlangıcı, ne de gerçekliği olan bir gerçeğin ("reel") gibi birden çok şeyin karışımından ortaya çıkan, "yeni"
yani gerçekten daha gerçek olanın ("hyperreel") oluşturulan, eskiye ait olmayarak, eskiyi aşan
üretilmesidir. (Aufhebung) anlamını içermektedir -A.A.) Baudrillard
Oysa cümlenin Fransızcasına bakıldığında model sözcüğü- yine aynı sayfada: "5/-mülasyon dönemi her türlü
nün değil, ama "Ne gerçekliği ne kökü olan bir gerçeğin göndermenin yok edilmesiyle ortaya çıkar" diye yazıyor.
modelleriyle üretilmesidir" cümlesinde ne gerçekliği ne Demek ki, modern dönemin göndermelerinin yok olduğu
de kökü olan bir gerçeğin modelinin söz konusu ve artık göndermelerin mümkün olmadığı bir dönem
olduğunu göreceğiz. Yani gerçeği olmayan bir model, başlamaktadır. Baudrillard Amerika (Amerique) adlı
gerçekten daha gerçek olan bir model, artık gerçekliğini kitabında da1 her şeyin simülasyon olduğu Amerika'yı
kaybeder. Model artık gerçek değildir. Bunun anlamı betimlerken şu şekilde yazıyor: "Kanıt şu ki, cinsellik,
şudur: mademki gerçekliği ve ilk ortaya çıktığı andaki sonunda, mümkün modellerden biriydi ve en kesin olanı
kökü yoktur, çünkü bu bahsedilen model kökü olmayan değildi. Ancak günümüzde yeni modeller hangileri
ve "mevcut olmayan", "var olmayan" modeldir. O halde olabilir (Çünkü tüm diğerleri, bu arada, yok oldular, Yani
simülasyon dünyasında artık "model" kalmadı -A.A.) mesafe fazla değildir. Orijinal kendi kendisini taklit eder;
Anlaşılacağı gibi simülasyon doğru-yanlış üzerine kurulu Duc-hamp'ın y ready-made'leri Pisuar ele alındığında,
bir gerçeğin bittiğini gösterir. Simülasyon doğru ve yanlış veya Şişe taşıyıcısına bakıldığında, bunun gerçek mi sahte
modellerini yok eder, çünkü artık neyin doğru ve neyin mi, yoksa gerçek sahte mi ve sahte gerçek mi olduğu
yanlış olduğunu bilemez duruma gireriz.2 Roland Barthes aniden söylenemez olur. "Duchamp modelinin doğasını
günümüzün aydınlarının "talihsizliğini" neyin yanlış değiştirmiştir ve ciu simülakr mertebesine eriştirmiştir".5
neyin doğru olduğunu bilememelerinde görür. Neticede, modelin içine bir konfüz-yon sokan simülakrın
Simülasyonun dayandığı model artık model olmaktan bozucu bir gücü vardır."Bu şekilde modelin modeli haline
çıkmıştır. Baudrillard bunu açıklarken, simülasyon gelir".6 Bu demektir ki, modelin önüne geçmiştir,
imajların safhalarını şu şekilde sıralar; bunlar temsiliyet evvelindedir, var olan modelden sonra gelip onu taklit
fikrine karşı çıkarlar: etmek yerine modelden önce gelir. Kökene değin olan
"— Temel bir gerçeğin yansımasıdır model, bu şekilde, bozulmuş olur. Çünkü simülakr
— Temel bir gerçeği maskeler ve doğasını değiştirir kopyanın kopyası değildir". Kopya ile simülakr arasındaki
— Ne olursa olsun herhangi bir gerçekle ilgisi yoktur"3 doğa farkı şudur. Kopya benzetme üzerine kurulu bir
Baudrıllard, Amerıque, Grasset, 1986, s 49 Amerika, imajdır".7 Bu nedenle "kopyaların benzerliğinin türediği
Ayrıntı Yay Aydınlanma döneminden bahseden Barthes aynının modeli, kopyalara lâkim olan modele göre
şöyle yazmıştı "O donemde, ya-zar-aydın kimlerle simülakrı tanımlayamayız (...). Simülakr değerinden
mücadele etmesi gerektiğini bilmekteydi Çunku düşmüş bir kopya değildir, hem orijinali ve kopyayı, hem
düşmanlarını bir bütünlük içinde görebilmekteydi" (Bkz , 4 Postmodernism, ICA Documents, Edited by Lisa Appignanesi,
Alı Akay, Tekil Düşünce, Afa, 1991) 3 Baudrillard (a.g e) freeAssociation Books/London, 1989 Bu kitapta kürator ve sanat
Postmodern Görüntü eleştirmen Mıchael Nevv-mann'ın makalesi "Revising Modemizm,
Mevcut olmayanın temsiliyeti ancak var olabilir Gerçek Representing Postmodernızm". New-mann, Deleuze'ün
fıV rinin temsilcisi olabilir, ama hiç olmayanın, var çjibi Baudrillard'dan da iieri giderek simülakrın basdondürüculu-ğüne
duranın yoktur. Mevcut olmayanın temsiliyeti hiçbir modelin karşı çıkamayacağını alıntılar. (Bkz. "Plato and the
olamayacağıgibi, modeli de artık yoktur. Simülakrın ne simulac-rum" October, No:27, VVinter, 1983.
5 Mathieu Kessler, "Le simulacre au jeu de Paume" in Esprit,
öncesi (modo) ne sonrası (post) vardır. Ancak modelin
Şubat1992, s.39.
modeli olabilir. Eğer bir önce ve sonra varsa, sonrası değil 6 M. Kessier, a.g.e., s.42.
(kopya gibi) ama öncesi vardır. "Kapitalist dönemdeki 7 Gilles Deleuze, "Platon et le simulacre" in Logique du sens,
üretimin seri halinde üretimi model ve kopyanın önselliği MinuıtYay 1969 s.297.
üzerine kurulmuştur. Son yeni gelişmelerde ise simü- ve hem de yeniden üretimi yadsıyan pozitif bir gücü
lasyonlarla üretim yapılır: Gerçeğin temsiliyeti yerini irinde taşır."
simülas-yonların yönetim kodlarına bırakmıştır."4 Modelin kalmaması demek (mademki, simülakr modeli
Aslında modellere bağlı olmamak, modellerden kopmak, de dsıvor) bir şeyin modelin yerini almış olmasını
modelin doğasının değişmesi işlemidir. Kopyadan modele gerektirebilir, i (işaret) bir şeyin yerini aldığında var
olmayan, mevcut olma-nesnenin yerinde mevcut etmek, Tip mi Olacak?" in ^•^ Kış, 1992, no:3,s.41.
demektir. Derrida "diffe-ance" kavramını açıklarken im Bıfm^ti DerVda' la differance in Marges de la
denilenin "varolanı yokluğu (na-mevcudiyeti) sırasında philosophie. Minuit Yay., 1972. t'ğı konu' da 27 Ocak
temsil eden" olarak sunar. (Seance du 27 Janvier 1968). 1968'de Societe française de la philosophie'de yap-
Eğer elimizde bir şey yoksa geriye dönüp o şeyin yerine kavram yeni kavramsallaştırma açıklığı, imkanı tanır. Bu
var olan ama o şeyin yokluğunda var olabilen bir im dil sistemi, bir dilde, daima farklılaşmalar üzerine
vardır. İm ve şey arasındaki ilişki, öyleyse, mevcut olma ve kurulmuştur.
mevcut olmama ilişkisidir. Televizyon diliyle konuşursak Simülakr ise imler, modeller, imleyen ve imlenen üzerine
banttan, naklen olmayan bir im söz konusudur. Öyleyse, kurulmamıştır, çünkü simülakr modeli bozan, modeli yok
im ikincil ve geçicidir. Orijinal bir mevcudiyete göre etmeye varan, doğasını değiştiren olarak modele bağlı
kaybolan orijinalliğin yerini alan im o şeyin yerini değildir. Simülakr zaten mevcut olmayan bir görüntüdür,
almıştır.8 Derrida'nın9 (a) harfi ile yazılan "differance" o cisimsizdir. Simü-lakrın sahte anlamının dışında
kavramını artık im ile anlamak da zorlaşır, çünkü im görüntü anlamı model üzerine kurulmaz. Simülakr
mevcut olmayanın temsilinde mevcut olabilir, bu Derrida'nın adına differance dediği kavram gibidir: Hem
mevcudiyetin bakış açısında kurallaşır. Halbuki naklen mesafe-mekân hem de zamanlama, uygun zamana
olmayan bir şey söz konusu olduğunda, artık bırakma. Bu hareketin artık kökü, kaynağı yoktur.*
mevcudiyetten bahsetmek imkansızlaşır, imin yerini imaj Buradan temsiliyet sorununa geçebiliriz (Baudrillard
alır. Ancak imajdan bahsettiğimizde de hemen Saussure'e temsiliyetin karşısına simülakrı koymuştu). Mevcut
dönmek zorunda kalıp, imin imleyen ve imlenenlerine olmayan, "naklen" mevcut olmayanın temsil ettiği şeydir.
bakacağız; çünkü imin imleyen ve imlenen diye iki yüzü Yani, Saussure'e göre olan imleyen ve imlenenin temsili
var: İmleyen kavramdır, ideal anlamdır ve imleyen bir dilbilimi sitemine aittir. Tıpkı imin nesnenin temsili
Saussure'ün adına "maddi, fiziki imaj" dediği şeydir. olması gibi. Halbuki simülakr sistemi "temsiliyetin
Yani, dilde sadece farklılaşmalar ve farklılıklar vardır. kategorilerinden çok farklı gibi durmaktadır:10 "Simülakr
Her kavramın (imleyenin) farklar oyunu tarafından başka ayrılma ve merkezsizleşme sistemidir".11 Simülakrın tek
kavramlara göndermede bulunma hakkı vardır. Öyleyse, birliği, tüm serilerin kesişmesi hepsini içine alan bir
her kaostur. Serilerden hiçbiri diğeri üzerinde bir ayrıcalığa
moH v SÖZ konusu olan' anlaşılacağı gibi, modelliğini sahip değildir; hiçbir modelle özdeşleşmez.u Kopyalar
terk eden bir model-im'in mod l yennİ almasıdır- modelin taklidi ve benzeridir,13 ama simülakrın modeli
Simülakr modele değil, ama bir model-im'e (olmayan de yoktur. Serilerden herbiri farklılıktan oluşmuştur ve
old ~m°delİ" yerin' alana) göndermede bulunabilir. Pico farkların farklılığı sayesinde diğer serilerle iletişim
İyer'in bir ömeğin-kadar "^ T*3' 'nSan moc'e'' ne kadar halindedir; çünkü "model fark içinde paramparça
da az tanırsa, yani ona olan mesafesi ne mis i^° rsa ° olur".14 Bu tanımlama Baudrillard'ın hiperreellerinden
kadar onun kendisini değil, ama onun simgesini (imini) çok farklı gibi gözükmemektedir. Simülakr "ebedi
tanı-| oiur. (Michael Jackson örneği, Bkz. "Yeni Kültür tek dönüşün merkezini kaybetmiş merkezleriyle geçip
giderek sadece kendi kendinde işler.15 Bütün bu şeylerin kimliğine göndermede bulunmaktadır; halbuki,
yazdıklarımın ötesinde Onay Sözer'in söyledikle- Tanrı ve bizim kimliğimiz tamamen bir bağış ise eğer,
* Kendine yapılan bir eleştiri sırasında Derrida, gramatiğinin bizim kimliğimiz gramatikal bir şakadan" başka bir şey
Heideggerci metafizik üzerine modellendiğini söyleyenlere şöyle değildir.19 Modernliğin kimliği bağlayıcı, kimliği
cevap veriyor: "Nasıl yapı bozulan üzerine model alınabilir" (model sağlamlaştırıcı gücünün karşısında simülakr bizi
artık imkansızlaşmıştır) Bkz. Derrida, Positions, MinuitYay. 1972, "kimliksizleşme sürecine sokabilecek" yeni bir gücü
s.70. gösterir gibi duruyor. Bana bu kavramı yeniden düşünme
10 Gilles Deleuze, Difference et Repetition P.u.f., 1968, s.355. olanağı verdiği için Onay Sözer'e teşekkür ederim.
11 Deleuze, a.g.e., s.356. Varlık, Ocak 1993, s. 1024
12 Derrida'nın differance kavramı da özdeş olmayan fark üzerine
Yeni teknolojinin simülasyon makinelerinin bir modele
kurulu olan aynı kavramdır. Deleuze için bkz., a.g.e., s.356.
göre kurulduğu düşünülse bile bazı kimyasal deneylerin
13 Bkz., Platon'un Türkçe'ye çevrilen kitabı "Timaios", M.E.B., 1989,
s.29. simüiasyonu daha sentetize olmamış (var olmayan)
14 Deleuze, a.g.e., s. 168. bileşkeleri de test edebiliyor. Bkz., Jean-Louis VVeissberg.
15 Deleuze, a.g.e., s. 168. Simu-ler-interagir-s'hybrider = le sujet rentre sur scene, in Modernes
riyle (model sorunu hariç)16 bir çelişki olduğunu et apres, Aut-rement, 1985, s. 139.
17 Onay Sözer "Felsefenin ABC'si (Simavi Yayınları, 1992) kitabında
sanmıyorum.17 Zannediyorum ikimiz de tözün
benzer bir şey söylüyor: "İnsanın yeteneklerinden biri de belli bir
hâkimiyetine karşı bir mücadele veriyoruz. Onay Sözer
modelden yola çıkarak o modele hangi yönden benzerlik taşıyacağı
benim, simülakrda aradığım çıkış noktasını "örnek" bilinmeyen düzenler geliştirebilmesidir. Model ya da örnek bir
kavramında arıyor ve hem "töz hem de postmoder-nin anlamda "kod"dur, ama değişebilen bir kod..." (s.III) Bu, bir bakıma,
simülasyon modelleriyle" mücadele vermenin zorunlu benzemezlik üzerine kurulu simülakrdır, diyebiliriz.
olduğunu vurguluyor. Burada postmodern adı verilenin 18 Gifles Deleuze, Logique du sens, Minuit, s.329.
içeriğine ne şekilde baktığımızın önemi var sanıyorum; 19 G. Deleuze, a.g.e., s.342.
çünkü bilindiği gibi bir postmodern değil, birçok
postmodern var. Hepsinde de belirsizlik ilkesi (Kuantum
fiziğinin belirsizliği) hâkim gibi duruyor. Simülakr üzerine
onca sayfa yazmış olan Klossovvski simülakrda zihinsel bir
fantazma görmekteydi. Bu zihinsel fantazma yeni bir
dünyaya açılan kapıdaki ana temayı zorlamaktadır. Bu
ana tema ise "kişisel kimliği kaybetmeyi garantilemek,
beni bozmaktır, çözmektir".18 Klossovvski'nin
kahramanlarının (roman kişilerinin) deliliğin sınırındaki
"yolculuktan taşıyıp getirdikleri muhteşem zaferdir".
Klossovvski Tanrı üzerine kurulu olan kimliği çözüp,
bozuyor: "Benim kimliğim daima bizim dışımızda bir
uğraşmaktayız. O bakımdan Nietzsc-he'nin ve yakın
zamanda da Deleuze'ün perspektifi olan "Pla-tonculuğu
ters yüz etmek"nin "Orlan'ın toplumsal projesi içinde
SİMÜLAKR'DAN XENOPAT!K İMGEYE: ORLAN'IN SURATI olduğunu zannediyorum.
Orlan ile 1997 yılında yapılan İstanbul Bienali projesinde Orlan bu süreci bize gösteriyor ve Freud'un ilkel
sunduğu video çalışması üzerine yaptığımız konuşmaya narsisizmini tersyüz ediyor. Totaliter imgeyi "parçalanmış
baktığımızda ve Orlan'ın video kasetini izlediğimizde, imgeye" doğru taşıyor. Bir çeşit evrimi tersyüz ediyor.
bana ilginç gelen noktalardan birisi, Orlan'm sanatı bir Nekahat devresine çekiyor ve zaten Lacan için ben hep
direnme biçimi olarak alması. Bu bana, hemen Gilles öznenin yarısıdır. Özne sen ve diğer benlikten
Deleuze'ün yaratıcılık üzerine düşündüğü ile aynı anlama oluşmaktadır.
gelen bir sanat biçimini düşündürüyor. Sanatçı direnerek Orlan organsız surat olarak ele aldığı üretken olmayan
yaratır. Topluma, inançlarına, konumlarına, baskılarına, kaygan mekanına sanat tarihinin pürtüklü mekan
sanatın kendi iç problemlerinin dayatmalarına direnendir öğelerini yerleştiriyor. Bu şekilde de üretkenleştiriyor (Bir
sanatçı. O bakımdan, Orlan'ın "sanat direnmeye aittir" çeşit kan ve ten birleşmesinden Arlequin'in mantosunu
"normların dışındadır" "sanatçı risk almak zorundadır" oluşturuyor. Patchvvork meydana getiriyor).
önermelerini ciddiye almak gerekir diye düşünüyorum. Orlan Yahudi-Hıristiyan zihniyetine karşı Yunan
Bu direnme nasıl gerçekleşebilir? Gösteri dünyasının, medeniyetini öne çıkarırken ise kendisine kutsal azize
paranın ve kapitalist sistemin normları ile yaratıcılık ve Orlan olmaktan çıkararak aşkınlığı bir içkinlik'e çeviriyor.
özgürlük nasıl uyum içinde kalabilir? Sisteme direnme Neticede sözkonusu olan bir münacaat. Yaratılanın
biçimi; kendi içinde, bütünlüğü, kimliği ve uyumu organsız beden olduğunu düşünerek kendisine yapay
sağlamakla aynı şey midir? kimliklerle yeni suretler (simülakr) veriyor. Bunu da
Öncelikle, direnme biçiminin 1960'larda Uluslararası "verilene karşı mücadele" diye adlandırıyor. Ben
sitüas-yonistler'in yaptığı gibi, var olan verilerin, Vautier'ye göndermede bulunuyor: "sanat pis bir iş
dayatmaların saptırılmasından geçeceğini düşünüyorum. birinin sunu yapması lazımdı" diyerek sanatı kut-
Orlan, burada, bir ilk adımı atmış gibi duruyor. sallığından çıkarıyor yani, ben kendini kendi bedeninin
1- Para ve güzelliği yücelten toplumsal ideolojik yabancısında arayacak bir xenopathie eylemini
konumuyla estetik cerrahiyi bir tiyatro sahnesine gerçekleştiriyor, yani; yabancı bir bedene duyulan ilgi
dönüştürerek, gerçek bir operasyonu sahteleştiriyor. ortaya çıkıyor. Bu da, zaten Or-lan'm imgesinin
Sahtelik effekti ile simülakr kavramını işin içine sokuyor. Simülakr'dan birxenopathie yapıyor.
Ve simülakr'dan toplumsal bir proje sunuyor. Simülakr Tensel sanatın (L'Art Charnel) bu xenopathie üzerine
Platon'un Sofist kitabında sofistlere atfettiği, kurulu olduğunu zannediyorum. Acı duyma ve arınma
beğenilmeyen bir kavram. Model ve kopyalara verdiği üzerine kurulu olan BodyArt'a karşın, Orlan Tensel Sanat
önemle hem sanat hem de siyaset için bugün hâlâ kavramıyla, teknolojik araçlarla, xenopatik otoportresini
içinden çıkamadığımız Platon'cu sorunlarla sunuyor. Ama bu otoport-re bitmiş bir tablo olmaktan
çok, ameliyat sürecinin sergilenmesi anlamına geliyor. gerçekleştirmeye çalışmışlardı. Zannediyorum, şimdi,
"Modifie olmuş Ready made" organsız sanat bir opera benim gibi çalışan pekçok sanatçı Body-Art'tan başka
(eser) ve bir oparation (cerrahi müdahale) in-tervention yerlere doğru yöneldiler ve, yeni teknolojileri
olarak (ikisi aynı kökenden gelmekte) acıya karşı kullanıyorlar bedeni ve insan varlığının anlamını sor-
münacaatı (Pour en finir avec le jugement de Dieu guluyorlar. Bunlar daha çok genetik manipülasyonlar
(Artaud)) iş-levselleştiriyor. üzerine, biyolojinin ilerlemesi, yeni bulunan ilaçlar, hava
Ali Akay Orlan, işinizi tensel sanat diye adlandırıyorsunuz kirlenmesi, AİDS ve hastalıklar üzerine savaşıyorlar. Bu,
ve bunu Body Art'a karşı kullanıyorsunuz. Bize bu tensel Body-Art'a göre bambaşka bir çalışma. Benimki de çok
sanatın ne olduğu hakkında bilgi verir misiniz? farklı tabii. O yüzden benim çalışmamı Body-Art'a
Orlan İşimi Body Art'a tamamen karşıt olarak ele almıyo- indirgemek yanlış olacak.
rum. Kendimi, daha çok, Body-Art#dan ayırıyorum. Şu A.A. Diğer yandan dine karşı tutumunuz oldukça
anda yaptığım Body-Art'a nazaran büyük farklılıklar eleştirel.
taşıyor. Bu daha çok fiziki ve psişik sınırlara ve acıya karşı Sizi, yapmış olduğunuz bir videoda elinizde haçlarla
yapılmış birşey çünkü zaten günümüzde muhteşem olan# görüyor^ Bu ne anlama geliyor?
bu acıları dindirecek sakinleştiricilerin olması. Eski O. Gördüğünüz imgelerde bir beyaz bir siyah haç var. Bu
dönemlerde insanlar çok acı çekiyorlardı. Ve, bir diş aynı anda manipüle ettiğim iyi ve kötü kavramları. Ben,
ağrısını gidermek için asprin bile yoktu. Acı çekmekten hiç din eğitimi görmedim. Onun için kendime bir
kurtulmaya çalışıyorum. Günümüzde ağrı kesiciler, başkaldırı değil bu Bütün çalışmam Barok sanattan
anesteziler acıyı rahatlıkla dindirebiliyorlar. Bunlar, geliyor. Barok sanatın yaptıöj gibi, iyi ve kötüyü aynı
mesela, se-zeryanda kullanılabiliyor. Çok ağır hastaysak anda göstermek bana önemli gibi görünüyor.
ve ölmek üzerey-sek bir takım acı dindirici ilaçlar Gördüğünüz videoda iki tane haç vardı. Daha sonraki-
kullanabiliyoruz. Benim çalışmamda bedensel acıyı ve lerde bunlar çoğaldı, zannediyorumki bu haçlar daha
acıyla arınmayı ortaya koymak çok saçma bir şey. O önceki çalışmaların ardında kalan şeyler. Evet, Ben 20 yıl
bakımdan da Body-Art sanatçılardan kendimi bayağı boyunca dini İkonografya ve Barok üzerine çalıştım.
uzakta hissediyorum. Ben, daha çok, acının tecrübesi Bunları da kendi sevdiğim bedenim ve kimliğimle
üzerine çalışıyorum. gerçekleştirdim. Şu anda yaptığım ise imgemi
Body Art'a karşı değilim ama benim yolum başka. sorgulamak, şimdi bunun dine göre bir kuyruklu yıldız
A.A. Siz çalışmanızı Body Art'ı aşmak üzere mi kullanıyor- olduğunu söyliyebilirim, öyle ki şu anda Michel Serres'
sunuz? (Misel Ser)in yazmış olduğu bir metinden yola çıkarak
O. İçinde bulunduğumuz toplumda benim yaptığım sandukaları, aynı zamanda kanımı, tenimi ve yağımı
Body-Art'ın mantıki bir kaçışı gibi algılanabilir. Çünkü sergiliyorum ve satıyorum. Bu da dinle alakalı bir şey ama
Body-Art'da beden rengin mekanıydı, rengin tüpüydü, tabi çok ironik bir yaklaşım. Komik çünkü sandukalar
sa-do-mazo-skato eylemlerle toplumsal baskıyı aşmanın dinle alakalı bir şey. Ama tabii dine göre estetik olarak
yeriydi. Onlar, bu şekilde, cinsel serbestleşmeyi çok mesafeli. Bu daha çok aziz Or-lan'ın vücudunu
dinden uzaklaştırmak demek. Çünkü 20 yıl boyunca bu olunmayan bir olgu haline girdi.
sorun üzerine çalışmıştım. Bu bir fetişleştirmekten çok bir A.A. Bu da 87'de.
mesafe koyma eylemini ortaya çıkarıyor. O. Evet böyle, Entelektüel olarak da kredisini yitirdi. Biz
A.A. Sizi ve panelde videonuzu dinlediğimde de, şimdi sanata yeniden bir işlev vermek zorundayız. Ben
sandukalardan bahsettiniz. Bunların üzerindeki metni ve bunu yapmaya çalışıyorum. Toplumumuz kendi dışına
içindekileri "yokolma-ya kadar çoğaltacağınızı" çıkmaya başlarken sanatın topluma birşeyler vereceğini
söylediniz. Bu yokolma noktası nedir? düşünüyorum. Yani, sadece sanat çevresini ilgilendiren
O. Bu nokta sandukalara koyacak et kalmayıncaya kadar sorunlarla kalmayıp, toplumsal olarak bilime ve
sürecek. İçinde yaşadığımız dönemde kaybolmakta olan reklamlara soru sormak gerekir. Birçok sanatçı
birçok dilin durumu bana temel bir mesele olarak kaynaklarını bu alanlardan elde ediyor. Ben de cerrahi
görünüyor. Mesela, Montreal'den geliyorum. Orada alanını kolladım. Sanat kendi dışındaki alanları kazımaya
birçok kızılderili dili var ve kaybolmakta. 2 bin yerli orada başladığında bu sefer çok daha geniş bir kesime
bir dili konuşuyor, 3 bin yerli burada başka bir dili seslenebilir. Bu çağımızın sorunlarını ortaya koyup,
konuşuyor. Bunların hepsi kaybolmak üzere-Söz konusu zihinlerin gelişmesini sağlıya-lllr- Mesala, ben çok sergi
olan şey dilleri ve bedenleri de korumak. Bu tenler açıyorum. Ama her seferinde programlanmış bir
sandukaların içinde bir yerden bir yere taşınmak fikriyle konferans da vermeyi önemsiyorum. Çünkü sanatçı
orantı ı olarak ele alınıyor. olarak eserden ayrı izleyici ile birleşmek, bir fikir
A.A. Yaptığınız eser aynı zamanda politik bir şey değil tartışma-*' ortamı açmak önemli. Bu anlamda yaptığımın
mı- politik olduğu bulu ndb'Iİr" ÇÜnkÜ sanatln dl§mda birÇ
Zamanımız olsaydı size burada çok kısa biçimde sanat °k ba§ka olan' jÇinde Berui Umuz konun™n ileriye doğru
rihini anlatırdım. Binlerce yıi önce; sanat sosyal gitmesini sağlayabilir. da €L 'n'erın daha ileriye gitmesi
kesişmenin lîanıydı. Dinle, kutsalla vs. ilgili, çok hızlı için çalışıyorum ve sonun-soru I ne a^'ak' ne de psikolojik
gidersek; daha sonra, 3 nat gerçeğin temsiliyeti haline cevabını veremiyeceğimiz °r*aya doymaya çalışıyorum.
geldi. Yeni teknolojilerde hâlâ buradayız. Bunlar beni çok İçinde bulunduğumuz a, bütün bunlarla karşı karşıya
ilgilendirmiyor. Daha sonra, sanat kendinden kalmaya hazır değiliz.
bahsetmeye başladı. "Sanat için sanat" oldu. Bu da, Postmodern Görüntü
enteresan bir şeydi. Ardından kavramsal sanat anını A.A. Sizin yüzünüzü tüm sanatsal politik, sosyal, estetik
yaşadık. Sonra, birdenbire pazarın büyük patlamasını sorunların kamu önünde tartışıldığı bir sosyal alan olarak
gördük. O anda, bütün fiyatlar yükseldi. görmemiz mümkün mü sizce?
A.A. Bu 80'li yıllar değil mi? O. Evet, evet bu mümkün.
O. Evet 80'li yıllar. Ben 80#li yıllardan nefret ediyorum. A.A. Çok teşekkür ederiz.
Bütün sanatçılar böyle değildi ama birçoğu piyasaya
uydu. Ondan sonra da, büyük bir çöküş ortaya çıktı ki, bu
sadece finans problemi değildi. Ve; sanat emin
çözülmeye başlıyor ve çözülen moleküller de yine X
zaman sonra -artık o zaman ne kadar ise- tekrar birleşip,
aynı maddeyi yeniden ortaya çıkartıyor. Verilen örnekte,
bir madde olarak diyelim Renault marka bir araba
düşüyor saf suyun içine ve X zaman sonra aynı
POSTMODERN KONUMDAKİ FİLOZOFLAR moleküllerin birleştiği Renault marka araba yeniden
Burada postmodern düşüncenin ortaya çıkış sürecinden canlanıyor, güncelleşiyor.
bahsetmek istiyorum. Postmodernizmle birlikte oldukça Postmodern Görüntü
karanlık bir çağda yaşandığı söylenebilir. Yani aydınlıkçı Bu karanlık dönemden bahsederken Barok adını
düşüncenin iflas ettiği yerde bir karşı devrim dönemi kullandım. Barok dönemin en önemli filozoflarından biri
olarak postmo-dernizm sözkonusu. Ve özellikle bazıları de Leibniz'di. Yukarıda verdiğim örnekte bahsettiğim
için Ortaçağ ile büyük benzeşme taşıyan, fakat moleküllerin parçalanıp yeniden aynı moleküllerin
Ortaçağ'dan, ayrı belki de Barok dönemle benzerlikler oluştuğu cisim, madde Leibniz'in monadlarına çok
taşıyan bir dönemdir postmodern dönem. Özellikle bilim benziyor. Monadlar camı, kapısı olmayan karanlık
adı altında, bilimsellik adı altında ileri sürülen, 19. yy.'in manastırlarda yaşayan bireyler, papazlar. Kendi ışığını
ortaya çıkarttığı birtakım düşünce sistemleri -ki bunlar kendi içinden alan, dışarıdan ışık almayan ve o kapalı
sonuçta sosyal bilimler dahil olmak üzere bir bilimsellik mekânda kendi çalışmalarını, okumasını yapan birey
havası içine girmişti ve her türlü sosyal bilimden bir diyelim monad için. Barok mimaride iki kat var; birinci
sosyallik oluşturma kaygısı ortaya çıkmıştı- meşruluklarını katta boş bir oda, içerisi karanlık, ikinci katta yine aynı
yitirmeye başladılar. Bu, bilimselliğin de aynı zamanda şekilde daha karanlık bir mekân ve bu iki mekân arasında
"iflası" demesek bile, bir bakıma sorgulanması bu küçük delikler halinde geçişler var. Monadlar,
postmodern dönem. Bilimsellik açısından da bir karşı Descartes'ın öznelerinin tersine ruh ve bedeni tamamen
devrim, yani bilimin bilimsellik adı altında yapılamadığı birlikte taşıyorlar. Descartes'da öznenin ruhu bedenden
bir dönem. Bu bakımdan bir örnek vermek istiyorum; ayrıdır. Leibniz'de ise bunlar birlikteler. Her monad
birkaç sene evvel, 1988'de Benveniste adlı bir fizikçi su- bedenini ve ruhunu birlikte taşıyor ve her monadın bir
yun belleği olduğunu söyledi. Suyun belleği kuramı bedeni ve ruhu var. Monadlar, Tanrı'nın huzurunda
bütün bilimselliğin sorgulanması ve bu yeni ortaya atılan yaşıyorlar ve bunların bir kısmı Tanrı'dan nefret ediyor.
laboratuvar deneyimli düşüncenin bilimselliği Tanrı'ya karşı lanet okuyorlar. Leibniz'e göre bu lanetli
bastırmasıyla sonuçlandı. Benveniste'nin ortaya attığı şey, insanların, lanetli monadların, algılamalarında eksiklikler
kısaca, saf suyun bir belleği olduğu fikriydi. Yapılan var. Her monadın küçük algılamaları var. Kendine göre
araştırma Fransa'da, Amerika'da ve İsrail'de üç ayrı algılıyor şeyleri ve bütün dünyayı ancak o küçük algılama
laboratuvarda bir deneme süreci geçirdi ve aynı sonuçları açısından algılayabiliyor. Bu algılama açısı bazen
verdiği yazıldı: Saf suyun içine herhangi bir madde atıl- genişliyor bazen de daralıyor. Tanrı tarafından
dığında veya düştüğünde X zaman sonra molekülleri cezalandırılan lanetlilerin, bu küçük algılamaları
genişlemiyor; Tanrı onlarda daralttığı hacimden diğer atanın tözsel benzerliğine uygun bir şekilde ortaya
tarafa açılan algılar aktarıyor. Tanrı'ya boyun eğip çıkıyor. Yani; dış görüntü benzerliği değil, tözsel
Tanrı'yla iyi geçinen diğer monadlar o büyüyen benzerlik üzerine kurulu bir model ve kopyası fikri; aynı
algılamalarından tüm dünyayı algılıyorlar. Tanrı monadın zamanda daha sonra Hıristiyanlık tarafından ele alındığı
hayatının bittiğini söylediğinde, ruhu ve bedeni aynı şekliyle insan kavramının bunun üzerine kurulması
anda o birinci kattaki yerden yukarı doğru süzülerek fikrini, yani adil bir Tanrı'nın imgesine göre insanın
ikinci kata çıkıyor ve orada vampir filmlerindeki gibi biçimlendirilmesi fikrini getiriyor. Başka türlü söylersek,
külleşmiş bir şekilde ruh ve beden molekülleri adillik üzerine bir model varsa sadece adalet adil
parçalanıyor. Ve orada beklemeye başlıyor ki, Tanrı olabiliyor. Adaletle adil arasında model ve kopya
yeniden emretsin ve yeniden doğmak mümkün olsun ilişkisinin tözsel benzerliği söz konusu. Halbuki ikinci
diye. Tıpkı Benve-niste'nın ortaya attığı moleküllerin öğeyi oluşturan s/mü/a/cr'lar, yani Platon'un görüntüler
parçalanıp tekrar birleşmesi kuramı gibi. Bu monadlar ve fantazmalar adı altında Sofistlere atfettiği düşünce,
aynı zamanda kendi içlerine kapanık olarak yaşıyorlar. var olan modelden başka bir yere doğru, bir benzemezlik
Yani tıpkı günümüzün o tek başına yaşayan, volkmeni ilkesine doğru gidiyor; yahut dış benzerlik, görüntü
kulağında yürüyen insanları gibi bütün düşüncelerini, benzerliği ilkesi üzerine kurulu. Dolayısıyla modelin
varlıklarını kendi karanlık içlerinde taşıyorlar. Bütün aynısı olma fikri burada yok. Sadece bir dış görüntü
bunlar postmodernizm dediğimiz bu dönemin benzerliği var. Bu görüntü benzerliği aynı zamanda
aydınlık/karanlık ilişkisini oluşturuyor. Zaten eğer son 15- görüntünün modelden kopmasını içeriyor. Ve artık bir
20 yıl içinde hepimizin izlediği olaylara bakarsak karşı model üzerine kurulu bir görüntü mümkün olmuyor.
devrimci eylemin -ki bu biraz da 80 sonrası neo- Modelden bağımsız bir görüntü söz konusu. Görüntü
liberalizmle ortaya çıkan bir durum- ne şekilde toplumsal tıpkı dildeki metaforların, Batı metafiziği içinde değişik
düşünceye hakim olduğunu izlemek mümkün olacaktır. dönemlerde değişik anlamlar taşıması gibi. Yani simü-
Ancak bu arada kendimize "bu karanlık dünya içinde ne lakr'\ar da bir görüntünün görüntüsü haline geçtiğinde,
yapabiliriz?" sorusunu sorduğumuzda, bu durumun bizi, birbirinin ardına dizilen görüntülerin anlamlarının
ferahlık veren yerlere götürecek kimi imkanları olduğunu değiştiği durumda artık modelin ilk halinin görüntüsü
görmek mümkün. Bizi bu başka yerlere götürebilecek şey bile ortadan kaybolduğunda model üzerine kurulu olan
ne olabilir diye sorduğumuzda ise postmodernizmi düşünceden çıkmış oluyoruz. Bu bir bakıma -ki
yakından ilgilendiren si-mülasyon ya da görüntü veya Nietzsche#den beri ortaya atılan bir şey- Pla-ton'un
simülakr diyebileceğimiz, Pla-ton'dan beri varolan bir tersyüz edilmesi fikridir; yani görüntülerin ön plana çı-
düşünceyle karşılaşıyoruz. Platon'un model ve kopya kartılıp model üzerine kurulu kopyaların ikinci plana
üzerine kurulu olan düşüncesi Sofistlerin eleştirisinde itilmesi. Bu da bütün Batı düşünce tarihinin bugüne
simülakr'dan geçiyordu ve bu görüntü teması Pla-ton'da kadar gerçekle görüntü arasındaki ilişkide kurduğu
bir negatif veri olarak söz konusuydu. Modelin kopyası sürekliliğin bir sonu olmuş oluyor. Görüntünün ön
dediğimiz şey de, o var olan modelin, ilk kurucusunun, plana çıkması, gerçeğin görüntüde aranması dediğimiz
şeyi beraberinde getiriyor. Havva'nın Adem'in kaburgasından ortaya çıkması ve Ik
Şimdi bu düşünceyi şöyle bir soruna uygularsak; Tanzi- günah benzeri şeyler ancak bu dünyada mümkündür diye
mat'tan beri batılılaşma dediğimiz şey hep dışsal bir Leibniz. Başka bir dünyada başka türlü olacaktı ve bu
benzerlikti. Kafalarda, zihniyetlerde bir değişmezliğin, düny, mümkün bir dünyadır diyor. Yani Leibniz'in ortaya
eski geleneksel yapıların taşındığı şeklinde eleştiriliyordu koyduğu ey, içinde bulunduğumuz durumun bir sen-
batılılaşma. Batılılaşma için Batı'nın taklidi, Batı'ya idinde varolduğı fakat başka serilerin de mümkün olduğu
öykünme deniyordu. Bugün İslamcı denilen ve türban fikridir. Bir başka crnek vermek istersek; özellikle resimde
giyen kadınların yaşam biçimlerini, zihinlerinin söyleme Ba-rok'un getirdiği br yeniliği, Barok'un ortaya attığı
döküldüğü anı düşündüğümüzde ortaya çıkan şey karanlıktan gelen ışık rejiminidüşünebiliriz. Daha önce,
görüntü farklılığı, fakat zihinsel benzerliğin olması, Rönesans'ta örneğin, resim beyaz :emin üzerine, yani hiç
tözsel benzerliğin olması. Sonuçta tüm batılılaşma boyanmamış zemin üzerine boya sürüerek yapılıyordu. İlk
eleştirisi diyebileceğimiz o neredeyse yüz yıllık olarak Barok dönemde önce varolan zemn üzerine
geleneğin başka türlü okunması bugün belki mümkün, tamamen boya atılıp o boyalı zemin üzerine renkle
Osmanlı ve Türk tarihi içinde. Tekrar Leibniz'in vurulmaya başlanıyor. Böylece artık ışık re-Jimı, açıktan,
monadlarına dönersek, monadlar yeniden ortaya aydırlıktan karanlığa doğru değil, karanlıktan aydınlığa
çıktıklarında, tekrar o karanlık odalarına girdiklerinde, doğru gelneye başlıyor. Karanlık dönem olarak ortaya
Leibniz onlara bu karanlık içindeki karşı devrimci çıkan postmoderni:mdeki "pozitif öğelerden bir tanesi de
dönemde bir özgürlük şansı tanıyordu. bu.
Tanrı'nın dünyaların en mükemmelini yaratmış olduğunu Buraya nasıl geindi diye sorarsak, 19. yy/ın sonundan 20.
ve içinde yaşanan dünyanın da bu dünyalar arasında en yy'ın sonuna doğ-u gelirken bir düşünce şeması
mükemmeli olduğunu söylüyordu. Aydınlıkçı düşüncenin çıkartmak mümkün. Postmod?mizme nasıl gelindi? Yani
ortaya çıkmasıyla, Voltaire'in Candid'de alay ettiği tam gerçeğin, adaletin, ilerlemenin, devrimin, aydınlığın
da Leibniz'in bu fikridir. Candid'de biliyorsunuz; olmadığı, bunların meşruluklarını kaybettiği bir döneme
kahramanın başına bir sürü felaket geliyor, birileri geliş ne şekilde gerçekleşti? Hemencecik postmod=?rn
vuruluyor, gemileri batıyor vb. ve Candi-de'in yanındaki döneme girmedik kuşkusuz. Birtakım Kaotık, birbirinde
Pangloss şöyle diyor: "Dünyaların en mükemmelinde zıt olarak gelişen düşünce sistemleri, sonun-<ja bu
yaşıyoruz." Burada aslında Voltaire'in Leibniz'in lafıyla postmodern <onuma getirdi bizi. Sanıyorum ki en azın-
alay edişi var. Ancak bu arada Leibniz'in ortaya attığı bir dan düşünce düzeynde önemli bir şekilde yer eden ve
şey daha var; o da Tanrı'nın sadece bu dünyayı yaratmış episte-m'K bir farklılık oluşturan bir dönem
olduğu. postmodernizm. Kolay ko- içinden çıkamayacağımız bir
Yanı öbür dünyaarı bu Tanrı'nın yaratmamış olduğu. dönem. Çünkü her alanda, dü-nce alanında, toplumsal
Ortak bir şekilde yaşayan cünyaların varolmasının alanda, sanat alanında, bütün bu alanlarda
mümkün olduğu. İşte Hıristiyanlıkta İmTdeki Adem ve yapılabileceklerin yapılmış olduğunu ve şimdi artık e
Havva teması, Tanrı'nın Adem'i yaratmış )lması/ yapılacağının belli olmadığını düşünen bir dönem
postmo-n®rn> Bir olay' bir vak'a bekleniyor. Ve o vak'a zaman süreci içerisinde ilerleyen bir zaman fikrinin -ki bu
da kendi kendi-e 9elmeyecek tabii. Dolayısıyla tüm Aziz Augustinus döneminde ortaya atılan dini bir
modernizmin içerdiği bir takım düşünceleri, deneyleri, düşüncedir-tüm dünyaca sonuçta kabul edildiğini, tüm
"eski"yi yadsımayla ilgili olan yeni yaratımları, dünyada hakim olduğunu görüyoruz. Evrenselleştirilen
yaratıcılıkları taşımayan bir dönem bu. bir tekillik ortaya çıkmış oluyor. Yani Batı'nın kendi
Modern dönem özellikle varolanı yok edip yenisini tekilliğinin evrenselleştirmesi oluyor. Ta ki bu zaman fikri
yapmak üzerine oturmuştur. Avangardlar üzerine yeniden okunmaya başlansın. Bu 1950'lere tekabül eden
kurulmuştur. Yapılmayanı yapmaktır sözkonusu olan. bir dönem ve bu dönem yapısal, sosyal antropolojinin
Halbuki bugün beklenilen vak'ada bütün yapılanlar hep ortaya çıkması, yabanlara olan ilginin artması, öteki
birlikte varlar. Varolan yapılmışlar üzerine bir şeyler dediğimiz diğer toplumlara duyulan merak gösteriyor. Bu
yapılmaya çalışılıyor. Ya da filozoflar yeni bir şey merak daha önce de vardı fakat misyonerceydi;
ararlarken tüm Batı'nın düşüncesini günümüze taşıyorlar yabanlara uygarlık götürme düşüncesini taşıyordu.
-ki Batrdan bahsediyorum şu anda- metafiziğini yarıp o Modernizm için üç başlangıçtan söz edebiliriz; Rönesans,
metafiziğin içindeki anlamların dekonstrüksiyonunu dinde reform ve yeni kıtaların keşfi. Yeni kıtaların
yapıyorlar. Derri-da'nın yaptığı bu. Sözle yazı arasındaki keşfinde biliyorsunuz, Batı gittiği yerlere oralarda daha
yazının, sözün eki olmasını araştırıyor ve bu yazı ve söz önce rastlanmamış hastalıklarla birlikte, rastlanılmamış
arasındaki ilişkide bütün dönemlerde ortaya çıkmış fikirler de taşıdı. Sömürgecilik hareketleri de misyonerlik
anlamların bir bakıma -Foucault'nun terimini kullanırsak- hareketleriyle benzerlikler taşıdı. Geri kalmışlara (böyle
arkeolojisini çıkartıyor. bir terim atıldı ortaya: geri kalmış / ilerlemiş denildi)
Bu durumda yeni olarak ortaya atılan bir şey olmadığı uygarlık götürmek üzere, devrim götürmek üzere işgaller
gibi varolan şeylerin yeniden güncelleşmesi de başladı. Na-polyon'un yaptığı savaşlar, Fransız İhtilali'nin
sözkonusu. Herşey, ne geçmişte ne gelecekte, ama diğer Avrupa devletlerine taşınmasından başka bir şey
şimdiki zamanda oluşuyor. Bu aynı zamanda Bergson'un, içermiyordu, tıpkı Sovyet tanklarının, Doğu Bloku
-O, Marksist'lerin, materyalistlerin hiç sevmediği dediğimiz ülkelere sosyalizmi taşıması gibi.
Bergson'un- yeniden güncelleştiği döneme tekabül Modernizmin 20. yy/da bu kadar yoğun biçimde
ediyor. Yani geçmiş zamanın şimdiki zamanıyla, gelecek sorgulanmasının nedenlerinden biri de II. Dünya Savaşı
zamanın şimdiki zamanının varolunan şu andaki olmuştur. Nazi dönemi Almanya'sındaki toplama
durumda iç içe yaşadığı bir dönem olduğunu getiren bir kamplarında insanlık adına Yahudilerin yok edilmesi
zaman fikri. Dolayısıyla bu zaman fikri tüm modernliğin, eylemi. Yani ötekilerin yokedilmesi. Bunun "insanlık"
hatta modernlik öncesinin, hatta tüm Batı teolojisinin adına yapılmış olması modernizmin ana temalarından biri
üzerine oturduğu, sıfırdan başlayıp ileriye doğru ilerleyen olan hümanizmin de sorgulanmasını içermiştir; çünkü
zaman fikrinin de yok edildiği bir dönemi temsil ediyor. insanlık adına barbarlık yapıldığında o insanlığın ne tür
Batı teolojisini düşünürsek; İsa'nın doğusuyla başlayan bir "insanlık" olduğu sorgulanmış oluyor. Hümanizmin
(bugünkü gibi bir 24 Aralık) ve 1992'ye doğru giden bir meşruluğu yok olmaya başlıyor. Aynı Gulag'taki durum
gibi ya da Pol Pot rejiminin ortaya çıkarttığı soykırım içinde, aynı dil içinde varoluyor ve ancak episteme
hareketi gibi... Sonuçta ortaya çıkan bugünkü durum değiştiğinde başka bir paradigmaya geçiliyor.
aydınlanma üzerine kurulu düşüncenin tarihte yaşadığı Foucault'nun 19. yy. episte-mesi ya da hümanizm olarak
deneylerin kötü sonuçlarıyla yakından ilintili. adlandırdığı, insan çağı dediği dönemde, ilerleyen tarih
Postmodernizmin ortaya çıkışını hazırlayan iki akım anlayışı içinde insanın merkez olduğu dönemde insan
var. Bunlardan biri epistemoloji akımıydı; diğeri ise üzerine düşünen Hegel ile Marx arasındaki antropolojik
görüngübilim. Bu iki sürecin kesiştiği yerlerde bazı benzerlik, kopuştan çok daha önemli görünüyor. He-
filozoflar sıçrama yaptılar tarihte; Nietzsche'nin, gel'in tezindeki saklama ve aşma (aufhebung) adı
filozofun o an orada olup bunu düşün-mesiyle sıçrama altındaki safhalar gibi, o aşan evrelerin oluşması gibi,
yapması dediği şey. Bu 20. yy.'in içinde orf ı ? çıkabildi. Marx'ta da üretim biçimleri şemaları var ve bu şemaların
Bu düşünce akımları arasında hem görüngübıl hem belirli bir gelişimi sözkonu-su. Bu sırada Fransa'da bir
epistemolojinin postmodern düşüncenin ortaya çıkrn, da Hegel okunuşu sözkonusu olmaya başlıyor. Fransa'dan
büyük etkileri var. İki türlü bir etkileşim sözkonusu. Go* bahsediyorum, çünkü postmodern ya da yapısalcılık
gübilim teması -ki bu 1960'lara, hatta 68'lere kadar sonrası düşünce dendiğinde akla özellikle Fransız tı-
hakimiyetini sürdüren bir düşünce- Hegel'i Husserl'i akla lozofları geliyor. Yani Amerika'da ortaya çıkan isimler
getiriyor y görüngübilim üzerine kurulu bir düşünce için Fran-sa'daki filozofların ortaya attığı düşünceden yola
ilk başlangıç Ocj ' ğı olarak Hegel'i düşünmek mümkün. çıkarak poS modern konumu incelemeye başlayan kişiler.
Hegel'in teleolojik düşüncesi, bir başlangıç noktasından Bu düşünürle ilklerinden biri olan Daniel Bell bile aynı
y0 la çıkarak demin bahsettiğim türden düzçizgisel bir konumda. Fransa'da Hegel okunuşu yapılıyordu
tarih içer sinde ilerleyen ve dönüşünü tamamlayıp ilk demiştim. Özellikle iki isim var bu da; bunlardan biri
başladığı yere qe len bir Odisse yolculuğu gibi bir şey. Alexandr Kojeve, diğeri ise Jean Hypo"lte
Marx'ın düşüncesi de He-gel'le büyük paralellikler Hegel ürünü söz konusu. 196O'lı yıllardaki Marksistlerin
taşıyor. Althusser, Marx'ın emek gücü kavramını ortaya devrim üzerine yaptıkları stratejiler bu iki okuma Ü^Un
atmasıyla, felsefenin nesnesi olarak sermayeyi almasıyla dayanıyor. Hegel okuyuşu aynı zamanda başka birtakım
bir sıçrama, bir değişim, bir mütasyon oluştuğunu zer' atc,|an, sosyologları hatta psikanalistleri etkiliyor. 6
söylüyor. Buna karşın, sonuçta Marx'ın yine de 19. yy. ^ojeve'in öğrencileri arasında, Lacan'ı ve Bataille'ı
episte-mesi içinde kaldığını söylemek bana daha akla görmek mkün. Bu yapısalcılık sonrası diyebileceğimiz
yakın geliyor Bu noktada Foucault'nun düşünsel düşüncenin Trtaya çıkışı aynı zamanda Hegel'den
dönemlerle ilgili olarak Kelimeler ve Şeyler'de ortaya Nietzsche'ye doğru giden bir düşüncenin oluşumu ve
attığı düşünceye başvurabiliriz. Belirli dönemler içinde Bataille'ın burada önemli bir yeri ar Yani bir dönüşüm
belirli söylemsel oluşumlar ortaya çıkıyor. Bu söylemsel zinciri olarak duruyor Bataille. Kojeve'in yorumunda,
oluşumlar dönemin tüm düşünce hayatını belirtiyorlar. Hegel köle ve efendi diyalektiğinin analizinde sonuçta
Görünenler ve söylenenler dönemin içinde var. Belli bir kölenin ancak emek sürecinde efendisine başkaldıracağı
paradigma içinde, görülenler ve söylenenler aynı söylem ve bu şekilde özgürlüğe kavuşacağı öne sürülüyor.
Halbuki Hy-pollite çevirisinde bunun tam tersi sözkonusu, Özellikle yapısalcılıkla arasındaki ilişkide, özne ve yapı,
kölenin ancak başkaldırı anında köle olmaktan çıkması yapılar ve sistemler ve özneler arasındaki ilişkilerde, bu
fikri sözkonusu. Yani emek değil, çalışmama söz konusu iyice belirgin hale geliyor.
oluyor ve aynı zamanda da daha öncesini düşünürseniz- Şimdi epistemolojik akıma gelmek istiyorum. Burada
bunun bilinç dediğimiz şeyin, öznenin bilinçlenmesi, sosyolojinin kurucusu olarak tanınan Auguste Comte'u ilk
çalışma sürecinde o bilince sahip olması yani işçinin sıraya koymak mümkün, Renan'ın karşısına. Ve ondan
fabrikada çalışıp bu bilinci sahiplenmesi fikrinin ortaya sonra Canguil-hem, Bachelard ve Cavallier gibi
çıktığı bir düşünceyi içeriyor ki, 68 kuşağı bu bilinç mese- düşünürleri veya Michel Serres ve Isabelle Stengers gibi
lesini yaşadı. Yani çalışılan yerler terkedildi, işçi veya işçi bilim tarihçilerini saymak mümkün. Burada özne ve bilinç
olmaya çalışan birtakım insanlar ortaya çıktılar ve işçi kuramı ile görüngübilim ve varoluşçuluk bir yanda; bilgi
olamadılar. En basit örneği bir Fransız filozofu Robert kuramı, epistemoloji ile kavramlar ve rasyonali-te,
Linhart işçi olmak için girdiği fabrikada parmağını Auguste Comte ile başlayan çizgi öbür yanda durur.
kaptırdı ve işin gidişatını istemeden bozmuş oldu. Bahsettiğim düşünceler Gaston Bachelard'da belirgin
Dolayısıyla işçilik vasfına erişemedi. Entelektüel olarak hale geliyor. Yani iki dönem arasındaki süreksizlik
kaldı. Kendisi Ecole Normale Superieure'de ders ver- dediğimiz bir şey, bir mutas-yon olması. Bu bir yandan
mekteydi. Sonra Paris Vlll'e geçti ve orada çalıştı. Canguilhem, bir yandan Hypolli-telin, bir yandan da
Herkesin becerebileceği işler ve beceremeyeceği işler diye Althusser ve Lacan'm kesiştiği yeri, yani epistemoloji ile
bir şey söz konulsa, bu saydığım örnekte Robert Linhart görüngübilimin kesiştiği yeri ele alırsak ortaya Michel
adlı Althusser öğ-ruenncısı sonuçta parmağını kaptırdığı Foucault'yu çıkarmak mümkün olacak. Çünkü bir yandan
bu işten ayrılarak tekrar nıversıteye döndü. Bu arada Hypollite'in öğrencisidir Foucault ve 1970'da College de
görüngübilimi sözkonusu oldu- France'a kabul edildiğinde, ölmüş olan Hypollite'in
HüSSerl Ve Heide99er/| düşünmek lazım, yani 60 kuşa- kürsüsüne gelmiştir; diğer yandan Deliliğin Tarihi'x\\
yaklndan tanıdığı varoluşçuluğun ortaya çıktığı bir dö- yazarken ilk defa tezini Canguilhem'den geçirmeye çalışır
siyle Mu" Sartre ve Merleau-Ponty dönemi. Merleau- ve Canguilhem'le de büyük bir bağlantısı vardır. Üçüncü
Ponty etki-lamaz arx okumaya başlayan Sartre sonuçta kitabı olan Kliniğin Doğuşu yoğun bir Canguilhem
Marksizm'in aşı-leau-p lr dü§ünce olduğunu etkisiyle yazılmıştır. Diğer taraftan ise Althusser'in
söylediğinde, arkadaşı Mer-y zaten artık Sovyetler öğrencisidir Foucault ve onunla birlikte Ecole Normale
Birliği deneyimlerinin ortaya çıkarttığı durumda kendini Superieure'de ders vermiştir. Ve Derrida öğrencisi, bir se-
hem Marksizm'den hem de siyasetten arındırmıştı. ne için bile olsa.
Merleau-Ponty'nin anti-komünizme karşı ortaya attığı Derrida Amerikalılara göre postmodernist düşünceyi
komünizmsizlik (acommunisme) kavramıyla Sovyetler yaygın-k^tıran ve sorgulayan düşünürlerden biri. Onun
Birliğindeki durumun eleştirisi yapılmış fakat Marksizm'in da Fouca-ult'yla ilişkisi özellikle 6O'lı yıllarda ve 70'li
eleştirisi yapılmamış oluyordu. Bu çizgi içinde bir özne yılların başında çok iç içe ve bütün bunların diğer
kuramının oluştuğunu görmek mümkün hale geliyor. epistemolojide ortaya çıkan, ya~ oısalcılarla olan ilişkisi
çok belirgin. Yani Claude Levi-Strauss'un ortaya attığı kavramı upiyasa"ya sürmek mümkün olabilir: Buna da
yabanlardaki yaşam biçimlerinin, sembollerin, bunların "modernüstü" dersek, belki daha anlamlı bir kavram
arasındaki ilişkilerin ortaya konduğu dönemde yapısal ortaya atılmış olur ve bizi "kısır" postmodern tartış-
antropoloji ortaya çıkıyordu. Levi-Strauss ile birlikte yine malarının dışına taşır. Çünkü postmodern tartışmalarının
dil ve sosyal yapı arasındaki ilişkiyi koyan Georges ortaya çıkardığı siyasal durum, neredeyse aynı yerden
Dumezil var. Du-mezil'in de Foucault ile yakın bir ilişkisi gelen insanların ayrı kamplara ayrılmasını zorunlu kıldı.
var. Dumezil Uppsa-la'daki yerini bıraktığında kalkıyor Üstelik Foucault, Lyotard, Deleuze, Guattari gibi bir
Paris'e geliyor, onun boşalttığı yeri ise Foucault takım Fransız filozoflarının düşüncelerinin, Amerika'da
dolduruyor. Deliliğin Tarihi'n'ı yazarken Dumezil'den (özellikle) postmodern düşünürler olarak ortaya
kalan koltukta, masada çalışıyor. Ve Levi-Strauss'un yakın konulmasını sağlamıştır. Oysa ne Foucault ne Dele-uze
arkadaşı Dumezil de biliyorsunuz Hint-Avrupa kendilerinin bir akımın içinde, postmodern bir akımın
mitolojileriyle ilgilenen, Hint-Avrupa dilleri arasındaki içinde olduklarını söyleyeceklerdir. Akımların sınırları
ilişki içinde toplumsal düzeydeki sistemi ortaya atan kişi. yoktur. İsmi üstünde akışkanlık vardır, taşma vardır,
Bu yine 19601ı ve 19701i yıllarda Vernant ve Detienne adlı duyumsama vardır ve bunlar kenarları belli bir figürün
iki eski Yunan araştırmacısının yapısal analizlerini içine hapsolunamazlar. Zaten bu nedenle,
etkileyecek. Düz-çizgisel olmayan, çevrimsel olan bir postmodernizmin sınırlarını tayin etmek olanaksı hale
zaman fikrinin yaygınlaşmaya başlamasını sağlayacak; geliyor. Çünkü önce mi, sonra mı? Descartes, Lyotard'n
Batı medeniyetinin kaynağı, kökü olarak ele alınan öne sürmüş olduğu gibi zamanında postmodern miydi?
Yunan'ın zaman fikrinin yabanlarla belirli koşutluklar Yoksd Picasso 20. yüzyılın en başlarında postmodemdi ve
taşıdığına dikkat çekilecek. Batı'nın düz-çizgisel zaman sonra modern ve yüzyıldan çıkarken de klasik mi oldu?
fikrinin ise Yahudi-Hıristiyan zihniyetinden kaynaklandığı Klasik çağ 17. yüzyıl mıdır? Tüm bu sorular bir tarihselcilik
ve Saint Auguistine zamanında "epistemolojik bir kopuş" karmaşasını oluşturuyorlar ki, "modernizm üstü"
ile gerçekleştirildiği ortaya çıkacak. "Sıfır" noktası, evveli kavramıyla belki bunun aşılmasının mümkün olduğunu,
ve sonrası. Tıpkı devrimin öncesi ve sonrası fikrinin tüm en azından, ortaya atmak mümkün olabilsin.
modern dünyayı etkilemiş olması gibi, Fransız İhtilali ile Postmodernizmin beraberinde getirdiği bir takım "öz-
yeni, daha önce yapılmamış denilenin ortaya çıkarılmış gürsüzlükleri" geri plana itebilsin. Çünkü değişen dünya
olması fikrinin evrenselleşti-rilmeye çalışılması gibi, şartları, telematik, bürotik vb. gibi sistemlerle, artık
ilerleyen, sıçramalar yapan ve yeniyi "yaratmaya çalışan" büyük fabrika fikrinin dışına çıkıldığı gözlemleniyor ve
bir zihniyet dünya sistemi içinde genelleşmeye başlamıştır post-fordizm tartışmaları buradan kaynaklanıyor. Bunun
artık. adını koymak ise onu tanımlamaktan önce olmamalıdır;
İşte bu zihniyetin yıkılması modern sonrası, postmodern Postmodern tanımsızlığın tanımı olarak vardır, fizikteki
bir zihniyetin ortaya çıkmasını ve Lyotard'ın postmodern "belirsizlik ilkesinin" başat olması gibi...
adını verdiği şeyin "önce mi sonra mı", ne anlama Defter, Ocak-Haziran 1992 24 Aralık 1991 'de Bilar'da
geldiğinin bilinmeme-siyle birlikte, belki de yeni bir yapılan konuşma
dolayısıyla da bugün baktığımız yerden değişik kültür
üretim biçimlerinin kadim, modern ve postmodern diye
sınıflandırılabileceğini söylemişti. Yani ikimizin de
sunumunda ortak olan şöyle bir kabul vardı;
postmodernizmle birlikte artık özgür düşüncenin kendi
imgesinde yalnız kendi kıstaslarına uygun olan bir dünya
kurma projesi terkedilmiş oluyor. Postmodernizmin
geride bıraktığı böyle bir vaat ya da iddia olmuş oluyor.
Kapitalizmin iktisadi ilişkilerinin çok önemli
ÇELİŞKİ VE FARK bileşenlerinden birinin bilimsel teknolojik devrim ya da
Modernizm ve Postmodernizm Üzerine Söyleşi mikro işlem devrimi olduğunu biliyoruz ve belki kısmen
İskender Savaşır Hoş geldiniz. Bildiğiniz gibi bu panel buna bağlı olarak düzenleme rejimlerinin terkedildiğini
aslında geçen dönem verilen postmodernizm seminer görüyoruz. Genel olarak bunların ter-kedilmesiyle ortaya
dizisini sonuçlandıran panel. Ayrı ayrı verdiğimiz çıkan geç kapitalizm modelini Jameson'ın postmodern
seminerlerde postmodernizmi öncelikli olarak -adı kültürün altyapısı olarak tanıttığını biliyoruz. Post-
üzerinde- modernizmin aşılması veya terk edilmesi olarak modernizm Ali'nin seminerinde daha da felsefi
yorumlamıştık ve böyle bir diziye giriş için de öncelikle boyutlarıyla birlikte ele alınarak bir tür kurtuluş vaadinin
modernizmin ne olduğunun tetkik edilmesi gerektiği terkedilmesi, neredeyse bir tür karşı devrim,
düşüncesinden hareketle önce ben moder-nizme bir giriş aydınlanmacı düşünceye karşı bir karşı devrim olarak
yapmıştım ve kabaca modernizmin, aydınların bir iktidar anlatıldı ve postmodernizmin, mistisizmin geri dönüşü
projesi olduğunu söylemiştim. Fakat burada iktidarın olarak yorumlanabileceği söylendi. Son olarak gerek
yalnızca siyasal iktidar olarak anlaşılmayıp7 çok geniş bir modernizm içerisinde, ama özellikle postmodernizmde
anlamda anlaşılması gerektiğini söylemiştim. Aydın mekân düzenlemesinin ve özgül olarak mimarinin çok
kelimesinin ise oldukça dar bir anlamda anlaşılması önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Mimari modernizm
gerekliliğini, yani fikir üreten, kültür üretiminde bulunan içerisinde kendisini modernleşme projesinden, büyük
herkes değil; kendi sözünün dayanaklarını düşüncenin sanayi hamlelerinden fazla ayrıştırmayan, kendini
kendi özgürlüğü dışında hiçbir temelde aramayan, bunlara tabi kılan bir konumdayken, postmodernist
düşüncenin özgürlüğünün kendi iç dinamikleri dışında kültürle birlikte kendi özerkliğini ilan ediyor. Bu yanıyla
bir meşruiyet kıstası tanımayan bir sözün modernizm diye da mimari postmodernizm içerisindeki farklı eğilimlerin
ayrıştırılabileceğini iddia etmiş ve bunun tarihinin hiç en rahat ayrıştırılabileceği ve sergilenebileceği bir alan
değilse aydınlanmaya kadar geri götürülebileceğini olarak ön plana çıkıyor. İhsan Bilgin de geçtiğimiz
söylemiştim. Orhan, modernist veya aydınlanma sözünün seminer dizisinde bu ayrıştırma yolunda bazı girişimlerde
ortaya çıkmasıyla birlikte daha önceki düşünce ve kültür bulunmuştu. Ben şimdilik bu özeti böylelikle kesmiş
üretim biçimlerinden köklü bir kopuş ortaya çıktığını, olayım. Sözü Orhan'a bırakıyorum.
Orhan Koçak Bu modern kavramının bugünkü romantizm, bence modernizmin ilk biçimi romantizmdir
kullanımına baktığımızda bir anlam belirsizliğiyle (ya da bir tür protomodernizm demek gerekir belki de
karşılaşıyoruz. Postmo-dernizmden geriye dönerek bu buna).
belirsizlik üzerinde biraz durmak istiyorum. Bunun bir Romantizm, modernleşmenin ilk ifadeleri olan
örneğini Birikim dergisinin bundan önceki sayısında, ya aydınlanma hareketinin ve Fransız Devrimi'nin bir
da çıkmış son sayısında postmodernizm ve modernizm eleştirisi olarak başlamıştır. Aydınlanmanın aklı
üzerine yazılarda gördüm. Burada modemizmi, mutlaklaştırmasına karşı bir eleştiri olarak başlamıştır.
modernleşmeyle, iktisadi, sosyal ve siyasal Modernizmin ikinci büyük atılımına baktığımızda, ki 19.
modernleşmeyle aynı anlamda kullanma eğilimi var. yy. sonunda izlenimcilik, sembolizm gibi hareketlerde
Aslında bu ikisi birbirine zaman zaman karşıt da olabilen kendini gösterir, burada da benzer bir şey görürüz.
şeyler. Şöyle tanımlamak gerekir: Modernleşme esas Viktorya Çağı'nın otoriter, düşünsel olarak kapalı
olarak iki ya da üç çizgisi, üç boyutu olan bir ı-.'fîç Bir modernleşmesine karşı bir tür tepkidir bu da.
tanesi sanayileşme ve buna bağlı olarak emek Modernizmin üçüncü büyük atılımıysa, 20. yy.'da
üretkenliğinin artması, yani insanın doğa üzerindeki 1920'lerde gerçekleşti ve dışavurumculuk, ekspresyonizm,
hakimiyetinin büyük bir sıçrama geçirerek yeni bir evreye kübizm sürrealizm vs. gibi hareketlerde kendini gösterdi.
gelmesi; ikinci boyutu modernleşmenin, laikleşme Bunların ortak özellikleri, modernleşmenin 20. yy. başın-
denilen şey, yani dünyanın bir büyü bozumuna uğraması, da gelmiş olduğu ve yol açtığı tahripkâr sanayileşmenin
dünyanın büyülü ya da tanrısal güçlerden arındırılması; eleşti-risiydi. Bunun sonucu olan dünya savaşının
üçüncü boyutu ki, bunun üzerinde lVlax Weber daha çok eleştirisiydi. Hepsi savaş-karşıtı akımlardı bunlar. Ulaşmak
durmuştur, rasyonalizasyon, rasyonelleş-me adı verilen istediğim sonuç şu: şimdi postmodern olarak adlandırılan
şey, bu da bütün insan davranışlarına, insan eylemlerine eğilimler, modernleşmeyle birlikte modernizmi de çöp
kapitalist firma ile bürokratik devletin modellerine göre sepetine atmaya gidiyorlar, •kişi arasındaki ayrımı,
düzenlenen amaçlı rasyonel eylemin hâkim olması. Bütün farklılığı görmeden. Oysa modernizmin modernleşmenin
bunların, bu üç sürecin birbiriyle kenetlenebileceğim bir özeleştirisi olduğunu anladığımız zaman
görmek gerekir. Hepsinin de temelinde bence modernleşmenin de kendi içinde yekpare, bütünsel ve
sanayileşme ya da daha geniş anlamıyla insanın doğa her zaman aynı anlama gelen bir süreç olmadığını
üzerindeki egemenliğinin pekişmesi yatar. Bu görebiliriz.
modernleşmedir. Şimdi, modernizm bir kültürel olgu Ali Akay Ben de aynı paralelde konuşacağım. Bir tartışma
olarak, sanatsal, düşünsel bir atılım olarak modernizm var Habermas ile özellikle Fransız düşünürler; Alman
hem bununla bağlantılıdır, tarihsel modernleşmeyle, ekolü ile Fransız ekolü arasında. Bunların başında bir yeri
sosyal tarihsel modernleşmeyle, hem de bunun kendi Habermas çekiyor, diğerini de Foucault çekiyordu. Sonra,
içinden bir eleştirisini, bir tür özeleştirisini ifade eder. Lyotard ve Derrida çekiyor oldular. Aralarındaki tartışma
Bunu modernizmin tarihteki üç büyük dalgasında, üç şuydu: modernizm veya modernleşme dediğimiz şey
büyük evresinde görebiliriz. Birincisi 19. yy. başındaki bitmemiş bir proje midir, yoksa tamamen miadını
doldurmuş mudur? Habermas'ın söylediği Orhan neyin "öncesi" neyin "sonrası" olduğu bilinmez bir
Koçak'ın söylediğine çok yakın: modernitenin aslında bit- vaziyette görülüyor.
memiş bir proje olduğu, modernleşme diyeceğimiz ikinci Başka bir şey postendüstriyel ile postmodernin aynı şey
kısmın ise bittiğini, yani sanayi devriminin bittiğini, fakat olup olmadığı sorusu. Bunlar birbirlerine tekabül
modernitenin bitmediğini söylüyor. Habermas hâlâ aynı ediyorlar genel olarak, fakat özellikle postendüstriyel
şeyi iddia ediyor. Onun için gerek Lyotard gerek (sanayi sonrası) dönem yine bir kopuş modeli getiriyor,
Baudrillard modernizm ile modernite arasında fazla bir daha önce varolmamış bir şeyi getiriyor, yani bütün
fark olmadığını, dolayısıyla o kadar önemli bir dönem büromatik, telematik, enformatik olan şeyler bir yüzyıl
oldu ki, bunlar, modernizm veya modernite artık son önce olmayan yeni şeyler. Ve modernizm yeni üzerine
derece başarılı olarak sonuna geldiler ve bundan sonraki kurulmuş, kopuş üzerine kurulmuş. Fakat postmodern
döneme girildi diye iddia ediyorlar. Fakat bu arada dediğimiz şey aslında belki de eskinin, geleneksel olanın,
Lyotard'ın ortaya attığı ve Baudrillard'ın anladığı bazısı köşede kalmış şeylerin güncelliğini, güncelleşmesini
anlamda postmodernizme pek fazla benzemeyen bir türü içeriyor. Dolayısıyla zaman fikri burada tarih fikri oluyor
daha var. Bu da post ekinin önce mi sonra mı olduğu ve tarih sonrası yahut tarihsizlik diyebileceğimiz bir
tartışması; yani post daha sonra anlamına geliyor. Fakat mekâna dönüş başlıyor. Ki aslında Deleuze'ün nekahat
Lyotard bu post önekini önce olarak kullanıyor ve diyor devresinde olmak deaiek bu. Özellikle nekahat
ki, postmodern dediğimiz şey aslında modernliğe gebe devresinde olan bir düşünce mekân üzerine kurulunca
olan bir şeydir ve modernlikle post-modernlik arasında ortaya bir terim çıkıyor en son kitaplarında, felsefeye
sadece bir kopuş olduğu kadar bir geçiş de söz dayalı kitapta, bu da geofilozofi diye bir terim, yani coğ-
konusudur. Dolayısıyla bunun belli bir rafi felsefe, coğrafelsefe de diyebiliriz; mekân artık
dönemselleştirilme-sinin yapılmasının mümkün zamanın yerini almış oluyor ve zaman üzerine kurulu bir
olmadığını söylemektedir. O kadar ileri gidiyor ki düşünce yerine, mekân üzerine kurulu bir düşünce ortaya
Lyotard, Descartes'ın cogito#yu ortaya attığı zaman çıkıyor ki bu, belki, mimari ile örtüşüyor. Modernite
postmodern olduğunu söyleyecek kadar postmodernizm dediğimiz şey daha önce olmamış bir şeyin üzerine
terimini tarih içinde tarihsizleştirmeye başlıyor. kuruluyor, tıpkı empresyonistlerin yaptıkları gibi;
Dolayısıyla çok basit bir örnek ortaya koyuyor ve Hollanda manzara tablolarını saymazsak daha önce
Picasso'dan yola çıkarak diyor ki: -Picasso modern doğaya açılan bir sanat yoktu. Sanayi devrimiyle birlikte
dönemin yani klasik anlamda modern sanat diye bir şey empresyonistler Paris'in banliyölerine gittiler; fabrikaların
varsa modern sanatın empresyonistlerden sonra ikinci üretime girdiği Argenteuil'de insanların pazar günleri
etabını oluşturuyor- Picasso'nun 1903'de, o ilk kübist çayırlarda piknik yapmalarını, yemek yemelerini
desenlerini yapmaya başladığı zaman postmodern resmettiler. Daha sonraki etapta da kübistler, gerek
olduğunu, 30lara gelindiğinde artık modern bir döneme Braque gerekse Picasso perspektifi bozdular;
geldiğini ve günümüzde ise Picasso'nun klasik bir ressam Brunelleschi'den beri gelen perspektifi bozdular. Önce
olduğunu söylediğinde, bu postmodernizm denilen şeyin gözün göremeyeceği yerlerin köşelerinin de tekrar gözün
önüne serilebileceği tabloyu resmettiler. Daha sonra dünyaya ilan ederek kurmuş olması nedeniyle
sanatın ölümü diye adlandırılan, Marcel Duchamp'ın mimarlıktaki kopuş bu karşıtlığın en kolay kavranabilir
ortaya attığı ve herhangi bir şeyi yapmanın meşruluk araçlarından biri olarak anlatılabilir; nitekim Frampton,
kazandığı bir modernizm ortaya çıktı. Bütün bunlar Jencks, Klotz gibi mimarlık tarihçileri bu kopuşun hi-
kopuş üzerine kuruluyordu. 70'lerde İtalya'da kâyesini diğer alanlara göre daha sorunsuz biçimde
transavangard akımı ortaya çıktı. Fransa'da yatay geçişli- anlatabilmişlerdir. Jameson da postmodernizmin genel
lik anlamına gelen bu terim, eski öğelerle yeni öğelerin kültürel iklimini anlatabilmek için örneklerini mimariden
birlikte varolduğu bir sanatı ifade ediyor. Ve öncü seçer sık sık. Ben burada tersini yapmaya çalışacağım.
dediğimiz şeyin modernlikle beraber gittiği ve artık Modernist ve postmodernist mimarinin diğer toplumsal
bundan sona öncü bir şeylerin yapılamayacağı söz pratiklerdeki bulanıklıkları giderecek, onlara ışık tutacak
konusu ediliyor. Ve buradan da, bugün, filozofların farkları yerine, bazı sarih noktalara gölge düşürecek
yahut sanatçıların kendi kendilerine sıkça sordukları bir sürekliliklerinden söz etmek istiyorum. Bunlar aynı
soruya geliniyor: Bundan sonra yeni bir şey yapılabilecek zamanda da diğer alanlardaki modernizmle, özellikle de
mi; beklemenin ardından bir şey gelecek mi? sorusu: Do- ede-biyattakiyle olan farklarına da işaret etmiş olacak.
layısıyla geleneğin, yeni-arkaizmlerin, eskiden gelen Orhan Koçak bir konuşmasında modernizmi özerkleşme,
şeylerin yeniden güncelleştiği bir döneme gelindi. Adına durulaşma ya da dışa doğru açılma yerine içe dönüş
bilim denilen şey bile büyü ve büyü üzerine kurulu bir olarak anlatmıştı. Yani dış güçlerin buyruğundan çıkmış,
takım tekniklerin yeniden güncelleşmesini ortaya çıkarttı o dış güçleri de özümseyerek yeniden kendi içine katmış,
ki, bu Orhan Koçak'ın büyübo-zumu dediği şeyin tam yoğunlaştırmış, öğütmüş; geleneksel olana, bir yerden
tersini gösteriyor ve dolayısıyla Aydın-lanmacı dönemin, diğerine akıp gidene katılma yerine özne tarafından
aydınlık üzerine kurulu bu dönemin karşısında belki de yeniden kurulan ürünlerin ortak paydası olarak
karanlığın hâkim olduğu ve dönem olarak belki de modernizm. Bu çerçevenin modernist mimari için de so-
kimilerin ortaçağ kimilerinin ise barok döneme nuna kadar geçerli olduğu söylenebilir. Sanayileşmeyi,
benzettiği döneme girilmiş olunuyor ki, buna onun da ötesinde sanayi toplumunu en çok sorun eden,
postmodern deniliyor. ondan en açık seçik ifadelerle bahseden, onu en çok
İhsan Bilgin Benden önceki konuşmacılar genel kendi pratiğine maletme-ye, öğütmeye çalışan kesim
kavramlardan hareketle modernizmle postmodernizmi herhalde mimarlar olmuştur iki savaş arası dönemde.
ayırdetmeye, bunların farklı toplumsal pratikler Üstelik bunu koşulların kendiliğinden evril-mesi ile ortaya
arasındaki örgüyü nasıl kurduğunu tanımlamaya çıkacak bir sonuç olarak görmediler; zaten bunu
çalıştılar: Ben bunların belirli bir toplumsal pratik göremeyecekleri bir geçmiş de vardı arkalarında. 100-150
içindeki, mimarlık ve şehircilikteki görünüşlerine değin- yıldır benzeri koşullar olmasına rağmen mimarinin, hatta
mek istiyorum. Gerek postmodernizm teriminin ilk ortaya onun da ötesinde nesnelerin biçimsel dili kendiliğinden
atıldığı alan olması, gerekse de kendini önceki döneme evrilmemişti. Bunun ancak içselleştirerek, aklileştirerek,
en açık seçik eleştirileri yönelterek ve gelişini tüm iradileştirerek, yeniden kurarak yapılabileceğine dair
yaygın bir mutabakat zemini üzerine kurulmuştu birbirini tamamlayan rolleri üstlenmekten çok, eskiye ait
modernist mimarlık ve şehircilik anlayışı ve davranışı. olanı sürdürüp yenilikleri mühendisin otoritesine
Sonradan başına dert olan tarihten radikal bir biçimde terketmek yönündeydi. Şehrin tümü söz konJSu
kopma iradesi de tamamen bununla ilgilidir. Bu açıdan olduğunda ufuksuzluk daha da belirginleşiyordu. 19.
mo-dernizmin genel iklimiyle, "çağın ruhu" ile uyum yüzyıda ciddi bir dönüşüm geçiren ye büyüyen şehirlere
halindedir. iktisatçıların ve hijyenikçilerin söylemi yön veriyordu;
Buraya kadar sorun yok. Ancak dahası var. Orhan şehirleri yeniden düzene sokan politik erk kendine da-
Koçak'ın tanımını tamamlayan asıl önemli nokta, nışman olarak iktisatçıları ve hijyenikçileri seçmişti. İki
modernist davranışın görünüşle gerçek arasındaki savaş arası dönemin yarattığı ortam mimarlara
mesafeyi kavradığı, dahası kendini bu boşluk içinde ifade tarihlerinde ilk defa özerkleşme imkanını sundu; egemen
ettiğiydi. Mimarlığı edebiyattan ve hatta bütün yakın olan kesimlere doğrudan bağımlı olmadan faaliyette
akrabalıklarına rağmen görsel sanatlardan ayıran tam da bulunabilecek bir konuma geldiler, ya da en azından
bu noktadaki anlayış ve davranış farkı olmuştur. Tıpkı böyle bir illüzyona kapılmayı haklı çıkaracak bir ortamın
realizmin kendi eylemiyle, kendi ürünüyle realiteyi içinde buldular kendilerini. Tarihte ilk defa yöneten özne
yansıttığını, gösterdiğiyle gerçeğin çakıştığını yerine yönetilen nesne i|e, sorunları çözen değil yaşayan-
zannetmesine benzer bir şekilde, modernist mimarlar da larla doğrudan yüzyüze gelme?, ilişki kurma imkanı
realiteyle kendi eylemleri arasında dolaysız bir ilişki buldular: kısacası başkalarıyla alternatifleri olan ilişkilere
kurdular; kendi iradi davranışlarını toplumun karmaşık giren özne olarak kurabildiler kendi kimliklerini. Kendi
yapısına kökünden müdahale edebilecek bir anahtar başlarına birer kamusal öz* ne haline gelen sendikalarla,
olarak gördüler. Bence bunun başlıca nedeni, tam da söz kooperatiflerle, yerel yönetimlerle, işçi bankalarıyla
etti-ğimiz dönem içinde mimarın toplumsal pratik temas kurdular, hatta onların içindeki kritik karar
içindeki rolünde, tarihinde eşine rastlanmadık bir ölçüde noktalarında bulunabildiler: Böylece yeni toplum-
radikal bir dönüşüm yaşamasıydı. Mimar, VitrJvius'dan sal-mekânsal projelere yön verecek, 19. yüzyılın
beri, Rönesans sonrası donemde olduğu gibi işini sorunlarını aşacak yeni bir dünyanın kurulmasına öncü
zihinselleştirmeye çalışırken, pratikle arasına mesafe rolü oynayabilecek bir konumda buldu mimarlık mesleği
koymaya çalışırken dahi, ekonomik, politik veya dini güce kendini. İşte modernist mimari tam da bu konumda
bağımlıydı, toplamsal rolü ile otoritenin gücü arasında olmanın sonucunda ortaya çıkmıştır bence. Bina
dolayım yoktu, formas/Onuyla davranışı özerk bir tasarlamanın ve yapmanın sınırlı alanından çıkıp, yapım
bütünlük oluşturamıyordu. 19. yüzyıl sanayileşmesinin teknolojisinden şehrin bütününe kadar tüm mekânsal
getirdiği ise yenilenme ve özerkleşme yönüide bir ufuk oluşumu ele geçirme, dolayısıyla da toplumsal yaşama
ve umuttan çok, işlevsiz kalma, marjinalleşme tehdidi idi. yön verme girişimidir bu. Bu hızlı değişme, alt üst oluş
Sayıları az da olsa, dönemin önemli, aktüel ve gelecek kendi içine doğru çekilme ve kapanma yerine dışa,
vadeden yapılarını mühendisler yapabiliyordu. başkalarına dDğru açılma biçiminde yaşanınca da,
Mühendisle arasında ki işbölümü aynı süreç içinde görünüşle gerçek arasındaki mesafenin görülmesine
engel olan moralist bir tutum camgasını vurdu modemist yaptığının yapım faaliyetinin ölçeğini büyütmekten ve
mimarlık ve şehirciliğe. Adolf Loos gibi bu toplumsal örgütlü sermayenin faaliyet alanı içine katmaktan ibaret
projelerden en az nasibini almış, demin söz ettiğim olduğu gerçeğiyle yüzyüze gelir 1960ların başında.
angajmanlara en az değmiş bir modernist mimar bile, Bu bir enkazdır, Amerikan postmodernizmi bu enkazı sü-
sanayi çağının biçimini yakalamayı umuyordu. Yani bir pürmeyi gürültülü bir şenliğe, eğlenceye, zevk alemine
yerde sanayi çağı, karşıda da sanayi çağının biçimi var; bu dönüştürür. Enkazın kırık dökük parçalarını kaldırmak,
ikisi ayr ayrı duruyorlar; iradî bir çaba olmadan üst üste sorumluluğunu taşımak ise Avrupalılara düşer: Eserleriyle
gelemeyecek olan bu iki realiteyi buluşturacak bir özne Osvvald Mathias Ungers, Georgio Grassi, Aldo Rossi;
gerekiyor, bu da modernist mimar olacaktır. Ünlü erken yazılarıyla tarihçi Manfredo Tafuri bunların önde
"Süsleme ve Suç" isimli makalesi bu iyimserliği sonuna gelenleridir. Sorumluluğu üstle-nerek sınırları gösterme,
kadar taşıyordu. Bildiğim modernist literatür içinde ayıklama, kendini modernizmin imkansızlıklarını da
görünüşle gerçeklik arasındaki kırılmanın çözümsüzlüğü- katarak kurma: belki de bütün bunlar nedeniyle,
nün içinden konuşan tek kişi Viyanalı mimar Josef tökezlemeyi de içselleştirmiş duruşlarıyla mimarinin asıl
Frank'dır. O dönemde sayıları hiç de az olmayan modernistleri onlar olacaklardır.
gelenekçilerin karşısında yer alır, modernist angajmanın İ.S. Orhan modernleşmeyle modemizm arasında çok net
sonuna kadar içindedir, ancak kastedilenle olanın bir ayrım yaptı. Postmodernizme şöyle bir itiraz getiriyor
arasındaki boşluğu görmesine engel olmaz bu angajman. gibi gözüküyor: Modernleşmenin haklı olarak eleştirilen
Sıfır noktasından başlama, geçmişin suçlarından yanlarının yanı sıra, modernizmin kurtarılabilecek
arınma, geçmişten radikal biçimde kopma vs. ile içeriğini görmezden gelmemek gibi bir şey. Buna genel
özetlenebilecek modernist projeyi böyle bir ortam içinde olarak katılmakla birlikte işin o kadar kolay olmadığını
kurdu modernist mimarlık ve şehircilik. Bu heyecanlı düşünüyorum. Aydınlanma düşüncesiyle başlamaktan
yoğunlaşma iki savaş arası döneme tarihlenmiştir. Olaylar yanayım bu tarihe. Aydınlanma düşüncesine baktığımız
hızlı gelişir. Nazizm ve Stalinizm ile birlikte gelen neo- zaman, düşüncenin uç noktasına gittiği yerlerde tam da
klasisizm dalgası bu heyecanları sekteye uğratan, hızını bu modernizm projesinin, yani, özgür düşüncenin ken-
yavaşlatan dışsal müdahaleler olurlar: Asıl hayal kırıklığı dini temellendirebileceği iddiasının, uç noktasına
2, Dünya Savaşı yıkımının ardından gelir. Yerle bir olan götürüldüğü yerde kendi imkansızlığıyla karşılaşmaya
Avrupa'yı hızla yeniden inşa etme için girişilen büyük başladığını, yapının özerkliğini sağlayamayacağını
yapı faaliyeti içinde ve hemen ertesinde anlaşılır ki, gördüğünü, tamamen kendi iç dinamiği içersinde
yapılabilen, sanayi toplumuna eklemlenmekten başka bir gördüğünü Diderot'nun "Rameau'nun Yeğeninde
şey değildir: Ona müdahale etmek, aklileştirmek, görebiliriz. Modernizm kendi iflasını daha ilk telaffuz
işlerliğini revize etmek zannedildiği kadar kolay değildir. edildiği andan itibaren sezen ve bunu, bir anlamıyla bu
Sanayi kapitalizmi her şeyi kendi içinde öğütebilmekte, suçlu bilinci ancak kuramsal dayanaklarla örten, gizleyen
kendi işleyişinin parçası kılabilmektedir. Toplumsal bir kültürel projedir de diyebilirim.
içeriğini ve ruhunu kaybeden modernist proje# bütün O.K. Bu doğrudur. En tipik örneği, herhalde Sade.
Aydınlanma düşüncesinin belki de en berrak ve en uç yorumu olabileceğine ve bu sol yorumun da yüksek
noktadaki ifadesi. Akıl her şeyi yapabiliyorsa kendi de moder-nizmle bir bağlantısı olabileceğine ben de Lyotard
dahil herşeyi yıkabilecek demektir. Bütün o anlattığı gibi kısmen inanabiliyorum. Ama bu zaman ve mekân
orjiler sonuç olarak, aklın en uç noktasına götürülmüş tartışmasını biraz daha ileri bir noktaya götürmek gerekir
zihinsel şeylerdi. Ama yine de bir fark var arada; bu farkı gibi geliyor bana. Hegel zamanı ruhla, mekânı da
görmek aydınlanmada, sonuç olarak moder-nizmde maddeyle özdeşleştirmişti. Hatta He-gel'den önce
kurtarılabilecek olan bir şey varsa onun ne olduğunu Descartes da bunu yapmıştı. Postmodernizmin kendi
seçebilmek için yine bu güne, yani postmodemizme kendini kuramsallaştırma yollarından biri: "Zaman bitti
gelmek gerekiyor. Ve burada bir tür sağ artık mekân var!" Zamansal kavramların yerine mekânsal
postmodernizmle sol postmo-dernizmi arasında bir ayrım kavramların egemenliği diye bir şey ortaya çıkıyor. Bu
yapmak gerekiyor. Sağ postmoder-nizmin tanımlanması hem postmodemizmin kendi kendini açıklayış biçimi hem
biraz daha zor. Sol postmodernizm biraz daha kolay. de kendi kendini meşrulaştırma biçimi bence.
Ali'nin anlattığı ve sevdiği düşünürlerde görüyoruz Postmodemistlerden, Türkçe'ye henüz çevrilmemiş olan
bunların ifadesini, Foucault'da, Lyotard'da, Paul Virilio adlı bir yazar, bu noktada çok farklı bir yorum
Baudrillard'da. Sağ postmodernizm ise biraz daha getiriyor: Modern toplumda, modern coğrafyada aslında
karmaşık bir mesele; temsilcilerinden birisi Amerikalı biten mekândır; zaman değil mekândır. Mekânın bittiği
Fukuyama, bir başkası Alman düşünürü Gehlen; bu yerde zamanın tasarrufu başladı. Zaman mekân haline
adamlar modern çağın kendini kültürel olarak her getirilerek, mekân gibi ölçülerek tasarruf ediliyor.
bakımdan ifade ettiğini söylüyorlar. O kadar ki, kendi Aslında biten mekânın kendisi, bu yüzden tehlikede olan
çelişkilerini, kendi karşıtlarını da ifade etti ve kristalize zamandır. Mekânlaştırılan, ölçülen, biçilen, basıncından
bir kültür haline geldi diyorlar. Artık kendi karşıtlarını da kurtarılmaya çalışılan saf ve nötr bir enerji haline
ifade ettikten sonra bu kültürün gelişmesine imkan yok. getirilerek idare edilebilecek şey haline getirilmeye
Fakat bu kültürün altında yatan makinenin, sınai ve idari çalışılan mekân değil zamandır. Bu benim kısmen
cihazın sonsuz olarak gelişme imkanı vardır, çünkü bu katılabildiğim çünkü hedefin de ne olduğunu gösteren
niteliksel değil niceliksel bir şeydir, bu gelişecektir. Ama bir yaklaşım.
artık kültürün gelişmesine imkan yok, bu anlamda tarih A.A. Bir paradoks var bütün bunlarda. Fukuyama tarihin
de bitmiştir; bir sonra-tarihe, tarih sonrasına varılmıştır. bittiğini söylüyor ve bu tarihin bitişi de liberal
Bunları sağ diye niteliyorum çünkü ruhun gelişme demokrasilerde olur diyor. Fakat başka bir yanı da yar bu
imkanları bitmiştir diyorlar. Aklın, zihnin, tinin gelişme işin: özdeşlikten farklılığa giden bir düşüncede Hegel'in
imkanları sona ermiştir. Yani artık insan yaşamına zihin veya Marx'ın özdeşlik üzerine kurulu düşüncesinin
değil, kalp değil, mide yön vermektedir. Tabii bunu yeniden güncelleşmesi. Yani tarihin bittiği tezini ileri
radikalleştirmek, mideyi alıp bağırsaklara kadar falan sürenler Fukuyama'nın yanı sıra Hegel ve Marx'tı.
götürmek mümkün. Bunu bazıları yapıyorlar, mesela Hegel'de tarih Napolyon'la bitiyordu. Napolyon Jena'yı
Beckett. Ancak buna karşı postmodernizmin bir tür sol geçtiğinde; ikincisinde, yani Marx'ta ise proletarya
devrimiyle bitecekti tarih, ondan sonra asıl tarihin verildiği yerde bunun gerçekleşmesinin imkansız
başlayacağını söylüyordu, ki Fukuyama da Hegel ve olduğunu kanıtlamaya çalıştım. Çünkü o küçük
Marx#tan yola çıkarak, liberal demokrasilerle tarihin çeşitlemelerin de koşulu hayatla ölüm gibi büyük
bittiğini söylemeye çalışıyor. Eski makalenin kitap haline karşıtlıkların kabul edilebilmesine bağlı. Postmodernizm
getirilmiş versiyonu olan metnin bir özelliği de, büyük karşıtlıklardan bir istifayı, bir çekilmeyi, bunlarla
Amerika'da, İtalya'da, Almanya'da, Fransa'da aynı anda yüzleşmeme kararını ifade ediyor.
piyasaya sürülmesi (Francis Fukuyama; Tarihin Sonu ve A.A. Bir şey daha var, gerek Hegel'in gerek Marx'ın
Son İnsan). Bu da postmodernliğin belki de başlangıç düşüncesi çelişkiler üzerine kurulu. Çelişkilerin birbiriyle
noktasını ortaya çıkartan; yani farklılıklar üzerine, çeliştiği yerde aşmalar veya üretim biçimlerinde atlamalar
tekrarların farklılıkları üzerine kurulan ve değişik farklı söz konusu ediliyordu ve bütün kapitalizmin çökme
grupların heterojenliğinin birlikteliği üzerine kurulan bir teorileri bu çelişkiler üzerine kurulmuştu yani. Değil mi?
düşüncenin yeni baştan Hegel'ci okunuşunun ortaya O.K. Evet.
çıkarılmasına tekabül ediyor. Paradoks da burada krista- A.A. Kendini kesinlikle postmodern olarak saymayacak
lize oluyor. Ayrıca mekânların yok olması demek, yerleşik fakat farklılık düşüncesini ortaya çıkaranlardan biri olan
mekânların yerine daha göçebe, daha kaygan mekânların Deleuze'ün ortaya attığı ve Nietzsche'ye karşı ilgiyle
ortaya çıkması demek oluyor. Yersizyurdsuzlaşmak. yeniden güncelleşen bir düşünce bu. Marx ve Hegel'in
O.K. Bu farklılık kavramı üzerinde de biraz durmak çelişkiler üzerine kurulu dünyalarının tersini söyledi:
gerekir. Şimdi postmodernistler karşıtlık kavramının Aslında kapitalizmin de çelişkilerle beslendiğini ve
yerine farklılık kavramını geçirmeye çalışıyorlar. Burada düşünce çelişkiler üzerine kuruldukça kapitalizmin
Hegel'e bir gönderme yaptı Ali, fakat Hegel'de o küçük ortadan kalkmasının mümkün olmadığını Guattari ile
farklılıklar, değişme, farklılaşma, nihai bir karşıtlığın beraber Anti-Oidipus(î972), Bin Yay/a(1980) ve Kapitalizm
kefilliği altında gerçekleşebilir. Yani "aynı" ile "başka ve Şizofreni Toplumsal bir şey. Ama düşünce bu karşıtlığı,
olan" arasındaki büyük karşıtlık varsa, o zaman diğer yani başkayla aynı olan arasındaki karşıtlığı korumazsa,
küçük farklılaşmalar da gerçekleşebilir. Postmodernizm sonuçta kendi kendini anlama imkanından da yoksun
büyük karşıtlığı ortadan kaldırmak istiyor, dolayısıyla kalır.
önerdiği ya da vaat ettiği, söz verdiği farklılaşmalar da A.A. Bir şey daha söylemek istiyorum bu arada. Emek ser-
bence temelsizleşi-yor, geçersizleşiyor. Bunu Defter maye çelişkisini eğer Hegelci anlamda okursak, emeği A
dergisinin son sayısında Orhan Pamuk üzerine bir yazıda sermayeyi de A'nın tersi olarak görürsek, emek önce
anlatmaya çalışmıştım. Pamuk da bu romanda bize, öteki sermayenin karşıtı olur, bunların özdeşleştiği yer de yine
kavramını attığımızda, yani hayat ve ölüm gibi büyük sermayedir dediğimizde ise emek ortadan kalkmış oluyor.
karşıtlıkları ortadan kaldırdığımızda, küçük Fakat ikinci düşünce içinde düşündüğümüzde, emek ile
farklılaşmaların, çeşitlemelerin, bir kaleydoskopun, bir sermayeyi özdeşlik içersinde değil farklılık içinde
çiçek dürbününün büyüleyici farklılaşmalarını koyduğumuzda, ancak o zaman yine bu ikisinin
bulabileceğimizi vaat ediyor. Ben de tam bu vaadin mücadelesinin mümkün olabileceği söylemi ortaya çıkı-
yor, ki bu farklılık üzerine kurabileceğimiz düşüncenin bir mantığı sonuna kadar götürmek gerekir. Ama burada
sonucu. Hegelci terimlerle, özdeşliklerle düşünmek mantığın kendi kendini ancak şiddetle çözebileceği bir
durumunda kaldığımız sürece sermaye bizi nokta vardır. Ben şiddeti önermiyorum. Bu şiddet de
yakalayacaktır. Çünkü özdeşliğini, yansıdığı, karşılaştığı mutlaka kanlı olmak zorunda değildir. Siyasal ikna falan
şeyin uzantılarını her zaman kendi içinde topladı, yani şu da şiddetin bir parçasıdır. Yani mantığı sonuna kadar
ana kadar tarihsel durum bunu gösteriyor. Bütün götürdüğümüzde mantık dışında bir noktaya geliriz.
analizler de bunun üzerine yapılmıştır. Farklılık üzerine İ.S. Bilim felsefesindeki kimi gelişmeleri de belki
yapılan analizlerin emek ve sermaye arasındaki postmoder-nizm çerçevesi içerisine almak mümkün. Bunu
mücadeleyi dışladığı yerde belki postmodernizmin sağ çok ürkerek söylüyorum ama denenen bir iddia olarak
kesimi ortaya çıkıyor: Hâlâ mücadelenin mümkün değerlendirin daha çok. Bence Kuhn'un hatta
olduğunu ve mücadelelerin de ancak mikro, moleküler Foucault'nun bilim felsefesini bilim tarihine indirgeme
düzeyde olduğunu düşündüğümüzde bu farklı grupların yolunda yaptıkları çalışmalar aslında hâlâ tarih bilimi
kendi sorunları üzerinde yaptıkları mücadelelerde, belki ideasının ışığı altında okunabilir. Ve bu bakımdan da Or-
de, büyük patlamaların olabileceği bir dönem söz ko- han'ın sözünü ettiği, modernleşmenin romantik
nusu. Buna sağcı ve solcu postmodern diyebiliriz belki. özeleştirisi veya modernist özeleştirisi tarzında
Eğer sağcı veya solcu diye ayırmak gerekiyorsa ki bu faaliyetlerin sürekliliği içerisinde görülebilir gibi geliyor.
ayrım gerekiyor sanıyorum. Bence bu çizgiye Lakatos'u da dahil etmek mümkün.
O.K. Aslında emek sermaye meselesiyle iyi bir noktaya Feyerabend ile birlikte artık gerçekten postmo-dernist
geldik. Emek Ali'nin dediği gibi sonuç olarak sermayeye olan bir bilim felsefesine geçildiğini görüyoruz; yani bili-
indirgenebilir. Sermaye Marx#ın röprodüksiyon mi onun hakikatini koruyarak eleştirme, aşma terimleri
şemalarına göre nedir? Değişmez sermaye artı değişken tamamen terk ediliyor, bilimle büyü arasındaki farkın
sermaye artı artık-ürün. Yani, o şemayı hatırlıyor muyuz: reddedildiği bir bilgi anlayışına doğru çekiliyor, ki bu
C+V+Artık ürün. Sermayenin, yani değişken sermaye genel postmodern iklim içerisinde yer alan bir girişimdi
olarak, ücret fonu olarak emek, sermayenin bir diye değerlendirilebilir bence...
parçasıdır. Yani emeği doğuran sermayedir. Ama bir Ali'nin andığı sosyallik biçimleri ve bu sosyallik biçimleri
başka açıdan da sermaye bir atık ürün olarak emeğin üzerine kurulan sosyal hareketin aslında önemli bir
ürünüdür. Bu mantığı sonuna kadar götürürsek yumurta ölçüde itiraf etmiş olduğu, kendinden geçmiş bir
mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkara geliriz. zamandan söz etmiş oldukları devri yaşamaya başlamışız
Buraya gelmek gerekir. Doğru düşünce her zaman bu tür gibi görünüyor. Ve diğer yandan tükendiğini
döngüsel düşüncedir. Bu düğüm de ancak şiddetle söylediğimiz büyük anlatıların dünyanın çeşitli
çözülür. Yani emek kuvvetliyse sermaye emeğin bölgelerinde yeniden benimsenmeye başladığını ve
parçasıdır, 1950'lerde ve 60'larda olduğu gibi sermaye şaşırtıcı biçimde yeniden canlandığını görüyoruz: Batı
kuvvetliyse emek sermayenin parçasıdır. Ama şiddet dünyasında mistisizmin yeniden uyanışından söz
noktasına kadar gelebilmek için bile bu mantığı, Hegelci edebiliriz, Doğu dinlerine gösterilen ilgiden söz
edebiliriz; diğer yandan da milliyetçiliklerin yeniden onbeşler arasında, bilemedik yirmiler arasında değişen
büyük bir hız, canlılık kazanmasından, İslam kök- bir oran.
tenciliğinden bahsedebiliriz. Bence bütün bunların aynı O.K. Burada istatistik çok önemli değil ama. Bu yüzde yir-
potaya atılmasında ciddi bir problem var, çünkü mi çok etkin bir yüzde yirmi; örneğin kamuoyu oluşturma
Batı'dakilere baktığımızda, orada Doğu dinlerine ilgi merkezleri.
gösterme biçiminin bu farklılık düşüncesi tarafından A.A. Ama tüm Batı söylemi bunun üzerine kurulu değil.
anlamlandırılacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Postmodern Görüntü
A.A. Büyük projeler bütünsellikler üzerine kuruluydu. O.K. Öyle olsaydı zaten büsbütün cehenneme benzeyen
Ama bugün gerek mistisizmler olsun gerek İslam olsun, bir dünyada yaşıyor olurduk.
gerek tarikatlar içinde işleyen birtakım dinsel yeni- A.A. Artık İslam tarikatlaşma üzerine yoğunlaşıyor. Türki-
arkaizmler olsun, bütün bunlar tüm toplumu değiştirici ye'de de öyle galiba.
projeler üzerine kurulu değil; sadece kendi gruplarına bir O.K. Ama bu tarikatların da ne kadar siyasi olduğunu,
takım insanları çekip o gruplar içinde, içlerine kapanık bir kendilerini düşmana oranla kurduklarını görebiliyoruz.
şekilde öbürlerine dokunmadan varolabilecek ve bu İ.S. Benim işaret etmek istediğim Le Pen değildi. Daha
şekilde de farklılıklarını öbür grupta da yine ziyade bana meselâ Edgar Morin'in düşündürdüğü bir
koruyabilecek "yapıya" sahip düzen içinde ortaya şeydi. Ortak Avrupa tasarısıyla birlikte 1980'lerin
çıkıyorlar; ki bu bütünsel globalleşmelerin dışındadır, postmodernist söyleminin bizi hiç hazırlamadığı bir yeni
milliyetçilikler de aynı şekilde. ikiliğe doğru, yani bir yanda senin için, kendi içinde
İ.S. Bu söylediğin Batı'daki yeni dinsel eğilimler için bütün bu farklılaşmayı barındıran ama kendi duvarlarını,
geçerli olsa bile, mesela İslam köktenciliği için doğru düşünsel düzeyde belki tam karşılığını bulamamış bir
olmadığını düşünüyorum. Eski Sovyetler Birliği alanında Öteki'ne kapatmış bir zihniyetin ikiliğine doğru ilerli-
ortaya çıkan milliyetçiliklerin de harekete geçirdiği yoruz. Bu İslam'ın ve bunun popüler düzeydeki
enerjilerin bu farklılık düşüncesi içerisinde çok kolay tezahüründen çok bu farklılık düşüncesinin kendi
anlamlandırılabilecek enerjiler değil bence. evrenselliğinden vazgeçip, kendini sınırlı bir alanın
O.K. Batı artık kendini Doğu'dan korkusuna oranla ifadesi olarak bulmaya başlamasıyla ilgili ve bu alanın
tanımaya başladı. Kendini istila, ya da potansiyel bir istila ötesinin varlığını teslim ettiği bir yeni düşünsel iklime
başlangıcında hissediyor Batı. İslam da kendini kâfire giriyormuşuz gibi.
göre tanımlıyor. Yani öteki, belki bugün her A.A. Benim gözlemlediğim kadarıyla, biz ve barbarlar,
zamankinden daha korkutucu bir biçimde gündeme geldi Doğulular ve Batılılar tipinde bir ayrım artık yok. Daha
üstelik. Hiç de küçük, yumuşak farklılaşmaların zamanını önce "biz Yunanlılar, "bizim dışımızda da barbarlar"
yaşamıyoruz. şeklinde globalleşen ve ikili bir çelişki içinde ortaya çıkan
A.A. Batı'nın söylemi içinde, "İslam=korku = Batı/nın bir yapılanma söz konusuydu. Bugün artık o mümkün
düşmanı" söylemi şu anda çok popüler bir azınlığın değil gibi. Öteki dediği şey Ba-tı'nın, İslam, Arap,
söylemi Batı'da. Bunun sosyal dağılımı yüzde onlarla terörizm vs. Bütün bunlar küçük küçük/ayrı şeyler ve
bunları bütünselleştirmiyor hiçbir zaman için. Ayrı ayrı düşüncesinin en çok öne çıkardığı filozoflardan biri olan
ötekiler bunların hepsi. Nietzsche, 21. yy.'ın dinler savaşı yüzyılı olacağını söyle-
O.K. Lacan'ın psikanalitik yorumuna atıf yapmak memiş miydi?.. Aslında bir dönemselleştirme yapmak
gerekirse, bu öteki sonuç olarak arzunun nesnesidir mümkünse postmodern düşüncenin ortaya çıkışı ilk
Arzunun nesneleri birbirinin yerini tutar. Arzu birinden mimaride başlamıştır, düşünce düzeyinde bu 68 sonrası
birine kayar. Önce Sırp, sonra Ermeni olur, sonra Rum ortaya çıkan birşey aslında. 68 olaylarının ortaya
olur sonra Arap olur, sonra İsrail olur sonra büyük şeytan koyduğu şey de; birçok küçük grubun işçilerin,
ABD olur, bunlar sürekli olarak birbirlerinin yerini öğrencilerin, liselilerin ayrı ayrı mücadele şekillerinin
tutarak, birbirlerine yer verirler. Bu anlamda öteki, billûrlaştığı yerde patlama noktasına varmasıydı.
düşman hayran olunan, hınç duyulan şey sürekli olarak O.K. Modernizmin kendi tarihi içinde tek bir kopuştan
hep yeniden kurulur... çok farklı olasılıklar görülür. İhsan hep onu vurgulamak
İletişim yayınlarında bir kitap çıktı en son, Gilles Kepel'in istedi, İskender de beni eleştirirken haklı olarak bunu
Tanrının Öcü. Avrupa'da, Amerika'da, İsrail'de ve Arap söylemek istedi. Modernizmin kendi tarihi içinde hep bir
Dünya-sı'nda dinlerin yeniden ortaya çıkışında gerilim kaybı tehlikesi vardı. Modernist sanat,
paralellikler buluyor. manyerizmden beri, 20. yüzyılın ortala-nna kadar bu
İ.S. Birçok genel düzeyde bir ortak paydaları olduğunu tehlikeyi, kendi ötekisini kaybetme tehlikesini ya-Şadı.
söylemek mümkün. Ancak bu postmodernist iklimden Çünkü neydi modernist sanat, ötekine değme, kendi ken-
çok, mo-dernist projenin iflasının mümkün kıldığı bir dine düşünceyi son noktasına kadar götürerek artık
dünyanın yeniden tılsım kazanmasının imkanları ile ilgili. düşünce olmayan şeye erişmekti amacı. Ama bu amaca
Dolayısıyla modernist projenin, bu büyü bozumunun terk eriştiği andan itibaren, daha doğrusu bu amaca
edilmesi, dünyanın yeniden dinselleştirilmesinin ulaşabilmek için giriştiği çabanın kendisi de düşüncenin
önündeki bazı engelleri kaldırdı; ama bu, bunları emperyalizmiydi, ötekine değmek istemek aynı zamanda
harekete geçiren toplumsal dinamiklerin her yerde aynı ötekinin, ötekiliğini ortadan kaldırmayı istemek anlamına
olduğu demek değil bence. da gelir. Dolayısıyla postmodernizmin kendi atalarını
A.A. Yalnız şunu söylemek mümkün belki. Postmodern modernizmin içinde bulmasına hiç hayret etmemek
bir atmosferde, toplumsallıkları farklı da olsa, adına ye- gerekir. Mesela İskender, Sade dedi, daha tipik bir örnek
ni-arkaizmler diyebileceğimiz tipte meşrulukların olmaya Ni-etzsche; tarih üzerine yazısında şöyle diyordu: "Tarih
başlaması; ve bütün bunların global projeler üzerine ancak bize kuvvet verdiği kadarıyla kullanılabilmelidir!"
kurulmaması. Fraklılık üzerine kurulu sosyallikler 20 yıldır Bir bakıma pragmatizme çok yakın bir görüş, ama bir
yaşanıyor ve sonuna gelindi belki farklılık düşüncesinin. bakıma da tarihi silen bir görüş; herşeyi şimdinin
Ama şu anki sosyal durumların daha bütünselleştirici bir canlılığında şimdinin kudretinde toplayan bir görüş. Ama
düşünceyi yeniden gündeme getirdiğini sanmıyorum. Her kendi bir bakıma aydınlanma düşüncesinin uç
ne kadar Fukuyama'nın kitabı yeniden Hegel ve Marx'ı noktalarından biriydi. Çok daha radikal bir kopuş
güncelleştiriyorsa bile. Ayrıca postmo-dernizm mimarlıkta oldu, İhsan onu anlattı, ama bu kopuşların
arasında bir tür süreklilik de var, Derrida'nın en sevdiği görünüşle iç mekân arasındaki bağımsızlığı ortaya
yazarlar büyük modernist yazarlardır; kendi üslubu tipik koyuyorsa, bu da aynı zamanda barok mimarinin bir
yüksek modernizmin üslubudur, ama kendi ustalarıyla özelliği, yani bütün bunların yeniden güncel-leştiği yer
yani Blanchot'yla, HusserNe, Heideg-ger'le postmodernizm. Bunun dönemselleştirilmesı imkansız,
karşılaştırıldığında bir gerilim kaybını da görmemek fakat bu eserlerin yapıldığı tarihlere bakarak belli bir dö-
mümkün değil. nemselleştirme yapmak mümkün olabilir.
A.A. Haklısın da, şöyle bir şey var galiba: Manyerizm, İ.B. Bu bağlamda bir şey eklemek istiyorum. Postmoder-
Alman romantizmi, modern bilimin yazarları, Joyce, nizmle birlikte yeniden güncelleşen seçmeciliği mimarlık
Mallarme, bütün bunların yeniden güncelleştiği bir tarihçileri barok sonrasından başlatırlar. Alman mimarlık
dönem var, ki o dönem de zannediyorum 60 sonrası. tarihçisi Ju-lius Posener bütün Batı dünyasına birden
Farklılık üzerine düşünce üreten -ki bu aslında Fransız yayılan bir zemin kaymasının 18. yüzyılın başından
düşünürlerinden çıkan bir fiili durum- kitapların itibaren geçerli olduğunu söyler. Ve son 30 yıl içinden
tarihlerine bakarsak; Deleuze'nin Nietzsche kitabı değil de, son 300 yılı hesaba katarak baktığımızda asıl
1962'de yayınlanmıştır, 68 sonrası patlamıştır; Derrida'nın sürekliliğin bu zeminsizlik, nedensizlik ortamından
Yazı ve Fark kitabı 67'de yayınlanmıştır; Foucault'un kaynaklanan seçmecilik olduğunu görüyoruz. Yani
Kelimeler ve Şeyler kitabı 66'da yayınlanmıştır. Yani kesinti, aralık postmodernizmle değil modernizmle
özellikle 60flı yılların ikinci yarısında ortaya çıkan bir gelmiştir. Postmodernizm kendini mimarlıkta o denli
düşünce 68 sonrasında kendini göstermiş ve 1979'da radikal bir biçimde sundu ki, sanki birkaç yüzyıldır
Lyotard'ın Postmodern Durum kitabı çıkmıştır. 80#li egemen olan bir modernizmden kurtu-luyormuşuz gibi
yıllara gelindiğinde postmodern paradigmayı paket geldi bize; attığımız yükü bu kadar ağır zannettik. Tabii
halinde düşünmenin mümkün olduğu bir dönem bunda bütün büyük şehirlerin çevresinin son 50 yıl içinde
gözüküyor. 80'le-rin ikinci yarısında da bu paradigmanın inşa edilmiş olmasının, o dönemin damgasını taşımasının
bütün dünyanın polemiği haline geldiğini görüyoruz. Bu da rolü var.
şekilde dönemselleştirmek mümkün. Postmodernizmin O.K. Bir örnek, tek bir örnek vereceğim, çok uzun bir
kendi içeriği, kendi tırnak içinde rasyonalitesi, eskinin tartışmadır bu. Modernizmin bu modernleşmeye hep
yeniden güncelleşmesi olduğu için bütün bunlar gerek bağımlı olduğunu, hem de ondan bir göreli bağımsızlık
-modernler, modern öncesi olanlar- mimaride, içerdiğini öne sürdüm. Şimdi Max VVeber
düşüncede, sanatta söz konusu edilebiliyor. Ricardo Bofill modernleşmenin bir boyutunu devletin, kişi devletinden
bugün tutup Roma mimarisini güncelleştirebiliyorsa, kişiüstü, gayrişahsi devlete, gayrişahsi bir bürokrasiye
Montpeli-er'de Antigon'u ona göre kuruyorsa veya Pa-ris/ bürünmesi olduğunu söylemişti. Bunun mekândaki
Montparnesse'daki binayı Roma mimarisiyle 19. yy. Paris 9örünüşüne bakalım. Sadrazamın evi aynı zamanda
mimarisini karıştırarak ortaya çıkartıyorsa bu nedenledir. başbakan-''k merkezidir. Devletle kişi burada çok iç
Yine mimariden bir örnek verirsek, bugün yapılan içedir. Modern devletteyse bürokrasi gayrişahsidir kişilere
binalar, dışı içini göstermeyen cam binaların yapısı dış bağımlı değildir. İşlevler ki-şilerüstü# gayrişahsi hale gelir.
Bu aynı zamanda sanatta da görülür. Modemist sanatta özellikle Fransız TV'lerinde gösterilmemesi belki de bu
da# mesela şiirde ifade edilen duygular o şairin ampirik mekânın imgeye karşı hâlâ direnmesin-dendir. Meclis
şahsiyetine ait değildir. Daha evrenseldir, başkasının burada direnişini bırakmıştır.
sesidir o. Ama bu iki gayrişahsilik arasında bir fark da Defter, Aralık 1992'de Bilar'da, yapılan konuşma
vardır. Modern devletin gayrişahsiliği sonuç olarak bireyi
ezen bir gayrişahsiliktir. Şiirdeki gayrişahsilikse bireyi
özgürleş-tiren, kendi daracık kişilik çevresinin dışına
taşıran, onun evrensel bir bütünle temasa geçmesini
sağlayan bir şeydir. Hem ona bağımlı, hem de ondan
göreli bir bağımsızlık içeriyor...
Postmodernizme gelince: Onu suçlanacak bir şey olarak
ele almadan önce zorunluluğunu, bir tür tarihsel
zorunluluk içerdiğini görmek gerekir. Postmodernizmin
maddeci bir açıklaması, yani onu sosyal hayattaki,
üretimin örgütlenmesindeki bazı değişikliklerle
irtibatlandırılan bir açıklama tarzı gereklidir. Eğer bunu
yapamazsak postmodemizmi bir moda, geçici ve kötü bir
heves olarak görmek durumuna düşeriz ki bu yanlış olur.
Post-modernizm bir tür tarihsel zorunluluk içeriyor. Bu
zorunluluğun hakkını vermeden, onu ciddi olarak
eleştiremeyiz. Bu bir bakıma onun içinde kalarak, onun
içinden geçerek eleştirmek demektir ki bu da zaten
yeterince modernist bir tavırdır.
A.A. Bir de belki burada konuşulmayan fakat söylenmesi
gereken birkaç şey daha var. Bir tanesi postmodernizm
diyebileceğimiz bir durumda simülasyonların ve dış
görüntülerin önem kazanması; örneğin reklamcılık da
bunun içine giriyor. Diğeri evrensellik ve yerellik
tartışması: Artık evrenselliğin meşruluğunun olmaması
yahut altüst olması. Televizyon ve imajla ilgili olarak da,
kamu mekânı diyebileceğimiz yerlerin artık kamu imgesi
haline gelmesi. Yani eskiden Agoralar varken,
televizyonun bütün bunların yerini alması, derinliğin
yerine yüzeyin öne çıkması: Mahkemelerin mekânının
kurmasından kaynaklanıyor. Fakat bu arzunun hayvani
değil ama insani olması için, ben diyen öznenin gördüğü
nesnenin bir "öteki" tarafından arzulanması gerekiyor.
İki özne arasındaki ilişki bir nesneden geçiyor. Sonuçta
arzunun, yani ben dediğimiz şeyin kendi kendinin
bilincine, yani özbilincine varabilmesi için bu nesneyi
ötekininkinden kendi öznel gerçekliğine çekip, nesnel bir
gerçekliğe oturtması ve ikisi arasındaki, ben ve öteki
arasındaki kendilik bilincinin oluşması, yani bu öznel
POSTMODERNIZM: AYNILIK VE FARKLILIK gerçekliklerin de nesnel gerçekliklere dönüşmesi için
İskender Savaşır Bugünkü tartışma, geçen sene burada birinden birinin hayatını tehlikeye atması lazım: Yani bu
yapılmış olan Postmodernizm seminerinin bir anlamda bir nesne için ben ve öteki birlikte bir mücadeleye girecek.
devamı ya da ikinci raundu. Sözkonusu tartışmada Ve buradan galip çıkmak için bir düelloya girişeceğiz ve
özellikle postmodern düşüncede taşıdığı önem düello sırasında hayatımızı riske atmak durumundayız.
bakımından aynılık ve farklılık düşüncesi üzerinde Ne zaman benim arzum karşımdaki diğer ötekinin
yoğunlaşarak bir tartışma olacak. arzusuyla bu mücadeleye giriyor işte, o zaman# Hegel'in
Ali Akay Geçen seferki tartışmanın ana teması birinci öğe köle ve efendi adını verdiği diyalektik ilişki ortaya çıkıyor.
ile ikinci öğe arasındaki diyalektik ilişkisinin, aynılık Bu ilişkide birincil bir durum var: Dövüşüyoruz, kendi
üzerine kurulmasıydı. Orhan özdeşleşlikler ve diyalektik kendimizin bilincini, özbilincimizi ispatlamaya çalışıyoruz:
ilişki, ben ise diyalektikten çok öğeler arasındaki fark, Ben ve karşımdaki. Ve sonunda birbirimizi öldürüyoruz.
ayrım ve tekillikleri üzerinde durmuştum. Dolayısıyla ortada herhangi bir galip kalmıyor. İkinci
Bugün de sözkonusu olan konuşmanın ayrım ve aynılık durumda öteki yahut ben arzuladığımız nesne için
üzerine olduğunu varsayarsak, HegePin köle ve efendi hayatımızı tehlikeye atıyoruz. Birimiz diğerini öldürüyor.
diyalektiğinden başlamak istiyorum. Yani aslında bir Dolayısıyla burada iki tane kendi kendinin bilinci yani
bakıma Hegel'in farklılıktaki aynılığı gösterdiği köle ve özbilinç var. Bir tek bilinç kendi kendinin bilinci olarak
efendi diyalektiği dekons-trüksiyona yani yapıbozumuna var. Ve karşıdaki ölü olduğundan dolayı kendi kendinin
uğratılırsa içindeki ana öğenin siyasi olarak da bizi bilincini artık kaybetmiş oluyor.
ilgilendirdiğini göreceğiz. Yani A öğesi ile B öğesi Eğer bu diyalektik ilişki gerçekleşirse şu şekilde
arasındaki ilişki belli bir nesnenin üzerinde odaklanıyor. gerçekleşebiliyor, ikimiz de canlı kalmalıyız ki, birimiz
Hegel'deki köle ve efendi diyalektiği dediğimiz bir diğerine kendi kendinin bilinci olduğunu ispatlayabilsin.
öznenin insan yahut hayvan arzusuyla birlikte üzerinde Hegel'in söylediği şey bütün tarihin arzulanan nesnelerin
çalıştığı, gördüğü, karşısında duran nesneyi asimile arzulanmasından geçtiği. Yani tarih bir mücadele üzerine
etmesinden -bunun altını çiziyorum- ve onu çalıştırıp, kurulu -Marx'ın dediği gibi- fakat bu mücadelede her
değiştirip o nesne üzerine kendi öznel gerçekliğini kendinin bilinci, özbilinç hep bir ötekine ihtiyaç duyuyor.
Kendini ispatlaması lazım. Dolayısıyla bu mücadele sosyal karşısındakini asimile etmek, değiştirmek, kendine
bir olay. Tarih, dolayısıyla sosyal bir tarih oluyor. Ve o benzetmek meselesi ortaya çıkmaya başlıyor ve
arzu mekanizması, "ben"in arzu mekanizması kendi modernızmin bugün içinde olduğu kriz, -belki de, en
içinde çok parçalı. Tıpkı ötekinin arzu mekanizmasının önemli yanlarından bir tanesi bu- asimilasyon ve farklılık
kendi içinde çok parçalı olması gibi. Diyelim bir büyük arasındaki ilişkiden geçmekte. Bu ilişkiyi biraz irdele-
A'da A1, A2, A3 var. İkinci büyük Afda A4, A5, A6 vs. var. diğimizde şu ortaya çıkacak: Günunnüzdeki siyasi
Ve bu çokluklar kendi içinde farklılıklar taşıyor. olaylarla karşı karşıya geleceğiz. Yani modern anlamda
Diyelim büyük A içinde A1, A2, A3'ler değişik farklılıklar ulus-devlet, sınırları belli, içinde yaşayanlar belli ve
taşıyor ve bu Hegel'e göre immediat dolayımsız değişik etnik grupların bir milli birlik içinde toplandığı, o
farklılıklar. Ne zamanki bu arzular, küçük farklılıklar bir Fransız Ihtilali'nin idealleri ve Alman romantizminin ona
bütün içinde bütünleşebiliyor, o zaman bu farklılıkların getirdiği duygusal yön sözkonusu. Bu çok etnik gruplu
arasındaki aynılık ilişkisi ortaya çıkıyor ve büyük milliyetçi ulus-devletlerin de aslında Fransız Ihtilali'nin
bütünlükler oluşuyor. Dolayısıyla iki özne arasındaki, iki idealleriyle özellikle aynılık, benzerlik ve asimile etmek
arzu, iki ben arasındaki ilişki öncelikle bir nesneden üzerine kurulu ideallerle karşı karşıya kalmış olacağız.
geçiyor ve bu nesneden geçtiği ölçüde de diğerine Bugün, Fransız İhtilali'nin vardığı nokta da özellikle,
önceliğini ispatlaması lazım. Şimdi bu mücadele içinde 1989'da, şu: 200. yılının kutlandığı Fransa'da belki de
yukarıda bahsettiğim gibi nesneyi yani doğayı basit bir örnek ama; televizyonun yaptığı kamuoyu
değiştirmek durumundayız. Nesneyi değiştirirken yoklamalarında kral yeniden canlandırıldı. Yani Fransız
içimizden biri, biryerde mücadeleyi bırakıyor. Ve bıraktığı İhtilali, kötü bir ihtilaldi, terördü, kan içinde boğuldu ve
yerde artık, bir kendi kendinin bilinci (özbiiinci), o mekanizma içinde hep birinin giyotine gitmesinden
karşısındakine kendini tanıtmaktan vazgeçmiş oluyor. geçti ve tu-kaka denecek ve atılacak bir devrimdir, dendi.
Diğer kişi, yani kendi kendinin bilincini, özbilincini Bunun yanında hatta karşısında, özellikle, 1689 çıkartıldı.
ispatlayan kişi hakim konumda. Savunma durumuna Yani Anglo-sakson modeli. Dolayısıyla Rousseau'nun
geliyor. Karşısındaki ise "insanlığını" kaybediyor. karşısına Locke. Niçin? Çünkü Locke'ta, özellikle, birey
Ötekinin karşısında ben, kendi kendimin bilincini sözkonusuydu. Halbuki Rousseau teorisini toplumsal
ispatlarken aynı zamanda nesneyi değiştiren ötekini sözleşmeye sosyallik üzerine kurmuştu. Ortaya çıkarttığı
asimile etmeye başlıyorum. Yani onu kendimin aynısı teorilerin sonucunda vardığı nokta devlet oldu.
kılmaya çalışıyorum. Dolayısıyla mücadeledeki ilişki fark Modernitenin, buraya Fransız İhtilali'nden çıkıp gel-
üzerine kurulu. Fark sonuçta asimilasyondan geçerek mesinde -bunun için de Sovyetler Birliği'ni aynı modele
aynılığı doğuruyor. Asimilasyondan geçtiği anda koyabiliyoruz-, sonuçta milli devletlerin oluştuğu, milli
modernıte ve postmodernite arasındaki ilişkiye devletlerin içinde ayrı küçük grupların, ayrı küçük
değindiğimizde modernliğin özellikle Fransız İhtila- etnilerin tek bir merkezi sistem tarafından asimiie
li'nden, 1789'dan beri ortaya çıkarttığı bu asimilasyoncu edildiği bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.
politikayla karşı karşıya kalıyoruz. Yukarıda bahsettiğim Bugün ise ortaya çıkan durum için şöyle birazcık gazete
haberlerini okuduğumuzda şunu söylemek mümkün Derrida'nın diferans, a ile yazılan kavramına, yani farkın
sanıyorum: Ulus-devletlerin sonuna gelindiğinden a ile yazıldığı bir kavrama dayanacağım. Çünkü kavram
bahsedildi. Emeğin ve sermayenin akışkanlığı içinde aslında mevcut olmayan birşeyin temsiliyetini gösteriyor.
sınırların kalktığı söylendi. AT bünyesi içinde -ulus- Yani babadil anadilin temsiliyeti. Fakat anadil dediğimiz
devletlerden çok supra-nasyonal, yani devletler üstü ise bizim kökümüz gibi duruyor. Fakat o kök, öyle bir
yapılanmaların oluştuğu söylendi. Aynı zamanda bugün köken ki tarihte bunun aranması pek imkanlı gibi
geriye gelen dini unsurların özellikle milletler üstü durmuyor. Bir anamnez var bu durumda. Çünkü var
yapılanmalardan kaynaklandığı sözkonusu edilmeye olduğunu saydığımız bir kökün unutuluşu içindeyiz
başlandığında bütünlük, tekillik, ulus-devlet ve etniklik deniyor bize. Ve o unuttuğumuz şeyi aramaya çalışıyoruz.
arasındaki ilişkileri görüyoruz. Yugoslavya örneğinden de Fakat unuttuğumuz şey aslında asla olmayan bir-şey.
"arı etnik" ırk sözcüğünü ele aldığımızda, büyük Dışarıdan verilen birşey ve kimliğimiz bize dışarıdan
bütünlüklerin asimiie ettiklerini, ama küçük veriliyor. Bireysel kimliklerimiz de öyle, milliyetçi
bütünlüklerin asimiie edenlere karşı kendi farklılıklarını kimliklerimiz de öyle, etnik kimliklerimiz de öyle. Tarih
ortaya koyarak, kendi küçük mikro devletlerini, kendi de her seferinde yeniden yazıldığında, ki hep yeniden
küçük mikro mücadelelerini ve kendi küçük mikro yazılıyor; tarih aslında tarihin gerçeği dediğimiz şeyde
emperyalizmlerini ortaya çıkarttıklarını izliyoruz. Yani Hegel'in öznel gerçekliğinden başka bir şeyi görmüyoruz.
söylemek istediğim şey şu: Bu son 200 yıl tarihi içinde Çünkü tarihçiler, hep epistemesine göre tarihin bir
izlenen duruma göre, eğer Hegel'in mantığından, yani yönüyle uğraşıyorlar. Bir yönünü ortaya çıkartıyorlar ve o
aynılık mantığından yola çıkıp asimilasyon ile değiştiren tarih üzerine belirli kimlikler kuruluyor yani tarih de,
bir düşünce sisteminin varlığına gidersek şuraya varırız: belki, bir yanılsamadan başka birşey değil.
Farklılık öğesi küçük farklılıklara, etnik farklılıklara doğru Önerim; postmodern bir düzende simülakrlar üzerine
taşıyor. Sonuçta ortaya kimlik denilen kavramla yaslanıp, yani modeli olmayan, göndermesi olmayan
karşılaşıyoruz. Kimlik ise tarihle birlikte belki bir görüntüler üzerine yaslanıp, onların sayesinde
anamnez ve kendi kendini dışarıdan kuran birşey. Yani kimliksizleşme sürecine girebilmek olacak. Kimliklerin
tarih içinden gelen öğelerle tarihe dönerek, tarihteki bozulması, ancak, belki de o kö-le-efendi diyalektiğinin
"gerçeği" arayarak kimlikler ortaya konduğunda, kökene dışında, yani karşısındakini değiştirip kendine
dönük olduğunu ve kökenin yeniden canlanmasını benzetmenin dışında, başka yerlerde kendi kendinin bi-
görüyoruz. Yani kimlik dediğimiz şey, ulus-devlet kimliği lincinde olmak değil, fakat kendi halinde olmayı, kendi
neyin üzerine kuruluydu: Birtakım öğelerin. Bu öğeler farklılığı içinde kendi halinde olmayı sağlayacak
içinde ne var? Bayrak var, toprak var, anadil vs. var. öğelerden bir tanesi.
Özellikle anadil bana çok önemli gibi geliyor. Çünkü bir Orhan Koçak Ali felsefeci olarak, konunun tam
yerde toplumun ya da toplumlar|n evrensel bir şekilde ortasından girdi. Sonra tabii siyasal bağlantıya girdi ama
ödipleştirilmesi, ana ile kurulu bir ilişkiden geçiyor. ben bir kere daha özellikle bu toplantıların bağlamı
Babadili değil: Babadili sözkonusu edilirse eğer, ben içinde bu sorunu yerine koymak istiyorum. Bu, tartışma
grubunu, sanıyorum şunun için ilgilendiriyor. Eskiden biz daha detaylı, ayrıntılı olarak açıklayabilir. Farklılık terimi
ve onlar vardı. Siyah ve beyaz vardı. Burjuvazi ve işçiler de, karşıtlık terimi de, özdeşlik terimi de ilk felsefenin, en
vardı. Eksi ve artı vardı. Oysa yapısalcılık sonrası eski terimleridir. Herakleitos'un, Parma-nides'in
düşünürler, bu ikili karşıtlık, siyah ve beyaz karşıtlığı bir fragmanlarında hepsi vardır. Bunların işletilmeleri, kul-
yanılsamaydı, kendi içindeki farklılıkları gözden saklayan, lanılmaları tabii dönem dönem değişiyor. Farklılık,
gömen, durduran, engelleyici bir durumdu, diyorlar. Herakle-itos'ta benim bildiğim kadarıyla karşıtlıktan pek
Siyah ve beyaz diyorsunuz, oysa aynı anda kadın ve erkek fazla ayırdedil-memiştir. Yani farklılık, özdeşliği bazen
var. İşçi ve patron diyorsunuz, oysa aynı anda siyah ve birşeyin kendi tarifine eşit olmasını engelleyen şey.
beyaz var. Kadın ve erkek diyorsunuz, oysa aynı anda Bu kavram aslında bildiğim kadarıyla postmodernistlerin
zengin ve fakir var. Dolayısıyla birden fazla eksen ya da yapısalcı sonrasıların, Foucault'nun, belki biraz
üzerinde kesilmiştir dünya. A ve B değil, A1, A2, A3, B1, Derrida'nın hedefi olan Hegel tarafından bugünkü
B2, B3 vardır. Ve B1 ile A3 arasında A2'ye karşı bir ittifak işlerliğine kavuşturuldu. Hegel Aristoteles ve
olabilir. A1 ile B4 arasında B5'e karşı bir ittifak olabilir. Herakleitos'un bıraktığı işlerden hareketle özdeşliğin
Dolayısıyla ikili karşıtlık mümkün değildir. Karşıtlığa ancak farklılıkla ya da karşıtlıkla birlikte ta-
oranla ki bu karşıtlık düşüncesi 1930lara kadar bu mamlanabileceğini öne sürüyor. Ve bunu mantıksal
postmodernizm tartışmalarının çıktığı Fransa'da herkesin olarak gösteriyor, icra ediyor. A7yı ya da AVİ
temel aldığı, dayandığı kavramdı. 1950'lerden itibaren bu tanımlayabilmek için mutlaka işin içine bir eksi işaretinin
karşıtlık, negatiflik terimlerinin yerini farklılık terimi de katılması gerektiğini söylüyor. Çatışması da Hegel
almaya başladı. Sanıyorum, geçen seneden bu yana çok tarafından böyle bir mantıksal çerçeveye ya da tabana
fazla ilerlemiş değiliz. Bunun temel sebebi, biraz tabii ki oturtuluyor. Köle ve efendi iki karşıttır. Bu karşıtlık,
bizim tembelliğimiz, biraz Bilar yönetimi, biraz da kölenin köleliğini kabullenmesiyle, korkmasıyla bir
konunun sadece felsefe düzleminde tartışılmasının diyalektik haline gelir. Köle efendinin emrine girer,
zorluğudur. Geçen sene şunu tartışmıştık: Ali yine, eksi ve çalışmaya başlar, iş yapmaya başlar. Efendi de yaşamaya
artının yerine, eksinin içinde ya da siyahın içinde binlerce, devam eder. Ama bu noktada karşıtlık bir diyalektik
yüzlerce, onlarca ton olduğunu söylemişti. Ben de bütün haline gelir. Çünkü efendinin yanında çalışmaya başlayan
bu tonların gerçekleşebilmesi için, ton farklılığının, valör köle, efendiyi de içermeye başlamıştır. İş yaptığı
farklılığının ortaya çıkabilmesi için önce siyahla beyazın efendinin sütünü, yumurtasını filan üretmeye başladığı
ayrımının şart olduğunu öne sürmüştüm. Burada iki ya da için onun düşüncelerini de içermeye ve ondan pay
üç kavram ortaya çıkıyor. Özdeşlik ya da aynılık, karşıtlık, almaya ve giderek biraz da onun yerine düşünmeye
bir de farklılık. Özdeşlik ve karşıtlık sorunu daha başlamıştır. Demek ki eksi, yani köle, artıdan, yani
görünüşte ya da sözüm ona radikal bir planda tarif efendiden kendine pay biçmeye, artının bazı kısımlarını
etmenin araçlarıdır. Farklılıksa görünüşte daha liberal, kendi üzerine almaya başlamıştır. Diyalektik bu. A'nın
daha esnek, daha çatışmadansa konuşmaya, söyleşmeye biraz B'ye benzeyerek, B'yi aldatarak, B'nin bazı
ait bir düzlemde tartışılan birşeydir. Bunları belki de Ali, parçalarını kendi yerine çekmesi. Kendi bazı parçalarını
da, bazı özelliklerini de A'ya devretmesi, teslim etmesi. kendini asimile eden bir durum ortaya çıktığında tarihi
Bu düşünce tarzı 1970-80'lere kadar dünyayı idare etti, olarak sermayenin emeği kendi içinde erittiğini ve
yani dünya bununla yetindi. Çünkü temelde bir karşıtlık sermayenin özdeşlik ilişkisi içinde hakim öğe olduğunu
var/Ya da kapitalizm ve "sosyalizm". Ama o tırnak öne sürmüştük. Ve bunun tersine ilişkinin bir yana
içindeki sosyalizm, sonra tırnak dışına çıkıp kendi bırakılmasını, çünkü eğer mücadele mümkünse
gerçekliğini iade ettiğinde, yani bir sıfıra dönüştüğünde sermayeye karşı, fakat bu mücadelenin aynılıktan değil
bu türden bir diyalektik beyhude kaldı, temelsiz kaldı. Bu kendi farklılığını ortaya koymasından geçeceğini öne
bütün bir sosyal bilime ve onunla birlikte felsefeye sürmüştüm. Çünkü Hegel'ci kalırsak, ne zaman A ile B
karşıtlık düşüncesinin, eksi artı düşüncesinin reddedilmesi arasında, yani emekle sermaye arasında bir diyalektik
için gerekli görünen sosyal, sosyal antropolojik temeli ilişki var, o zaman Marx'ın terimleriyle üretim biçimlerini
verdi görünüşte. Bir sene evvelki söyleşi şurada kalmıştı: birbirlerini aşması söylemi içinde, yani üretim güçlerinin
Bu bitti. Ama bu biter bit-nnez kapitalizm, Batı başka üretim ilişkileriyle çelişkiye girmesi dediğimiz şey söz
karşıtlar, başka eksiler icad etmek zorunda kaldı. Yani konusu olduğunda toparlanma, bütünleşme olur. Yani
İslam, yani Doğu, yani bizden olmayan her-Şey. Şunu aşarken aslında ötekinden var olan öğeleri değiştirip,
savunmuştun sen. Bu aldatıcı bir görünümdür. Ba-tı'nın yadsıyıp, yok ederken, birtakımını da alıyoruz, kendimize
kendi içinde sayısız farklılık vardır. Doğu'yu mutlak nega- çekiyoruz. Yani sermaye emeğin varoluş tarzını, varlığının
tif, mutlak karşıt olarak görenlerin oranı epeyce tözünü değiştirmeye çalışıp, onu oradan çıkarttığında
düşüktür. B4 ile A2 arasında pekala ittifaklar olabilir. Bu kendisine ait olanı, kullandığını kendi öğesi haline
ittifaklar da gün boyu değişebilir. Biz de daha tutucu# getirdi. Aynı şekilde bu, belki de, modemizmin bize bı-
ilkel, eski kafalı insanlar olarak önce A ve B'nin ya da raktığı bir miras. Bu bütünlük ilişkisi içinde emeğin
artıyla eksinin halledilmesi gerektiğini, çünkü bütün bu sermaye tarafından asimile edilmesi gibi ulus-devletlerin
farklılık düşüncesini gralasyonlar, siyahtan beyaza doğru içinde -siyasi olarak- azınlıkların asimilasyonu söz konusu
sürekli değişen, farklılaşan tonlar, valörler düşüncesinin edildi. Etnik yahut sosyal azınlıklar. Yani normlar söz
garantörünün, siyahla beyaz arasındaki farklılığın konusu oldu. Ve o normlara göre cumhuriyet ideolojisi
korunması olduğunu söylemiştin. Tartışmanın bağlamı söz konusu edildi. Fransız İhtilali'nin modelinin aynısı
buydu. Biz de bu bağlamın içinde kaldık. Buradan Bilar kopya olarak, taklit edildi. Şöyle veya böyle farklılıkları
sayesinde bir adım ileri gidemedik. tabii ki var. Fakat genel anlamıyla Sovyet Devrimi ile
İ.S. Şimdi görüş, soru ve açıklama türünden katkıları kurulan cumhuriyetler de modern dönemin sistemi
bekliyoruz. içinde, pratiği içinde ulus-devletleri bu asimilasyon
A.A. Geçen seferki tartışma galiba emek ve sermaye üzerine kurdular. Bugün varılan noktada asimilasyoncu,
ilişkisi üzerine kuruluydu. Yani bütünlükler olarak bütünleştirici, yani Hegel'ci bütüncü cumhuriyetlerle
emeğin sermaye ka-rısındaki konumu. Eğer A emek, B de cemaatlerin kendi içlerinde, kendi farklılıklarını
sermayeyse ikisi arasındaki ilişki, diğerini değiştiren bir koruyarak, monarşik olsun ya da olmasın, cumhu-
ilişkiden geçtiğinde ötekini kendi içine çekip, tepeden riyetçiliği veya demokrasiyi içeren toplumlar arasındaki
farkta odaklaştığını görüyoruz. Anglo-sakson modeli ve arzular tek bir arzu şeklinde asimile olarak büyük bir b
Fransız modeli arasındaki iki siyasi modelden yola tün arzuyu oluşturuyor. Ne zamanki, bu arzular kimlik
çıkılıyor bugün. üzerir kuruluyor, o zaman sorun sanıyorum güncelleşiyor
Fransız İhtilali aydınlanmasıyla birlikte 200 yılın modeli yahut yer, den başlıyor.
olarak varolduğu, diğer Anglo-sakson aydınlanmadığının Yukarıda değinmiş olduğum gibi, belki aynılığın ve farklı
ise cemaatlerin, Osmanlı'da olduğu gibi, mahalle ğın bir adım ötesi bunların çözülmesinden geçiyor. Yani
sisteminde kendi farklılıklarını koruduğu devletlerde kimi sorununun çözülmesi, dağılması, dekonstrüksiyon
asimilasyon değil, fakat farklılıkların bütünlüğünden eylemine ç dilmesi. Kimliğin anamnezden oluştuğunun
geçtiği tartışılmaya başlandı. Özellikle yine Fransa'da bu ortaya konulma sından başlayarak çözümün yapılacağını
tartışma söz konusu. Yani asimilasyoncu cumhuriyet zannediyorum. Bu da ikinci olarak yaptığımız şey. Zaten
modeliyle farklılaştırman monarşik model. Bunun başka bu kimliğin çözülmesi, belki, simülakr sayesinde
bir yansıması da dinden geçiyor. Biliyoruz ki, Fransız an- gerçekleşebilir.
lamındaki laiklik, devletin anti-dinci bir siyasetle din O.K. Bu konuda fazla birşey söyleyemem. Senin bütün bu
normlarını dışlamasından geçti. Oysa bu cemaat anlattıkların yine bence o ikili karşıtlık durumunun,
modelinde cemaatler kendi inançlarını kendi farklılıkları talihsiz durumun hâlâ geçerli olduğunu ortaya koydu.
içinde korumaktaydılar. Varmak istediğim yer şurası: Ali, kimlik dedi. Ve bütünüyle takıldığım kimliğin natürel,
Model ister Anglo-sakson, ister Fransız olsun, sonuçta tabii, doğal birşey olmadığını söyledi. Değiştirilebilir,
ister aynılık, ister farklılık üzerine kurulsun, kimlik benimsenebilir birşey dedi. Ama şimdi bu düşünce bile
üzerine kurulan devletlerde, kimliğin farklılıklardan ya- natüralizmle ironi arasındaki farklılık şeklinde dünyayı
hut aynılıktan geçmesi durumunda da olsa, yani bunlar ikiye bölüyor. Bazı insanlar için kimlik natüreldir,
değişik şekilde konulsa da, sonuçta, bugün içinde doğaldır. Adam Türktür ya da Kurttur ya da Fransızdır ya
bulunduğumuz siyasi, etnik, çatışmacı modellerin çok da Bavyeralıdır. Bundan daha doğal birşey olamaz.
moda bir kelime olan kültürel kimliğin yahut etnik Öbürü içinse Türk doğması bir rastlantıdır. Bir talih ya da
kimliğin yahut milli kimliğin, kadınlığın yahut erkekliğin talihsizliktir. Bu karşıtlık belki biraz serbest emekle cebri
bütüncü merkezli yapıların kurulmasından geçtiğini emek ya da iyi emekle kötü emek ya da kafa emeği ile
görüyoruz. Kimlikler ne zaman kendi kimliklerini is- ayak emeği, kol emeği arasındaki farklılıktır. Bu farklılık,
patlamak için ortaya çıkıyorlar, sonuçta zannediyorum ki, bu karşıtlık var. Dolayısıyla ironi ile natüralizm arasındaki
ne yazık ki, Hegel'in köle-efendi diyalektiği içinde karşıtlık da bugün dünyayı ikiye bölen bir karşıtlıktır...
kalıyoruz. Yani mücadeleler Hegel'in söylediği gibi Sen bir ideal olarak ironiyi şu anda varmış gibi düşünmek
arzudan ve karşısındakini diğerine ispatlamaktan geçiyor. istiyorsun. Bense bunun olmadığını, bunun bir ideal
Kimlik ne zaman ortaya çıkıyor? Bu tür bir ilişkide, demin olduğunu, ama gerçekleştiği anda da zaten önemsiz
bahsettiğim gibi, bütüncü büyük arzu içinde küçük olacağını söylüyorum. Yani ikimiz de beyhude bir davayı
arzular var. Tıpkı Anglo-sakson modelinin o maatleri gibi. savunuyoruz.
Bunun karşısındaki arzu Fransız modeli olabil, Küçük A.A. Şimdi şöyle birşey var. Ahmet Akbar isimli bir Arap
düşünür var. Bir tarafta Avrupalılar var. Avrupalılar postmodernizm türünden bir karşıtlık olabilir. Fakat
sistemleri ironi üzerine kurmuşlar. Yani dinleri, devletleri, bence bu karşıtlıkların hiçbirinde Hegel ve diyalektik
cumhurbaşkanları üzerine espri yapıldığında, onlar içerilmiyor. Bu karşıtlıkları oluşturanların hiçbirinde
kötülendiğinde bu onlara pek fazla dokunmuyor. Örnek içerilmiyor. Bu karşıtlık bence diyalektik ve farklılık
olarak da Madonna'yı veriyor; diğer tarafta da İslam karşıtlığı değil. Çünkü bu efendi-köle ilişkisinde olsun, ya
toplumları var. Bunlar ironiyi anlayamıyorlar. Ve Rüşdi da diyalektiğe ilişkin daha Mantıksal düzeyde
örneğini verip, ne zaman onların inançlarıyla, tapındıkları açıklamalarda olsun, bu aynılaştırma kavramıyla benim
insanlarla dalga geçiliyor, o zaman sinirleniyorlar ve öl- bir sorunum var. Özümseme, asimilasyon eyval-'ah,
dürme eylemlerine, fetvalara girişiyorlar diyor. Bence olumsuzlama eyvallah. Ama aynılaştırma, benzeştirme
şunu söylemek istiyor: Finkelkraut'un söylediğine benzer kavramıyla bir sorunum var. Ve bana öyle geliyor ki zaten
birşey söylüyor (o da yapısalcılık sonrası düşünceleri ağır Hegel'in bütün kendisinden önceki Batı düşüncesine de
bir şekilde eleştirenlerden bir tanesi), farklılıkların küçük esas olarak yönelttiği eleştirinin odağı bu. Çünkü eğer
milliyetçilikleri doğurduğunu söylüyor. Yani tarih içinde Rousseau bir yanday-sa, neden Hegel uzun uzun tam da
evrenselci düşüncenin yadsınması, tekilliklerin, Rousseau'yu ve Fransız Devrimi'ni bir soyut aynılık
farklılıkların öne sürülmesi milli kültürlerden geçiyor biçiminde bir olumsuzlarına ileri sürdüğü için eleştiriyor?
diyor. Ve bunun için de ağır şekilde Foucault'yu, Dele- Hegel kendisini bütün bir Fransız Devrimi
uze'ü ve diğer yapısalcılık sonrası düşünürleri suçluyor. problematiğinden, restorasyona kadarki döneminden
Fakat sonuçta söylemek istediğim şey şu: Ne zaman tam da bu nedenle ayrılıyor. Bir soyut aynılıktır Hegel'in
Doğu-Batı ikilemi, Doğu-Batı farklılığı Batı'nın lehine aslında eleştirdiği ve Rousseau özgülünde de eleştirdiği.
işliyor o zaman yine bir mantık-merkezcilik yapıyoruz. Ve Hakikaten Orhan'ın da söylediği gibi farklılık aracılığıyla
Avrupa merkezi bir şekilde düşünmeye başlıyoruz. İroni özdeşlik ya da farklılık içinde özdeşlik Hegel'in derdi.
ve ciddiyet arasındaki ilişkinin bir bütünlükten geçtiğini Böyle olunca da bana bugün bu ikilem beni ifade etmiyor
düşündüğümüzde, belki, hakikaten o zaman, bir yere diye düşünüyorum. Benim ikilemim değil bu, çünkü bir
gidemiyoruz. Bu ikili farklılık ve benzerlik arasındaki üçüncü ihtimal var. Diyalektik var. Çelişkiler ve karşıtlıklar
ilişkinin teker teker dekonstrüksiyonunu yaptığımız za- üzerine kurulu, ama aynılaştırmaya yönelik olmayan bir
man, arada onları oluşturan öğelerin ne kadar çok küçük karşıtlık var. Aynılaştırmaya yönelik bir olumsuzlama
farklılıklardan, küçük kimliklerden, küçük gruplardan değil. Bu yüzden de bu derslerde daha önce bunu
kabilelerden geçtiğine değinip, içini yarıp baktığımız İskender'le tartışmıştık. Hegel'de Marksizm ne kadar
zaman, belki, konuşmamızın bir anlamı olabilir. modernizmin parçasıdır, ne kadar değildir, tartışmasına
İ.S. O halde, bu noktada salondan soruları alalım. gidiyor aslında bu. Ya da ne kadar aydınlanmanın
Gülnur Savran Ali'ye yönelik birşeyler söyleyeceğim. parçasıdır, ne kadar değildir'e. Dolayısıyla da ben
Sorun, çelişki, ikilik, aynılık ya da farklılık. Yani dediğim gibi bu karşıtlıkların ne Hegel'i, ne Marx'ı hiçbir
natüralizm ve ironi türünden bir karşıtlık olabilir. Ve şekilde içermediğini ve tam da bu karşıtlığın aşılması
diyelim ki Rousseau, postmoder-nizm, modernizm olduğunu düşünüyorum.
İ.S. Tek cümlelik bir soru da ben sormak istiyorum. şunu ispat etmek isteyecektir: Modernite konularının
Kimlik-sizleşme haline ulaşıldığında geriye kalan arzu ortak lügatini bulabilirsek konuşabiliriz.
mudur yoksa kayıtsızlık mıdır? Arzunun geriye kalma A.A. Marx'ın modernitenin dışında olduğunu
ihtimali var mı? Yoksa herkesin konuşup, kimsenin sanmıyorum. Yani kendine göre bir epistemesi var, 19.
birbirini dinlemediği dünyaya mı geleceğiz? yüzyıl epistemesi. Ve oradan farklı bir yerde olduğunu
A.A. Soruların cevabını vermem imkansız. Ama düşünemiyorum Marx'ın. Modern döneme ait bir
düşüncelerimi söyleyeceğim. Baştan başlarsam Marx ve düşünür ve o dönemin tarih şeması içinde kalıyor. Örnek
Hegel'i mo-dern-postmodern tartışmaların dışında ele ve benzer sorusuna geldiğimizde; ikona beni özellikle
aldım. Benim bugün Hegel'den yola çıkarak aynılık- Platon'a yolluyor. Model üzerine kurulu bir düşünceyi •Ik
farklılık tartışmasını ortaya koymamın ana nedenlerinden örneği ima etmek istiyorum. Bir model vardı. O modelin
biri Hegel'in diyalektiğinin aşmalar üzerine ve -üretim bir kopyası vardı. Ve bütün bu neo-Platonisyenlerin, yani
biçimlerine de gönderme yapıyorum- aşmaların da Hıristiyanlığın düşüncesi o modelin imgesi üzerine kurulu
çelişkisiyle oluştuğunu öne sürmesinden geçiyor. Birincisi, insan temasını ortaya çıkartıyordu. Var olan bir modele
diyalektiğin çelişkilerinin -eğer Deleuze'ün kelimeleriyle uymak söz kolsuydu. Platon'un, ikona dediği yerde
düsünürsem- bozucu değil, yeğinleştirici rolünden simülakr kavramıyla karşılaşıyoruz. Yani modelin
bahsetmek istiyorum. Yani Kapitalizm ve Şizofreni'den görüntüsünü içeren, tözsel birliğini değil, dış görüntü
anladığımız şu: Kapitalizm çelişki üzerine kuruluyor ve üzerine kurulu ilişkiyle karşı karşıyayız. Dolaylıyla tözün
çelişkiyle besleniyor. Hegel ve Marx modelinde sonuçta, kendisini model olmaktan çıkartıp, ileriye doğru Irlatılan
sentezde, odaklandığını düşünürsek, modernitenin de bir model olmasını ve bozmasını dile getiriyor simülakr.
kendi krizinin aynı zamanda devletin hegemonyacı Model geriye doğru değil ileriye doğru fırlatıldığında si-
merkezi rolünün dışında bırakıyor diye düşünebiliriz. mülakr bağlamında kaldığımızda, yaslandığımız model
Özellikle yapısalcılık sonrasından bahsediyorum. üzerine taklit ettiğimiz bir şey değil, fakat yarattığımız
Zannediyorum ki, Marx'ı ve Hegel'i modernitenin içine birşey olduğunda konumu farklı bir yere gelmiş oluyor.
sokuyor. Benim Maktan ve Hegel'den anladığım şey 19. Yani; daha önce var olmamış olan imgelerin, imajların
yüzyıl epistemesi ve modernizmle iç içe olmaları. Aynı -virtüel imajlar olarak yüksek teknolojik makinalar aklıma
düzçizgisel tarih şeması içinde kalmaları ve çelişki üzerine geliyor- ve daha önce hiç yaşanmamış mekan içinde bizi
kurulu aşamaları (Aufhebung) içermeleri. İster Hegel'in gerçekteymiş gibi yaşatıyor. Soba yanı-yorsa orada,
daireleri olsun, ister Marx'ın üretim biçimi halkaları mekan eğer Mars ise, biz Mars'taysak, (tabii hayali ve
olsun, çelişkiye dayanan, ilerleyen bir tarihe dayanarak sanal olarak) sobaya uzaktan simülasyon makinasma
sistemlerini ortaya koymaları bize modern realiteyle iç içe elimizi dokunduğumuzda o olmayan soba bizim elimizi
olduklarını gösteriyor gibi geliyor. yakıyorsa, burada artık modelin geride değil ileride
O.K. Sanıyorum farklı tarzlardan konuşuyoruz. Gülnur olması söz konusu. Yani, olmayan mekanın içinde
herhalde Marx#ın moderniteye dahil olmadığını değil, dolaşıyoruz artık. İlk örnek simülakr sayesinde geride
moderniteye tenezzül etmeyeceğini söylüyor. Bir başkası kalmıyor. Yok, hayır model üzerine kurulu taklitten
geçiyorsa eğer, burada bozma yok, imleyen vardır.
Mekanik yeniden üretme vardır. Bu tartışma sermayenin
içinde mi değil mi bilmiyorum, ama sermaye her yerde.
Dolayısıyla sermayenin içinde bazı farklılıklar var. Bunun
örneklerini göstermek mümkün. Devletten göstermek
mümkün. Siyasi partilere yansımasını göstermek
mümkün. Dünyadaki yatay geçişli oluşumları göstermek MODERNİTE - POSTMODERNİTE MODERNİZM -
mümkün. Yani bu küçük etnik, küçük grupsal sosyal POSTMODERNİZM
farklılaşmaların olduğunu fiili olarak göstermek mümkün Postmodernite ve Postmodernizm Üzerine
sanıyorum. Bunlar var. Bunun dışında modernizmin Her ne kadar aralarında kopukluk olduğundan söz edilse
dekonstrüksiyonu yeni bir dekonstrüksiyon mu? de aslında, modernizm ve postmodernizm yahut moder-
Bilmiyorum ama bazı eski öğeleri yeniden canlandırdığı nite ve postmodernite zannedildiği kadar birbirinden o
kesin. Küçük belirsizlikler var. Zaten postmodernizmin kadar kopuk değil. Her ne kadar modern olan için, her
kendisi belirsizlikler üzerine kurulu. Ne olduğu belli şeyi yeni olarak kurduğu, yahut postmodernizm için
değil. Dolayısıyla dekonstrüksiyon var mı yok mu? Şu geçmişten gelen şeyleri yeniden güncelleştırdiği ve teknik
anda söylemek pek mümkün değil sanıyorum. Ama en bir şekilde bunları birarada topladığı söylense ve
azından arayış halindeki bu düşüncenin konstruk-siyonu postmodernizm yeni bir durum gibi görünse de, sonuçta
için yaptığı planlar var. şöyle veya böyle postmodernizmin ortaya çıkışı
Bilar, 29 Aralık 1993, Konuşmalar yapısalcılık-sonrası ile alakalıdır.
Fransa'da, özellikle 196O'lı yılların ikinci yarısında ve
özellikle 1968 sonrasında ortaya çıkan, genelleşen bir
düşüncenin adı yapısalcılık-sonrası. Bu düşünce içinde
Foucault, Baudrillard, Deleuze, Guattari, Derrida,
Lyotard, Châtelet vb. gibi daha sayılabilecek pek çok isim
var. Ve bu 194O'lı yıllarda ortaya çıkan ve 19501i yıllarda
gündeme gelmiş ve 196O'lı yıllarda Varoluşçulukla ciddî
bir rekabet haline girmiş yapısal düşüncenin eleş-
tirisinden ortaya çıkan bir düşüncedir. Marksizmin
yapısalcı okuması (yani Althusser), psikanalitiğin yapısalcı
bir okuması (yani Lacan) ve sosyal antropolojide
Godelier'nin ortaya atmış olduğu bu yeni okuma
biçimlerinin eleştirisi şeklinde ele almak mümkün
yapısalcılık sonrasını. Özellikle 19701i yıllarda ivme
kazanan bu akımda yer alanların birbirlerinden farklı
yöntemleri, düşünce biçimleri var. Derrida'nın Yani Lyotard'ın, adına büyük anlatıların veya ideolojilerin
dekonstrüksiyonu ile Deleuze ve Guattarifnin Şizoanalizi sonu dediği şey aslında, Marksizmin bir krizi. Çünkü
ya da Lyotard'ın postmodern 3dını verdikleri şey, ayrı ayrı Marksizmin krizi daha 1980lerin başında, hatta 1970'li
düşünce biçimlerini ve yöntemlerini içeriyor. Buna yılların ikinci yarısında diyelim; yaşanan tarihi olaylar,
rağmen; ortak bir tema saptamaya çalışırsak, belki de, teorik olarak olmasa bile, pratikte sosyalist bir düşünce
fark kavramını ele almak mümkün. tarzının, diyalektik bir düşünce tarzının veya siyasî olarak,
Bir de 1930'lu yıllardan itibaren, Fransa'da hakim olmaya ileriye dönük olarak, sosyalizmin gerçekleştirileceğini ileri
başlamış olan Hegel'ci diyalektiğin, yani, daha sonraki sürdüğü iddia edilen bir düşünce tarzının imkansızlığını
Marksist diyalektik versiyonunun artık kullanılmaz bir fiili olarak ortaya koydu. Özellikle Kamboçya olayları
yöntem olmasından ileri gelen bir genelleşmiş burada belki de, en son noktayı, nihaî noktayı koyuyor;
düşüncenin ürünüdür, yapısalcılık-sonrası. Ve bu 1979'da Kızıl Kmerler'in ve Pol Pot rejiminin yaptığı
bakımdan da Hegel'in okuyuşundan çok Ni-etzsche ve büyük soykırımın Fransa'da etkisi büyük. Bu konuda
Heidegger merkezli bir okuyuşu önplana çıkarır. Fakat yukarıda bahsettiğim gibi Lyotard'ın Postmodern Durum
19801i yıllarda, özellikle Amerikan entelektüel kitabının yayınlandığı yıl ve aynı zamanda da iki Fransız
çevrelerinde, Fransız yapısalcılık-sonrası düşünürlerinin entelektüeli olan biri sağdan, biri soldan olan Raymond
çevirisi ile birlikte bu adlarını saymış olduğum Aron ve j.P.Sartre ilk defa ortak bir şekilde birlikte
düşünürlerin, filozofların, antropologların düşünceleri masaya oturmuşlar ve Kmerleri kınamışlardır. Toplantıyı
postmodern adı altında bir düşünce biçiminin öncüleri Glucksmann düzenlemiştir. Raymond Aron'un
olarak ele alındı. Postmoderni, aslında bunların düşün- kitaplarından biri Türkçe'ye Sosyolojinin Etapları diye
celerinin oluşturduğu (dekonstrüksiyonu, şizoanalizi, çevrildi, ya da Sosyolojik Düşüncenin Etapları. Bu kitabın
arkeolojiyi ve olay tarihi vs. şeklinde) ileri sürüldü; fakat arka sayfasındaki resimde Glucksmann, Aron ve J.P.Sartre
aslında adlarını saydıklarımın hiçbirinin direkt olarak birlikte hemfikir olarak Kamboçya'daki Pol Pot rejimini
postmodern veya postmo-dernizm ile alakaları yok. kınadıkları konuşmayı belgeleyen fotoğraf vardır; sağ ve
Ancak postmodernizmi bir düşünce olarak değil de, bir soldaki; iki ayrı uçtaki entelektüeller oldular Sartre ve
dönem veya durum olarak ele alırsak, o zaman belki şunu Aron.
söyleyebiliriz: 1980lerden itibaren başlayan bir durumdur, Hemen 1980'li yılların içinde Fransa'da, özellikle önce
çünkü 1979 yılında Lyotard'ın Postmodern Durum kitabı 1981#de Mitterrand iktidara geliyor ve sosyalistler önce
Fransızca yayınlanıyor ve özellikle bu kitabın postmodern komünistlerle ittifak kuruyor ve daha sonra da
tartışmaları felsefî olarak başlattığını söylemek mümkün. seçimlerde sosyalistler mağlup çıkınca, o zaman, Giscard
Ve modern olan Aydınlanmayla başlayıp, 19. yüzyıldaki d'Estaing zamanında sağın bir lideri olarak eskiden beri
gelişen Alman romantizmi, ulus-devlet ve daha sonra var olan, fakat sağın lideri durumuna gelen Chirac ve
sınırları belirlenmiş ve siyasî olarak teleolojik bir yapıyı Mitterrand, yani, sol ve sağ yine ortak bir şekilde iktidarı
içeren, yani geleceği önceden belirli olarak saptayan bir sürdürüyorlar. Bunun siyasî olarak modern olmayan bir
düşüncenin eleştirisinden post-modernizm ortaya çıkıyor. durumu ifade ettiği çoğu kişi tarafından söylendi; çünkü
iki ayrı kutuptan, iki ayrı dünyaya hitap eden siyasî parti- gidebiliyorlar. Sözkonusu olan, liberalizmden çok
ler artık aynı dünyayı paylaşır duruma geldiklerinde, demokrasi olarak adlandırılabilir.
aşağı yukarı birbirine benzer bir siyasî tabloyu Yani çok kısaca, bu siyasî olayların gelişimi modem-post-
önerdiklerinde, bu geleceğe yönelik özgürlüğe doğru modern ayırımını ortaya koymuş olsa bile, aslında
giden teleolojik bir düşünce tarzının artık işlemez hale aralarında bir karşıtlık ilişkisi yok. Fakat bunlar farklı
geldiğini gündeme getiriyordu. 1989'da Berlin Duvarı'nın okuma biçimlerini ortaya koyuyor; yani modern dünyanın
yıkılıp Gorbaçov'un meşhur saydamlık ve açıklık homojenleştirmeye çalıştığı (sosyoloji de bunun içinde)
politikasıyla Sovyetler Birliği çözülünce, bütün bu olaylar bir okuma biçimi yerine ayrışık grupların birlikteliğinden
modern tarihin bir şekilde perspektif değiştirdiğini, belki bahsetmeye başlandı veya bir entegrasyon, bir
de, bize gösterdi. asimilasyon, modern dünyanın ortaya çıkartmış olduğu
Şimdi modern tarih derken, aslında, başka bir durumda, ulus-devlet fikri yerine simülasyon üzerine kurulu olan bir
Fu-kuyama'nın, "Tarihin sonunun geldiği" tezleri toplumsal anlayışın, farkların öne çıkartıldığı ve her
gündeme geldi. Fakat bu tezlerin -ne kadar postmodern değişik grubun, her farklı grubun kendi farklılığını ortaya
durumla ilişkisi kurulursa kurulsun- ne postmodernizmle koyarak, kendi taleplerinde bulunduğu bir dünyayı
alakası var, ne de geçerli bir gerçekliği var, ne de ortaya koyuyor. Fakat 1990#lı yılların ikinci yarısına
orijinalliği var. Çünkü bu, 19301u yıllarda Kojeve'nin geldiğimizde, aslında, fark üzerine kurulu olan bir
yapmış olduğu Hegel seminerlerinde söylediklerinin bir dünyanın da postmoderne benzer veya ayrışıklığı içeren
varyantından başka bir şey değil, Onun için, Fukuya- bir dünya olmadığını fark ediyoruz; çünkü her farklılığını
ma'nın söylediği orijinal bir tez değil, fakat tuhaf bir ortaya koymaya çalışan grup (bunlar dinî gruplar, etnik
şekilde birçok yerde tartışılan ve hatta Baudrillard'ın bile gruplar, feminist gruplar olsun, küçük azınlık gruplar
cevap verdiği bir tez olarak karşımıza çıktı. Körfez Savaşı olsun, ne olursa olsun, ama kendi farklılığıyla ortaya
sonrasında Baudril-lard, "Körfez Savaşı oldu mu?" Yani çıktığını söyleyen gruplar) aslında çok da modern bir
olmadığı anlamında "oldu mu?" sorusunu sorduğunda, şekilde tözsel bütünlüklerini pekiştirip sonuçta böyle
aslında aynı zamanda Fukuya-ma'nın "tarihin sonu" homojenleşen bir mücadele biçimi ortaya koymaya
tezleriyle hesaplaşıyordu. Aynı hesaplaşmayı Derrida başladı, bu çok açık bir şekilde birçok alanda görüldü.
1993#te yayınlamış olduğu Marx'ın Hayaletleri ad lı Sonuçta özledikleri bir iktidar biçimine ulaşmaktan başka
kitabında tekrar yaptı ve aşağı yukarı söylenen şey aynı: bir çabanın olmadığını gösterdi, özellikle içinde
Fuku yama'nın ileri sürdüğü tezin hiçbir orijinalliği yaşadığımız şu son beş yıl.
olmadığı gibi, gerçekliği de yok. Çünkü ne liberal Burada dikkat çekici olan gerek radikal feminist olsun#
toplumda sonuçlandı dünya, ne de bu liberal toplum gerek etnik veya dinsel talepler olsun bütün bunlar farklı
herkes tarafından kabul edilir bir çerçeveyi izledi. farklı kimlikleri ortaya koymaya çalışsalar da çok daha
Görüldüğü gibi, eski sosyalist blok ülkelerinin çoğunda modern olarak töz-sel kimliklerini saklamak, korumak
siyasî olarak eski sosyalist veya komünistler yeni baştan istemeleridir.
iktidara, bu sefer seçim yoluyla, gelebiliyorlar ve tekrar Gelenek ve Bilimle İlişkiler
Gelenek söz konusu olduğunda, evet modern olan hep yani 18. yüz-yılın sonu 19. yüzyılın başı olarak kabul
öncü olanı, ilk olanı yapmaya çalıştı. Postmodern ise etmek mümkün, modern toplumu. Fakat modern
geçmişten gelen bazı öğeleri, potansiyel olarak tarih toplumun en temel özelliği merkezi bilimsel yöntem
içinde duran bazı öğeleri yeniden güncelleştirerek yeni olarak Kartezyen düşüncenin egemenlik kazandığı
belirli bir bağlamda onları yeniden kullanmaya çalıştı. döneme tekabül ediyor olmasıdır. Fakat bu arada, sanat
Mimaride "klasik" anlamıyla postmodern bir mimariden tarihi içinde başka bir dönem var ki, o postmodern olana
bahsedersek; işte hepinizin bildiği gibi sanat tarihi benzer dönemi oluşturuyor: Bu, aynı zamanda "karşı-
içindeki dönemlerin farklı farklı öğelerini alıp, küçük devrim" dönemi. Reforma karşı Batı'da kilisenin yeni
küçük parçalardan bunları bir bütünsellik içinde, eklektik baştan egemenliğini hissettirdiği ve bununla birlikte
bir bütünsellik içinde sunduğunu söyleyebiliriz. barok adı altında da anılan bir sanat tarihi anlayışının
Yine postmodern bir durum içinde, bu durumu bilimle de egemen olmaya başladığı dönemi görüyoruz. Fakat
bağdaştırabiliriz. Bilimsel olan aslında tam manasıyla barok ve klasik çağı birbirinden ayırırsak en önemli
belki de 17. yüzyılda belirgin hale gelmeye başlıyor, yani özellik belki de; birinin (klasiğin), Rönesans kültürü ve
bir öznenin karşısında olanı bir nesne olarak alıp hümanizma, insanlık üzerine kurulu olması, buna karşın
dışarıdan o nesneyi ele alması tam anlamıyla Kartezyen barok dönemi ise, karşı devrim adından da anlaşılacağı
bir düşüncenin ürünüdür. Kabaca bakarsak, 17. yüzyıl, gibi, Aydın-lanma'ya doğru giden hümanizmanın önüne
Batı popüler kültürünün yani pagan halk ve büyü üzerine çıktığı, bir dönemin tekrar kapatıldığı ve karanlık çağın,
kurulu olan bir kültürün, popüler kültürün modern yani Ortaçağ'a benzer bir şekilde karanlık çağın, yeni
anlamda medeniyet adıyla ortaya çıkan sivilizas-yon baştan Avrupa'da gündeme geldiği döneme tekabül
tarafından bastırıldığını anımsatabiliriz. Uygar yemek ediyor.
biçimi, yaşama biçimi, düşünme biçiminin buluşmaya Eğer modernliği ve postmodernliği de bu klasik ve barok
başladığı bir yüzyıl idi bu bilim yüzyılı. Aynı zamanda, şeklindeki bir ayırımla ele alırsak, yukarıda da söylemiş
merkezi krallıkların ciddi bir şekilde kendi olduğum gibi, barok dönemine tekabül eden bir
egemenliklerini popüler kültürü bastırarak postmodern dönem; insan üzerine kurulu olan bir
merkezileştirdikleri bir dönem, 17. yüzyıl. Bu bakımdan düşüncenin, hümanizma üzerine kurulu olan bir düşünce
17. yüzyıl çok ilginçtir; modernliğin başlangıç dönemi. biçiminin yerine pesimizmin, kinizmin, karanlık
Ama He-gel'in 19. yüzyıldaki modernizmden düşüncelerin, karanlık dönemlerin yeni baştan
bahsederken; bunu önce Kr'stof Kolomb'un Amerika'yı güncelleştiği bir dönemi esas almıştı. Yani barok ile post-
keşfine (1492) daha sonra Pro-testanlığm dinde yaratmış modern arasında tuhaf bir benzerlik var; modernlikle
olduğu reform hareketine ve bun-an sonra da klasik çağ arasında veya Rönesans arasında olan
Aydınlanma'ya bağladığını biliyoruz. benzerlik gibi. Bu sanat tarihi içinde ortaya çıkan durum,
Burada başlangıç olarak, modemizm, aslında tarih içinde aslında, bütün düşünce biçimleri veya sosyoloji için de
görüldüğü gibi, 1492 olabiliyor; 15.-16. yüzyıl veyahut 17. geçerli; çünkü bir Michelangelo yahut Leonardo'nun veya
yüz. yıl olabiliyor; veya sanayi toplumuna geçilmesiyle, herhangi bir rönesans tablosunu düşünürseniz o renkler
ne kadar aydınlıktır. Işık rejimi tablonun aydınlıktan Evsiz barksız bir sefaletle şiddet, aslında bütün
karanlığa doğru gider ve zaten teknik olarak tuval beyaz toplumların sorunu haline gelmeye başladı (Bu konuyu
üzerine renkleri alır. Ama barok dönemde bütün ışık reji- küratörlüğünü yapmış olduğum 1995 Ekim ayındaki
mi değişir. Burada karanlık ortam ön plandadır. Ve tablo Devlet-Sefalet-Şiddet Sergi-S|/nde (Katılan sanatçılar:
ışık rejimini alırken karanlıktan aydınlığa doğru gelişir. Emre Zeytinoğlu, Müşerref Zeytinoğ-'u, İsmet Doğan,
Remb-randt'ı, Tiziano'yıı anımsayalım. Bu, teknik olarak Bülent Şangar, Gülsün Karamustafa, Ahmet
da, barok dönemde, tuval zaten beyaz üzerine yeni Müderrisoğlu, Hüseyin Bahri Alptekin ve Michael Morris)
baştan bir beyaz boyandıktan sonra renkleri üzerine ele alıştık. Bu durum Üçüncü Dünya'nın sadece geri
kabul etmeye başlar. Dolayısıyla, zaten bir beyazın kalmış kesim-'erinin değil, Batı'nın başkentlerinde,
karartılması sözkonusudur. önemli eski sanayi kentlerdeki zenginliğin ve fakirliğin,
Postmodern anlayış da, buna benzer bir çizgide; yan yana yaşandığı bir dönemi gösteriyor. Belki de buna
kesinlikle ileriye dönük olan düşünce biçimlerinin artık megalopoller dönemi adını koyabilin riz. Megalopoller
"iflas etmiş" olduğu; insanlığın özgürlüğe ve sosyalizme dönemi ulus-devletlerin sınırlarının dışında, ulus-aşırı bir
giderken birdenbire bu fikirlerin olduğunu ileri süren bir şekilde dünya burjuvazisinin, şöyle veya böyle, dünya
dönemle karşı karşıyayız. Burada artık Nietzsche'nin 19. pazarında söz söylemeye başladığı dönemdir. Dünya
yüzyılda ileri sürmüş olduğu bir kehanet belki de burjuvazisinin içinde sadece Batı'nın değil ama, aynı
gerçekleşiyor. Çünkü, eğer 19. yüzyılda klasik döneme zamanda Üçüncü Dünya'nın burjuvazisinin de katıldığı
veya Ortaçağ'a nazaran düşünce kendi bileşkesini ku- alandır. Ama bunun karşısında ezilen, işsiz kalan, sefaleti
rarken, insan da insanın bileşkesinde ortaya çıkarken, yaşayan kesimlerin de sadece Üçüncü Dünya'nın veya yok
yeni teknolojilerle birlikte insan makinayla bir bileşime olmuş olan Sosyalist İkinci Dünya'nın insanlarının değil,
girmeye başlıyor. Ve bu toplumsal olarak, sanayi sonrası aynı zamanda Paris'in, New York'un, Detroit'in, Los
topluma geçiş, aslında; insan emeğinden çok robotlaşma, Angeles'in evsiz barksızlarının, yani Dördüncü
mekanizasyon teknolojik ilerlemelerin sanayisizleşmeyi Dünyalıların dünyasıdır. Postmodern durum beraberinde
beraberinde getirmesi ile alâkalı. Refah toplumunun da, bunu getiriyor. Zaten eğer postmodern kavramı berabe-
refah devleti biçiminde oluşan 1960'lardaki toplumun da rindeki reaksiyoner tavrı akla getiriyorsa, bu fiili olarak
sanayisizleşmeye doğru gitmesi belki de, yeniden o devrimci dönemin krize girdiği, devrimci dönemin yerine
karanlık, insanların işsiz kaldığı, evsiz barksızlı-ğın kabullenmişliklerin, sefaletin arttığı ve kitle
çoğaldığı, hayata olan inancın gitgide azaldığı, sefaletin hareketlerinin gitgide yavaşladığı ve bunun yerine en
büyük boyutlarda her yerde ivme kazandığı dönemi reaksiyoner şekilde kimliklerin öne çıkmasından
ortaya çıkarıyor. Yani postmodern dönemden dolayıdır. Ve, kimlikler sadece ezilen grupların kimlikleri
bahsediyorsak bugün biz, 17. ve 18. yüzyıldaki baroka değil, aynı zamanda ezen grupların kimliklerini de
tekabül eden bir dönemin sefaletine benzer şekilde, 20. ilgilendiriyor. Yani; ciddi bir şekilde, aşırı sağa veya yeni
yüzyılın ikinci yarısının sonuna doğru tu-hafçasına sefalet sağa kayma var. Batı'da; Fransa'da, Almanya'da,
her yerde ortaya çıkıyor. Belçika'da, Amerika'da ideolojik olarak ve çok tatminkâr
bir şekilde ideolojik olarak, çünkü ileri sürdükleri fikirler postmoderndir, modern sonra çıkar, arkasından gelir".
her kesiminde anlatılabilir ve kabul görebilir fikirler. Yani Lyotard'a göre, postmodernizm modernizme gebedir,
devletin baskısı, sefaletin çoğalması, kültürlerin yani önce postmodern vardır, ondan sonra modern
bozulması, yozlaşması: Aynı şeyi biz İstanbul'da işitiyoruz, durum ortaya çıkar. Bu bakımdan bunun post, yani
görüyoruz ve yaşıyoruz. Bundan birkaç yıl evvel İstanbul sonraya benzer bir anlamı olmadığı açık. Bu bakımdan,
burjuvazisi ne diyordu, Kürt sorunu meselesi ortaya postmodernin ne olduğunu düşünce düzeyinde ele
çıktığında: "Evet biz oraya çok fazla yatırım yapıyoruz. alırsak postmodern düşüncenin re-aksiyonerlikle, karşı
GAP da saçmadır Bırakalım Kürtler ne yaparlarsa devrimcilikle veya karanlık düşüncelerle pek bir alâkası
yapsınlar, etsinler; ama İstanbul'a gelmesinler." Buna olduğunu söylenemeyeceğini düşünüyorum (en azından
benzer bir şekilde İtalya'da Kuzey ve Güney olarak Lyotard'ın anladığı anlamda). Ama postmodern durumun
zenginlerle zengin olmayan bölgeler ayrışmaya başladı ne olduğuna bakarsak, postmodern durum hakikaten ka-
Kuzey kalkıp, "çalışkan insanlarız zenginiz, Güney ranlık bir dönem. Yani bundan birkaç yıl evvel
tembel, oraya yabancılar gelmiş vergilerimizle yiyorlar ve Solterdjik'in Kinik Aklın Eleştirisi adlı bir kitabı
bizim zenginliğimizi kısıtlıyorlar" dedi. Almanya'da, yayınlanmıştı. Bu, Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi'ne benziyor,
Fransa'da, Cezayirliler yahut Türkler için veya Afrikalı ama bir şekilde dünyanın ne kadar çok kinizme doğru
zenciler için ne deniyor: "gelip işlerimizi alıyorlar." Yine gittiğini sofistlerin, eskiden de olduğu gibi sofistlerin yani
aynı şekilde, daha iki-üç yıl önce Bayazıt'ta, Laleli'devs. belagat ustalarının konuşup konuşup ve sadece tartışa
Ukraynalılar, Romenler, Ruslar, Bulgarlar ve Yugoslavlar tartışa bazı şeyleri ileri sürerek, tartışmalarla karşısında-
gelip "bizim işlerimizi alıyorlar" diyen Türkler var. Aynı kileri yenmesinden başka hiçbir işe yaramayan
söylem, nitelik olarak aynı, ama nicelik olarak belki farklı konuşmaların yapıldığını ileri süren bir dönem de, aynı
olarak benzer şekillerde her yerde büyüyor. zamanda, postmodern dönemi oluşturuyor.
"Latin Amerikalılar gelip Los Angeles'ta hırsızlık Bu bakımdan bilimle postmodern ilişkisine gelince,
yapıyorlar, şiddeti artırıyorlar ve devlet yardımıyla bizim postmo dönem aynı zamanda, belki de, bilimin veya
vergilerimize el koyuyorlar" diyor Amerikalılar. Onun iç bilimsel düşüncenin de krizi. Çünkü 20. yüzyılın içine
postmodern durumun siyasî çerçevesi tamamen bakarsak ve bilimsel düşüncenin ne olduğunu
reaksiyoner durumu ortaya koyuyor, ama bu fiili durum. düşünürsek, bilimin de en kaba anlamında en hakikati,
Yoksa postmodern düşünce içinde, yani fikir olarak en doğruyu ve en homojeni, en bağdaşığı gösteren
düşünürsek, bu artı-değer üzerine kurulu olan dünya olduğunu söyleyebiliriz. Ama en azından bilim adamları
sisteminin yeniden üretilmesiyle hiç alâkalı değil veya şunu görüyorlar ve söylüyorlar ki, fizikçiler, en başta
Lyo-tard'ın postmodern dediği şeyin bahsettiğim fiili bunu söyleyenler; 20. yüzyılın içinde ortaya çıkan önce
sosyal durumla direkt olarak alâkası yok. Çünkü Lyotard Öklidçi "espas" anlayışının aşılmasını öne süren
bütün diğer postmodern anlayışlara karşın postmoderni Lebatchovski veya Ri-emann iki tane farklı şey
en modern anlamında alıyor: Postmodern diyor Lyotard, öneriyorlar; Öklidçi anlayışa göre üçgenin iç açılarının
"En avangard olanı içerir. İlk defa yapılan şey toplamı 180°'dir. Bu artık kabul edilemez bir şeydir. "Evet
tamamdır!" diyorlar, ama biri; bu iç açıların toplamının sorunları olduğunda psikanaliste giderken, şimdi bir
180°'yi aştığını; diğeri ise, daha ufak olduğunu iddia edi- Fransız üçüncü sektör çalışanı ve okumuş kadrolu bir
yor. Yani bir birlik yok burada. Aynı şekilde Einstein'in çalışan artık bir Afrikalı büyücüye gitmeyi tercih ediyor.
göreliliği ile kuvantum fiziği arasında da bir birlik yok. Bu bakımdan, postmodern duruma tekabül eden başka
Bunlar apayrı iki yöntem, ayrı şeyleri iddia ediyorlar, ikisi birşey de, bilimsel dünyanın, bilim üzerine kurulan
de doğru. Arkadan "Kaos Teorisi", "Suyun Belleği dünyanın krizini de beraberinde getiriyor.
Teorisi" geliyor: Suyun belleğinde herhangi bir nesnenin, Küreyel Düşünce Grubu Panel Dizisi
saf suyun içine düştüğünde, uzun sürede moleküllerinin
çözüldüğünü ve objenin yok olduğunu, fakat x zaman
sonra aynı moleküllerin tekrar yeni baştan birleşip ye-
niden bu objeyi ortaya çıkartacağını iddia ettiğinde
Benveniste, hemen bilimsel dünyadan bir tepki geldi tabii
ki, çünkü o bilim dünyasının ötesinde birşey söylüyordu
ve Paris'te, New York'ta ve Tel Aviv'de, galiba
laboratuvarda deneyler yaptı ve ispatladı. Nature dergisi
(1988 Mayıs) Benveniste'nin makalesini yayınladıktan
sonra, Amerika'da, birdenbire bütün bilim adamları ve
fizikçiler karşı çıkmaya başladılar ve dediler ki: "Bu
şarlatandır, üç kağıtçıdır, hameopati üzerine kurulu
ilaçlara yatırım yapmaktadır ve kabul görmüş yerleşik
tıbbın karşısına büyü tıbbini öne çıkarmaktadır.
Amerika'dan fizik laboratuvarından Paris'in
laboratuvarına bir büyücü yolladılar ve büyücü geldi,
Benvenis-te'in laboratuvarına girdi ve büyücünün orada
olması durumunda araştırmalar bu sefer her zamanki
sonuçları vermedi ve Benveniste dedi ki: "Bana büyücü
yolladılar, büyü yaptılar ve onun için laboratuvar
sonuçları çıkmıyor." Yani bilim dünyası da, bir ekonomik
sefaleti değilse de düşünce sefaletini yaşıyor. Bu
bakımdan bilime olan inancın sarsılması, bilimselliğin
sarsılması beraberinde, belki, başka birşeyi yeniden
güncelleştirdi. O da, belki de, sezgiye olan güveni, falaf
büyüye olan inancı toplumlarda yeni baştan
güncelleştirdi ve 196O'h-7O'li yıllarda bir Avrupalı
uygulama ile ör-tüşmektedir" diye yazılmaktadır; yani
söz konusu edilebilecek bu örtüşme özdeşliği
taşımamaktadır, sadece bir tekabüliyet-ten söz etmek
mümkündür. Ancak, kitap "Postmodernizme Hayır"
olarak adlandırıldığında yayınevi, belki de, haklı olarak
dilimizde küçük bir kitapçıktan başka bir çevirisi hâlâ
bulunmayan filozofun yönteminin adının, yani
YAPIBOZMA VEYA ELEŞTİRİSİ yapıbozmanın postmodern kadar etkileyici
John M. EHis'in Postmodernizme Hayır (Ocak 1997, Doruk olmayacağının bilincinden yola çıkarak, post-
Yayınları, Çev., Aral Bakırer) kitabında yayınevinin notun- modernizmde karar kılmıştır. Daha anlaşılır olma
da belirtilmiş olduğu gibi, kitabın özgün adı Against kaygısının bir neticesi midir bu başlık? Ancakf bu böyle
Decons-truction, yani Dekonstrüksiyona Karşı anlamını olsa bile, daha başlıkta "çeviri ihanettir" ilkesinin bir
taşımasına rağmen, anlaşılır bir nedenden dolayı, ama örneğini sunmaktadır bizlere. Daha anlaşılır veya daha
aynı zamanda belirli bir tehlikeyi de içinde barındırarak, çekici olmak için ise özdeşlik mantığı içine oturmak
"Postmodernizme Hayır" olarak çevrilmiş. Burada iki soru zorunda kalıyor.
ile karşı karşıya gelmekteyiz: Yapıbozma, yani John M. Ellis'in kitabı da Türkçe'ye aktarılırken bu
dekonstrüksiyon ne kadar postmodernizm ile eşdeğer bir tuzağın içine düşüyor ve Amerikalıların postmodern
anlamı taşımaktadır? Bunun cevabını hemen olum- anlayışı ile kesişerek, dekonstrüksiyon eylemini
suzlayarak vermek durumunda kalacağız; çünkü çok postmodernizmle özdeşleştirir-ken, tam da yapısalcılık-
sıklıkla yapılan bir yanılsamanın bir başka örneği sonrası düşüncesinin özdeşlikten kurtulmaya çalışan
karşımıza çıkıyor burada: Postmodernizm ve postmodern oluşumunu yadsımakla karşı karşıya gelerek; aradaki
arasındaki ayrımın es geçilmesi ve de yapısalcılık -sonrası farkı ayırtetmeme tehlikesini taşıyor. Bu kitap, aslında,
adı altında ele alınan bir düşünce biçiminin- ki, bu, daha bir bütün olarak, Fransız filozof Jacques Derrida'nın
çok Fransız kaynaklı Hegel-karşıtı, sistem dışı bir Amerika'da yandaşlarıyla karşıtlarının tartışmasını
düşüncenin özdeşlikten farklılığa doğru aldığı bir yolu gündeme getiriyor ve Ellis bu şekilde bu tartışmaya bir
belirtmektedir - postmodernizm adı altında Amerikalı yo- katkıda bulunmaktan çok bu tartışmanın
rumcular tarafından yorumlanması. Aslında gerçekleşebileceği koşulların yaratılmasına yardım etmek
postmodernizmin anlamına fark mantığının dışında istiyor. Derrida'nın adının, başka düşünürlere oranla,
yaklaşarak, daha başında anlamanın postmodernizm ile Amerikan kuramsal tartışmalar camiasında daha sıklıkla
eşdeğer olarak kabul edilip edilmeyeceği hakkında kullanılması karşısında Ellis bu kitaptaki yazıları
tereddütleri olan yayınevinin notunda zaten "aslında tartışmayı canlandırmak çabasıyla ortaya atıyor.
felsefi bir uygulama olan yapıbozuculuk, yazın, film, Yapıbozmacı Mantık: Gizemcilik mi Yoksa Sekülerlik mi?
sanat eleştirisi, sosyal ve psikanalitik kuramlar gibi geniş Ellis, amacının Amerika'da, Derrida yandaşları ile filozofu
bir alana ayrılmış durumda ve postmodemist bir eleştirenler arasındaki tartışma ortamına bir açıklık
getirmeyi sağlamak olduğunu yazıyor. "Kuramsal olarak, siyasette cumhuriyetçi demokrasi adı verilen
Tartışmalarda Çözümleme, Mantık ve Sav" adlı Birinci rejimi paylaşmakta olduğunu yazıyor. Bu aynı zamanda,
Bölüm'de eski mantık ile yapıbozmacı mantık arasındaki Derrida'ya göre felsefeyi kamu alanına, kamusal olana,
ayrımlara değiniyor. Diğer yandan da yapıbozmacıların gündüz ışığına, Aydınlığa, kamu mekânının aydınlanan
kendilerine yapılan eleştirileri ne şekilde "muğlaklıkla" erdemine bağlamakta ve bu mekânı seküler ve laik
bertaraf etmeye çalıştıklarını göstermeye çalışıyor. olmayan, Ortodoks, dogmatik ve dini otoriteye ait her
Yapıbozmacıların ortaya çıkmasıyla eski eleştiri türlü dış kuvvetten kurtarmayı hedeflemektedir. Bu ise,
geleneğinin sekteye uğradığını söyleyerek, bu yeni imanı dışlamayı gerektirmemektedir. Bu durumda, din
eleştiri yöntemine olan itirazlarını dile getiriyor. sadece "basit aklın sınırları içinde" düşünülen bir alan
Yapıbozmacı mantığın "betimleneme-yeceğini ve ifade olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlar, Ellis'in ve
edilemeyeceğini" ileri sürdüklerini iddia ettiği yapıbozma karşıtlarının eleştirilerinin yersizliğini, sanırım,
yapıbozmacılar için "gizemcilik" yaptıklarını iddia ediyor. göstermektedir.
İçerisi ve dışarısı arasındaki ilişkilerin birbirine karıştığını Ayrıca, Derrida, tam da evvelki dilbilim mantığının Orta-
ileri süren Derrida (Bkz., Ali Akay, "Yapıbozma ve Plastik çağ'dan kalan mirası sürdürdüğünü yazmıştır (Bkz., Ali
Sanatlar", Eleştiri ve Eleştiri Kuramı Üstüne Söylemler, Akay, Emre Zeytinoğlu, Pisuarın Bir Dekonstrüksiyonu,
Düzlem Yay., 1996, s.80) ve yandaşlarının gizemciler gibi Urart, 1994, s.31). Derrida böyle bir yaklaşımın "metafizik
"aşağıdaki yukarıdaki gibidir" "yukarıda olan ise teolojik" olduğunu belirterek, yapıbozumun "idealizme
aşağıdaki gibidir" mantığına sığındığını yazan Ghose'tan karşı" bir maddeci yöntem olduğunu yazar,
alıntılayarak, tartışmayı açıyor Ellis; 15. yüzyıldaki Grammatoloji (Yazıbilim) adlı kitabında. Hatta daha
Mistikler gibi olduklarını iddia ediyor yapıbozmacıların. yakın zamanlarda yayımlanmış başka bir kitabında, her
Ancak burada da, bence başka bir sorun ortaya çıkıyor: O ne kadar Habermas tarafından "estetik yorum" olarak
da Sa-ussure'cü gösteren ve gösterilen ilişkisinin Signans nite-lendirilse de, yapıbozmanın bir "sınıf mücadelesi"
ve Signa-tums ilişkisine benzediğini yazan Derrida'yı, olduğunu tekrarlarken Derrida, Marksizme ne kadar
Ellis'in "gizemcilikle" ithamı, Derrida'nın "laik" veya yakın olduğunu hissettirmek istemiştir (Bkz., La force de
"seküler" yorumlarını görmezden gelmektir. Burada, la Loi, "Kanunun Gücü").
özellikle, Derrida'nın din üzerine kaleme aldığı yazısına Derrida, ikili bir dilyetisinin var olduğunu; birinin
gönderme yapmak istiyorum: Hint-Avrupa dillerinde duyguya diğerinin ise ahlâka değin olduğunu ve bunların
ortak köken olarak Aydınlanmadın "deivvos" kelime- mutlak Lo-gos'ta birleştiğini (Ancak Tanrı'mn Mutlak
sinden, yani "aydınlık"tan geldiğini söyleyen dilbilimci Logos'u olabilirdi); bunu ise Ortaçağ teolojisine
Emile Benveniste'a atıfta bulunuyor. Aydınlanma ile dini dayandığını hatırlatmaktadır. Bu şekilde de, anlamın
ikili karşıtlık olarak ele almayan Derrida, kesin bir ilahilikle kurduğu ilişkiyi ve sonsuz olan Tanrı
köktendincilik eleştirisinde bulunurken, Salman mutlaklığmın sonlu olan insan göreliliğine çevrilmesinin;
Rüşdü'nün konumuna değiniyor (Edebiyat Hakkı) ve bitmezmiş gibi duranın bitirilmeye çalışılmasının
"kayıtsız şartsız olarak evrenselleştirilebilen bir model yapıbozma yönteminin bizatihi kendisi olduğunun altını
çizmektedir. Bu anlamda, Ellis'in kitabındaki Mistiklik Yapıbozma ve Dilin Doğası
suçlamasının yersizliği biraz ortaya çıkmaktadır. "Yapıbozuculuk ve Dilin Doğası" (kitapta yapıbozuculuk
Gerçekten de, yukarıda yazmış olduğumuz gibi, olarak çevriliyor; yapıçözüm olarak da kullananlar var;
Derrida'nın "yanlış okunması"ndan kaynaklanan yanıl- ancak ben Mehmet Rıfat'ın "yapıbozma"sını kullanmayı
samalar dizisi, böyle anlaşmazlıklara yol açmakta gibi tercih ediyorum) adlı ikinci bölümde ise başka bir sorunla
görünmektedir. Ellis de zaten bu suçlamaları Derrida'yı karşı karşıya kalıyoruz: Biri çeviride, diğeri ise Ellis'in
eleştirenlere teslim etmekte ve yapıbozumcu yöntemin eleştirilerinde. İlk olarak, Grama-toloji kitabında
"gizemcilik veya akıldışı düşüncelerin başka Derrida'nın konuşma veya söz ile yazı arasındaki
biçimlerinden etkilenmiş gibi görünüyorsa da ilişkisinde yatmakta. Ellis'e göre Derrida, "Batı
yapıbozucuların yaptığı ya da söylediği şeylerin çoğu bu geleneğinin yazıyı konuşmadan aşağı saydığını ve bu
geleneksel durumlara epeyce ters düşüyor" diye nedenle bir aşamada dilin, özünden uzaklaştırılan
yazmaktadır (s.23). konuşmanın yalnızca simgesi olarak görüldüğünü" ve
Ancak, Ellis, yanlış okuma konusunda "tüm okumaların "yazı kavramının dil kavramını aştığını ve kapsadığını
yanlış okuma" olacağı savını "banal" bulmakta ve kendi gösterdiğini" yazmaktadır (s.32). Bu şekilde, yazıya
kendisiyle "yanlış okuma" konusunda çelişkiye düşer gibi "böylesi bir önem ve konuşmaya kıyasla öncelik verme
görünmektedir. Bu tartışma ile Ellis, Derrida yandaşlarına çabasından bahsetmektedir Ellis. Bunun nedeninin
bir "alan" verildiğini, bunun bile gereksiz olduğunu ima "ırkmerkezcilik" olduğu savunulmaktadır. Burada, 1)
ediyor: "Yeni görüşün gerçekten söyleyebileceği ne "Irkmerkezcilik" olarak geçen muhtemelen
vardır ve daha kapsamlı olan tartışmaya ne katar?" "etnomerkezciliktir". "Etnik" kelimesinin ırk olarak
(s.120). Ellis, yukarıdaki önermenin eğer mut-laklığı çevirilmesinin altında yatan siyasi sakıncaları hepimiz fark
reddetmek amacıyla söylendiğini kabul edersek, bunun ediyoruz, sanırım. Bunun önemli bir hata olduğunu sanı-
yapıbozmacıların "özel bir bölgesi" olmadığını kabul yorum; çünkü (race) ırk ile "ethnie" arasında yatan fark
etmek zorunda olduğumuzu belirtiyor. Bunun "mantıksal ve bunların özdeş olarak alınması bizim tarihimizde
olarak önemsiz bir durum" olduğu saptamasında olduğu kadar, Batı tarihjnde de ne kadar "anlamsız" bir
bulunuyor (s.121). Böyle bir görüşü savunmakla şiddeti doğurduğunu Afrikalı Yahudi bir aileden gelen
yapıbozmacıların "sanki yeni birşey bulmuş gibi" eski Jacques Derrida'nın bu hususta ne kadar itina
fikirleri ileri sürmekten öteye geçemediklerini vurgulu- gösterdiğini gözden ırak tutamayız. İnsan Hakları ve
yor. Çünkü Ellis'e göre "bilgide herhangi bir ilerleme, Irkçılık konusunda bir militan olan Derrida'nın
belli yeni bir görüşü aramaktan" kaynaklanmaktadır "ırkmerkez-ci" diye bir kavramı açıklamayacağını, olsa
(s.124). Bu şekilde, yazarın kafasındaki düşünceyi ve daha olsa Batı-merkezli veya etno-merkezci terimlerini
da önemlisi, "kökenle ilgili" (s.122), olanı uygulanamaz kullanacağının bilinmesi gerekecektir. 2) Derrida'nın
bir hale getireceğini söylediğinde, yine Derrida'nın yazıya söze nazaran verdiği önem şüphelidir; çünkü
kökenleri reddeden düşüncesiyle karşıtlıktan başka birşey "Platon'un Eczanesi" başlıklı metninde Derrida, logos
oluşturmuyor. (kelam-söz) ve mitos (söylence) arasındaki karşıtlığı
vurgulayarak, felsefe ile söylence arasındaki karşıtlığın
yapıbozması yapıl' mak istenmiştir. "Yazının
aşağılanması" eylemi ise, felsefi hiyerarşi içindeki
konumunun, yazının temsiliyetinin, yani namev-
cudiyetinin kendisidir. Yapıbozma böyle bir öncelik ve
kök ilişkisini reddetmektedir. Ellisin yazdığı gibi, yazı
dilyetisini içinde taşımaktadır. Diğer yandan, Derrida'ya
göre ilk uzlaşma "konuşma dili" olmuştur, yazılı uzlaşma
ise başka uzlaşmalar arasında bağlayıcılık işlemini HERMES: MICHEL SERRES'İN KAVŞAKLARINDAN OLUŞAN
görmektedir. Aslında söz ve yazının aynı imleri taşıdığını ÇOĞUL BİLİM
da belirtir Derrida: Yazı sadece sözün tem-siliyetidir. Michel Serres'in Hermes (kavşakların kesiştiği noktada
Ancak yazı sözmerkezcilikten çıkmanın bir aracıdır: Bu da iletişim tanrısı) adını taşıyan bir dizi çalışmasının (5 ciltlik)
ek (supplement) kavramıyla gerçekleşir. Rousseau'ya de- epistemoloji alanında Yeni Bir Yeni Bilimsel Tin'in
ğinerek Yazıbilimi (Gramatoloji) mevcudiyet mantığına araştırılmasında önemli bir yeri vardır. Yeni Bilimsel Tin
oturtur. Bu şekilde ele alındığında, Derrida'nın, 'in yazarı an-ti-kartezyen, anti-Aristoteles, anti-Öklidyen,
Saussure'e yaptığı eleştiriler onu gizemcilikle suçlayarak Bachelard'ın açtığı yoldan ilerleyen, Serres, günümüzün
geçiştirilemez; çünkü gösteren ve gösterilen ilişkisinin epistemolojik oluşumunu ortaya çıkarır. Serres bunun
kökenlerinin Ortaçağ'a dayandığını ifade eden Derrida, adına epoche adını verir, ve bu terimin değişkenliğinde
bu eleştiriyi gerçekleştirmektedir. Bu bakımdan yeni bir yeni bilimsel tin oluşturmaya çalışır. Bachelard
Saussure'ün, Batı geleneğine karşı çıkmaktan çok bu bir karşı düşünceyi ortaya çıkarmıştı (an-ti-
geleneği yaydığını ileri sürmek hata olmayacaktır; oysa Lavoisier# anti-Aristoteles vb). Michel Serres'e göre,
Ellis bu eleştirinin bir "hata" olduğunu yazmaktadır Bache-lard'ın felsefesi bir "hayır" felsefesidir. M.
(s.33). Ellis, bu konuda, Derrida'nın eleştirilerini "(bunla) Serres'inkiyse bu yeni bilimsel tinin yeni durumunu
gerçeğin tam tersidir" diye nitelemektedir. Ellis, incelemektedir: Bu bir taşımacılık, çeviri, bildiri,
"yazmanın birçok farklı biçimi vardır (...) Derrida neden saklama ve yayma felsefesidir (Hermes II,
bu konuları (...) açıklamıyor" (s.35) diye yazıyor; ancak, L'lnterference, Ed. Minuit, Paris, 1972). Bachelard'ın
Derrida, Gramatoloji'de, "Batı dillerinin yazısı sesbi-rimsel "karmaşıklık" kavramından yola çıkan Serres, aynı
bir yazıdır; ancak Saussure'ün belirtmiş olduğu gibi hiçbir kavramda Leibniz'i bulur, çünkü monadlar basit değil
yazı sesbirimsel bir veriyi taklit etmez" derken karmaşıktırlar (Leibniz, Mona-dologie). Bu karmaşıklıkta,
piktografik, ıdiografik, fonetik, müzikal ve hatta atletik bilimlerarası kesişme yaygınlık kazanmaktadır ve
bir yazıdan bile bahsedilebilinen yazıların olduğunu birbirleriyle yatay bir geçiş oluşturur. Yani, bir bilimin
yazmıştır. kendi bölgesi (Leibniz'in anlamında her monad ancak
Cumhuriyet Kitap, 20 Mart 1997 kendi bölgesini algılarken, tüm dünyayı algılamaktadır,
ama ancak "kendi ufak algılamalarını" algılayabilirler, bu
da onların bölgesidir) bir karmaşıklıktır (Hermes II, s.2); o (L'lnterference). Böylece bilimler merkezlerini kaybeder.
birçok bağ ile kesişir. Bu bağlar Ansiklopedik bilginin Sürekli bir şekilde hareket halindeki bir merkez-
herhangi bir yerinde gelişebilir: Serres'in tezine göre, bu merkezkaç ilişkileri söz konusu olur. Bunun açıklanması
"şaşırtıcı rastlaşmaların kavşağıdır". Ansiklopedik için; Serres, Dieudonne'nin matematik örnekçesini verir:
bilgiden yola çıkılırsa bir bilim kendi bakış açısını Dieudonne çağdaş bilginin "ana ateşinin" adının
Ansiklopedik olarak görebilmektedir. Ama her bakış açısı, verilmesinin olanaksızlığını belirtir; cebir, topoloji,
monadın tüm bölgeyi ve Ansiklopediyi algılayışıdır, yani; geometri, cebirsel geometri hepsi birbirleriyle iç içedir,
her bilim kendi bölgesini algılarken dünyayı birbirlerine karışır, iç stratejilerini değiştirir, birbirlerine
algılamaktadır. Her bilimin kendi küçük bölgesi bir yanıt verir-'er- Veya biyo-kimya her bilim adamının
dünyadır. Ama her bölgenin kura- diğer bölgelere sorunudur, "bilimsel Site" de tüm sosyalliğin olgusudur.
uygulanamaz. Her bölge de bir kesişme olduğuna göre# Bilginler cemiyeti artık kendi köşelerinde kalamaz.
en azından körcesine de olsa, harekete geçtiğinden ve Bilimlerarası bir değiş tokuşa doğru gidildikçe daha çok
harekete geçirdiğinden dolayı, bu harekete geçen böl- icat etmeye doğru gidilir ve orada bilimler arası çeviriyle
geler üzerine yorum yapabilmektedir. Böylece Michel karşılaşılır; çevirebilirliğe doğru gidildikçe o ölçüde
Serres'in epistemolojisi bir "çokluk anlamını" özgünlüğe ulaşılabilir.
taşımaktadır. Artık bir bilimin içinden değil, ama bakış Astronomi ve fiziğin iç içeliği bugün sorun bile olmaktan
açısından ve kendi bölgesinin ağzından konuşulur. çıkmıştır (Conversation sur l'invisible]). Bu iki bilim de
Eğer bir mantık (örneğin metafiziğinki), bir veya birçok molekü-ler maddelerin doğasıyla, atomla ve nükleerle iç
kuramı kapsıyorsa ve böylece tüm bir bilgiyi içedir. "Bugün artık biyo-kimya ile sosyal bilimler
içerebiliyorsa, bu fizik için de -iletişim kuramı- hatta arasındaki ortak sınır bilinmektedir. Artık bilim ve
kozmoloji ve kimyanın bölgeleri biyoloji, dilbilimi ve epistemoloji çoğullaşır ve göreceleşir".
sosyolojiyi vb. de içerebilmektedir. Burada bir tasnif söz M. Serres'in kuramı "tekil düşüncenin" dönemini bilimsel
konusu olur. Ama M. Serres'in tasnifi, A. Comte'un olarak açıklayan en iyi kuramlardan biridir. Çünkü
anladığı anlamdaki tasnif değil; ama, modern episte- tekillikler vardır: Foucault, Deleuze, Guattari, Lyotard,
menin tasnifidir. Böylece, Serres'inkinde artık bir hiyerarşi Derrida vb.2 Bu tekillikler arasında bitişiklik veya
söz konusu olamaz! "Ana bir bilim yoktur." Önemli olan rastlantısallık ilişkileri vardır. Bu bitişiklik ilişkileri uzatılır
çoğul bir epistemolojinin kurulmasıdır: "Trafik akışının ve böylece yeni rastlaşmalar ortaya çıkar, bir şebeke
birliği çoğulcu bir epistemoloji her türlü dogmatizme çıkar. Artık kesişmelerden, ayrışıklıklardan ve bunların
dönüşü önler. Bilimler arasında bir çevrilebilirlik söz birleşmelerinden başka bir şey yoktur. Kavşaklar kesişir ve
konusudur, yani tözsüz, sabit ve göndermesi olmayan bir birleştikleri yerlerde bilimleri ortaya çıkarır. Bu kesişilen
iletişim felsefesidir" bu. Yeni bir "yeni bilimsel tin"e yerlerde tekillikler bilimler arası çevrileri yapar. Artık bir
gönderme yapmaz. Onun şekli hem buradaki hem de bireyin tekilliklerden oluştuğu ve birçok ayrışık tekilliğin
oradakidir, yani bilimlerin kesiştiği yerdedir. Konusu artık ortaya çıkardığı kolektif bir bireyin içinde kesişen
göndermeler değil, ama göndermeler-arasıdır tekilliklerden başka bireysellik süreci olamaz.
Bilimler arası kesişmeler birçok bilimin oluşturduğu kadar süren biyolojik bir ölümün diyalektiği yerine
düğümde takılır, yani bir bilimin bölgesinden başka bir olasılıklı kurnazlıkların sonsuz oyunu geliyor ve ölümcül
bilimin bölgesine bir değiştiriciden başka bir değiştiriciye olan tek kurnazlığı, bu olasılıkların çokluğu aşıyor.
gidip, kavşaklar arası bir labirentte yolculuk edebiliriz Diyalektiğin bütünlük-çelişki, birinin bir anında, diğerinin
(Borges'in yazısı ve hikayeleri), ama asla bir anda içinde bulunması gibi kanıtlar çözümlemelerde yetersiz
durarak, durdurulmamış bir planda kesiştiğimiz yolların kalıyor. (Hermes U16-17).
bir bütününü kuramayız. Serres için bir tekillikte kalmak M. Serres için, Bachelard "son 19 yüzyıl romantiği", çünkü
çok önemlidir. Buradan itibaren buluşu yapan kimse artık eğretilemeler ve sembollerle hareket etti: Klasik çağın
bir üretken değil, bir çevirmendir. (M. Serres, La sorunu akıl ve gerçekse, romantiklerin sorunu insanların
traduction, Hermes III, Ed. Minuit, 1974). Öklitçi olmayan tarihi bütündeki hareketleri ve bunun anlamı sorunudur.
bir geometri, Nevvtoncu olmayan bir mekanik ve Yani klasik çağın yöntemi düzen, tümdengelrre, temalar
kartezyen olmayan bir epistemelojiyi içeren Bachelard'ın ve koşullarken, roman-tizminki sembollerdi. Bir düzene
kuramına karşı M. Serres'in yeni öğeleri şunlardır: bağlı kalabilmek için bir modelin ideal bir düzene uyması
— Yapısalcı bir düşünce ve burada gerçekleşmesi yeterliydi: Matematik düzeni
— Bildirimci olan, kökünü termodinamikten alan bir klasik yöntemin arketipiydi, öz modeliydi. Sorulan
düşünce soruların alanı aşıldığında bu arketip yanıt vermez du-
— İkisine de ait olan bir görelilik. ruma düşüyordu. Halbuki anlam alanında artık
1 Jean Audouze, Michel Casse, Jean-Claude Carriere, Conversation arketiplerin yanıtına gerek kalmıyor. Bu nedenle başka
sur î'invisible, Belfond/Science, 1988. bir arketip bulunmak zorunda kalındı: Artık ideal bir
2 Bkz., Ali Akay, Tekil Düşünce, Afa Yay., 1991, İkinci Baskı, 1999. modele göndermede bulunmak-te çözümlerin
pjyalektiğin Sonu mu? alanının içinde somut bir model bulmak la-. Bu da, ideal
Bu kavşaklardan ve onların kesişmelerinden ortaya çıkan modeli taklit etmekten geçmiyor, ama kendi i tekrarlıyor,
"çokluk"ta diyalektik, çözümlemeler yapmakta "aciz" yine simülakr ile karşı karşıyayız. Bu şekilde semboller
kalmakta-dır. (M. Serres, Hermes I, La communication, Ed. gökten yere indiler ve mitolojiler tarihini oluşturdu* lar«
De Minuit, 1969, s.15). M. Serres'in oym kuramında Bu yüzden dolayı, Hegel'in, Nietzsche'nin ve Freud'un
diyalektik öyle acizle-şiyor ki, artık HegePin köle ve çözümlemeleri semboller ve arketiplerle yürürlüğe girdi:
efendi diyalektiğinde oluşan güçlü bir ölüm kalım Apollon Dionysos, Arian, Zerdüş, Oidipus vb. Bachelard
mücadelesi, birinin yorulup, diğerinin yenmesiyle bitmesi, son sembolik çözümlemeleri yapan biri olarak en son
açıklama bakımından güçleşiyor. romantikti. Onun çözümlemelerinde Apollon, Oidipus
M. Serres'in şebekelerinde farklılaşmış ve mesafeli bir yerlerini artık başka kahra-man-arketiplere bırakmışlardı:
şebeke başka bir kuvvet şebekesinde oynak bir vaziyette Toprak, ateş, hava ve su. "Onun kaleminde Empedeklos
duruyor, sabitleşemiyor: Kuvvetleri farklılaştıran, ve Ofelius sadece birer ateş ve su varlık lan olarak vardı."
mücadelecilerin ikili karakterinden uzaklaştırıp, Mitoloji tarihi, artık yerini doğanın mitolojisinin tarihine
çoklaştıran karmaşık bir strateji oluşuyor. Böylece sonuna bırakır. M. Serres, Bachelard'ın şiir ile olan ilişkisine
değinirken şöyle yazar: "Bachelard sık sık rüyalardan
bahseder, ama bu rüyaların hiçbiri Baudelaire'in yapay
rüyaları değildir. 0 hiçbir zaman Rüyalar ve Haşhaş
kitabını yazmadı, çünkü opi-um, meskalin gibi
uyuşturucular, mitolojik maddeler değil, kimyasal SOSYAL BİLİMLER
maddelerdi." Kökleri 16. yüzyıla tadar indirilebilinen Sosyal Bilimlerin
Bütün bu eleştirilerden sonra Serres'in kitap dizisinin ilk dönemlerinde Gulbenkian Komisyonunu takip
adının Hermes, iletişim ve hırsızlık tanrısı, olması edersek, dönemin epistemesine scientia adı verildiğinin
düşündürücü. Ama herhalde Hermes artık ne bir arketip üzerinde durmakta yarar var gibi duruyor: Dünyevi bilgi
ne de bir semboldür. O günümüzün bilgisayar, sibernetik üretmek anlarıma gelen bu kelimenin anlamını
çağının bir açıklık kazanmasında bir açıklayıcı rol düşündüğümüzde sosyal bilmle-rin diğer dallardan ayrı
oynayan isimden başka bir şey değildir. olarak ele alınmadığının farkına va-aca-ğız. Bu anlamda
Nevvton modelinin teleolojisinin insan bilimlerine
uygulanması ile Descartes'cı bir kartezyen ikili işleyiş mo-
delinin ikili karşıtlıklar modeli. Bunlara göre, tarih
geleceğimizi belirleyecek önemli bir dal olarak karşımıza
çıkıyor ve sosyal bilimlerin belki de temel taşlarından biri
olarak vücuda geliyor; diğer yandan ise madde ile akıl
veya fiziksel dünya ile sosyal/manevi dünya arasındaki
ikili karşıtlık belirginlik kazan yor. 0 halde, bir yandan
ilerlemeci, düzçizgisel olduğu kadar ileriye dönük bir
kapanmayı da belirleyen teleoloji; diğer yanda ise doğa
bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki ayrım söz konusu.
Bu çizgi içinde Gulbenkian Komisyonunun dikkat çektiği
gibi, ilerlemeci bir tarih anlayışı 18. yüzyılda oryantalizm
ve emperyalizm boyutlarıyla baş gösteriyor; bunu fiziki
dünya ile manevi dünya şeklinde gelişebilecek
Aydınlanma projesiyle teolo-jik-ilahiyatçı gelenekçilik
takip ediyordu. Günümüz dünyasnın 'Cinde bulunduğu
paradigmatik sıkıntıların nedenlerinden biri de bu ikili
ayrımların meşruluk krizi olarak ortaya konulabilir.
Özellikle Yapıbozumcu (dekonstrüksiyonist) bir yöntemin
ana sorunsallarından biri olarak karşımıza çıkan bu
konum, ikili karşıtlıkların her zaman için belirli bir
"ideolojinin" ürünleri olduklarında kitlenmektedir.1 pratik bir yarar ilkesinden meydana gelmişti: Fransız
Aslında, Descartes öncesi, Platondan beri var olan bu ikili İhtilali sonrasında ortaya çıkan Te rör ve toplumsal
karşıtlıklar Batı felsefesinin metafiziğini o|uşturmuştur. savaşın önüne geçmek nasıl mümkündür Auguste
Demda'nın ıkılı karşıtlıkları için bkz, Alı Akay "Plastik Comte'un en büyük ideali bu duruma bir son vermek ti;
Sanatlar ve Yapıbozjm1 Eleştiri ve Eleştiri Kuramları sosyal fiziğin, yani sosyolojinin bu duruma son verecek bı
(yayma haz Mehmet Rıfat), Düzlem yay, 1996 lim olduğunu ileri sürerken "bilimselliği" sosyal alana
Gökyüzü Mekaniğinin incelenmesi nedeniyle kurulan taşımı* oluyordu.
Doğa Bilimleri, doğal yasaları belki de saptayarak -tabii ki Benzerlikler ve Beşeri Bilimlerde Sempati İlkesi
evrensel yasalar olarak kabul edilebilecek bir şekilde Michel Foucault'nun Kelimeler ve Şeyler (Gallimard, 1966)
geliştirilmiştir- bilim ve felsefe arasındaki ayrımı, neticede kitabının ana sorunsallarından biri; Beşeri Bilimlerin,
ortaya çıkaracaktı. Düşünce ile maddi (doğal) dünya Stoacılardan 16. yüzyıla kadar gelişen bir evresinde,
arasındaki ayrım aynı zamanda eski Yunan'dan beri temsiliyet üzerine kurulu olan bir anlayıştan çok,
mekau'k sanatlar ile zanaatlar arasında ayırım için de görülenler ve söylenenler arasında bir benzerlik ve
geçerliydi. Ve Platon filozoflara Devleti yöneticilik, yasa aynılık ilişkisi üzerine oturtulmasını içeriyordu. Don
koyuculuk niteliklerini atfederken sanatçılara ise ikinci Kişot'un yazarı Cervantes ve Descartes ve Port-Royal
sınıf muamelesi yapmakta, şairlerin mitolojileri Gramercileri ile birlikte gösterilen ve gösteren ilişkisi,
saptırdıklarını ileri sürerek onları gerçekleri yansıtmayan, üçlü bir sistemi geride bırakarak ikili karşıtlık rejimini
yanılsatıcılar olardı kabul etmekteydi. Aslında, fark gündeme getirmişti: Daha önce, convenientia, aemulatio,
edilebileceği gibi Gulbenki Komisyonu 16. yüzyıl ile analogia ve sempati3 şeylerin düzenini belirlemekteydi.
başlattıkları sosyal bilimlerin bu il karşıtlık mantığı Bu ilkelerde, benzerlik birincil rolü oynamakta ve Aynılık
kaynaklarını Platon'un felsefesinden almc-taydılar. veya Özdeşlik ilkesi tamamen hakim bir görüşü
Ancak; Platon'un Fibzof-kralma karşın, 16. yüzyıl sadece kapsamaktaydı. Bilginin ortaya çıkmasında benzerliğin ve
düşünceyle, dolayısıyla teleoloji ile uğraşan kimse of rak aynılığın hakim olduğu bu episteme'de Fouca-ult, 17.
ampirik çalışmaları gerçekleştiren doğa bilimci ile farklı i yüzyıldan itibaren şeyler ve kelimeler arasındaki bu
yere oturmaya başlıyordu: A priori deneyleri benzerlik ilkesinin geride kaldığını ve bunun yerini
geliştiremeyen te leologlar. Burada ilerlemeci anlayış, yanılsamaların, göz yanıltıcılarının (barok dönem)
deneysel olan ile düşünse! olan arasındaki ayrımda tam aldığını yazar. Benzerlikler tekabüliyetlerdir ve bu
olarak bir hiyerarşi geliştiriyor ve duyulara ve hatta akla benzerlikler iki yerin birbirine benze-mesiyle belirlenir.
yönlendirilen ile maddi olan arasındaki ayrımı Sınırları birbirlerine değer ve bu sayede karışırlar. Doğa
pekiştiriyordu. 18. yüzyılda, belki de ve özellikle Sosyo- bilimleri ve sosyal bilimler, o halde, ayırım ve farklılık
lojinin ortaya çıkması; Auguste Comte'un "sosyal fizik" ilkesi üzerine değil, benzerlik ve tekabüliyet ilkesine göre
terimi üzerine kurulu bir sosyolojiyi geliştirmiş olması düzenlenmiş ve algılanmaktadırlar. Birbirlerinin sınırı
doğa bilimlerinin belirleyiciliğinin yanına birde sosyal daha çizilmemiş de olsa birbirlerine değmektedirler; bu
bilimlerin "şefini" oturtuyordu. Sosyoloji, bilindiği gibi hareketle birlikte iletişim halindedirler; birbirlerinin dilini
anlamaktadırlar; çünkü Babil öncesi bir dilin, Tanrı ile ve gökyüzünü katetmektedir. Burada daha bilimsel bir
insanın benzerliği üzerine kurulu bir dilin iletişimi ayrılma öngörülmemekte, tersine benzerlikler ve
içindedirler. Birbirlerinin özelliklerinde benzerlik vardır. özdeşlikler hakim olmaktadır. Doğa bilimleriyle sosyal
Tarihin veya edebiyatın özellikleriyle doğa bilimlerinin bilimlerin ayrımından çok teka-büliyeti söz konusudur.
özellikleri arasında tekabüliyet ilişkiler mevcuttur, tıpkı Ve, biyoloji, dilbilim ve politik ekonomi daha ortaya
beden çıkmadığı gibi (19. yüzyıl epistemesi), zenginlikler analizi,
2 Bu arada, neredeyse 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın büyük bir Genel Gramer ve Doğa Bilimleri de oluşmamıştır. Bunlar
kısmını düşün-sel-felsefi etkisi altına alan Marx ve Engels'in doğa Klasik Çağ ile birlikte ortaya çıkacak ve daha sonra daha
toplum ikilemindeki örtüş-mesini de hatırlatabiliriz. Hatta diyalektik bilimsel adlar alacaktır.
düşüncenin doğada da olduğunu ispatlayan Engels örneği ile Beşeri bilimler tam olarak kendi epistemesinde değişikliği
Darvvin'e Kapital'ini yollayan Marx bu açıdan ilgilenilecek örnekler 16. yüzyılın sonuna kadar gerçekleştirememektedir.
olarak karşımızda durmaktadır. Ancak; bu yazıda bu örnekler Sempatiye göre Aynılık asimile etme tehlikesini içinde
üzerinde durmaktan çok scnat ve sosyal bilim karşıtlığı üzerinde barındırmaktadır. Sempati değişikliği mümkün kılmasına
durulacaktır.
rağmen özdeşlik üzerine oturmaktadır. Dünya bağdaşık
3 Foucault, Les Mots et les Choses, Gallimard, 1966, s.32-ile
bir aynılık figürü üzerine kurulmuş olarak
ruhun birbirlerine tekabül etmesi gibi, veya yüz
algılanmaktadır. Şeylerin birbirlerine özdeşliği -birileri
çizgileriyle ruhun veya karakterin aynılık ilkesi üzerine
diğerlerine benzeyedursa bile kendi tekilliklerini içlerinde
kurulması gibi, aynılıklar hakimdir: Otlar hayvanlarla,
barındırmaktadırlar. Sempati, bu bakımdan bir antipati
onlar da insanla; deniz karayla ve insan da herşeyle
ile birlikte var olmaktadır: Farkın yoluna doğru bir yol
tekabüliyet ilişkisindedir. Benzerlikler yine başka
açılmaya başlamıştır. Bu sayede, şeyler kendilerini izole
benzerlikleri çağırıyor.
edebilmekte ve asi-
Bu döneme kadar "dünya, şeylerin evrensel Foucault, a.g.e., s.33.
tekabüliyetidir; suda ne kadar balık varsa yeryüzünde de milasyonu da bu şekilde engellemektedirler: Ceviz baş
o kadar hayvan veya doğa veya insanlar tarafından ağrısına iyi gelmektedir; çünkü ceviz kabuğu ile beynin
üretilmiş nesne vardır"4: Suda ve yeryüzünde kıvrımları arasında şekilsel bir benzerlik mevcuttur. Bu
gökyüzünde olduğu kadar varlık vardır ve bunlar sayede şeyler birbirlerinden antipatiyle nefret
birbirlerine cevap verirler. Yıldızlarla otlar, hayvanlar ve edebilmekte, ancak özdeşleşebilmekte-dirler. Sempati ve
insanlar benzerlikler taşımaktadır. Yeryüzü gökyüzünün antipatinin terazisi dengeyi mümkün kılmaya
ters çevrilmiş aynasıdır. Her yıldız bir otun tinsel ön yaramaktadır: "Şeyler kesişmekte, gelişmekte,
biçimidir. Görülebileceği gibi, astroloji ve doğa ile insan birbirlerine karışmakta, yok olmakta, ölmekte, ancak
birbirleriyle benzerlik ve sempati ilişkisi içinde ele tanımsız bir şekilde, birbirlerini bulmaktadırlar.5 Bu
alınmaktadırlar. İnsan, bizatihi gökyüzünün yıldızlarını dönemin bilgisi görülebileceği gibi Antik dünyanın
barındırmaktadır. Eamulatıo her yerin benzerliğini tüm etkisindedir ve cılızdır. Bilginin öğeleri arasında,
dünyaya taşımakta ve yeryüzünü olduğu kadar denizleri Foucault, bir toplama işleminin var olduğunu yazar. Ben-
zerlik hep başka bir benzerliğe gönderme yaparak gerçekleştirilebildiğine göre, aralarındaki özellikler farklı
aynılaşmak-tadır; her benzerlik, öyle ki, birbirleriyle olsa bile ölçüleri aynıdır. İlişki, o halde aritmetik olarak
toplama işleminde bütünleşmektedir. Orta Çağ ve eşitlik ve eşitsizliğe bağlı kalmaktadır "ölçü benzeri
Rönesans'ta neo-platoncu bir gelenek sayesinde bu özdeşlik ve farkın hesaplanabilir biçimine göre
şekilde kalabilmiştir. "Bilimsel" zihniyetle karşıtlıklar çözümlemeyi sağlar".6 Ölçü ve büyüklük kıyaslamaları
ilkesi (Descartes) ve Barok dünyanın (17. ve 18. yüzyıl başı) şeylerin bir düzeni olduğunu göstermektedir. Bunlar
yanılsamaları benzerliklerin yerini almaya başlamıştır diziler olarak ele alınabilirler; bu da, Descartes'in
Düşünce, artık, benzerlik üzerine işlerlik kazanmaktan "ilerleme" üzerine kurulu yöntemini bize vermektedir.
vazgeçmiştir; ve benzerlik artık bilginin türü değildir. En basitten en karmaşığa doğru "ilerleyen" diziler bu
Daha çok hata ve şüpheye yer bırakılmıştır. Descartes iki yöntemin öğelerinden biridir. Benzer olan birim ve
şey arasında benzerlik olduğunu sansak bile, aslında eşitlikle eşitsizlik arasındaki ilişki karmaşaya göre
farklılık olduğunu bilmek durumundayız, demektedir. çözümlendikten sonra, özdeşlik ve farklar ortaya
Her yerde benzerliklerin hayali sürmektedir; ancak bu, konulur. Öyle ki, mutlak gibi duran bir şey başka bir di-
sadece bir hayal olmaktan öteye gidememektedir. Bacon zinin içine konulduğunda göreli olarak durabilir.
ile beraber bir aynılık eleştirisi başlayacaktır: Ampirik Kıyaslamalar sayesinde farklar ortaya çıkmaktadır. Artık
eleştiri. Benzerlikler birbirlerine yaklaştıklarında tarih ve bilim7 başka bir şekilde söylemeye kalkarsak,
kaybolmaktadır; farklılıklar boy göstermeye başlamıştır: doğal bilimler ve sosyal bilimler birbirlerinden ayrılırlar.
Doğa bilimleriyle sosyal bilimler artık ayrışmaya Descartes, Platon veya Aristoteles'in akıl yürütmelerini
başlayabilir. Bacon insan aklının birden çok benzerlik okumak bilim yapmak değil, tarih yapmaktır diye
bulmaya muktedir iken, aslında doğada farklardan başka yazmaktadır. Onların metinlerini okumak, o halde bize
bir şey bulmaz, diye düşünür: Aynı ad birbirlerinden sadece fikirler tarihi üzerine bilgi verecek, daha öteye
farklı doğalara ve özelliklere sahip şeyler için gitmeyecektir. Bundan böyle metnin işareti ve şekli
verilebilmektedir ve bu doğru olamaz, Bacon'a göre. gerçeği açıklamaktan uzakta kalmakta, gerçek; önce
Descartes kıyaslama sayesinde uzamda ve şeylerde sezgi yoluyla ve akıl yürütmelerin birbirlerine zin-
benzerliğin mümkün olduğunu iddia etmiştir: Her A cirlenmesiyle ortaya çıkışını ve imini kesin ve seçik
B'dir; Her B C'dir; öyleyse her A C'dir. A ve B C sayesinde algılamada kendini gösterecektir. Klasik Çağ'da
bir ilişki kurabilir. Birbirlerinden ayrı olan şeyler kartezyen düşünce ile birlikte, Mathesis evrenin evrensel
birbirleriyle özdeş- düzenini (bilim) gösterecek (ampirik olanın
Foucault, a.g.e., s.40. matematikselleştirilmesi) ve doğa hesaplanabilir ve
lik sağlayabilirler: Özdeşlik ve farklılık. Ölçüler ve ölçülebilir halde algılanacaktır. Matematikleştirme saye-
düzenler kıyaslanabilir: büyüklükler ve çokluklar. Önce sinde şeylerin düzeninin bir sırası olacak ve hiyerarşik bir
bütün tasavvur edilir ve sonra parçaları ortaya çıkarılır. yapılanma, bu sayede mümkün kılınacaktır. Böylece
Bu bölme işlemi (artık toplama yoktur) kısımların tümünü çözümleme evrensel bir yöntem olarak ele alınabilecek,
bize sunmaktadır. Bu bölme işlemi Leibniz'in niteliksel
Foucault burada, Descartes'in Regulea'sından yola çıkarak tebliğde, "Lenin ve Felsefe" adlı konuşmayı gerçekleştirir
alıntılamaktadır Bkz. Foucault a.g.e.,s 67. Foucault, a.g.e., s.69. ve burada bilimsel kıtalar arasında matematik, fizik ve
düzenlerin matematikleştirilmesi gerçekleştirilecektir. tarih kıtalarını bilimsellik eşiğinde değil, direkt olarak
Yalnız, bu yöntem cebirsel bir çözümleme olmaktan çok bilimsel olarak niteler: Teorik kıtaların alt birimleri de
işaretlerin bir çö-. zümlemesidir: Doğa bilimleri, bölgesel formasyonlar olarak adlandırılır. Örneğin kimya
Zenginlikler Çözümlemesi ve Genel Gramer buradan gibi bir bilim, fizik kıtası üzerinde kurulmuş bölgesel bir
meydana geleceklerdir. Bunlar ise daha sonra 19. yüzyıl formasyondur.8 Etienne Balibar da Althusser İçin Yazılar
modernizminin içinde dil, yaşam ve ekonomi olarak üçlü kitabında9 "Gaston Bachelard'dan Louis Althusser'e
bir işaretler dizisine dönüşecekler; bu şekilde de 'Epistemolojik Kesinti' Kavramı" başlıklı yazısında "Yeni
benzerlikler üzerine kurulu bir anlayış yerini özdeşlik ve bir bilimsel Tinin" yaratıcısı filozof ve bilim tarihçisi
fark üzerine kurulu bir düzenin içinde şeyleri olarak niteleyebileceğimiz Bache-lard'ın etkisinin
yerleştirmeye bırakacaktır. Althusser'e nasıl yansıdığını açıklamakta; ancak
Doğa Bilimi Olarak Dilbilim Althusser'e bilimselliğin içindeki ideolojiyi keşfederek
20. yüzyılda, yapısal dilbilim, Levi-Strauss'un da Yapısal bunun aynı zamanda "siyasi tavır" olduğunu ve ayrıca da
Antropoloji kitabında belirtmiş olduğu gibi, bir bilimler tarihinde, "epistemolojik kesintinin" yaratıcılığı
bilimsellik kazandı. Foucault "dilbilim ve Sosyal Bilimler" konumunu da Bac-heiard'a da teslim etmektedir.
adlı Revue Tunisen-ne de Sciences Sociales (Aralık 1966) Kesintinin "kuramsal biçimlerle (matematik) kesin
yazısında dilbilimin, iletişim kuramlarının da etkisiyle, deneysel tekniklerin tekil tarihsel birliği olduğunu yazar
biyolojinin, biokimyanın ve genetiğin yeni ilişkileriyle Balibar.10
"bilimsellik eşiğinde" olduğunu yazmaktadır. Beşeri Foucault, "bilimsellik kazanmış bir dilbilim ile Beşeri
bilimlerin bağrından çıkan dilbilim, bu şekilde, doğa bilimler de pozitif hakiki bilim normuna erişir" diye
bilimlerine doğru yol aldı. Pozitifleşti. Foucault "yorumsal yazar. Aynı şey, sosyolojinin, mitolojinin (mitlerin
bilgiden formel bilgiye doğru" gittiğini; dilbilimin gerçek çözümlemesi) ve edebiyat eleştirisinin de izlediği yol
bilimlerin safına geçtiğini söyler. Bu şekilde beşeri olmuştur. Foucault, bu sürecin, 18. yüzyıla kadar
bilimlerden ortaya çıkan dilbilimi sosyal bilimlerin bir taşınabileceğini, d'Alembert'in, Ansiklopedinin Giriş
modeli olmaya başladı. Yapısalcı Antropolojiyle başlayan Yazısında bir dilin çözümlemesi yapılarak, gelecek
bu akım, 19401ı yılların sonuna doğru tüm alanı nesillere dönemin tekniğini, adetlerini, bilgilerini vermek
kapsamaya başlar ve özellikle göstergebilimle yeni bir istediğini ve Ansiklopedinin kelimeler sözlüğü olduğunu
eşiğin hazırlayıcısı olur. Sosyal bilimler kendi bilimsel- belirtir.
likleri için dilbilimin modelinden yola çıkarlar ve Buradan yola çıkarak, Foucault, Auguste Comte'un veya
"bilimsellik eşiğini" zorlarlar. daha sonra Durkheim'ın sosyolojisiyle dilbilimin her
Yapısalcılıkla başlayan bir düşünce akımı içinde, Althusser zaman diğer beşeri bilimlerden daha avantajlı bir
de Marksizmden bir bilimsellik oluşturmaya çalışır. 1968 konumda olduğunu hatırlatır. Böylece, dil bilimlerinin ve
yılında Societe Française de Phisolophie'de verdiği toplum bilimlerinin sadece günümüzde birbirlerine
yaklaşmadığını, bunun eskiden beri gelişen bir geleneğe şimdiki zamanını ve kendiliğindenliğini incelerken filoloji
ait olduğunu yazar: "İki yüz yıllık bir gelenektir". Farklı bir kesitten diğerine evrilen düz çizgisel bir görüngüler
olan, dilbilimin sosyal bilimlere bugüne kadar verdi- ağını incelemekteydi. Eşsüremliliğin ise tarihi
ğinden daha 'farklı bir epistemoloji' verme yetisine sahip reddetmediğini, ancak geçmişi reddederek şimdiki
olmasıdır. Modern dilbilimin 17 ve 18. yüzyılın Genel zamanı öne çıkarmadığını gösterir. Bu ise statik an'ın
Gramercilerden farkını şu şekilde belirtir: 19. yüzyıl çözümlenmesi olarak algılanmamalıdır, tersine değişimin
filolojisi de belirli diller üzerine araştırıyordu ancak, koşullarını inceleme olarak düşünülmelidir. Bu epis-
Saussure ile birlikte genel olarak temolojik konumun mikrobiyolojiden sosyolojiye kadar
Louis Althusser, Lenin ve Felsefe, Çev., Bülent Aksoy, Erol gitmek olduğunu azarak bu makalesini bitirir Michel
Tulpar, Murat Belge, Birikim Yayınları, 1976, s.39. Foucault.
Althusser filozofların bilimin cenaze törenini yapmak için Günümüzdeki Durum
bilimin krizinden söz etmekte olduklarını eleştirerek Yapısalcıhk-sonrası bir dönemde (özellikle 1970'li
yazar (s.47). Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi "bazı göstergebilimin değişimi, Barthes'ın ve Eco'nun yoruma
biyolog, genetikçi ve dilbilimcinin 'enfor-maston teorisi' bilimselliğin ötesine doğru taşır dilbilimi ve giderek di
çerçevesinde kurmaya çalıştıkları felsefenin de "küçük bir 1980'li yılların ikinci yarısına doğru "bilimsellik"
felsefe buhranı" olduğunu iddia eder (s.48). iddiaların şında yerini alır. Ayrıca bilim adamlarının
Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev., Hülya Tufan, İletişim yay., 1991. kendileri, tizi genetikçiler kendi bilimselliklerini
10 Balibar, a.g.e., s.22. "araştırma olarak" nite < te ve pozitivitelerini
dil üzerine çalışılmaya başlandı. Saussure ile dil artık nin kaybetmeye başlamışlardır. Etik ve sorunlar pozitivliklerin
ve çevirinin bir temsiliyeti olmaktan çok bir iletk1 yerini almaya yüz tutar. Sosya doğa bilimleriyle olan
olmuştur. Bir yanda yayan diğer yanda ise alımlayan v lin ayrımı dilbilim ile aşılırken, u limsellik krizi içinde
çözümlemesi bu şekilde bir temsiliyete ve psikolojik sosyolojinin de eleştirisi ele alınıp ^ lanmıştır.
lemeye gönderme yapmaktan çok yayma ve alımlama ve
kodsuzlaştırmalar ve mesajın iletimi üzerine kurulur m ıT
ramı enformasyonun tüm görüngülerinin çözümlemesi h
U gelir; çünkü bu şekilde, dilbilimsel çözümlemelerin
formalj matematize edilmesi mümkün olur. Ve sosyal
alan kodlarl enformasyon biçimleriyle tanımlanmaya
başlar. Gabriel de de zamanında sosyal alan psikolojik
açıklama biçimlerine & bir şekilde dururken artık kodlar
ve mesajlarla, dilbilimsel model üzerinden açıklanmaya
başlanır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Foucault,
artsüremlilikten kurtulan dilin eşsüremlılık sayesinde
filolojiyi aştığını iddia etmektedir. Dilbilim b\r dilin
vb.) ve küçük gruplar, cemaatleşmelerle, kabileleşmelerle
(Maffesoli) birlikte bağdaşık yapı arzusu ile reel ayrışık,
makinasal birliktelik (Guattari), organik bir toplum
yapısının ütopikliği ile karışmıştır. Raymond Boudon
toplumdan çok metodolojik bir bireyciliğin analizini
1 Bkz., Bourdieu avec LoicJ.D. Wacquant, Responses, Seuil Yay.,
1992, s.38.
SOSYOLOJİDEN SOSYALLİKLER ANALİZİNE 2 Bkz., Alain Touraine, Oü va l'Etat, Le Monde des Editîons, 1992,
Son zamanlarda farklılaşmaya başlayan toplumsal durum s.74'den Devlet, radyo ile tüm toplumu mu toplayıp, bütünleyecek,
ile ortaya çıkmakta olan yeni sosyallikler, sosyolojinin yoksa yine köylerde, fle-se bTutal Küçük.
nesnesinin değişiminin belirtilerini göstermeye appnanın mümkün olduğunu ileri sürmüştür: Modern
başlamıştır. Sosyoloji 19. yüzyılın epistemesinin bir ürünü sosyolojinin toplumsal değişimin, makrososyolojinin
olarak fonksiyonel veya yapısal alansal analizleri sosyal aktörlere ve ajanlara kadar indiği zaman anlaşılır
bağlamında (Merton, Crozier, Levi-Strauss, Bourdieu vb.) kılındığını yazmıştır.3 Bu şekilde karşılıklı bağımlılıkları
bağdaşık bir toplumun varolabilme koşulları üzerine ön plana çıkarmıştır (interde-pendance). Burada
düşünmüştür. Bourdieu yapısalın yerine habi-tus ve alan toplumun pusulayı insanlara göstermekten vazgeçer bir
(champs) kavramlarını çıkarsa daf rasyonel bir mo- duruma gelmesiyle, ellerine pusulayı alan insanların
dernizmle postmodern bir dekonstrüksiyonist ve portrelerini çizmektedir. Ve Parsons'un teori ve ampirik
soykütükçü düşünceyi birleştirmeye çalışmaktadır.1 analiz arasındaki ayrımını birleştirmeye çalışmaktadır. Bir
Durkheim'den VVeber'e kadar sosyoloji normlar, çeşit homo sociologicus'u homo economicus'un yerine
rasyonalite ve bunların dışına çıkanlarla doğacak ikame eder. Bu durumda, fonksiyonel sistemin yerine
sorunları çözmeye çalışmış: Toplumun köksüzleş-mesine karşılıklı bağımlılık sistemini oturtur, çünkü
karşı nasıl mücadele edileceğini ve kolektif bilincin nasıl fonksiyonalistlerin bireylere ciddi normatif zorunluluklar
güçlendirileceğini soran Durkheim'de, organik getiriyor olarak kabul edilmelerine karşın, bireylerin
topluluğun karşısına işbölümü üzerine kurulmuş toplumu özerk rollerini ön plana çıkartmıştır. Michel Crozier ise,
çıkaran Tonnies'de, hatta ekonominin rasyonelleştirilmiş sosyal sınıfların referans sistemlerini tam olarak bir
dünyasına hem zorunlu hem de tehlikeli bir tarzda ulusal kenara koymamakla birlikte, bunların çatışmalar ve işleyiş
tanrılar savaşının müdahale ettiğini gören VVeber'de de biçimlerinin önem kazanacağını ileri sürmüştür. Böylece,
bu şekilde gelişmiştir.2 organizasyonların analizini sosyolojinin nesnesi haline
Dolayısıyla psikanalitik boyutu işin içine soktuktan sonra getirmiştir.4
sosyo-psikoloji (Garfinkel ve etnometodoloji), kurumlar Organizasyonların işleyişi ve işleyişten çıkışı modern top-
analizi (Loureau# R. Hess, Lapassade) şeklinde gelişmiştir. lumların "anahtar görüngüleri" olmuştur. Bourdieu'nün
Bağdaşıklaş-ma, bütünleşme postulalarını tüketmeye genetik yapısalcılığının ve Georges Balandier'nin dinamik
başladığı yerde, marjinaller (Deleuze, Guattari, Foucault sosyolojisinin sınıf atışmalarının yapısı (alanı) ve dinamiği
(diyalektik) üzerine yön almalarına karşın, Crozier'nin karşın, Bourdieu, sembolik hakimiyete önem vermiştir.
(organizasyon sosyolojisi) sosyolojik nesnesi "sosyal Durkhe-im'in "sosyal nesnelliğine" karşın ise (sosyolojiyi
işlevlerin tümünü doldurmaya yönelen insani bir bilim olarak ele almaktan ziyade) objektivasyon
Mnşaanın' organizasyonun" içinde ele alınmasıdır. Alain yöntemini ele alır. Buna katılımcı objektivasyon adını
Touraine ise kendi sosyolojisinin nesnesini "sosyal aksiyon verir, araştırmacının araştırdığı nesnenin kendisinin
ve sosyal hareketler" terimleriyle belirlemiştir (çalışma önemini azaltmaya varan bir analiz biçimidir bu.
sosyolojisi). Touraine, Marksist sosyolojinin sosyal Dolayısıyla nesneyle bir kapmayı içerir.9 Bu bağlamda,
analizlerinin "son belirlemede ekonominin hakimiyeti postmodern bir durumun varlığı (Lyotard, Bell, Hassan,
ilişkisini bir kenara bırakıp, VVeber'ci olan bir sosyolojinin Baudrillard, Li-povetsky) tartışma konusu edilmeye
nesnesinin aktörler tarafından belirlenen yön" olduğunu başlanmış (Habermas'ın Foucault ve Lyotard ile
ileri sürmüştür:5 Sosyal olayların temel karakterlerinin gerçekleştirmeye çalıştığı ve asla ger-çekleşemeyen
eylemin nesnesi ile aktör tarafından bu nesneye verilen tartışmalar) ve toplumun içinde yaşayan insanları Ulus
anlamı birleştirmek olduğunu söylemiştir (Eylem Devlet ve Refah Devleti (P. Rosenvvallon) içine sokmuş-
Bkz., Raymond Boudon, La logique du social, Pluriel, 1979. tur, toplumla bütünleşmesinin meşruluk krizinin baş
Bkz., Le phenomene bureaucratique, Seuil Yay., 1963, ve La societe göstermesiyle çoğul sosyallikler sosyolojinin yerine ikame
bloquee, etmeye başlamıştır. Belki de, bugün sosyolojinin kendini
Seuil, 1970. tükettiği ve nesnesini kaybetmeye başladığı ölçüde,
Bkz., Alain Touraine, Sociologie de l'action, Paris, Seuil Yay., 1965. yerini Sosyallik Analizine bırakmaya başlamıştır. Burada
analizleri için çalışma hem model, hem de alan olarak Foucault'nun Kelimeler ve Şeyler
elverişli hale sokulmuştur). Sanayi toplumlarının üretim 6 Bkz.# Alam Touraine, Production de la societe, Seuıl Yay , 1973.
güçlerinin kontrolsüz büyümesi ile hakim bir dönemi 7 Bkz , Pierre Bourdieu, Homo Academicus, Mınuıt, 1984 ve La
belirlediğini ve post endüstriyel toplumların ise distinction, Mi it, 1979.
kendilerini emeklerinin ve sosyal ilişkilerinin bir ürünü 8 Bkz., Bourdieu, Passeron, Les Heritiers, Les Ğtudiants et leurs
olarak görmeye başlayan aktörleri öne çıkardığını ileri etudes, Yay., 1964, Bourdieu, Darbe!, L'Amour de l'Art, Minuit, 1966,
sürer.6 Bu toplumlarda yatırımlar, özellikle, bilim ve Bourdieu, lesse d'Etat, Minuit, 1989.
tekniklere aynı zamanda ise iletişime kaymaktadır. 9 Bkz , Bourdieu, Wacquant, Reponses, Seuil, Yay., 1982, s.224.
Dolayısıyla toplum ve kültür arasındaki köprü toplum ve kitabında bahsettiği Zenginlikler Analizinin ekonomi
ekonomi arasındaki ilişkinin yerini almaya başlar. Bu politiğe dönüşmesini gerçekleştiren epistemik kopuşu
bağlamda, Pierre Bour-dieu'nün kültürel kapital terimi anımsatmakta yarar var. Yeni bir episteme içinde
önem kazanmaya başlar:7 Bo-urdieu öğrencilerin kültürel sosyoloji de yerini sosyallikler analizine bırakmakta
tanılarının pratikleri, müzelere ilgi, önemli okulların mıdır? Bu sorunsalı, burada, ortaya fırlattıktan sonra
üzerine çalışmalarıyla kültürel alanı sosyolojinin nesnesi (Varlığın dünyaya düşmesini anımsatan Heideg-ger'ci
haline çekenlerden birisidir.8 anlamda kullanıyoruz) bilindiği gibi Fransız düşüncesinin
Genelde, Marksist analizlerin ekonomik belirleyiciliğine öncülüğünü üstlenen Sosyoloji Koleji adı altında Georges
Bata-j||e, Roger Callois vb.Merinin çevresinde düşünceleri ile almanın olanaksızlığının da üzerinde
örgütlenmiştir. Bu yazar ve düşünürlerin etkisi duruyoruz. Tek perspektiften bakmanın da rahatsız edici
günümüzde hâlâ sürmektedir. ve karşısındakini anlamaya elvermeyen konumunu düşü-
Türk düşüncesi, diğer ülkelerin aydınları gibi bu nüp, en azından kübistlerin yaptıkları gibi perspektiflerin
gelişimden etkilenmiştir. Öncelikle Durkheim'ci bir çoğalmasının ve çakışmasının gerekli olduğu
gelenek ve daha sonra Le Play'ci bir düşünce tarzı düşüncesindeyiz.
sırasıyla merkeziyetçi ve adem-i merkeziyetçi Bu kesişmenin etkisini algılayıp, anlamaya çalışıyoruz. Bu
düşüncelerin gelişmesini etkilemiştir. Bu ekollerin Türk algı ve etki ilişkisinin görünülür halinin yakalanmasının
toplumu ile ilişkisi toplumsal düzeyde kurulmaya çalışıl- ise bir sezgi sorunu olduğunu varsayıyoruz. Nesnesini
mıştır. Bu, toplumların güncel sorunları üzerine düşünen tüketen sosyolojinin yeniden toparlanması ve sosyallikler
yazarların zihinsel gelişmelerini oluştururken, toplumun analizi şeklinde ortaya çıkması için sezgisel bir yaklaşımın
siyasi ve kültürel gidişatını da belirlemeyi üstlenmiştir. şart olduğunu düşünüp, sezgisel bir yaklaşımın nesnel
Özellikle 19801i yıllara gelindiğinde yerleşikleşen analizlerden daha etkili olduğu varsayımı içinde, geçmiş
düşüncenin meşruluk krizi başgöstermiştir (Köker ve T. düşüncemiz içinden bugün nelerle buluşabileceğimiz
Parla) ve daha sonra günümüzün sorunsallarını önem taşımaya başlıyor. Geçmiş dönemin eserleri üzerine
hazırlayan tartışma ortamının açılmasını sağlamıştır. dikkat ettiğimizde, gelenek ile ne şekilde ilişkimizin
Bugün bizi ilgilendirdiğini öne sürdüğümüz 1970 öncesi kurulabileceği, gelenekselin bugünkü bağlamda nasıl
dönemden günümüzün sorunsalına aktaracağımız yeniden güncelleşeceği sorunu karşımıza çıkıyor:
nelerin kaldığıdır. Bir de teorik yanlarının dışında pratik Geçmişin eserlerinin güncel değerinin araştırılması,
olarak nasıl günümüzle örtüşeceğidir. Bu soruyu sorunsal haline getirildiğinde anlamlardan çok ayrı olan
sorduğumuzda hem geçmiş ile bağlarımızın değer yargılarımız işin ehli sayılan bilim adamlarının
koparılamayacağını, yeniden güncelleştirmelerin değer yargılarıyla iç içe girmeye başlıyor. Bu şekilde
mümkün ve zaruri olduğunu, hem de toplumun ayrışık Cumhuriyetin kuruluş öncesi ve sonrası sırasında yazılan
formasyonunda, geleneksel bağdaşıklık üzerine kurulu eserlerle tarihi ilişkimiz yeniden keşfedilmiş olacaktır. An-
teorilerle toplumsallığın açıklanamayacağını belirtmek cak, bağlamın bugünkü zamanın tarihi olması
istiyoruz. Ortaya atılan konunun zenginliğinin ve bakımından yeğin bir önemi ortaya çıkmaktadır. Bugüne
karmaşıklığının farkındayız. Amerikan sosyolojisinin, bakıldığında toplumların parçalanması, ayrışıklaşması,
Alman eleştirel ekolünün rollerini yadsıyamayız, ancak bağlaşıklaştırma olasılığını ortadan kaldırmaktadır, o
günümüzün sorunsallarının varolanı eleştirmekten ve ölçüde sosyoloji nesnesini kaybetmeye başlamıştır.
niceliksel olarak açıklamaktan çok, onun görünür kılın- Ayrışık, kendi farklılıklarını koruyan küçük gruplar,
masını gerektirdiğini düşünüyoruz. Söylem analizleri, cemaatleşmeler, kabileleşmelerin birlikteliğinin yaşandığı
indirek anketler ve sezgisel yaklaşımın bilimselliği Megalopoller döneminden sanat, edebiyat ve
(araştırmacılığı) söz konusu edilebilir. Bu arada, bir sosyolojinin tarihi ve niceliksel analizlerden daha etkin
perspektif söz konusu olacağından tüm ekolleri ve olacağını düşünmekteyiz.
Eski toplumlarda konuşanın Tanrı olduğu yerde, onun yasladığı değerler de toplumda mumla aranmaya başlar.
mesajı çözülmeye çalışılırdı. Tanrı kalmayınca konuşanın Ne ekonomik, ne de toplumsal rasyonaliteden
kim olduğu, kimin konuşacağı sorusu sorulur. Toplum bahsetmenin mümkün olduğu dünyada, tüm değerler,
yok olunca, sosyologun sözü değil, kimin (sanatçının mı, belki de, Baudrillard#ın yazdığı gibi yörüngeye
fizikçinin mi) konuşacağı sorulur. Burada, artık, sanatçı girmişlerdir. Toplumsalın simülasyonu ve normların bir
konuşmaya başlar. Ve zaten bireysel bedenleri cemaat ve parodisinin kaldığı bir durumda sürüp giderken, anomi
toplum haline koyan Yasaların makinasallığıdır.10 değil, yörüngenin vecdinin göndermesiz hali geçerli hale
Yasaların işlemediği, evrensel yargı mekanizmasının gelmiş midir? Bu bağlamda, yine, yeni bir toplumsal
meşruluğunu kaybettiği yerde, toplumun yasası da yok analizi bulabilmek için, sosyallikler analizini önermek
olur. Onun garantörü olan sosyolog işsizlikle karşı mümkündür, sanıyoruz. Dağılmış olan toplum, küçük
karşıyadır, tıpkı fabrikası battal hale gelen işçi gibi, işsiz grupların sosyalliklerini ortaya çıkardığında, bunların
kalabilir. analizini yapmak zamanı gelir: Ya da hiçbir şey. Yapılacak
Bugün bilimin (özellikle fizikteki durum görelilikle ve analiz toplumun simülasyonunun de-
quan-tumdan sonra Benveniste'in suyun belleği) 10 Bkz , Michel de Certeau, L'Artde faire, Gallımard, 1990, s.209.
çözülmesiyle, sosyolojinin de bilimciliği çözülmeye 11Bkz , Baudrillard, La transparence du Mal, Galilee, 1990, s.117.
başlamıştır. Söz konusu olan aslında, sosyolojinin ğil# yeni küçük gerçeklerin analizi olur. Bu da ilk etapta
ölümünden bahsetmekten çok# onun bir doğumundan, sanatçının sezgisiyle mümkündür gibi duruyor (burada,
simülasyonla bir epidemi haline gelişinden, bir Nietzsche'nin başlattığı, Deleuze'ün sürdürdüğü
transsosyolojiden bahsetmektir, çünkü transpolitik gibi, Platon'un tersyüz edilmesine devam edilmektedir).
transa-vantgarde gibi transsosyoloji de artık sadece bir Yöntemini kurmak uygulamaya kaymıştır, çünkü toplum
hiperreeldir. Her şey sosyolojik olduğu yerde artık hiçbir değil transsosyallikler vardır artık. Devletin bile meşgul
şey sosyolojik olamaz, sözcüğün anlamı artık bir şey ifade olduğu alanlar arasında, toplumun tümcü değil, ama
etmemeye başlar. Tıpkı "her şeyin estetik olduğu yerde terörist kesim, medyatik (iletişim) kesim (özel televizyon
hiçbir şey ne güzel ne de çirkin olur, sanatın kendisi bile ve radyolar ve de herbirinin ayrı bir sosyalliğe hitap
yok olur artık".11 Sosyoloji kendi kavramlarını ve etmesi -bazıları aynı grupları hedeflese bile- Devlet,
mantığını kaybetti. Ne homojenik, ne organik radyo ile tüm toplumu mu toplayıp, bütünleyecek, yoksa
dayanışmacılıkta başgösteren anomi, ne yabancılaşma, yine köylerde, radyodan Viyana valsleri yayınlayacak,
çünkü bunların olabilmesi için toplumsalın homojen, köylülere tarlalarında vals mi yaptıracak? Artık ne köylü,
normları içeren, yasaya bağlı olan, üretken ve üretirken ne tarla, ne de devlet radyosunun homojen hale
doğasına emeğine yabancılaşan bir emekçinin içinde getirmek istediği toplumun meşruluğu söz konusu) ve
yaşadığı yer olması gerekir. Ekonomi politiğin yok olması sağlık kesimiyle uğraşıyor (Aids'e karşı kampanya: Tek
gibi (spekülasyonun bir transeko-nomisi ile değer çare tek eşlilik tir). Zaten terörizmi de bir virüs olarak
yasasının, piyasa kurallarının, artık-değer üretiminin bir görmüyor mu veya iletişimdeki (bilgisayarlardaki) farklı
şey ifade etmemeye başlaması), sosyolojinin üzerine isimli virüslerle, frekanslara gi ren radyo ve telsiz
kanallarıyla uğraşmıyor mu? kadar Yunanlı, Babilli veya Mısırlıya nazaran soyutlamayı
Toplumbilim, Türk Toplumbilimi Özel Sayısı, Ekim 1993 bulan olarak kabul edilse bile, onun görmesi ile bizim
soyutlamamız arasında büyük ayrımlar vardır.
Bilim tarihinden alınabilecek bir örnekle dönemlere göre,
görüşlerin ve söylemlerin ne kadar farklı olduğunu;
kelimelerin anlamlarının tarih içinde yapılan keşifler ve
icatlarla nasıl değiştiğini hatırlayabiliriz.
Tales'in üçgenin uzunluğunu hesaplaması ile Babil
astrolojisi arasındaki benzerliğe değinirsek, Tales'in eski
Babil bilgilerini kullanmış olduğu gibi, onun güneşin tarla
üzerindeki yansıma-S|nın gölgesini, ölçme aracı olarak
ÖZNE OLMAK kullandığını ve hatta yazının ve kağıdın bile bu doğal
Tarihin, sanatın, eserin vb. öznesi olmak. Ego'ya sahip ol- ilişkilerden meydana geldiğini düşünebiliriz: Page
mak, burjuvazinin veya proletaryanın öznelliği. Birey, li- (bugünkü Fransızca'da kağıt anlamına gelmekte) eskiden
beralizm, kolektif özne vb. Bütün bu terimler tarla anlamına gelmekteydi ve güneşin gölgesi tarla
modernliğimizin Aydınlanmadığı içinde sorunlarımız üzerine düştüğünde tarlanın üzerinde okunacak işaretler
olarak ortaya çıkmıştır. Bir özne olarak sanatçı eserini bırakıyordu. Güneş saatinin kadranı da yine aynı işlevi
yaratırken veya bir bilim adamı bir birey olarak buluşunu görmekte değil mi?
gerçekleştirirken, hep özne mi olmuştur? sorusu Yunanlı bir piramidin, bir mezar taşının, bir vücudun veya
toplumların görüşlerine göre (doxa) büyük farklılıklar bir tahtanın yere çakılmış hali sayesinde güneşi
gösterdiği kadar, derinlemesine tarih içinde de çok büyük görebilmekteydi. Aynı şekilde, tarlalarında çalışan
farklılıklar göstermiştir. köylülerin de geleneksel zaman ölçme aletleri yine
Modernliğimizi oluşturan sorulardan biri olan toprağın üzerine konulan bir çıtanın gölgesinden
Descartes'in cogito Ergo sum (düşünüyorum o halde oluşmaktadır. Eski Yunan'da gnomon saat rolünü
varım) özne kuramının başlangıcı olarak ele alınır hep. üstlendiği gibi, "seçen" ve "karar veren", "yargılayan,
Aslında görmek yani theoria ile soyutlamak arasındaki belirten" anlamına da gelmektedir. Kim bilir? sorusu
farkı düşünürsek, eski Yunan'ın teorisi ile günümüzde sorulduğunda şu veya bu öznenin bilmesinden değil,
bizim kullandığımız şekliyle teorinin ne kadar farklı gnomon'un bilmesindeı söz edilirdi. Çünkü modern
anlamlar içerdiğini görebiliriz. Dünya ve doğa, ona ba- zamanların başlangıcı olarak kabu edebileceğimiz
kanlara kendini gösterir (theoria). Bunun gözükebilmesi çağlarda olduğu gibi, astronom gözlüklerle, te-|
için ise yetilerine sahip bir özneye gereksinim yoktur. leskoplarla gökyüzüne bakmazdı eski Yunanlı. Filozoflar
Gnomon (güneş kadranı, bilgi cetveli) binlerce durumdan an içinde duyulan bir gelişmeden bir şeyin bulunmasının
seçilmiş olanı ele alır, anlar. Modern çağlarda özne olanaksızlığını, Klasik Çağ'da, haykırmaktaydılar.
gnomon'un yerini almıştır: Özne haline gelmiştir. Her ne Bu, Klasik Çağ'da, bir özneyi, bilincini ve bedeni gerekli
kılmıştır. Eski Yunan'da ise, bir çıta, o dönemlerde, bilgiyi vermektedir.
gözden önce sunmaktadır. Gözün duyarlılığı duyumu, 1 Heidegger, öznenin hem şiddetli bir eleştirisini yapmış,
burada, ikincil bir konumdadır. Bu nedenle güneşin hem de bir başka şekilde özneyi yeniden önemli bir
gölgesini bize gösterenin bir insan vücudunun mu, bir konuma Dasein adı altında getirmiştir. Heideg-ger'e göre
çıtanın mı gölgesi olduğu önem taşımamaktaydı. İster özne Tanrı'ya, bilincine veya diğer insanlara karşı bir
dikili taş, ister bir tahta parçası, ister insan vücudu, bilen takım yükümlülüklerle dolu olabilecek olan bir özne
gnomon'du. Öznesiz bir bilim hakimdi. İnsan vücudunu yerine, kendi kendisine karşı yükümlülükleri olan bir
kaldırın, yerine bir taş dikin aynı işlevi görmekteydi. Bilgi Dase/n'den bahsediyor; çünkü, Dasein'\ Heidegger'ci bir
açısından bir fark ortaya çıkarmayacaktır. O değişmezdir. okumaya göre yorumlamaya kalkarsak, öznenin
Nesneler değişebilir, birbirinin yerine geçebilir. Yani; "modern" ismi Dase/n'dır. Ego sum ego existoVıun
biçemler, malzemeler, modern deyişle özne ve nesne Descartes'cı okunuşunun dışında bir durum ile karşı
arasındaki fark yok olur. karşıya olduğumuz belirgin gibidir; çünkü her ne kadar
Günümüzde özne ve anonima sorunlarının yeniden Descartes'a atfedilen bir öz-ne'den bahsedilse bile Deniş
gündeme gelmesi Blanchot, Foucault, gibi düşünürlerin Kamboucher'nin yönetimindeki çalışmada da gösterildiği
öznesiz bir dünyayı gündeme getirmesi modernliğimiz gibi, Jocely Benoist "Öznellik" maddesinde, Descartes'ın
açısından sorun gibi karşımıza çıkar gibi dursa da aslında özne kelimesini kullanışının aslında konu anlamında
modernleşen bir dogan soruşturulmasını, değiştirilmesini, kullanıldığını ve günümüzdeki modern özne ile
sabitsizleştirilmesini önemsemeleri açısından, hem Descartes'ın şüphe üzerine kurulu cog/to'sunun,
bilimsel, hem doğal, hem de gerekli bir araştırma işlemi Aristoteles'in töz'ünün bir devamı olduğunu göstermiştir.
olarak görünmektedir. Modern dogmalardan da, ilahi Buna göre Descartes'ın yeniliği Aristoteles'in tözünün
dogmalardan da kurtulmanın önemi kadar, kurtulmayı maddiliğini cisimsizlik olarak ele alışında yatmaktadır.
önemsemeliyiz. Yunanca'da ousia olarak ele alınan özne fikri aslında
Modern Çağda Özne tözün bir çevirisidir. Platon, Porphyr tarafından ruhun
20. yüzyıl içinde, öznenin oluşumu üzerine geliştirilen ousia olarak nitelendirilmesinden itibaren Aziz
akımlar arasında, belki de en ön planda görüngübilmi ve Augistinus ous/a'yı töz (substance) olarak kullanmıştı. Bu
psikanalizi saymak gerekecek. Buna rağmen tüm anlamda Descartes'ın yeniliği töz'ü kullanırken ona
görüngübilimin ve psikanalizin özne teorisi üzerine cisimsizlik atfetmesindedir. Descartes için düşünme
kurulu olmadığını düşünmek gerekecek; çünkü sonuçta, eylemi içinde "Ben" ortaya çıkmakta; yani "var
baktığımızda görüngübilimin 20. yüzyıl versiyonu olarak olmaktadır". Descartes "düşünen Ben'in" geleneğe
Husserl'ci bir özne teorisinin yanında Heideg-ger'in rağmen "cisimsiz bir tözdür" (Colvius'a 14 Kasım 1640'da
öznellik eleştirisinde bulunduğunu biliyoruz.1 Aslında, yolladığı mektup). Bkz., Jocelyn Benoist, in Nations de
bunun Nietzsche'nin etkilerinin 20. yüzyıla yansıması philosophies II, Galli-mard, 1995, s.516. Benoist, modern
olduğunu düşünebiliriz. Psikanaliz ise bize Freud'dan özne fikrinin Leibniz ve hatta Kant'ın ilk Eleştiri'sinden
Lacan'a parçalanmış, bölünmüş bir özne fikrini itibaren mümkün kılındığını ileri sürmektedir. Nietzsche
de Özne eleştirisinde bulunurken Descartes'ın aslında çıkaran Des-cartes, Ben'in düşünceye karşı tavrını ele aldığında
kelimeler ve şeyler arasındaki "korkunç" hatta "ben'den başkası düşünmemektedir; o halde düşünen ben "vardır".
"canavarca" bir karıştırmadan söz etmektedir (Bkz., La Ancak burada Batı metafiziği içinde düşüncenin ve hatta ölümün ben
Volonte de Puissance, Livre de Poche, 1991). Burada çok ile özdeşliğinden söz etmekte olduğunu hatırlamalıyız; çünkü, nihai
açık bir şekilde Foucault'nun kitabının adını bulmak olarak ölüm karşısında ben tek olarak ve tekil olarak dünya ile
mümkün gibi durmaktadır. Bu ayrışıklık aslında, Fouca- karşılaşmaktayım. Ancak; Descartes için ben, dünyadan koptuğu za-
ult'nun da özne eleştirisini ve insanın ölümü temasını man benliğini düşünen ben olarak ortaya konulabilmektedir. Husserl,
Descar-tes'dan aldığı miras içinde dünyasızlaşma veya dünyanın
beraberinde getirmektedir (Bkz., Ali Akay, Michel Foucault'da
yıkıma uğraması olarak çevrilebilen VVeltvernichtung eyleminde, bu
İktidar ve Direnme Odakları, Bağlam Yay., 1995, 2000).
tecrübeyi yaşayan "ben'in hiçliğe karşı gösterdiği direnme eylemini
Bunların yanında bilimsel düşüncenin kartezyen2 formüle etmektedir. Bu yıkım içinde "geriye kalan" hem
kalıntılarının altında geliştiğini hesaplamaya görüngübilimsel hem de metafizik bendir (Bkz., Husserl, İdees
kalktığımızda, bu bilimselliğin içinde yatan en merkezi directrices pour une phenomenologie, Trad. Paul Ricoeur, Gallimard
düşüncelerden birinin özne ve nesne diyalektiği içinde 1950). 0 halde öznenin özelliklerinden, belki de, en belli başlılarından
kalan ve Tanrı'nın yerine artık aklın geçtiğini öne süren, biri, ölüm ve dünya karşısında takındığı tavır ve aldığı tutumdur;
Hegel'in izlerini bulmak mümkündür. O'nun köle ve çünkü düşünceyi kimse benim yerime düşünemez (anlık ve duyum
efendi üzerine kurulu olan diyalektik anlayışı iktidarda- arasındaki Kant'cı ayrım da burada önem kazanmaktadır) ve ölemez.
kilerle onlara hayatlarını teslim eden kölelere dair olan Ölümü beklemek "kişisel bir" eylemdir: Ölüm karşısında kimseye yer
metafor marksist bir Kojeve okumasıyla kolektif özne vermem mümkün değildir. O halde özne (ben) yerini başkasına
olarak emekçilerin varlıklarını gerekli kılar. Ancak, bu veremeyendir. Buna rağmen hayatın tuhaf oyunlar oynamakta
durumda da, nihai olarak Hegel galip gelenlerin köleler tecrübesini kim yaşamadı? Kant Saf Aklın Eleştirisi'nde öznellik ile
olup olmadığı sorununu yoruma açık bir şekilde özdeşlik arasındaki bağı kuranlardan birisidir: "Tüm zincirlenmelerin
bırakmıştır. Efendi, karşısında insanlığını koruyan bir içinde bir yasaya maruz kalarak temsil edilen algılamaların hepsinin
efendi-özne bulamadığında; yerine köleliği kabul eden, olduğu yerde tek bir tecrübe vardır; tıpkı tek bir zaman ve tek bir
ama bunu, hayatını garanti altına almak üzere, yaşamını mekânda tüm görüngülerin biçimi ve tüm varlık i'e varlık-olmama
arasındaki ilişkilerin olduğu yerdeki gibi".
riske atmadan gerçekleştirirken insanlığından feragat
mek pek de yanlış sayılmayacaktır.3
eden ve öznelliğini kaybeden, nesnelleşmiş bir köleyi
19601ı yıllarda ileri sürülen ve iddia edilirken neredeyse
bulduğunda, kendi üstünlüğünü, kalitesini, erdemlerini,
büyük bir konsensüs ile kabul görmekte olan,
ahlakını gösterebileceği kişiyi de kaybetmiş, yitirmiş olur
yapısalcılığın da etkisiyle "insanın ölümü" teması iki üç
ki, bu onun galibiyetini değil ama, aslında, belki de
yüz yıllık felsefe tartışmalarına kesin bir cevap niteliğini
mağlubiyetini göstermiş olmaktadır. Bu perspektiften
taşımaktaydı. Kökenini kendiliğin-denliğinden alan,
baktığımızda efendinin başarılı bir öznelliğinden
birinci tekil şahsın, belli bir biçimde, "sıfır noktası olarak"
bahsedemeyecek bir durumla karşı karşıya kaldığımızı
kendi kendini temsil etmesi, onun bilişsel, metafizik,
ileri sür-
2 Kartezyen düşüncenin öznenin düşünce eylemiyle ilişkisini ortaya ahlaki ve siyasi bir birliği oluşturmakta olduğunun unu-
tulmaya başlanması içinde, öznenin yapılar ve sistemler içinde bakan Kant'ın öznellik anlayışına doğru eğilirsek,
bütünlüğünde, kurucu öğe olmaktan çok maruz kalan Foucault'nun yeni bir paradigma içinde, ne denli farklılık
konumuna düşmesi söz konusu edilmektedir. Bu, tarih taşıyan bir öznellik anlayışını geliştirdiğini daha iyi
boyunca belki de hep benzerlikler taşımaktadır: Foucault, farkedebiliriz: Kant için öznellik özdeşlikle bağıntılıdır.
Jean-Jacques Rous-seau'nun Diyaloglar metnine yazmış Ölüm karşısında öznenin tekilliği kendinden başka ölecek
olduğu önsözde, İtiraflar ve Diyaloglar arasındaki farkı birine yerini verememesinden kaynaklanmaktadır. O
boğulmuş ve "suskunluğa itilmiş" bir ses ile kendi sesini halde öznellik de ötekine göre değil ama yalnızca ken-
parçalanmış bir öznellikte arayan, ehlileş-tirilmiş bir dine göre var olmaktadır: "Her zaman ve her yerde aynı
dilyetisinin yapısında var olan özne arasında bulduğunu şekilde hissetmem gerekmemektedir" diye yazmaktadır
gösterir.4 Burada, Foucault, öznenin parçalanıp, kendi Kant: "Ancak bu çeşitli ve değişken hisleri ötekiyle değil,
kendisinin üzerinde durduğunu, asla bitmek bilmez bir kendi kendimle ilişkilerimde çözümlemem mümkündür."
şekilde birbirinin ardına eklenerek kendisini mevcut der, Kant. O "aynı ve kendindeki özneye" yönelir. Böyle
edebildiğine dikkatimizi çeker. Rousseau, bu durumda, bir durumda öznelliğin, farklı ve çeşitli hislerin aynı
öznenin konuşuşundan çok, öznenin, hiçbir zaman kapalı öznede bulunması olduğunu öne süren Kant'a, bu
olarak kalmayan dilyetisinin yüzeyine yerleşmekte yukarıdaki sözceyi teslim edebiliriz. Öznellik çeşitliliğin ve
olduğunu ön plana çıkarır. Bu konumda, 1767 ile 1770 bir belirsizliğin evetlenmesiyse eğer, o halde öteki ile gi-
arasında İtirafları bitirirken; Jean-Jacques, Renou rilen ilişki içinde; Batı'nın kendi öznelliğini Doğu'yu ve
olmaktan çıkar ve Rousseau'ya dönüşür. Adını değiştirir. Şarkiyatçılığı keşfederek kurduğunu iddia eden Edvvard
Öznelliğini terk eder, başka bir deyişle farklı bir öznellik Said'in "episte-molojik ve ontolojik" kopuşunu nasıl
girişiminde bulunur. Aslında, terk ettiği öznelliğine geri değerlendirmeliyiz? Madem ki, öznelliğin Kant'çı
döner: Sahte adını terk eder. Fransa'da kamuyu şartlarında bir belirsizlik vardır ve çeşitliliği öznelliğin
"zehirleyen" Jean-Jacques ile bireyselliğini vücuda kurucu öğelerinden biridir ve buna göre, özne kendi
getiren Rousseau arasında öznenin parçalanmış olduğu algılamasında (küçük algılamalar) (Leibniz) ve kendi
gerçeği yatmaktadır. bilincinde tek olan tecrübelerini yaşamaktadır; o halde
Nihai olarak, Rousseau örneğinde, Foucault öznelliğin ikinci bir özneye gerek var mıdır öznelliği yaşamak için?
tarihinde bile öznelliğin sorunsal bir yerde durduğunu Öyle ki, Kant neredeyse öznelliği öznenin mistik hali
bizlere gös- olarak kurmaktadır; özdeşliğin sınırında bulunan
Hegel'in köle ve efendi diyalektiğinin Fransa'da Hyppolîte ve Kojeve öznelliktir. Bu sınırın ötesindeki yer artık başka bir
çevirileri üzerine gelişen tartışma için bkz., Ali Akay, Tekil Düşünce, öznelliğin alanı olmaya başlamaktadır. Özne-ler-arası
Afa Yay., 1991, 2. Baskı 1999. karşılıklı ilişkinin oluşumuna doğru götürür bizi bu so-
4 Bkz., Michel Foucault, Introduction in Rousseau, "Rousseau juge rular. Ve; bu bağlamda Kant ve Hegel'den yola çıkarak
de Je-an-Jacques". Dialogues, Paris, A. Collin, Coll. "Bibliotheque de "tartışma etikası"nı geliştiren Jürgen Habermas ile
Cluny", 1962, s.VII-XXIV. yolumuz kesişmeye başlayacaktır.
termiştir. Bununla beraber daha önceki bir paradigma Özneler-Arası "Tartışma Etikası"
Kant'ın ahlak anlayışından K.O. Appel ile birlikte yola imperatif eylem normlarının geçerliliğini ortaya atmaya
çıktıklarını söyleyen Jürgen Habermas, Hegel'in Kant'a yarayan doğrulama ilkesini belirler: "Evrensel bir yasa
karşı çıktığı yerden başlayarak tartışma etikasını ele alır. olması doğrultusunda eylem yapmak zorundasın". Bu da,
Kant'ın "soyut evrensellik" adını verdiği şeye karşı rasyonel varlıkların ortak bir şekilde bu doğrulamanın
Hegel'in yönelttiği eleştiri ve karşı çıkışlara göre evrenselliğini kabul etmeleriyle mümkün hale gelebilir.
kategorik zorunluluk evrenseli tikelden; varoluşu Ve, ahlaki olmak zorundadır. Burada ise artık biçimsel bir
görevden; ruhun oluşum sürecindeki pratik aklın salt zo- etikadan söz edilmektedir. Halbuki, Habermas'ın ileri
runluluklarını bunların tarihi olarak gerçekleştirmesinden sürdüğü "tartışma etikası"nda kategorik imperatifin yeri
ayırmakla yükümlüdür".5 Kant'ın kategorileri ahlaki
çerçevesinde, Haber-mas'a, ahlaki yargıların ihtilafları Jurgen Habermas, De l'Ethique de la Dicussion, Trad Marc Hunyadi,
nasıl ve ne şekilde, rasyone\ bir motivasyon sayesinde Cerf, Paris 1992
kurallaştırabileceği sorusu sorulunca, eylemlerin geçerli Habermas, a.g.e,., s 17.
normlar ışığında ele alınabileceğini öne sürer. Hegel'in kanıtlamanın yöntemi tarafından doldurulmaktadır.
Kant'a yönelttiği eleştiriyi yeniden ele alır; ama zaman Burada aynı pratik tartışmaya katılan öznelerin ortak
zaman Kant ile zaman zaman ise Hegeh'n "totaliter" uyumu genel geçerlik normlarını belirlemekle
yaklaşımlarıyla veya onun devrimci versiyonlanyla yükümlüdür. Tartışmaya katılan her özne kendi içinde
sürdürür tartışmasını; çünkü Habermas'a göre "tartışma kanıtlama pratiğini ortak uyum içinde meydana
etikası"nda öncü olacak bir özneler-arasılık da yoktur. koymalıdır ki, tartışma etikası vücuda gelebilsin. Bu şekil-
Kamunun önünde ezilen özne-ler-arasınalığın karşısında de, Habermas, kategorik imperatifin bir
tartışma etikası öncü bir tavırla onlara bilinç verecek bir evrenselleşebilme ilkesiyle buluşabildiğim iddia
özneler-arasılığı da kabul etmez. Bugün, yeni etmektedir. Evrensel olan öznelerin karşılıklı kanıt öne
muhafazakarlar tarafından ileri sürülen "totaliter" ahlaki sürebilmesini Habermas, bu şekilde garanti altına
yaklaşımları da reddeder: Tartışma etikasının amacın almaktadır. Burada, artık normun evrensel gözlemleme
araçlaştı-rılmasını haklı gösteren tüm totaliter ilkesiyle karşı karşıya gelinmektedir. Bu da, herkes
yaklaşımlara karşı çıktığını ileri sürer. tarafından kabul görmüş bir şekilde, tartışma kabul
Böyle bir yaklaşım siyası olarak "ahlak-dışı" kategorilerle etmeksizin ve bireysel çıkarlarla karşıtlık oluşturmaksızın
ör-tüşebilmektedir. Habermas, buna, Kant'dan yola uyumu sağlamak zorundadır. İşte, bu evrensel kabul
çıkarak, deon-tolojik etika adını verir.6 Ancak ilkesinden itibaren, Habermas "evrensel etika"yı çıkarır
deontolojik etikada, deontolojik önermelerin ahlaki karşımıza; evrensel olan bir etikada ise, belli bir kültürün
gerçeği asimile edilmemelidir; Kant pratik ve teorik aklı veya belli bir tarihi dönemin verileri temel olarak
birbiri içine sokmaz. Burada, Habermas bilişsel etikadan alınmaksızın ahlaki ilke evrensel kabul normlarına uymak
bahsetmeye başlar; normatif sözcelerin nasıl ahlaki bir zorundadır. Bu uyum her zaman akla gönderme
şekilde temellendiği sorunu gündeme getirilir. Kant yapmakla yükümlüdür ki, etnomerkezci paradigmaların
"impe-ratif" biçime yönelmekte olsa bile, kategorik içine düşüp, hapis olmasın. Tartışma etikası, Habermas'a
göre, sadece beyaz ırktan, orta halli burjuva Avrupalı'yı ideal rollerine bürünmüş olurlar.7
temel almayıp, ahlaki ilkede en zor olanı başarmaya Tam da burada, Habermas ağzından kaçırır: Rollerin
çalışmaktadır. Kim ki tartışma içinde kanıtlarını ileri idealli-ği. Bu anlamda da, idealist bir tartışma etikasının,
sürmektedir, o kişi kanıtları da ahlaki normlar taşıyan Habermas'ın bize sunduğu kadarıyla, pratik (!) bir etika
evrensel ilkeleri ile almak zorundadır. Anlaşılabileceği olduğu zannediyorum, görülebiliyor. Aslında Habermas,
gibi, bize göre biraz zorlamayla mümkünlüğü Ravvls'ın ilk yapıtındaki ("Adalet Teorisi") "bireysel"
sağlanabilen; ama zorlama olmaksızın bu uyumun ahlakın tuzaklarına düşmemeyi amaçlayarak, önceden
sağlanmasının oldukça güç olduğu koşulları bireyin karşılıklı olarak diğer öznelerle girdiği ilişkide
çıkarmaktadır karşımıza Habermas. daima kolektif olanın, ve her zaman tikel olan, özneler-
Bir eylemin normlarını sağlamak J. Habermas'a göre, arası bir şekilde bölümlenebilen, paylaşılabilen bir dil
tartışma etikası ile gerçekleşebilmektedir. Biçimsel cemaatine ait olduğunu söylemeyi unutmuyor. Özneler
etikanın örnekleri arasında Habermas bizim önümüze sadece bir sosyalleşme sayesinde bireyselleşmektedir.
Ravvls'ın önerisini sürüyor: Tartışmaya katılanlar ahlaki Habermas'a göre, iletişimsel "oluşumun kuruluşunda"
konumlarını belirlerken, rasyonel bir şekilde karar verici bireyin kimliği (veya hatta buna özdeşliği bile demek
olmak; hukuki olarak eşit olmak zorundalar, sosyal olarak mümkün; çünkü cemaati ile özdeşleşmektedir) birlikte
elde etmiş oldukları statüyü göz önünde bulundurmak oluşturduğu cemaat ile aynı or-tak-kaynaktan gelene
dışında söz söyleme hakkına sahiptirler. Bu şekilde adil bağlıdır. Öznelerin karşılıklı anlaşması birbirlerini
olarak neticelenebilecek "kalkış noktasına" sahip olabile- karşılıklı olarak anlayabilmeleri sayesinde gerçekleşe-
ceklerdir. G.H. Mead ise, başka bir öneri ile gelir bilecektir. Ancak; kimlik ve özdeşlik üzerine kurulu bir
karşımıza; ona göre de ahlaki bir yargıda bulunacak olan oluşumda, her cemaat kendi kimliğinin tözünü
özne, bu sorunsal eylemi yaparken tartışmanın içinde aradığında, ortak tözde buluşmak söz konusu
olan herkesin yerine kendisini koymak zorundadır, yoksa olduğunda, kimliklerden hangisinin hakimiyeti baskın ise
özneler-arası uyumu zedeleyebilir. Bu iki etikaya karşı, onunla özdeşleşme tehlikesini içinde bandırmaktadır.
Habermas tartışma etikasının avantajları olduğunu Dayanışma, inceleme ve ele alma üzerine kuru-'u
söyler: Karşılıklı kanıt öne sürerlerken tartışmaya katılan karşılıklı anlayışın eşitliği teması üzerine döner durur
her kimse, ilkede özgür ve eşit olmak durumundadır; en Haber- Bu iletişimsel eylemin tanımıdır. Karşılıklı anlayışa
iyi kanıtın diğerlerine karşı zor kullanmaksızın üstünlük daya-
sağlayacağı bir gerçeği öne sürerken, ortak bir Habermas, a.g.e., s.19.
araştırmayı da ileri sürebilmelidir. Bu da7 iletişimi tam bir nan gündelik yaşamın bir pratiği olarak düşünülür. Böyle
adillik içinde evrensel olarak ortaya koyabilecektir. bir durumda, özneler kendi sorumluluklarını ileri sürerek
Böylece, Ravvls'ın önerdiği "ilk kaynak" meselesine bir geçerli önermelere doğru açarlar eylemlerini. Bu,
cevap getirdiğini düşünmektedir. Habermas; pratik Gouldner'in deyişiyle, hem "özerklik" hem de "karşılıklı
karşılıklı anlaşma ise karşılıklı anlayış ve özne-ler- ilişki" demektir. 8
arasılıkla sağlanmış olur. Tartışmacılar, Habermas'a göre, Öznelerin, zorunlu olarak bir iletişim şeklinde sundukları
ve kanıta açtıkları önermelerinin evrensel olma koşulu tartışmanın öznelerinin her birinin kendi menfaatlerini
"olmazsa olmaz" bir koşuldur. Bu sayede özneler belli bir öne sürerken aynı anda hepsini "nesnel olarak" bağlayan
"ideal" cemaat mensubu olarak konuşma ve eylem sosyal dokuyu yırtmadan ortak çıkara ulaşabileceğini
yapma sorumluluklarını içlerinde taşıyabilirler. yazmaktadır ki, bu biraz da Adam Smith'in "görünmez
Yukarıdaki "ideahn üzerinden hızlıca geçmeden bir kez eline" benzemektedir: Her birinin çıkarı hiç belli olmadan
daha tekrarlayabiliriz ki, "ideal" olarak sunulan "tartışma ve bilinçsiz bir şekilde ortak çıkarı kolla-yabilmesi, sanki
etikası" idealliğinin dışına çıktığı andan itibaren geçerli Habermas da "tartışma etikasının" liberalliğini
tavrından feragat etmek zorunda kalacaktır, çünkü bu sunmaktadır bizlere. Evet Habermas, belki, kendi
"idealleştirilmiş durum", aslında, bir çıkmazı beraberinde etikasını He-gel'in bilinç felsefesinden koparmasını bilip,
taşımaktadır. Hegel'i veya Kant'ı olduğu kadar, Ravvls'ın zamanını yakalamaktadır; ancak, bunu liberal geleneği
ilk yapıtında sunduğu bireyciliği ve yeni-muhafazakarlığı aşması mümkün olmadan gerçekleştirmektedir. Bu
da eleştirmekte olan Habermas, bunlarla belki, rasyonel konuda, Habermas, Michael San-del'in10 Ravvls
bir şekilde, mücadelesini sürdürebilmektedir; ancak, eleştirisini göstermekte ve bunu Ravvls'ın "ato-mizmiyle"
pratik ve ampirik olarak kuramsal tartışmaların içinde açıklamaktadır. Çünkü Ravvls'ın 1970'lerdeki tavrı
hapis kalmış gibidir. Kant'ın aynı mekanda geçirdiği yıllar atomize olmuş, bireysel keyfiyete erişmiş, bağımsız
gibi, Habermas da 1970'li yılların sonundan beri Alman kontraktü-elliğine getirilen eleştiri, toplumun
felsefe geleneğinden yeniden çıkarmak zorunda sosyalliğinin bireyleri tözsel bütünlükler olarak ele
hissettiği kuramı olan "iletişimsel eylem kuramı" ve "öz- almasının tehlikeleri üzerine oturmaktadır. Bireylerin
neler-arası iletişimsel eylem" kuramı kendi içinde temel sosyallikten önce ereksel (teleolojik) bir rasyonali-teye
bir tutarlılığı taşımasına rağmen, pratik çıkmazlara sahip olması monolog şeklindeki bir tartışmayı açması, ta-
sürüklenir gibi durmaktadır. Sosyalleşmemiş keyfi bireyin bii ki, Habermas'ın özneler-arası tartışmayı ve iletişimi
ahlaki etikası veya yeni-muhafazakarların ve hatta öne çıkaran tartışma etikasıyla çelişecektir.
devrimcilerin öncüleriyle hesaplaşırken, bireyi belli bir Bu yüzden de, Ravvls'ın bireylerin rasyonel uyumunu
sosyallik içine yerleştirirken, özdeşlik veya kimlik "özgür iradeye" bağlayarak, kanıt geliştirmeden ortaya
kavramlarının içinden çıkamamaktadır. Hatta, tartışma koymalarını kabul edemeyecektir. Halbuki tartışma
etikasını açıklamaya çalışıp, onun Hegel ile veya Kant ile etikasında, herkes bir kanıtlama zorunluluğu içinde,
farklarını göstermeye çalışırken, tartışma etikasının bir konusunu ele alarak, kendi kendine göndermede
yöntem kavramı yardımıyla "tözsel" bir şeye ulaştığını ve bulunamamaktadır; sadece "evrensel kanıtları",
hatta ödev eti-kasıyla mal etikası arasındaki ayrımı argümantasyonun yollarını aramaktadır ki, buna Apel
belirterek, tözselliği ağzın-dan kaçırmaktadır.9 "ideal iletişim cemaati" adını vermektedir (Yine bir
8 A. Gouldner, Reziprozitat und Autonomie, Francfort-sur-le-Maın, idealleştirmeyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatmak
1984 (Aktaran, Jurgen Habermas, a.g.e., s.22). gerekecek mi?). Bu sayede, söylemsel oluşumun yöntemi
9 Habermas, a.g.e., s 22. hem birbirlerinin yerine konulamayacak öznelerin
Şüphesiz pragmatik karakterleri taşıyacak olan pratik özerkliğini hem de özneler-arası kabul görmüş yaşam
biçimlerini konu etmektedir. Özneler arasındaki hukukun yeni-muhafazakarları eleştiren; ancak bunu da meşruluk
eşitliği ise, kişilerarası ilişkileri ve karşılıklı bir şekilde bir- ve "genel iradi çıkar" çevresinde kalarak, hukuk düzeni
birlerini tanıma üzerine kurulu anlayışı, kişisel onura normları içinde çıkışlar arayan sosyolog-fjlozof Haber-
hiçbir zedeleme getirmeksizin kabul etmektedir. Tartışma mas'ın özne kuramı, estetik boyutu kendi kuru üslubuyla
etikası kuramında, kişiler arasındaki eşitlik sadece hukuki unutmuş gibidir. Hegel ve Kant'ı kuramsal düzeyde
değil, aynı za- eleştirmesine ve genişletmesine rağmen, Habermas'da
10 M. Sandel, Liberalisin and the Limits ofJustice, Cambridge, 1982 onların kuru üslublarının bir devamını görmek
manda sınıfsal ve statüye değin olan ayrımları da göz durumundayız. Zor ve kuru üslubu olan özne kuramının
önünde bulundurmadan ve genel irademin da, her ne kadar ilişkiler üzerine bir ağı öngör-se de, yine
perspektifinde herkesin bireysel çıkarları unutulmaksızın tözsel bütünlüklerin ve kimliklerin dışına taşıyabilen
ele alınacaktır. Habermas'a göre, bu şekilde tartışma kapasitesinin olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden de
etikası, Kant'ın deontolojik adalet kavramını da hem daha şi-
yaşam kalitesi bakımından hem de iletişimsel sosyalleşme 11 Habermas, "Sivil İtaatsizlik' Demokratik Hukuk Devletinin
bakımından, yeni-Aristocu bir metafiziğe düşmeden, Denek Taşı. Almanya'da Otoriter Legalızmin Karşıtlığı" Kamu
genişletmektedir. Ahlaki sorunların bir ahlak siyasetine Vicdanında Sivil Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Çev , Yakup Coşar, Ayrıntı
dönüşmesine gelirsek, Habermas, marksist yaklaşımların Yay. 1997, s. 121.
"allahtan" güncel olmadığını vurgulayarak, "sivil 12 Habermas, a.g.e., s.123.
itaatsizlik11 kavramını, burada öne çıkararak; bu siyasi irsel biçimlere gittiğimizde özne kuramının en yeni
girişimi desteklediğini savunmaktadır; çünkü "sivil analizlerini bulmamızın mümkün olduğunu sanıyorum.
itaatsizlik, yalnızca kişisel inanç ya da çıkarlara Öncelikle gösterge bilimcilerden Kristeva üzerinde durup,
dayandırılmayacak, ahlaki olarak gerekçelendirilen bir oradan da Deleuze ve Guattari'den yola çıkarak
protesto eylemidir".11 kimliksizleşen ve öznesizleşen bir süreci açmak istiyorum.
Sivil itaatsizlikle ilgili olarak, Habermas, tartışma İğrençlik Karşısında Dağılan Özne
etikasında ele aldığı argümanları tekrarlıyor. Sivil Felsefi öznenin kendi kendisine yeterli olması ve
itaatsizlik için "mantık hukuku ve Kantçı etik psikanalitik olarak nefsini (kendi kendisini) dışarıya
geleneğinde bir dizi öneri mevcuttur. Bu önerilerin hepsi doğru kusması, onun "iğrençliklerinin" kendi öznelliğini
sadece genslleştirilebilecek bir çıkarı ifade eden ve bu bozarken, aynı zamanda da nesnelerini de yok etme
nedenle, tüm ilgililerin içten onayını alabilecek normların eğilimini içinde barındırmaktadır. Julia Kristeva'nın
meşruluğu yolundaki sezgiye uygundurlar11 diye yaz- psikanalitik okuması hem öznenin kendisini bozduğunu,
maktadır.12 Neticede, tözsel bütünlüklü, özdeşlik üzçrine hem ne aynı zamanda etrafında "yerleşen" (ın-situ) nes-
kurulu; ama yasa ve meşruiyeti, haklı olarak ayıran, nelerle ilişkisini de kopartan bir konumu ortaya
özneyi ise kendi kimliğinin sosyalleşmiş bütünlüğüne çıkardığını göstermektedir. Arzu nesnesi olan Lacan'cı
bağlı kılmış bir özne-ler-arasılık olarak sunan bir "a" nesneleri ve karşısındaki alter ego'sunu bu şekilde bir
Habermas var karşımızda. Yeni sağın örgen öğelerini yansıtma işlevi haline getirerek ve öznenin kendisini
yıkıma uğratarak gerçekleştirmektedir.13 Kristeva'ya temasını, postmodernleşmekte olan dünyamızın
göre, iğrençlikte (abjection) varlığın ona dışarıdan veya modernliğinin sınırlarında öznenin çözülüşünü ilk olarak
hatta içeriden gelen ve onu varoluşuyla tehdit eden en metafizik bir şekilde ortaya koyan filozof Heidegger'dir
tuhaf ve en karanlık başkaldırmalarından biri diyebiliriz.17 Kristeva'ya göre, iğrenç olan özneyi "tuzla
yatmaktadır.14 Bu iğrençlik adı verilen hiçbir şeye asimile buz haline koysa" da öznenin kendinden dışarıya çıkarak
edilemeyeceği gibi, kendini cazibeye kaptırmayan arzuyu kendi kendini bulma eğiliminde olduğunu iddia
hem desteklemekte, hem de onu korkuttuğu kadar etmekten vazgeçmez. Özne, bu durumda, "imkansızı
hayran bırakmaktadır. Özne korktuğunda kendini kendisinin dışında" bulmaya çalışır. İmkansızın iğrenç
iğrençlikten döndürürken, tiksindiğinde onu reddedip olanın kendisinden başka birşey olmayan varlık denilenin
dışarıya doğru itmektedir. Özne durumundaki kendisi olduğunu yazar. Bu deney öznenin tum
"ego"nun karşısına dikildiğinde, iğrenç olan bir nesne nesnelerini kaybeder ve bu şekilde de, Heidegger'e
değildir (objet); ne de arzunun peşinden koşan ve kaçıp, rağmen, kendi varlığının temelini kurmaya çalışır. Bu
ele avuca sığmayan, "arzunun sistematiği" "a" dır.15 deneyde Kristeva, bir bakıma iğrençlik sayesinde, özneyi
Nesnenin yerinde duran iğrenç bir nesne olmaktan çok yeni baştan kurmanın deneyini kendi kendisinin dışına
bir iğrençlik niteliğidir; ve ben'e karşı çıkar, öznelliği doğru kustuğu öznelliğin, yine de, kendisini kurma
bozar, dağıtır. Nesneyi yok ederken ve nesneyi kendi çalışmalarında bulunduğunu ima eder gibidir. Psıka-
kendisiyle çelişkiye sokarın, ben'e bir çeşit kırılgan denge nalitik olarak bunun cevabı şu cümlede yatar gibidir:
sağlar; iğrençlik dışarıya doğru itilirken de ben'i anlamın "Annenin sevgisi yerine gelen öznenin yuttuğu bir
yok olduğu yere doğru sürük- boşluktur veya daha çok babanın sözü için sozsuz bir
Julia Kristeva, Pouvoirs de l'horreur, Seuıl, 1980. 14 Kristeva, a.g.e., anne nefretidir" diye yazar Ancak; iğrençlik sayesinde
s.9 ortaya çıkarılabilen öznellik gibi, ığ-
Kristeva, a.g.e., s.9. 16Knstevaf age , s 10
ler. Kristeva'nın iddiasına 17 Bkz , Jocelyn Benoıst, Natıon de Phılosophıe II, Gallımard, 1995,
"Ben" efendisi ile s 558 Burada J Benoıst öznelliğin metafiziğinden soz ederken,
göre, "Ben" etendısı ile kaynaşır onun, yani üst-ben'in Alman idealizminin devamı olarak (Fıchte, Schellıng, Hegel) felsefeyi
içinde erir; bu şekilde de üst-ben'i siler' yok eder; üst- ele aldığında, "öznenin temel ontolojık rolünün dışında"
ben#in işleyişinde müdahalede bulunur. Freud'cu topik'in Heıdegger'de "ozne"nın nıhaılığı "kaldırabıldığını", yanı her turlu
dışına atılan üst-ben, artık oyunun kurallarına göre iş- "temelden" yoksun olduğunu, ama buna rağmen de bu şekilde hâlâ
levini yapamaz hale getirilir. Kristeva bu durum için "her onu "kaldırabıldığını" yazmaktadır Tersine ise, Daseın'm kendine göre
ben'm bir nesnesi, her üst-ben'in ise bir iğrençliği vardır" bir "özne1 haline getirildiğini, öldürmek için bile olsa, özne ile
diye yazar16 Burada, Heidegger'in dikkatimizi çekmiş oynamaktan bıkılmadığını söylemektedir
18 Kristeva, age, s 13 "belki de babanın, ama varolmayan, yıkılmış
olduğu gibi, öznenin kendi kendisini kurduğu, kendine
babanın, sğ' vılen ama yerleşik olamayan, basit, ama her zaman gen
ait olan bir temelin olmadığını hatırlatmakta yarar var, gelen babanın sozu" diye yazar Kristeva, babasız çocuğun hiçbir
belki de; çünkü öznenin veya insanın "unutuluşu" kutsal'ı kalmayacak, boş bir özne haline gelecek İğrençlik sayesinde
babayı yok olan nesneler kategorisinden kurta' karşıtlığının nevrozu üzerine oturtulur gibi durmaktadır
rençük de atılmış yani kendinden ayrılmış bir şekilde Nevrozlu olan da bu dışarısı/ıçensı, ozne/nesne,
yerini bulmuştur; yani, kendi kendisini tanımak, bılınçlı/bılınçdışı karşıtlıkları, bılınçdışı bir şekilde değil de
arzulamak veya kendi kendisine ait olmak yerine, "orada sanki bilinçli hale gelmektedir, açıklanabilir olarak
burada gezinmektedir." Kristeva bu durumda: "kendi gözükmektedir Superjet üzerine bkz , Alı Akay, "Yeni
varlığını sorgulamak yerine yerini sorgulamaktadır: Toplumsal Yapılaşmalar Üzerine Bir Ço-zumleme
HKimim?"den daha çok, "Neredeyim?" Bu mekan ise Denemesi", Konu-m-lar, Bağlam Yay, 1991, s 15 Alfred
bağdaşık bir mekan olamayacağı gibi bütünleştirilemez North Whı-tehead'm Öznelliği için Bkz , Proces et Realite,
de. Daima bölünebilir bir mekandır öznenin üzerine Essaı de Cosmalogıe, Gallımard, 1995 VVhitehead
yerleştiği bu "yersızyurdsuzlaştırtcı" mekan. Bu haliyle "Organizma Felsefesi Kant'ın felsefesini tersine çevirir
dışarıya kendisini kurmak üzere Öteki ile karşılaşmak Salt Aklın Eleştirisi sureci, öznel verilerin nesnel bir dünya
üzere atılan özne daima göçebe bir özne olarak görünümüne burundur-duğunu iddia eder Organizma
karşımıza çıkmaktadır. felsefesi nesnel verilerin nasıl öznel memnunluğa doğru
Öznesizlik: Dünyadan Türeyen Özne çevirmeye ve nesnel verilen kuran düzen nasıl öznel
Kristeva bu öznenin önündeki nesneleri ararken, memnunluğun yeğinliğini arttırır, bunu göstermeye
kayboldukça kendi kendisini kurtardığını bize çalışır Kant'da dünya özneden türer, organizma
hatırlatırken Deleuze'ün yer-sizyurdsuzlaşan bir öznelliği felsefesinde ise özne dünyadan gelir Bir özne olmaktan
ile paralellik kurar gibi görünmektedir. Özne bu çok bir super-jet'dır (dünyadan fırlatılmış bir öznedir)"
yersizyurdsuzlaşmışlığından, kaybolmuşiuğun-dan alır diye yazar Bkz , VVhitehead, a g e , 2q s 167-168 ° Deleuze ve
hazzını. Bu iğrençlik, bir bakıma ayrılamadığı bir toprak VVhitehead ilişkisi için Bkz , Alı Akay, Tekil Düşünce, Afa Yay ,1991
parçası gibi özneye sunulmaktadır. Öznelliğini kaybetmiş rada "özne" bir süperjet olarak dünyadan türemiştir;
bir "özne" şekli. Bir super-jet".19 Gilles Deleuze'ü çok çünkü z ten o dünyanın içinde yerleşmiş ve hatta
etkilemiş olan filozof VVhitehead20 "nesne" teriminin yersizyurdsuzlaşmıştır
hissetme bileşkesine girmeye kabil bir şeyi belirlediğini, VVhitehead'in "superjef'sini bir kenara koyup, felsefenin
"özne" teriminin ise, hissetmenin sürecini oluşturan bir bir süre içinde özneyi ortaya koyabileceğini bir yana
bütünlüğü oluşturduğunu yazar. Buracak Belki de bu bırakırsak; He* idegger'den başlayan bir süreç içinde
sayede, yanı iğrençlik sayesinde babayı kurtardığı gibi öznelliğin eleştirisi çeşitli düşünürler tarafından
kendi öznelliğini de yerine yeniden oturtacak bir ego, (Foucault, Blanchot, Deleuze, Guattari vb.), konuşanın
Krısteva'yı ilgilendiren Lacan'ın "babanın adının itilmesi özne değil dil olduğu ileri sürülmüştür. Heideg-ger için,
(reddedilmesi veya fortdosıon), burada, soz konusu edilir bu insan veya kadim insan değil, konuşan "dil" dir.21
gibi durmaktadır Kristeva, bu durumda ozne/nesne "Cümlenin gücü ve öznesi philosophia sözcüğünün içinde
ayırımının, farklılaşmasının oluşabilmesi için "bılınçdışının ya-tar". Bu da Heidegger'e göre her şeyden evvel
içeriklerinin" yeten kadar dışlanamadığı-nı konuşanın Yunan dili olduğunu göstermektedir. O halde
belirtmektedir Bu karşıtlık sanki bilinçli ve bilinçsiz öznellik Yunan dilinin aralarında sıkışıp kalan kökleri
yeniden güncelleştirmekten geçer. Zamanından önce bir genişletebilir, çoğaltabilir. Bu arada ise öznenin kendisi
CD Rom düşüncesi: Fareyi bilgisayar ekranı üzerinde her "ben konuşuyor" parçalanma ve yok olma vaziyetine
hangi bir noktaya tıklatıp, ardında yatanı ortaya girer ve o boşlukta yok olmaya kadar yol alır. Sözkonusu
çıkarmak. Konuşan imgelerin kendisi olduğu gibi, Yu- olanın ne iletişim ne de söylem olduğunu ileri sürer
nanca'da da aynı görevi üstlenmiştir. Bu da öznesiz bir Michel Foucault. Sadece dilin yayılmasıdır söz konusu
alanda "düşünmenin mümkün olup olmadığını" olan. O halde konuşan özne, burada, artık söylediğinden
düşündürtmeye tekabül etmektedir. Özne düşüncedir, sorumlu olmaktan çıkmıştır. Dildir konuşan: Bir dil varlığı
konuşan özne değil, düşüncenin kendisidir; bu da vardır. Bu ise insanın dışında bulunmaktadır.23 "Modern
düşüncenin öznenin yerini aldığını anlatmaktadır bize. Edebiyat" dilin kendi sınırlarına giderek, dilbilgisi dışı bir
Heidegger'den ve Blanchot'dan ve eski Yunan'dan yola ilişkiye, ancak dilbilimini eleyerek girebilmektedir. Ve
çıkan Michel Foucault, Epimenides'in "yalan söylüyorum, sonunda, belki de, dili kabuğundan, kendini zincirleyip,
konuşuyorum" sorunsalını ele alarak, aslında konuşan esir eden şeklinden özgürlüğe kavuşturacak şey budur.
öznenin kendisinin konuşulan ile aynı şey olduğu Beklenen başkaldırı buydu: Dil varlığı"24 Edebiyat
neticesine varır.22 Konuştuğumda söylediğim şey içselleştirme düzenini sadece yüzeye açılabilmek amacıyla
hakkında yalan söylüyorsam, aslında yalan gerçekleştirmektedir. Sözkonusu olan ise bir "Dışarıya"
söyleyemiyorumdur; çünkü sadece konuşuyorumdur. Bu- açılımdır. Dil söylemin varoluş biçiminden ayrılır -yani,
rada önerme kendisine edindiği nesneden der Foucault- temsiliyetin egemenliğinden kurtulur. Ve
ayrılamamaktadır. VVhitehead da "taş gridir" dediğinde edebi veya felsefi dil kendi kendisini geliştirme imkanını
grinin kendisinin özne haline gelebileceğini, bir süperjet bulur. Dil edebiyatta kendi kendisine yaklaşmaktan çok
olduğunu ileri sürmekteydi. Fo-ucault'nun örneğinde de kendinden mümkün olduğu kadar uzağa kaçmaktadır;
benzer bir şekilde, edebiyatın söylemi öznenin yok "kendisinin dışarısına taşmaktadır". Bu sayede öznenin
olduğu, parçalandığı alanda dilin "dışarısı ile ilişkiye tahakkümünden kurtularak kendi kendisini daha açık bir
girerek" konuştuğunu söylemekteydi. "Konuşuyorum" şekilde ifade etme imkanlarını dener. Bu ise işaretlere
önermesi sustuğum anda ortadan kalkmaktadır. Ama veya göstergelere bir geri dönüşten çok yayılmayı, da-
"konuşuyorum" egemenliğini her türlü dilin ğılmayı meydana getirir. Edebiyatın konuşanı ise,
namevcudiyetinde de ortaya pozitifliğinde dilin kendisinde değil, ama
21 Georg Steiner, Heidegger, Çev., Süleyman Kalkan, Vadi Yay., "konuşuyorum" önermesinin söylendiğinde kendine
1996, s.36. bulduğu mekanın boşluğunda var olmaktadır.25 Dil
22 Michel Foucault, "La Pensee du Dehors" Critique, 1966; ve varlığı öznenin yok olduğunda, boşluğun mekanına
Dits et Ecrits, 1954-1969, i. Cilt, Gallimard, 1994, s.518. eriştiğinde vücuda gelebilmektedir. Edebiyat öznenin yok
olduğu boşlukta, "ben konuşuyorum"un yerini dolduran
koyabilmektedir. Konuşuyorum'un içeriksiz inceliği "konuşuluyor1^ erişildiğinde gerçekleşebilmektedir:
kendini boşlukta gösterebilmektedir; bu da "Dışarıya bir 23 Daha fazla bilgi için bkz., Ali Akay, Michel Foucault-İktidar ve
açılımdır" ki, dil orada sonsuza kadar kendisini Direnme Odakları, Bağlam Yay., 1995, s.93, 2. Baskı 2000.
24 Ali Akay, a.g.e., s.99.
25 Foucault, a.g.m., s.520.
26 Foucault, "İnsan Öldü mü?" içinde Art et Loisirs, Haziran 1966,
ye a.g.e., s.544.

II. Bölüm

KAMU ALANI VE ENTELEKTÜEL


KAMU MEKANI VE UYGARLIK
962 yılında Almancası yayımlanan Kamusal Mekan kita-
bında Habermas 18. ve 19. yüzyıllardaki bu oluşumu ele
almasından sonra önemli bir çalışma daha "kamu"
kavramını mükemmel bir şekilde ele aldı: 1974 yılında
telif hakkını alan ve ilk olarak 1977 yılında New York'da,
1986 yılında ise İngiltere'de yayımlanan Richard
Sennett'in Kamusal İnsan (Ayrıntı Yay., 1996, Çev.; Serpil
Durak-Abdullah Yılmaz) adlı yetkin yapıtı. Her ne kadar
modernliğin başlangıcını ele alan bir dönemi anlatmış
olsa bile içinde yaşadığımız siyasi durumun modernlikten
uzak olduğunu iddia edebilir miyiz? Siyasi partilerin inan-
dırıcılıkları bitmiş olsa bile, hâlâ yeni Partilerin kurulmaya
çalışması, "milli mutabakat" arayışları medya aracılığıyla
kamusal söylemi işgal etmesi "modernlik içinde
yaşadığımızın, en azından toplumsalın bazı alanları
"modernliğin" dışında -ister modern öncesi ister modern
sonrası örnekleri ortaya dökelim- kalsa bile bir temsili
demokrasinin Cumhuriyet rejimi içindeki varlığını
reddetmek mümkün değil. Bu Monarşik, nostaljik yakla-
şımlar bile (çok hukukluluk vb.) modernliğimizin içinden
çıkıl-mazlığını gösteren öğelerdir: Sadece, belki de,
modernliğin türünün değişmesi beraberinde postmodern
tartışmalarını getirmiştir. Ancak, yadsınamayacak bir
gerçek var ki, o da siyasi modernliğimizin alternatiflerini
pek yaratmış sayılamayız. Hayal gücümüz, belki, bilim
kurguya çalışmakta, ama bu bilgi bizi daha siyasi tiyatro sahnesi geliyor karşımıza; konuşma giysiler gibi,
alternatiflere taşımış gibi gözükmemektedir. Elimizde tek sokak ile sahne arasındaki ilişkiyi meydana getirirken
kanıt, belki de, temsiliyet krizidir. Bu da bizi götürse aynı zamanda da kozmopolit insanlar arasındaki ilişkileri
götürse modern sanatın açtığı yolda bu temsiliyeti ortaya koyuyor. Görüntü olarak beden ve konuşmaya
sorunsallaştıran ve siyasallaştıran yapısalcılık-sonrası ilişkin mevki toplumsal alanının doldurulması sırasında
düşünürlerine götürebilmektedir. Daha sonrası için katmanları vücuda getiriyor. Sennett bu durumda görsel
hukuk ve demokrasi tartışmaları daha çok modernliğin ve sözel olanın ilk kamusal ifade yollarını ortaya
sınırlarını zorlayan toplumsallığın belirtileridir ve çıkarırken, bu ilişkinin simgesel olmadığını da vurguluyor.
tartışılan, tartışılmakta olunan konulardır. Bu açıdan Kamusal alan özel alan ile ilişkisi içinde sadece belli bir
baktığımızda, modern toplumların insanının oluşumunu tarihi anda ortaya çıkmış bir toplumsal ilişkiler ağı değil,
ele alan Sennett, siyasalı değiştirmeye kalkan önemli aynı zamanda da bir "coğrafya" olarak sunuluyor; yani
ipuçlarının örneklerini veriyor bizlere; Kent yaşamı ve bir mekana ait. Batı toplumlarını ilgilendiren bu mekan
kozmopolitik yapısı-Modernliğimizin ilk öğelerinden ve coğrafya, aile ilişkilerini, çocuk olanın ve kadınsının
birini oluşturuyor. Sennett buna "kamusal davranış" muhakkak dışlanmasını belirlerken; toplumun ve basının
adını veriyor: Benliğin tarihinden, şartlarından ve örgütlendiği yer olmaktadır. 17. yüzyılın sonunda Basın
ihtiyaçlarından ve belki de, özellikle benlikten mesafeyle sansür yasasının verdiği serbestlikle, kafelerde ve
gerçekleştirilen bir eylem. Modern olarak kamusal insan klüplerde Majeste çevresini telaşa düşürecek taşkınlıklar
bedeninden bir manken oluşturarak ortaya çıkar, diyor yapmaya başlamışlardır. Sennett, bu kafelerin ve
Sennett ve Foucault'nun beden anlayışı ile klüplerin içinde yaşanan olayları veya adetleri büyük bir
modernliğimizi başlatmasını andıran bir kıvraklıkla, bu ustalıkla anlatıyor ve okuyucuya zevkli okuma
bedenin ve konuşma biçiminin (kamusal alanda konuşma dakikalarında yapılanları imgeleminde yer etmesine
ile özel alanda konuşmanın farkının ortaya çıkmasıyla olanak sağlıyor. 1694 ve 1695 yılları böyle bir girişimin
medeniyetin başlatılması tezlerini, burada, ha- mümkün olduğu yıllar, çünkü İngiltere Bankası'nın kurul-
tırlatabiliriz: En güzel örneği de belki Sennett'in de ele duğu yıla tekabül ediyor.
almış olduğu Rousseau örneğidir) üzerindeki kodlamaları Amsterdam ve Lyon'da borsanın vücuda getirilmesi
ve işaretleri gösteriyor. uluslararası ticareti canlandırıyor: Kapitalizm eski ilişkileri
Bedenin bir manken olarak alınmasını ortaya koyan devrimcileş-tiriyor. Sadece ticari ilişkilerden ibaret
iktidar sadece Batı'da değil, Osmanlı toplumu için de olmayan yeni toplumsal ilişkilerin oluşmasına olanak
geçerliydi; üstelik hiç de modern olmayan bir tarih içinde sağlıyor. Sansürün kaldırılmasından itibaren de kamu
ve zaten Batı'daki eski rejim ile Osmanlı eski rejimi alanı önemli ölçüde bir genişleme elde ediyor ve
arasında bazı simgesel gelgitleri de bulmamak mümkün kamuoyuna duyurumu sağlayarak bir "kamu mekanının"
değil. oluşturulmasında katkısı olan basının gerekli rolü
Uygarlaşma Süreci oynamasını mümkün hale getiriyor. Bu sırada bir
Bu noktada kamu mekanı ile ilgili olan öğeler arasında başbakanlığın kurulması da Parlamentonun ilerlemesi
sürecinde önemli bir evreyi gerçekleştiriyor. Bu sayede tiyatro, yeni sponsorların sayesinde sahnenin özerkliğine
parlamento iktidara ortak olmaya başlıyor ve söz hakkını kavuşması üzerine sokak ile toplanma yeri arasındaki ilk
kullanıyor. Siyasi bir kamu mekanı, bu şekilde köprüyü oluşturduktan sonra, fuayeler (dış fuaye merkez
demokrasinin gelişimine katkı sağlıyor: Kahvelerde ve haline gelmeye başlamıştır), ka-feler ve klüpler sayesinde
klüplerde yapılan tartışmalara olanak sağlanıyor. "kamu insanı" meydana çıkmış ve meydanlarda "kendi
Sennett, 17. yüzyılda ve 18. yüzyılın ilk yarısında fikirlerini" haykırmaya başlamıştır; hatta bu fikirler için
kahvelerde cam kenarında kavga etme yasağı olduğunu hayatını tehlikeye atarak kavgaları gerçekleştirmektedir.
hatırlatıyor bizlere. Kavgaların ne kadar ateşli yapıldığına Kahvehaneler enformasyon merkezleriydi. Hatta 18. yüz-
bir kanıt değil mi ki bu? Kafelerin oluşumunu ise tiyatro yıl içinde kahvehane sahipleri kendi basınlarını
salonlarında sahnede koltukları olan aristokratların oluşturmaya başlamıştı. Bu enformasyonlar gazetelerde
sahneden indirilmesine ve fuayelerin sadece bir geçiş yayımlanıyor ve kahvelerde tartışılıyordu: 1729'da
alanı değil, aynı zamanda, insanların konuşup, kahveler gazeteler üzerinde bir tekel hakkı elde etmek
tartıştıkları bir alan rolünü oynadıklarına bağlıyor. Bu için başvururlar. Sigortacılık bile kahvecilikten başlamıştı:
arada, Colle'ye göre, sahnenin yüzey olarak biraz Lloyd's of London şirketi başında bir kahveydi. Kahvelere
aşağısından seyredilmeye başlanan piyesler "yanılsama" ilk gelenler öncelikle "genel kuralla* •" izliyor, yerlere
gücünü arttırmış ve oyuncuların sahnede ayakların tükürülüp tükürülemeyeceğini pencere yanında kavga
görülmemesi piyesin etkisini, mesafeyi çoğaltarak, daha edilip edilemeyeceğini öğreniyordu. Keyfine bakan insan
güçlü kılmıştır: "Ayaklar yok olduğunda insanlar ölüme dıge leriyle konuşarak enformasyonu sağlayan insan
daha büyük bir hararetle inanabilirlerdi" diyor. anlamına g yordu. Enformasyonun tam olarak sağlanması
İSI için isejjeÇ^ olarak mevki ayrımları askıya alınıyordu.
18. yüzyılın içinde "işaretler sisteminin" yaygın olduw mu Halbuki daha c iki aristokratın dedikodu enformasyonu
ise kahvehane olarak tanıtıyor Sennett. Kafelerd ^ ^' yapmak imkanı aşağı mevkiden olan birisi daha yüksek
tartışıyorlardı ve siyasi konular hakkında mevki ve stat" mevkiden birine, hakkında dedikodu yapamıyordu.
Sân'âr ligi gözetmeksizin konuşabiliyorlardı: Bu, belki de, Kahvehanelerde yeni bir siy si kurgu ortaya çıktı:
hos ^ toplumlarda yerleşmesinde bir evreydi. Toplumsal mevki ayrımlarının ol ğı gerçeğinin tecrübe
Aristokratlar dah * görülmemiş bir şekilde daha aşağı bir alanının oluşması. Bir beyefendi maya karar vermişse
mevkiden birini si kirlerini büyük bîr hoşgörü ile diğerlerinin sözlerini kesmeden ede ^mecburiyeti diye
dinlemek zorundaydı. Sahn" ı' sokak arasındaki köprü yeni bir ilişki başlıyordu. Klüplerde bir burjuvazinin ve
rolünü önce tiyatrolar, daha sonra '* kahveler ve klüpler elit kesimin konuşmaları geçiyor-dilı anlayabilmek için
oluşturmuştur. Klüpler ise, adı üstünde d * ha soyluların biraz okumuş olmak gerekiyordu. dU Tmdan klüpler
gidebildiği ve içeriye herkesin alınmadığı özel mekanları kahvelere göre daha kapalı ve kısıtlı alan-° a 'ma
ifade etmektedir. Kahvehanelerde (belki buna kıraatha- neticede özel alanı değil kamu alanını oluşturuyor-V Klüp
ne demek daha güzel olacaktır) gazeteler okunmakta ve üyeleri yemek yemek için ise kahvelerden çok hanları
gunun yorumlan yapılarak tartışılmaktadır. Kısaca .tavernaları kullanmaktaydılar. 18. yüzyılın ortalarında
Lond-da St James Parkı, Paris'te Tuilleries Parkı gezinti ve et'9' ^ insanların birbirleriyle konuşmalarına lüzum
karşılaşma alanları olarak kamu mekanlarını teşkil kalmadan f izleyebilecekleri ve alıp almayacakları
ediyorlardı. "bireysel" olarak k '^ rebilecekleri insan ilişkileri belirgin
Fetişizmi 19. yüzyılda ise kamu mekanı insanların kendi olmaya başlamaktad * istediği gibi mağazaya
kişiliklerini ,nı tip kıyafetlerde göstermeye başladıkları girebilecek ve birşey almak zorunda?0 madan çıkıp
dönem olmaya aşlar. Bir kere sanayi devrimi ile imalat gidebilecekti. Günümüzdeki Büyük Maöaz / mülü 19.
üretiminden sanayileş-ıeye ve daha ucuza daha fazla mal yüzyılın ikinci yarısında belli olmuştu. Marx'ın 't lumsal
üretimine başlanır. Bu dö-?m Marx'ın "meta fetişizmini hiyeroglif" olarak adlandırdığı mallarda emekçi ve k
çözümlediği döneme tekabül mektedir. Öncelikle talist arasındaki sömürü ilişkilerinin kapitalistleştiği artı-
şehirlerde önemli bir nüfus artışı başgös->rır Paris ve de kuramı ortaya çıkmıştı: Bir çeşit zamanından önce
Londra bir yüzyıl içinde dört beş misli bir nüfus tısı göstergeli-lim. Malların kullanımlarıyla alakasız bir dizi
göstermektedir. Kentleşme ve göç kendisini belirgin bir çağrışıma açılacak pazar stratejileri meydana çıkıyordu.
*ılde göstermektedir ve kapitalist üretim ilişkileri hakim Malların tüketimi "sta-tü-değere" göre belirleniyor ve
üre-m biçiminin öğeleri haline gelmeye başlamıştır. tüketiliyordu artık.
Avrupa tari-nde nüfusun büyük şehirlerde bu denli arttığı Kapitalizm, Sennett'e göre "kamusal yaşam üzerinde"
daha önce görmemiştir. Bu nedenle şehrin mimari kamusal fenomenleri gizli kılmaktaydı. 1750'de bir
yapısında değişiklikler aŞgösterir. Büyük bulvarlar elbisenin ir sanın hissettikleriyle bir ilgisi yoktu; oysa
meydanlara açılacak, polisin halk erindeki denetimini 19. yüzyılın iki yarısında, seri üretim olsun veya olmasın
artırırken, aynı zamanda da şehirli çalıkları iş yerlerine ve insan kendini "ıffe veya "seksi" biri gibi sunabilme
büyük mağazalara götürecek kanalları u§turmaya başlar. serbestisini elde etmeye ba: maktaydı. İmge ile satın alma
Les Halles'deki ticari yoğunluk ve pazarlık me adet|eri arasındaki günümüzde çok be gin ve bilinen o ince çizgi
yerini yavaş yavaş tek fiyat politikasına bırakmaya ^ar; kalınlaşmaya başlamıştı. Kişiler görünüşlerine göre tasnif
bunu yasalarla denetlemek mümkün hale gelir. Bu sıra- edilebiliyordu, ama gitgide de bağdaşık bir görüntü elde
'nıel devrimi yaratanlardan biri de Aristide Boucicault ol-ı etmeye başlamışlardı şehirli insani Bir yandan tek tipleşen
^ 1852'de günümüzde hâlâ var oluşunu sürdüren Bon e kıyafetler, diğer yandan ise kişilik zanmaya başlayan
Perakende satış mağazası Boucicault tarafından kurul- insanlar birlikte görünür hale geliyorlar 1825'de dikiş
tek %at politikasını ve vitrinde en seçkin malları ser- i makinası yeni bir icad olarak gündene gelm teydi.
g,l tek %at politikasını ve vitrinde en seçkin malları 1851'de Singer patentini aldı. Ayakkabılar makinayla
ser- pılmaya başlandı. 1840'larda kol saatleri bir seri imalat ile
dan ,e stratejisini üstlenmiştir. Bu durum Sennett'e göre, pılmaya başlandı: Zaman ve emek, kapitalizmin en
"sıra-lr olay gibi görünse de, aslında bu aktif bir alışveriş önemli ı surlarıydı: Emek gücünü keşfetmişti Marx.
alanı olarak kamusal alanın yerinin nasıl insan yaşamınd- 1857'de Moda s falarıyla moda bağdaşık olarak hemen
dahağun fakat daha az sosyal bir kamusal deneyime yaygınlaşabiliyordu^ yıllar kamuoyunu oluşturacak
bırakt digmasının özüydü". Kamusal alanda artık pazarlık gazetelerin de kitleselim ' maya başladığı yıllardır. Aynı
yıl Worth Paris'te ilk moda^ ^ nunu açmıştır. VVorth'ün aşkınlaştıramıyordu. ^ Fransız devriminden sonra,
çizimleri yeni makinaların kolay teceği çizimleri olarak Robespierre, halkın tek tip kıya-nn 9lymes'y|e toplumsal
kolaylıkla modayı değişik kıldı temsil eden bir renk olarak eşitsizliklerin giderileceğini ve insanla-mektatÜfarkl
erkek kıyafetlerine ^oldu' "pazar kıyafeti" diye bir terim olmaksızm birbirleriyle konuşabileceğini düşün-eydı.
ortaya atıldı. "Bir egemen ' |H jnanc, Yüzyıl evvel kahvelerde belirginleşen toplumsal diya-
başgöstermekteydi bu yıllarda. ğâl,ramu mr*anıncla, sokakta oluşmaya başladı. Kadınlar
muamması do-ler ıyjaQ(?nem ^erek doğal kıyafetlerin çıplaklığını
beğen "temiz ve gösterişsiz" kıyafetleri erkek modasının benimsedi-aya uY9''n ince muslinden kıyafetler giyen
BrürT1 ı^ez unsuru oldu. Kozmopolit yaşama ayak kadınlar bedenlerini şeffaflığında görünür
uyduran in-vazg^ dönemde "farkedilmez" kıyafetler kılmaktaydılar, Açık saçık gjyj/ nen kadınlara
giymek zorundaydı. 530 f tler aynı zamanda insanların "merveilleuse" denilmekteydi: "Madam Hamelin gibi
işlerini ve sosyal statülerini a belirtmekteydi: Kravat nasıl cüretli kadınlar tamamen çıplak olarak, ince dokunmuş
bağlanır? Nasıl düğümlenir ve sıktır? Kol saatleri nasıl bir kumaştan bir şala sarınıp, kamuya ait bahçelerde
kullanılır? Kime "beyefendi" demek gerekecektir? Hangi yürüyüşe çıkmaktaydılar". "Madam Tallien ise Opera'ya
tip kadın "hafifmeşreptir"? kamusal alanda sınıflandırılır. kaplan giysisi içinde giderdi". Daha az aşırılıkta
Ancak, hangi kadının hafifmeşrep olduğu dış görü- bulunmak isteyen kadınlar ise muslinin altına bir
nüşünü belirleyen kıyafetinden çok, işaretleri okumasını kombinezon giymekteydiler. Bu dönemde "muslin sadece
bilen ısrarlı bakışlar tarafından bilinecektir. Beden göğüsleri göstermekle kalmıyor, aynı zamanda beden
üzerindeki gösterge-bilim imlerini vermeye başlamıştır: pozisyon değiştirdikçe toplumsal statüyü de belli
Markalara doğru giden yolun tüketim toplumunun ediyordu. Erkeklere çekici gelmek isteyen kadınlar
temelleri atılmaya başlanmıştır artık. muslinleri ıslatarak giyiyorlar ve bedenlerinin en ilgi
Seküler Toplum çekici yanlarını teşhir ediyorlardı. Yalnız bunun
Çıkar ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla kapitalist üretim sonucunda Paris'de büyük bir verem patlaması oldu.
biçimi içinde yeralan sanayi kapitalizminin kendisi kişiliği Erkekler arasında da Thermidore döneminde,
ortaya çıkardı, Sennett'e göre; çünkü, seküler bir dünya "incroyable" (inanılmaz) denilen tipler vardı; bunlar
görüşü topluma hakim olmuştu. Bu yeni dünya görüşü kendilerini hicvediyorlardı: Uzun saplı gözlükler takıp
"Doğal Düzenin yerini aldı" 18. yüzyılda bile Tanrı'nın kırıta kırıta yolda yürüyorlardı. Sokaklarda kendilerine
"doğal" aşkınlığı 19. yüzyılın ikinci yansında krizini gülünmesini bekliyorlardı. Bedenlerini bir şaka olarak
yaşamaktaydı: Nietzsche "Tanrı'nın ölümünü ve ardından sunuyorlardı. Dandy'lerin 19. yüzyıldaki haline yol
da doğal olarak insanın ölümünü ilan edebilirdi artık. açılıyordu. Oscar VVilde bir erkeğin özgür olmasını
Bunun toplumsal yolları ticaretin gelişmesi ve insanlar "aykırı olmasında" buluyordu. Thermidoreyenler,
arası maddl ^kilerin değişmesiyle mümkün kılınmıştı. doğanın kamu mekanına taşınabileceği fikri egemen
Doğa ve Do-9anın Tanrı'sı "kimliği belirsiz bir ilahtı"; olmaya başlamıştı. 1796'da Paris'de bedenlerin doğal
"ona saygı duyulabilir ama taNamazdı"; inanç doğayı olarak teşhir edilmesini sağlayan altı yüzden fazla dans
salonu açıldı. Bedenini teşhir edebilen kişi "kültürel İnsan dış görünüşüyle duygularını ve arzularını güdümlü
devrime" katıldığını ispatlamış oluyordu. kılar, kamusal alanda "doğal güdülerini" denetler.
19. yüzyılın ikinci yarısında insanların inançları içkin ve Psikologlar toplumda önemli bir statüye sahip olmuştur
toplumsal olmaya başladı ve artık aşkın ve teleolojik bir ve hareketlerinde irade ve norm dışı davranış gösteren-
inanç yerini "yeryüzü teleolojisine" bırakmaktaydı. Kadın lerin deli olduğu inancı yaygınlık kazanmaya başlar.
bedeni yine eteklerdeki kafesler ve yastıklarla denetim Normal bulunmayan kendiliğinden hisler korku nesnesi
altına alınıyor ve "bakışlardan sakınılıyordu". Viktoryen haline girer: Normdışılık bastırılır ve kontrol altına alınır.
iffet dönemi kadının doğallığına karşı bir hareketi Davranışlar, tarzlar ve giysiler üzerine dayanan Proust
başlattı. Ancak hemen sonra 19. yüzyılın sonunda romanlarının yolu açılmaktadır artık. Yolu başka bir
kadınlar ondüle saçlarla dönemin muhafazakârlığına tarzla eserlerini kaleme alan Balzac açmıştır. Kapitalist
başkaldırıyor ve hatta "meme uçlarını deldirip, sanayileşme ile seküler insanın kaynaşması
mücevherler taşıyorlardı. Yüksek statülü kadın en modernliğimizi ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan da
"hışırtılı" yürüyendi; çünkü içeteklerin sayısı artmaktaydı. röntgencilik ve teşhircilik ile erotomanya ve yorumlama
Burada önemli olan değişimler arasında, özellikle Darvvin paranoyası bu yüzyılın en gözde hastalıkları arasında
kuramını hatırlamakta yarar var ve bilindiği gibi "üretim sayılmaya başlanır. Psiklojizmin önemli isimlerinden biri
ilişkileri şeması" bile evrim üzerine oturtulmaktaydı. olan Henry James, Balzac'ı yorumlarken "Paris doğrudan
Putlara tapınma yerine, Aydınlanmanın verdiği itilimle, anlatılmadığı yerlerde ima edilmiştir" diyecektir.
rasyonalist eğilimlerimize karşı bir inanç açığa çıktı. Dini Zenginliğin ne şekilde elde edildiğini, sefaleti, insanların
olmaktan çok daha düşünüm-sel (refleksif) bir durum çıkar ilişkilerini, miras yollarını, üçkağıtçılığı, ayakçılığı,
meydana geldi. Tanrıların gizemi yok olduğunda insan himaye sistemlerini, yetenekleri ve bu yetenek ihmallerini
kendisini gizemli bir varlık olarak hissetmeye başlar, diye vb. şehrin yeni ilişkileri olarak kabul etmek mümkün hale
yazıyor Sennett. Ortaya çıkması beklenen bir yaşamın gelmiştir. Balzac, Gor/of Baba'da "Rezillik ve sınırsızlık:
anlamı sorunsallaştırılmaya başlanır: Kişilik bir inanç şans buydu artık" diye yazar. Veya "geçmişte kişi
şeması olur. Kişi göründüğü gibi olandır ve kişiden kişiye gerçekten yaşar ve eğer geçmişi anlaya-bilirse, şu andaki
farklılıklar arzeder. Dış görünüşünün değişmesi de kişinin yaşamındaki kargaşa azalabilir".
iç doğasını gösterir. Tabii buradan çok tehlikeli Bu yüzyılın "kamusal insanı" kendisini kalabalıklar içinde
kuramlara da gidilecektir: Kafa taslarına göre ırklar pasif konumda görmeye çalışır ve bu şekilde dandylerden
arasındaki eşitsizlik kadar dış görünüşün etkisiyle suçlu ayrılır Kibar beyefendi diğerlerini süzendir; izleyicidir.
tipler ve masum tiplere olan bir adalet mekanizması Kendini göstermez, diğerlerini inceler. Kamusal alan,
çalışmaya başlayacaktır. Etoloji kişilerin karakterlerini izleyicinin gözlem yapmasına olanak sağlayan mekan
okuduğuna inanır: Mili, kişilerin anlık davranışlarından haline gelmiştir artık. Pasifleşen kişi kendisini daha fazla
karakterlerinin belli olduğunu iddia edecektir. Carlyle'ın hissedebileceğine inanmaktadır. Aile kuralları dışında
"Sartor Restar-tu'unda "giysiler üzerinde insan ruhunun kamu yaşamının imlerini keşfetmeye çalışırlar
amblemlerinin yazılı olduğu" kanısı yaygınlaşacaktır. beyefendiler. Bunun siyasi yansıması: "politik inancın
içeriği kamu içinde geri plana çekilirken halkın ilgisi günümüzün sorunlarından birini oluşturmaya devam
politikacının yaşamı üzerine" odaklanmaya başlar. ediyor ve hatta benzer örnekleri kendi ülkemizin içinden
Kamusal Alanın Belagat Ustaları bile verebiliriz. Şair politikacımız 19701i yılların belagat
Kamusal alanda güçlü, konuşma yeteneği olanların pasif ustası olarak karizmatik lider konumunda, güzel Türk-
bir şekilde konuşmacının söylediklerini ve söyleme tarzını çesiyle yığınlara umut vadediyordu. Günümüz koşulları
dinleyenlerle olan ilişkisi Sennett'i aşkın ve içkin değişti, televizyonlarda belagat ustalarının durumu da:
entelektüel arasındaki ayrıma götürür. 19. yüzyılda Karizmatik din adamlarımız, Savonarola gibi bir ilahiyatçı
kamusal alanı işgal eden ve "mahrem topluma doğru" olarak, bir aktörün etkililiğinde cemaatine belagatla
giden çizgide 1848 devriminde halkı kışkırtan, onlara yaklaşmayı biliyor: hatta ağlamaklı sesinin kadanslarını
şiirler okuyan Lamartine örneğini ele alır ve hemen sonra bir aktör başarısı içinde yönlendirmesini biliyor.
Lamartine'in şair kişiliği ile siyasetçi kişiliği arasında Bossuet'nin söylemiş olduğu gibi "Belagat sizi duy-
ayrışıklıkları gösterip, anakronizm yapma pahasına da gulandırıyorsa daha dindar olmanız gerekir".
olsa, onu 14001ü yılların ikinci yarısında, Floransalı Gerçekleştirilen şey, Sennett'in yazmış olduğu gibi,
Savonarola ile kıyaslar. İkisi de belagat ustalıklarıyla halkı "dışsal tiyatro için sahneyi kiliseden şehre taşımaktı" veya
egemenlikleri altına alıyor ve siyasi olarak etkiliyorlardı. bu camii ekran aracılığıyla kamuya taşımaktır. Yalnız
Floransa'nın o zamanki siyası yapısı gibi, o da, şehir belki şöyle bir farkla: 19. yüzyıl toplumun bağdaşık olarak
dışından gelerek yerleşmiş ve toplumsal statüsünde bir kabul edildiği ve bağdaşıklaştırılmaya çalışıldığı döneme
gelişme göstermişti. Dominikenlerin retorik çalışmalarını tekabül ediyordu. Halbuki şimdi bir belagat ustası kendi
izlemiş ve çok şey öğrenerek kendisini bir belagatçı cemaatini etkileyebiliyor veya bir siyasi parti kamu
olarak yetiştirmişti. Sennett'e göre, Lamartine de mekanını belli bir oranda işgal edebiliyor; mahremiyeti
Savonarola da "özgün düşünürler" değildi. Kamu kamu-sallığa getirmeye çalışıyor; ancak, parçalanmış bir
hayatını belagatlarıyla el lerinde tutmasını biliyorlardı; "sosyallik" içinde, zorunlu olarak, bu mümkün
ancak biri şair, diğeri ise din adamıydı. Din adamı olarak görünmüyor:
Tanrı'nın öğretisini konuşmakla görev liydi ve aşkın bir O zaman da tahakküm tehlikesi başgösterebiliyor.
belagatı ortaya çıkarmakla yükümlü kalıyordu, Belagat-çıların sessiz ve uygar yığınları iktidarı altına
kalabalıkları eyleme teşvik ediyordu; oysa Lamartine bir alması, bu şekilde, yüzeye çıkabiliyor.
şair olarak kalabalığı "pasifleştirmeye" çalışıyordu: Kamuya Karşı Kişiselleşme
"Rahip dinleyicilerden yanıt beklerken şair yalnızca Richard Sennett kitabının son bölümünde mahremiyetle
boyun eğdirmek peşindeydi", diye yazıyor Sennett. (narsisizm, kişidışılık, yabancılaşma, soğukluk) birlikte
Rahibin retoriği günü kendi kişiliğinin ötesine kamusal insanın kamu mekanından yavaş yavaş
uzanmaktaydı hep; halbuki Lamartine'in yaşadığı dö- çekilmeye başladığını iddia ediyor. Jürgen Habermas da
nemde "o an" önemliydi. İki durumda da izleyici pasif Kamusal Mekan kitabının çeşitli baskılarından birinin
konuma bürünmüştür, ortak olan yanları budur. Bu önsözünde Sennett'in bu yorumunun yanlış olduğunu
sorun, zannediyorum, kamusal alan açısından yazıyor. Çünkü# kamusal alan demokrasinin ve sivil
toplumun koşulu olmak zorunda. Pasifize olan izleyicinin
Sennett "mülteci ruhuna" sahip olduğunu yazıyor.
Kamusal alanda taraf olmak insanların karşılıklı
ilişkilerinde cemaat ruhuna bağlı olmak ve toplumlarda
ötekilerin yaratılmasıyla niha-ileniyor. Cemaat ve kamu o
halde taraftarlık yaratarak "kardeşliği" engelleyici bir
gücü vücuda getiriyor: Biz ve yabancılar. Kamusal alanın İSYAN İLE BAĞLANMA ARASINDA ENTELEKTÜEL
yokluğunda ise# Sennett'e göre, "insancıl olduğu 1930'lu yıllar büyük depresyonun, 1929 krizinin başladığı
söylenen ideallere" bir geri dönüş yapmak yıllar olarak karanlıklara açılan ve ırkçılığı antisemitizmle
mümkünleşmektedir. Kişiselliğin ve bireyciliğin buluşturan tarihi anın çoğu kez başlangıcı olarak görülür.
yükselmesi ise kamu fikrini yok etmektedir. Postmodern Bu yıllarda Fransız aydınları kargaşanın ve umudun içinde
dönemlerde kamu alanı zaten yerini televizyon ekranı birçok alanı kapsamaya çalışmışlar; Heidegger'in 1927'de
alanına bırakmaya başlamadı mı? Elektronik demokrasi yayımlanan Varlık ve Zaman adlı eserinin muhteşem
fikri bile farklı bir "kamusal alan" anlayışının geliştiril- atılımı içinde varoluş sorunu sonuna kadar yaşanmış ve
meye başladığını göstermiyor mu bizlere. Bu konuları hatta "çarpıtılmış"tır. Paris'in 19301u yılları içindeki
tartışan, bizi düşündüren, örneklerini sunan bir kitap entelektüel ortamında bulunan Sürrealistler ve Le Grand
olarak Kamusal İnsanın Çöküşü malzemelerinin Jeu dergisinin çerçevesinde toplanan aydınlar arasındaki
zenginliğiyle N. Elias'ın sosyoloji anlayışına yakın bir R. Gilbert-Lecomte'un Nietzschevari yazıları dönemin
çalışmayı sunuyor bizlere: Fiili ve hukuki olarak tarihi bir "epistemesini" belirlemeye kalkışırken; Koyre ve Koje-
sosyoloji incelemesinin günümüz sorunlarının ve'in Hegel dersleri ve konferansları birçok ünlü
bağlamında ele alınıp yazılması. entelektüel figürü topluyordu: Bunlar arasında Bataille
Cumhuriyet Kitap, 15 Mayıs 1997 olduğu kadar, R. Aron, Merleau-Ponty, meşhur
psikanalist J. Lacan, sosyolog Gurvvitsch, edebiyatçı R.
Quenneau gibi daha sonraki dönemde Fransa'nın felsefe,
siyaset, sosyoloji ve edebiyat alanlarını etkileyecek
figürler de bulunuyordu (Kitapta Kojeve'in etkisinin an-
latıldığı bölüm için s.48-114'e bakılabilir). Bunlar arasında
Bataille, belki de, Koyre'nin derslerini daha önceden
dinlemiş olduğu ve Hegel üzerine kitapları edinerek,
okuduğu için Hegel'e daha o yıllarda aşinadır. Bu
derslere mülteci durumunda bulunan H. Arend de
katılmaktadır. Bilindiği gibi Kojeve derslerinde Hegel'den
sonra Heidegger'i de konu etmekteydi (1933-1939 yılları
arasındaki konferansları). O dönemin üç figürü "3 H" idi:
Hegel, Heidegger ve Husserl. Bu, daha sonra diğer üç gerçekleştirmektedir: Devrimlerin en hızlı noktalarında
figüre bırakacaktır yerini: Marx, Freud ve Nietzsche. duygusallıkla akılcılığın karıştığı varlık alanında
Besnier bize önce 1930'lu yıllarda moda olan aydınların olguların ardından gidişini anımsatan Clavel
Nietzsche'nin önemli yerinin Koje-ve#in derslerinden "her devrimin metafizik dokuyu yeniden canlandırdığını"
sonra Hegel tarafından işgal edildiğini hatırlatır. yazıyor. Besnier şöyle yazıyor: "Entelektüel kendini
Günümüzde Fukuyama tarafından ortaya atılan "Tarihin eleştirel bilme okuluna ne kadar verirse versin ve böylece
Sonu" tezinin nasıl Kojeve'in Hegel seminerlerinde ele artık onun için irrasyonelin veya vülgerin işareti olan
alınmış olduğu anlatılır. Kojeve, o zamandan tarihin sonu coşkunun payını kapsamada ne kadar kararlı olursa
ile insanın sonunun belirlenmiş olduğunu derslerinde olsun, ilk gelen devrim onu sürükler. Hatta bazen,
belirtmekteydi. tasarlanmasına akıllıca katkıda bulunduğu eleştirel
Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan, Işın Gürbüz'ün kavranabilirlik modellerinin yetersizliğini bir tür mazoşist
çevirdiği Jean-Michel Besnier'nin İmkansızın Politikası neşe ile" açıklar. Bu durum aydınların Platon'dan beri
(Fransızcası 1988) bu dönemin aydınlarının tartışmalarını gelen taraf alma tutumlarının bir devamı gibi
günümüzün sorunları içinde yeniden ele alarak gündeme gözükmektedir: Platon Siraküze kralının danışmanı, 20.
getiriyor. İmkansızın Politikası: Georges Bataille'ın yüzyılda Heidegger Nazi; Althusser Stalinist, vb. Fouca-
"patetik entelektüel" kavramı ile ele alınan aydın ult'nun da İran devrimine olan ilk hayranlığı onun bu
tavrının sorunsallaştırıldığı ve Sartre'ın bağlanmış konu üzerine uzun süre eleştirilmesini beraberinde
(angaje) aydını ile karşıtlık oluşturduğu kitap hem tarihi getirmişti. 1978 yılında "İranlılar ne düşlüyor?" adlı Le
bir analizi hem de günümüzün sorunsalları içinde yarık Nouvel Observateur'de yayımlanan makalesinde,
oluşturacak bir çabayı sunmaya çalışmakta. Bataille'ın Foucault İranlıların jeopolitik bir konumda yaptığı
olayları ele alışı, günümüzün kaotik dünyası içinde sıkışıp analizinde David anlaşması sonrası, Lübnan'ı Suriye
kalan ve ilkeler üzerinde dönüp duran, bağlanmış aydın egemenliğine terkeden Amerika'nın, İran'da, Sovyetler
tipinin krizini günümüz sorunları içinde yeniden yaşayan Birliği etki noktasını yaygınlaştıracakları bir yeni alanın
misyonlarının (dini bir kelime) bittiği ileri sürülen olup olmayacağı sorusunu sorarken, Amerikalıların Şah'ı
aydınların güncel konumunu ortaya koymaktadır. Ve yeni bir güç ilişkisi içinde, yeni bir "Kanlı Cuma"ya sürüp
Bataille üzerine ele alınan Besnier'nin bu çalışması sürmeyecekleri sorusunu irdeliyordu. Savak'ın şefi
aydının kendi hapishanesini kurduğu zihinsel alanını da, Moghamdam'ın grevler, üniversiteli öğrenciler, dini
bu şekilde, gündeme taşıyor. bayramların iklimi sıcaklaştıracak durumu karşısında
Devrimler Metafizik Dokuyu Canlandırır alacağı tavrı sorguluyordu. Dönemde muhalefetin de
Halk Cephesinden 1968 olaylarına kadar Fransa'da Şah'ın danışmanları olan Amerikalıların da "genel bir ser-
yaşanan canlı bir tartışma alanının aydınlar tarafından bestleştirme" üzerine hem fikir olduklarını hatırlatarak
nasıl okunduğunu ve dile getirildiğini özetleyen Besnier yazısını sürdürüyordu. Sokak ise, o dönemde aynı
özellikle, 1979 yılında ölen Maurice Clavel'in konumunu ağızdan "Kahrolsun Şah, Humeyni seni takip edeceğiz"
işlemesi bakımından ilginç bir analizi diyordu. Burada Fouca-ult'nun analizlerine daha fazla yer
vermenin gereksiz olduğunu hemen hatırlayarak, dirmekte herhalde güçlük çekeceğiz.
Clavel'in önermesinin ciddiliğine dönüyoruz. Devrim Patetik Entelektüel
anlarının metafiziği ortaya koymasına geliyoruz. Bu Sartre'ın "Mao'cu yıllardaki" demeçlerinden birinde
önermenin Sartre'ın bağlanmış (angaje) entelektüel "entelektüelin kendisini feshetmesi gerektiğini" dile
kavramı ile ilişkisi açık gibi gözüküyor: Her türlü getirme biçiminin, Bataille'ın entelektüel yorumuna
maddeciliğe rağmen "duygusal bir ontoloji" sorunu bizi yakın olduğunu hatırlatan Besnier, Sartre'ın belki de
içimizden yakalayıp, bir yerlere doğru fırlatabiliyor ki, o 19301u yılların Fransız aydın tartışmasına geri dönmekte
yerde bağlanmamız mümkün hale geliyor. Besnier, Clavel olduğunu düşündürtüyor. Patetik entelektüel figürü bu
için "40'da direnişçi, 68'de de Gauelle'cü solcu iken bağlamda yüzeye çıkıyor: "Kesin olarak bir davaya bağlı
özgürleşmenin hizmetindeki metafizik iktidarın sembolü olmayan" ve "bir yaratma isteği" sunmayan entelektüel
olarak yüceldi" diye yazıyor. tipi. Besnier, örnek olarak SorePin "miti"; Monnerot'nun
Foucault ise onu "sabırsız, en ufak bir gürültüye atlayan, "mıttarihi"; Callois'nın "kutsalı"; Bataille'ın "imkansızfnı
alacakaranlığa bağıran, kargaşa isteyen bii olarak, gösteriyor. Besnier'ye göre "bağlanma" üzerine gelişen
kısacası devrimci değil; fakat zamanı kesintiye uğratarak, bir entelektüel figürü "artık miyadını doldurmuştur". Bu
insanları, topraklarının ve insanlıklarını dikeyliğinde entelektüel tipinin sembolü olarak da Georges Bataille'ı
doğrultan biri" olarak betimlemektir. Besnier, 68 karşımıza getiriyor. Patetik entelektüel için Kötü ve iyi
olaylarından 20 yıl sonra "Mayıs olaylarının" "kontrol karşı karşıya değildir. Bataille "Piramitler de Akropol de
edilemez olanın metafiziği ve lirizminin sicili altında Auschvvitz de insanın işaretidir, insanın eseridir" diye
anılabiliyor" diye yazdığında, ne kadar lirizmin etkisine yazar. Bu açıdan Pasajlar adlı eserini Bataille'a intihar
kapılmıştır ve ne kadar haklıdır bunu tartışmak etmeden önce bırakan VValter Benjamin'e yakın hisseder
zorundayım zannediyorum. Tarihin "mutluluğun alanı" kendisini. Politikanın ahlakının yadsındığı yerdir patetik
değil, ama "mutluluk dönemlerinin tarihin beyaz entelektüelin yeri. Levinas'ın yaptığı saptamayı
sayfaları" olduğunu Tarih Felsefesi Üzerine Dersler'de vurgularsak, "gücünü Hegel'in öğretisinin ağırlığından
yazan Hegel'i düşündüğümüzde ise bu beyaz sayfalarla alan İmkansızın Politikasında ahlak yoktur". Adomo'nun
metafizik arasındaki ilişkiyi nasıl sorunsallaştıra-cağız? sorduğu sorunun tersine "Auschvvitz'den sonra hâlâ
Metafiziği çeşitli anlamlarında da alsak, yani; fi-zik- yaşanabilir mi?"; Bataille'ın patetik entelektüel konumu
sonrasının sınırları içinde eğer bir bilimse, diğer hiç bir "yaşam hiçbir eylemin ardına gizlenemez" şeklinde bir
bilim ile karıştırılmaması gereken bir bilim olması ve "cevap" getirir. Bataille için, o halde, dirimseldir (vitalist)
cisimsiz dünyaya ait olan yani arı ruhlar, melekler veya diyebiliriz. Besnier, Bataille'dan yaptığı alıntı ile
Tanrı ile bağıntısında teolojiye (ilahi bilim) asla tekabül "imkansızın politikası, çok çözümlü bir bilinmezden
etmeyen ikinci anlamı; Salt İdealara veya biçimlere başka bir şey olmayan mümkünün politikasını keşfetmek
tekabül edebilen üçüncü anlamı; ve deneysel bilimlerde için en iyi yoldur" diye bitirir kitabını.
ele alınabilen duyumsallığm salt biçimi olan dördüncü Gerçi; Kojeve'in "tarihin sonunu ilan edişinden sonra,
anlamı; hangisi olursa olsun, beyaz sayfa ile ilişkilen- Fouca-ult da 1970'li yıllarda "özgül aydın" kavramını
ortaya atmıştı; ama Bataille gibi, İç Deney adlı kitabında
da göstermiş olduğu gibi, Hegel okuyuşundan sonra,
Nietzsche'ci bir okumayı gerçekleştiren ve "egemenlik,
erotizm, harcama, gibi kavramların sayesinde
Nietzsche'ye, Marquis de Sade'a erişerek, geleneksel
Komünist Partisi çizgisinin de solunda bir goşizme doğru FORMEL OLMAYAN BİR SANAT SOSYOLOGU: GEORGES
kayan Bataille yapısalcılık-sonrası düşünürlerine manevi BATAİLLE
önderlik etmiştir. Georges Bataille üzerine bir kitabın Ölümünden sonra konuya adını veren, üzerine
dilimizde yayınlanması, Bataille'ın Erotizm Gök Mavisi ve tartışmalar, kollokyumlar, sergiler düzenlenen Bataille,
İç Deney kitaplarının Türkçe'ye kazandırılmış olduğunu yazı ile ölüm, cinsellik ile erotizm, ilkellik ile harcama
hatırlattığımızda bu yeri gelmiş çalışmanın önemli bir arasında kurduğu paradokslarda birçok felsefeciyi,
boşluğu doldurduğunu söyleyebiliriz. sanatçıyı ve sosyologu etkilemeye devam ediyor. Mistik
Cumhuriyet Kitap, 19 Eylül 1996 olduğu söylenmesine rağmen Bataille için Tanrı'nın yeri
hayatta olan bir boşluktan başka bir şey değildir.
Hıristiyan mistiklerinin ve özellikle negatif teolojinin
yöntemini benimsemiş olsa da; Sosyoloji Koleji'nin
kurucusu olarak birçok sosyologu ve edebiyatçıyı
buluşturup seminerler düzenlese de, sanat ile olan ilişkisi
onu hep şiirselliğe doğru yöneltmiş; ve dünyası, nihai
olarak, edebiyatla bütünselleşmiştir.
Georges Bataîlle'm Savaş Sonrasında Yeri
1944 yılında Bataille Suçlu adlı eserini yayımlar. Aynı yıl
Jean Paul Sartre, Bataille için, Cahiers du Sud dergisinde
"Yeni bir mistik" yazısını yazar. Burada Bataille, başının
üzerinde de bir gözü olduğunu ve bu şekilde Tanrı'yı
gördüğünü, alaycı bir şekilde, iddia etmektedir. 1944
yılında, Bataille, Nietzsche üzerine bir çalışmaya başlar.
Kitap, 1945 yılında, Gallimard Yayınevince yayımlanır:
"Nietzsche Üzerine, Şans İstenci".
1946 yılında Critica dergisini kurar; bu dergi daha sonra
meşhur Critique dergisine dönüşür. Bu dergi hâlâ
çıkmakta; ve 1960'h yıllarda, önemli makaleleri;
(Foucault, Deleuze, Blanc-hot, Lyotard, Derrida gibi
isimlerin makalelerini) yayımlamıştır. İlk sayısında Andre
Breton'un dikkatini çekmiş olan Jules Mon-nerot'nun " durmaktaydı) 1990 yılında Amerika'nın önce New York,
Ahlaki Yön, Sosyoloji" makalesini yayımlar. Dergi 1948 sonra da ertesi yıl Los Angeles Çağdaş Sanat müzesindeki
yılında yılın en iyi dergisi ödülünü kazanır. Bu yıl daha serginin gelişimi ile alakalıdır: Yüksek ve Alçak sanat
sonra çok ünlenecek olan Editions de Minuit'nın yeni bir arasındaki hiyerarşinin yok olması ve popüler kültür.
dizinin müdürlüğüne getirilir. 1920 yılında Henri Fransız etnolog, Alfred Metraux, Bataille için törenler ve
Bergson'un Gülme (Bkz., Ayrıntı Yay., 1996) kitabını mitolojiler üzerine yüzeysel bilgilere sahip olduğu halde
keşfederek Bergson ile yemek yiyen, Georges Bataille yaklaşım-larındaki kesinliğin şaşırtıcı olduğunu
1923 yılında Freud'u keşfetmişti ve Leon Chestov ile olan söylemekteydi: Yerlilerde-ki şiddet havası, şiirsellik ve
dostluğu Georges Bataille'ı Dostoyevski okumaya teşvik korkunçluk (Bu, tabii, Antonin Ar-taud'nun da korku
etmişti. 1924 yılında ise Etnolog Michel Leiris ile dostluğu, tiyatrosu ile bir şekilde bağlantılıdır) ve kötülük.
onu ressam Andre Masson ile tanışmaya itecekti. Azteklerin gizemciliğine olan hayranlığı yerlile ği ile
1925 yılında Chestov'un Tolstoy ve Nietzsche'de İyi Fikri birleştiriliyordu. Azteklerin "askeri değil, ama s toplum
adlı eserini, Beresovski Chestov ile birlikte çeviren, olduğunu" göstermeye çalışıyordu. Bataille as toplumda
Georges Batail-le'ın etkisi felsefe ve antropolojinin yanı İmparatorluğun gelişmesine önem verildİQS ban etme
sıra sanatta da belirgindi: Gözün Hikayesi (1928 yılında törenlerinin çılgınlığının anlamsız olduğunu ^ rak,
yayımlandı. Bataille, bu kitabı müstear adla Lord Auch şiirselliğin kurbanımsı yüzünün savaşçı toplumlarda P ^
adıyla yayımlamıştı) Andre Masson'un çizdiği kün olduğu tezi üzerinde duruyordu. Bu önerme, Mali ^
taşbaskılarla süslenmekteydi. Bataille'ın yazdığı ilk erotik ki'nin "kurumsallık olarak savaş" ve "ilkellerde saldırının
romanlardan biriydi. 1931 yılında yayımladığı Güneşsel ku ^ suzluğu" arasındaki ayrıma dayanmaktaydı. Bu
Anüs ise yine Andre Masson'un çizgileriyle açıdan Pı so'nun açtığı yolu takip ediyorlardı,
tamamlanıyordu. entelektüeller. Bu donem de, Georges Bataille, Emile
Bataille ve Etnografı Durkheim'ın akrabası antropoloa Marcel Mauss'un
1928 yılında, Paris'de, Colombus öncesi sanat sergisinde "armağan" örneklerinden yola çıkarak "arma-ğan"ın
Alfred Metraux ve Georges Bataille Cahiers de la büyüsü üzerine çalışmaktaydı: Klanlar arasındaki buyu-sel
Republique des Lettres ve Des Sciences et des Arts ve karşılıksız mübadele sistemi. Bataille, bu sistemi
dergilerinde bu sergi (En eski Amerika Uygarlıkları) ile Meksikalı tacirlerin mübadele sisteminden yola çıkarak
ilgili yazılar yazmak üzere ortaklaşa çalışmalar yapıyorlar. ele almaktaydı Mallar sadece ticari bir değer taşımakla
Bu yıllarda Bataille hem felsefe hem de din ve teoloji kalmayıp aynı zamanda kutsal bir değere de sahipti. Bu
çalışmalarında bulunmaktadır. Bu dönemde ethos, yani da "armağan" denilen mübadelenin kutsallığında ortaya
kültürel değerlerin hiyerarşisi üzerine olan makalesini çıkıyordu: Buna, Marcel Mauss, "Pot-laç" adını
kaleme alır Bataille. Tuhaf bir şekilde 1928 yılındaki bu vermekteydi.
makale bir bakıma 1996 yılında Beaubourg'da açılan Romantizm ve Başkaldırı
"Infor-me" adlı serginin olduğu (çünkü bu sergi özellikle Bataille, Baudelaire'i anlamanın yolunun vahşilerin
Bataille'ın "harcama", "erotizm" gibi temaları üzerinde kurban verme kurallarını anlamaktan ve şairin topluma
romantik bir karşı çıkışının kapitalist toplumların üretim isyankârlığının toplum karşısındaki zayıflığının da
üzerine kurulu zihniyetlerinde yattığını kabul etmekten farkındaydı: Bir kere romantik değerlerle isyan bayrağını
geçtiğini ileri sürmektedir: Romantizm, kapitalist sistemin açan birey, kendi dini ve ahlaki değerleriyle kaçmakta
tüm üreticiliğini ve üretim güçlerinin gelişmesi temasını olduğu toplumu yeniden içinde hissediyor ve onunla
reddetmekte; işe yararrazlıga, serseriliğe, yararsızlığa bütünleşiyordu: Yersizyurduzlaşma her zaman yeniden
sığındığını belirtmekteydi: Baucfelaıre, bu nedenle, yerini yurdunu bulan bir pratiği gerçekleştirmekteydi. Bu
sisteme ve çalışmaya, sadece yarar için çalışmaya karşı toplumun kodlarına karşı çıkamamanın verdiği bir
çıkmıştı. Birey topluma karşı çıkmakla toplumun ondan zavallılıktı: "Feodal toplum için hiyerarşik düzen ne kadar
beklediğini de yadsımaktaydı. Toplum ve birey, bu gerekliyse birey de burjuva toplumu için o kadar
anlamda ayrı yönlere gidişi göstermekte, Kötülük (Elem) gereklidir". Bu, bireyleşme arzusunun ne kadar sistemle
Çiçekleri şairin vicdani yönünü hazırlamaktadır: Fahişeler, ve özellikle kapitalist sistemle bütün-'eştığini gösteren
frengi, yararsız bir y^ samda dandy'lik. "Birey ne olmayı Bataille'ın unutulmaz satırlarıdır. Foucault, aJn[ Şeyi /Vap/
başaramıyorsa toplum ^ olur" diye yazar Bataille. sanen/n Tarihi'nde hücre sistemi ile birey arasın-akl 'lışkiyi
Yabanların "kurban eylemi", toplu^te. gelecek kaygısı gösterdiğinde yazmaktadır. Bataille için "Benimsen-'§
üzerine değil, şimdiki zaman üzerine çekmklarını biçimiy|e romantizm, burjuva bireyciliğinin burjuva karşıtı
şimdiden almaktadır. Bu kaynaklar ise "yarının muhafaza kumundan başka bir şey değildir".
eden kaynaklardır". Kötülük çiçeklerini yara-1 tam da bu açıdan Baudelaire'in yaklaşımı şiirin ölmüş ruhunu
kapitalist toplumdu: Tren yollarıyla dü-ulaşım ağlarında canIrmaya-Çall?an bir çaba olarak gözükür; kötülüğün
gerçekleştirilen üretim biçimi; sö-ve artı-değer üzerine büyüen etk'lenmış ve sadece kötülük için kötülük
kurulu bir iktisadi siyaset. Kutsallı-fU k olduğu, yapmak iste-Varar için veya karşı çıktığı ilkelere yenisini
maddiyatın yıkıcılığına baş kaldıran bir roman-^ içinde yerleştirmek için değil; o nedenle, imkânsızın bir
şair ilkelliğe soyunmaktaydı. İşçilerin, yine üretim tlZ rine politikasıdır Bât İl da bulduğu. Zaten büyülenme de
kurulu isyanına bile kulak veremeyecekti; çünkü önemli iradenin kaybolma e ^ Orv ması, demek değil mi?
Ü|an "yararsızlıktı". Modern devletin reddettiği tüm İradesiz, çalkantılı sularda lan tyolco1* şair ve şiirsellik.
değerler böylece romantik değerler oldu. Ancak; Bataille, nı arar
burada bir romantizm savunmacılığı yapmaktan uzak, Şiirsellik ve Kötülük
romantizmin değerlerinin Baudelaire#in yaşamıyla Max Bilen, Magazine Litteraire'de (Haziran 1987) "Şjjrs ı h
özdeşleştiğini göstermektedir. Geçmişi yücelten bir ney11 adlı yazısında Bataille aslında, edebiyatçılardan çok
romantizm anlayışının, elbette, farkındaydı Ancak; fi*" zoflara yem olmuştur diye yazmaktadır. Eserlerinde
kapitalist toplum ile romantizmin buluşma noktasını da metafi k sosyoloji, iktisat, yorumlarına yer verilmiştir;
gözden ırak tutmuyordu: Romantizm geçmişi yüceltirken, ancak, Bataille daima edebi bir kişilik olmaya devam
bu değerleri yararcılık ilkesiyle de uzlaştırmayı başarmıştı. etmiştir. Bataille için Edeb yat "ya her şey ya da hiçbir
Sistem bir kez daha başkaldırıyı içine almayı ve kendisiyle şey" anlamına gelmekteydi; sadece sınırsızlığı
bütünleştirmeyi başarmıştı. Bataille, bireyin belirleyebilecek edebiyat, yani başka bir deyişle, yazı
"ölçüsüz bir harcamanın trajik yeğinliğine" sahiptir. kavuşabilecektir. Bu sayede, her türlü sis->min dışında
Bataille, şiirsel sanatın bizi her türlü aşkınlıktan ve aranabilecek ve "varlığın alanını çöl ile özdeşleşti->cek"
gizemcilikten kurtaracağına inanmaktaydı. Bataille, bu gecenin karanlığında oluşabilecek bir düşüşün veya bir
yazı deneyi sayesinde şiirsel vaziyetlerin vecd durumuna laceranın yolu da açılacaktır. Philippe Sollers, Bataille'ın
ulaşabileceğini iddia etmekteydi. Şiirsel vaziyetin bu yıları için, "ne düşüncenin düşünce ne de edebiyatın
özgünlüğünü ve özerkliğini olumlayan bu tekil "iç de- edebi-ıt" olduğunu yazmıştır. Bu edebiyat sayesinde
ney'i yaşamayı öğrenmek için ise, hayatın kaybolan sınırların kırıl-mlığı belirlenmektedir.
enerjisinin yeniden bulunması, yeniden güncelleştirilmesi 1957 yılında, Gallimard yayınevince yayımlanan Edebiyat
gerekmekteydi. ve )tülük adlı kitabında (Ayrıntı Yay., Çev.; Ayşegül
Bu zaruret bizim hayal gücümüzün sınırlarını zorlamakta Sönmezay, 1997), Bataille "edebiyatın hiç de masum
ve sınırları genişletirken yeni sınırları belirli kılmaktadır. olmadığını ve hatta suçlu olduğunu iddia etmektedir.
Bu süreç zarfında Bataille'ın geliştirmiş olduğu teknik Kötülük edebiyat sayesinde toplumsal değerini
bedenin ego'dan bağımsızlaştırılarak, kişisizleştirilmesini bulabilmekte, iletişim de bu sayede gerçek-
sağlayacaktır. Bataille, Suçlu adlı eserinde "ben ve leştirilebilmektedir. Edebiyat sayesinde ahlak
ölümüm birlikte Dışarısı'nın rüzgarına kendimizi hakkaniyetin yolunu açmıştır; "suçlu olan edebiyat" en
bırakıyor ve benin yok olduğu bir alana doğru açılıyoruz" nihayetinde "kavuşulan çocuksuluğun ta kendisidir".
diye yazmaktadır. Bu sayede, varlık çıplak olarak kendi- Edebiyat, bu anlamda dürüstlükle aynı anlama
sini ortaya koyabilecektir. İzlenebileceği gibi, gelebilmektedir: Kafka'nın dürüstlüğü. Kafka'nın
Heideyger ve Sartre ile "varoluşçu" bir felsefenin hakim dürüstlüğünde kötülük "en yüksek ahlaki değeri"
olduğu yıllarda Geor^ ges Bataille bambaşka bir alana taşıyabilmektedir. Blanchot'nun Bataille için yazmış
doğru açılıyor ve varlığın ortaya çıkması için olduğu gibi, edebiyatta yazar Bataille "konuşmaktadır";
kişisizleştirilmiş, kimliksizleştirilmiş ve bensız^a tirilmiş bir yazma eylemini konuşmaktadır; yani yazarken, aynı
"parçalanmış özne" arayışına giriyor. Bu açılan y daha konuşurken yapılabildiği gibi, yazı sırasında
sonra Blanchot ile birlikte Foucault, Deleuze ve Dern gibi düşünülmektedir. Bataille yazıyı tüm ahlaklılığında bir
filozoflar mesafe alacaklardır. Bölünmeyi, parçate^ yazma j^ konuşma süreci olarak ele almaktadır.
benliği benlikten kurtaracak bir mezar arayışı, Bataille iÇ1 Hakkaniyetin arayışı Ed lUre^ '^nc'e 9er5e9e
adlandırılacak bir süreç açımlamaktadır. Dünyanın \- qü kavuşabilecektir. Tekrar ediyorum: eb|yat ya her şeyin
\le koparılacak bağlar sayesinde varlık, gerçeklik ola- özüdür ya da hiçbir şey".
UtUn a konulan peçenin ardında tüm çıplaklığı ile önce ^n^€fue dergisinde yayımlanan bu yazılar yayıma
görünür ak ^aktır (burada Heidegger'in gerçeğin ne aVanlar tarafından kıyaslanarak ele alınmışlardır:
olduğu sorusunu ''T 'unda, daha düşünmeyi düşünmeye "Metnin hazırlanmasında dört ayrı biçimden"
başlayamadık şeklîn-S°l erçeğin hep bir peçenin ardında yararlanılmıştır. Mak el yazmaları; dergide yayımlanmış
yatan başka bir peçe ol-- aörüşünü de anımsatmakta hali; makalelerin elle tilmiş bir kopyası; Edebiyat ve
yarar var), yaratıcı sanatsal U liyet daha açıklığa Kötülük'ün el yazması Bat edebiyatın gerçekleştirilmesi
için "yasaların ihlal edilmesi" yasakaşma kavramına bağlı dece, tıpkı Hıristiyan inancında lanetlilerin olduğu gibi.
kalıyor; sınırların belli edilmes' İT sınırların kırılganlığını edendir. Tanrı "sevecendir ve bu şekilde küçük < elbette
ve esnekliğini de göstermektedir- d w ile hesaplaşmanın ki iyiliği bilmek zorundadır ki, kötülüğü v..- n
bir yoludur yasakaşma; aynı zamanda da d ğayı aşma yabilsin ve kötülüğün yollarına ulaşabilsin: "Cehennem ı
demektir. Yasakaşmayı gerçekleştirmek için sınırların ^ gerçekten özgür olan insanın o müthiş yalnızlığının sın
aşılması ise insanın kendi kendine ve diğerlerine benzeyen bir yalnızlığa ulaşır". Baudelaire ve Elem çiçek-
cesaretini göstermesidir; edebiyat o halde bir gösterme UKötülüğün ve iyiliğin tanınması ve baştan kabul
eylemidir, bir prak-sistir. Bataille otantik edebiyata örnek edilmesi-kötülüğün iyiliği baştan çıkarmasıdır;
olarak Zeus'un yasalarını ihlal eden Prometeus'ü örnek aşağılamasıdır, tıpkı sk oyununda olabileceği gibi, bir
gösterir; otantik yazar ise, "etkin toplumun temel kandırma veya saptırma
yasalarına karşı çıkma cüretini gösterendir. Burada yazar midir İyiliğ' tanı ve bil ki, onun masum olmadığını anlaya-
bir yasakaşan olarak suçlu olduğunun farkında olan *'k kötülüğün yollarında "elem çiçeklerini" açtırabilesin:
kimsedir; toplumu değiştirmeye ve dönüştürmeye cüret Baude-laire'in şiarı. Ancak kötülüğün kasıtlı yaratımı,
gösteren kişidir yazar. Bunun da bilinçli olarak farkında yani hata, iyiliğin kabul edilmesi ve tanınmasıdır.
olandır. Seçilmiş bir kişi olarak yazar coşkuyu Kötülük, bu anlamda iyiliğe minnettardır ve kötülük
gösterebilen ve tasarruf edebilendir. Kitapta izlenebilen olmaksızın iyiliğin de olamayacağını anlamak demektir.
yazarlar; Emily Bronte, Ba-udelaire, Michelet, VVilliam Bataille bu yazısında Sartre'ın Baudelaire'in şiirinde
Blake, Sade# Proust, Kafka ve Jean Genet. Bunlardan her "kötülük" öğesinin üzerinde durmayarak, önemli bir
biri tuttukları yolda, bu cüreti gösterebilen, tehlikeli öğeyi atladığını yazmakta, bu şekilde Sartre ile olan
olduğu kadar insana özgü olan kararlığı içlerini hesaplaşmasına yeni bir katkıda bulunmaktadır (bilindiği
barındıran "suçlu bir özgürlüğü" edebiyat denilen gibi Bataille ne Andre Breton ne de Sartre ile
eyleme tc yabilenlerdir. anlaşabilmiştir). 1943'de Bataille İç Deney kitabını
Örneğin Sartre# Baudelaire için "kötülük için kötülük yayımladığında, 1905 doğumlu olan Sartre "Yeni Bir Gi-
yapr nm tam olarak" örneğini sunmaktadır. "Hâlâ iyilik zemci" adlı makalesiyle Bataille'ı kıyasıya eleştirmekteydi.
olarak ka edilenin tam tersini kasıtlı olarak yapmak" bu Ona göre Bataille, Jaspers'in ve Nietzsche'nin düştüğü
anlama gelrr» tedir. Kötülük istenmeyeni istemek, hastalığa yakalanmıştı: Elinde bir şey kalmamış, Tanrı'nın
isteneni de istememe Baudelaire, bu anlamda, sükuneti karşısında elinden silahları alınmış, hatıralarının
tanrıtanımazdır; ama bir "tanrltan'rd zın Tanrı hakkında" nostaljisi içinde ne olursa olsun yaşamaya çalışmakta.
şüphesi yoktur; çünkü Tanrı'nın olma ıg konusunda Bunlara "artakalanlar" adı irilir. Sartre'a göre, artık
kararını çoktan vermiş olan bir kişidir. Tanrı a dece, tıpkı burada anasını, babasını, sevdiğini, Tanrı'sını kaybedenin
Hıristiyan inancında lanetlilerin olduğu gibi/ n edendir. zayıflığı söz konusudur. Bu da psikanali-?ln işidir. Bundan
Tanrı "sevecendir ve bu şekilde küçük düşürür. böyle ikisinin arasındaki diyalog "sağırlar di-
_ıı__xj._ ı • :. .:ı:": u:ı___\,______ı__ı.^ ı,: \*z.*.;\\l\r\\\ Dğu" haline dönüşür. ataille'a göre ise; Sartre, kurulu
nnunla ^' düzeni yinelemeyen bir şa-
e|e almaktadır; böylece ahlaksal bir sorunsal etrafında bu, tıpkı şairin kendi ergenliğini engelleyip, çocukluğunu
dö- rmaktan öteye gidememektedir. Ancak, Baudelaire'in bulma istenci gibi: "Çocuk yetişkini reddetmekte
^Uk 9İbİ hata yapmakta olduğunu, Ve hatta bunu tercih özgürdür; ancak bunu yapabilmesi için yetişkin olmak,
me !! ya.2an Sartre'a bu saptamasını teslim ediyor. Buna yani özgürlüğünü yitirmek zorunda kalır: Rousseau'vari
rağ-Pierr' u blr ergen!eşmeme hali olmaktan çok bir bir tema değil mi bu? Öyle ki, bireyin kolektif bir özne
tercihtir, tıpkı ^ehm C'aStres#ln (Devlete Karşı Toplum, olarak, doyumsuzluk halleri, hayal kırıklığı yaratan ve bir
Ayrıntı Yay., Çev.; masınjet Sert~Nedim Demirtaş, 1991) yoksunluğu ortaya koyan nesneler, bir yerde, "birey' ■
"vahşilerin devletin oluş-tail|e dengelleyen" bir tekniği geriliminin de, kendi yanıltıcı biricikliğinin de ulaşabildiği
geliştirmelerinde olduğu gibi, Ba-Ç°k daha öncelerden tek biçimlerdir". Şair bu gerilim içinde, erdemsizliği,
ergenleşmeme halinin bir "eksikJik" olmadığını, yerinde iyiliğin baskısını ret ve inkarla iradi bir gerilime çevirir.
bir şekilde, vurguluyor. Hatta bu tercihin adını da Varlığını sürdüren şair böylece, şiirin karşıtı konumuna
koyuyor: Şiirin tercihi. Kendi kendisini mahkum etmeyen girer. "Hedef ölümlüyken o hedefini ölümsüzleştirir".
insanın, kötülükle bulaşamayan insanoğlunun kendisini Şair can çekişmekten başka bir şey yapamamaktadır artık;
de sevemeyeceğine inandığını yazıyor Bataille. Bu Baudelaire'in arzuladığı imkansızlığın sonu yoktur.
dünyayı bilmediği için Bataille, Sartre'ı "kınayacak Bataille'ı Yakmalı mı?
olmadığını" belirtir; bununla birlikte yeni bir dünyaya Devrim sırasında Fransız edebiyatının zayıflığına güçlü bir
giremeyen Sartre'ın dışına taşınarak, şiir, yeni alanları yazı ile karşı çıkan Marki de Sade'ın, Kafka'nın edebiyatı
hakimiyeti altına almak konumundadır, çünkü bilindiği ile hiçbir ilgisi olmasa bile, Kafka ile ortak bir yanı vardır:
gibi, "ilkellerin büyüsünde bile, işleme anlam kazandıran Simone de Beauvoir'ın "Sade yakılmalı mı?" adlı yazısı
o işlemin etkisi değildir; büyünün etkisi için, esas olan bu gibi, 2. Dünya Sava-şı'ndan kısa bir süre sonra Komünist
etkiden bağımsız olarak, öncelikle gerekli olanın, ona bir dergi (Action) "şaşırtıcı bir konuda bir anket" ortaya
katılımın canlı anlamıdır". Şiir, o halde özne ile nesnenin, atmıştır: "Kafka yakılmalı mı?" İşte Bataille bu iki yazarı
şimdiki zamanda buluşmasıdır, kaynaşmasıdır. Burada her ortak noktalarında ele alıyor, kötülükle olan bağları.
parça diğerini aşmak zorundadır. Şiir kalıcı olanla geçici Lanetli yazarların, paradoksal ve çıkmazlarla dolu,
olanın varlıkla varoluşun nesneyle öznenin bireşiminin imkansız konumlarını ele alan Bataille, aynı zamanda
peşindedir. Bu anlamda, Baudelaire'in sanat anlayışından Fransa'nın sansür tarihine giren önemli bir yazar: Eros'un
uzaklaşmış olmayız: Edebi olanla en uçucu olanın Gözyaşları son sansüre uğrayan kitaplardan biri -tabii son
birlikteliği. Bataille'a göre ise, şiir bu dünya ile insan yıllardaki bir iki siyasi kitabı saymazsak ki, bunlar da,
arasındaki özdeşliği vurgulamaktır. Bir yandan iade eder nihai olarak kamuya başka yollardan da olsa ulaştılar-.
bir yandan da iade ettiklerini yakalamaya çalışır. Şiir iade Kafka, daha hayattayken Action dergisinin anketini
etmek eylemini kollamak zorundadır. Bu şekilde de şairi cevaplandırmıştı: Kitaplarının yakılmasını dilemişti Kafka.
kolektif bir özne olarak ele almak durumundayız. Öldükten sonra kendisine ait olan herşeyin yakılmasını
Yukarıda yazmış olduğumuz gibi, benliğini bölen, istiyordu Kafka. Bataille'ın ise başka bir konumu var
parçalara ayıran ve kişi-selleşmeyi engelleyen bir tavırdır felsefe tarihinde: VValter Benjamin kendisine İspanya
sınırını geçmeye çalışırken, bir aksilik sonucu,
geçemeyeceğini düşünerek intihar etmeden önce
"Pasajların el yazmalarını bırakmıştı. Eşsiz bir eserin
kurtarıcısı olmuştu Bataille.
Sansüre uğramamış, sahte adlarla pornografik kitaplar
yazmış ve lanetlileri ele almış olan Bataille'm kendisi de
bir lanetli: Hem gizemci hem de sapkın. Bize önemli bir KÖTÜLÜK YOLCULUKLARI
edebiyat bıraktı gerisinde. Özgürlük ve kötülüğün Baudrillard 1987 yılında Galilee Yayınevi tarafından
birlikte ele alınmasına karşı çıkan Sartre'ı çıkmazlara yayımlanmış bir metninin girişinde kendi "sosyolojisinin
sokan edebi çalışmalarıyla, "üretim toplumunun ana kavramını simülasyon olarak vermektedir; Borges'in
çelişkilerini edebiyatta ve toplumsal durumda gösteren bir kütüphanenin parçaları boyunca kaybolan bir
yazılarıyla "tek başına imkansızlık sunan" bir yazar. uygarlığı yeniden oluşturmaya çalışması gibi, Baudrillard
Erotizm, harcama ve kötülük değil mi ilkellerin vahşiliğini da "yok olmaya yönelen" bir uygarlığın son kalıntılarının
ortaya koyan? Bataille da modern toplumlarımızın kabul simülasyon şeklinde ayakta kaldığını ileri sürmektedir.
edilemez, dayanılamaz adaletsizliklerinin eşiklerinde Baudrillard'ın çalışması nesneler sisteminden hareketle
artakalan ilkellikleri ortaya koymak istemişti. başladı. Ancak kendisinin de belirtmiş olduğu gibi
1962'deki ölümünden sonra onu gömmeli miyiz yoksa "postmodern" dünyada artık nesneler sistemi falan
yak-malt mı? Başka bir seçenek ise; onun yazılarıyla kalmadı gibi duruyor. Eleştirel döneme ait olan nesneler
zihnimizdeki koru yeniden ateşlemek olmayacak mıdır? dünyası, tüketim toplumunun ortaya çıktığı dönemlere
1961 yılında Express dergisinde kendisiyle yapılan bir ait olarak geçmişte duruyor sanki. Farklılık mantığının
söyleşide şöyle yazıyordu: "Biraz abartacağım belki, ama bilinçdışı ile kurduğu ilişki içinde, kullanma ve değişim
ölüm bana dünyada en komik şeymiş gibi geliyor. değerinin ötesinde mübadelenin gerçekleştirdiği bir
Ölümden korkmadığım için değil! Ama korkulana da sistemde nesneler sorun edilmekteydi. Bu dönem aynı
gülünebilinir. Hatta, gitgide gülmenin, ölümün gülmesi zamanda eleştirel zihniyetin hakim olduğu yıllardı
olduğuna inanmaya bile başladım." Mezarında sadece Baudrillard'a göre. "Tüm bunlar geride mi kaldı"
rakkam-lar, ismi ve soyadı var: Georges Bataille, 1897- sorusunu, bir şekilde, Baudrillard ile 1993 yılında yapmış
1962. olduğum bir söyleşi sırasında sormuştum. O da bana
Cumhuriyet Kitap, 11 Eylül 1997 "Hiçbir şeyin bitmediğini"; ama yine de "güzel
zamanların, yabancılaşma üzerine konuşma
zamanlarının" geride kaldığını vurgulamıştı. Bu anlamda
kendi sosyolojisini bilimsellik veya gerçek üzerine
oturtmaktansa bizi ve kendisini kandıran medya ve
teknolojinin gerçeğinden çok, kendi hayalgücünü
çalıştıran bir yolucu gibi sosyolojiyi düşündüğünü
söylemek istemekteydi. Artakalan bir elyazmasının olarak takip mi etmektedir? Ekranı karşısında sevgilisiyle
üzerine düşünen ve elde daha iyi arşiv dokümanları ilişkiye giren ve "dokunmanın olmadığı " (VVenders'in
olmadığından dolayı bununla yetinen, bu veriler üzerine Paris-Texas'ı veya Exotica filmleri bu konuda örnek
toplumun çözümlemesini yapan bir seyyah olarak olabilirler ve ikisi de dokunmanın yasak olduğu gibi,
düşünebiliriz Baudrillard'ı. Günümüzde; neredeyse öpüşmenin de dudaklar birbirine değmeden hissedilerek
anlamı kalmamaya başlayan nesne ve öznenin ayrımının gerçekleştirildiği gerçekçi sahneleri bize gösteren
mümkün olduğu dönemlerin sembolik algılanışını bize filmler), sadece cinsel fan-tazmaların üretildiği ve
sunmaya çalışan Baudrillard, öznenin aynası yerine ilişkilerin sadece bir cezbetme, tavlama şeklinde
terörizmin, cinselliğin virüslerin aynasından dünyaya kurulduktan sonra bir daha dokunmamacasına virüs-
bakmaya başlıyor. lerden korkan insanların dünyasına doğru taşıyor bizi
Aydınların ve Reklamcıların Başarısızlığı Baudrillard. Üstelik de bir bilimkurgu yazarı değil, bir
Tüketim toplumunun reklamcılarının söyleminin sosyolog. Gündelik yaşamın evriminde görünürde
insanlara değil, ama sadece reklamcılara hitap ettiği yörüngesine oturmuşluğu gerçekleştiren, gerçek oturma
tezinden yola çıkarak; günümüzün iletişim ve bilgisayar yerlerinin birer "uzamsal-mekân" haline geldiği
teknolojisinin de bizlere, sıradan insanlara değil de bu işi toplumlarımızın betimlemesini yapıyor burada; artık,
bilenlere hitap ettiğini vurgulamak istiyor. Bu bağlamda, metafizik sona ermiş ve hiper-gerçeklik başını göstermiş-
aydınların da daha başından beri hep kendi aralarında tir. Her birimizin bir kişi, başından dramatik olaylar
konuşup durduklarını, halka değil, kendilerine hitap geçen# belli bir bilinçdışı ve psikolojisi olan kişiler
etmekten başka birşey yapmadıklarını yazıyor. Bu üzüntü olmaktan çok birer terminal noktası olduğumuzu
verici durum aslında teknolojinin olduğu kadar, aydın- söylemek istiyor. Ağlardan kurulu bir terminal (geliş-varış
ların ve reklamcıların da başarısızlığını göstermekte değil noktası olarak kişi) olduğumuzda ise# öznelliğimizin,
midir? Bireyin kendi kendisiyle bakir bir ilişkiye girdiği nesnelerle olan bağımızın, metafizik zihniyetimizin
günümüz teknolojisinin pornografik zihniyeti, gerçeği sonuna gelindiğini bize imâ ediyor. Bu açıdan da
olduğu kadar sahiciliği de yok etmiyor mu? Baudrillard şu terörizmin bir rehinesi haline geldiğimizi iddia ediyor.
örneği veriyor: Bir por-no film çekimi sırasında sözde Kötücülüğü üzerine almış ve her türlü viral tehlikeye
sevişen ve orjiyi canlandıran tipler arasından erkek karşı kendi kendini korurken bağışıklık sistemini
kadına, çekimden sonrası için soruyor: "Orji-den sonra ne zedeleyen Batı uygarlığının artık kötülüğü "ötekilere"
yapıyorsun?" Bu soru sevişmeden önce sorulacak; erkeğin bıraktığını; kötüden konuşmanın bile hoş karşılanmadığı
kadını tavlaması için önce yemek yemek, bir şeyler içmek bir uygarlığın, yani Batı'nın iyilik timsali olarak varlığını
için sorulacak bir soruyken, öncelikle orji sırasındaki çe- sürdürmeye çalışırken; İslam'ın kötülüğün temsili olarak
kimden sorulması nedensellik ilişkilerinin içinin Batı'yı tehdit ettiğini, Batı'nın dengesini bozduğunu
boşaldığının bir göstergesi olarak mı bize sunulmaktadır? yazıyor.
Önce ve sonra mantığının yer değiştirdiği bir toplumda, İlişkilerin stratejik olduğunu yazan Baudrillard aslında bu
olaylar, savaşlar ve önlemler de bu mantığı stratejik ilişkilerin yeni boyutuna değiniyor: "Kesinlikle
ortaçağdaki gibi olmayan ve ahlaksal ya da dinsel değil liberal ik tisatın şiddetinin; ikisinin de aynı
de stratejik terimlerle değerlendirilmesi gereken vurdumduymazlık içinde top lumları şiddete doğru
bugünkü İslam, bütün İslam, Doğu Bloku ülkeleri de dahil götürdüğünü ve devletin de önlem al mak yerine
olmak üzere (kitabın yazılış tarihi gözö-nünde olaylara dışarıdan katılan bir seyirci olarak kalmak tan
bulundurulsun, A.A.) Batı sistemini yalnız bırakmaktadır ziyade hattaf bazen, kendisi şiddet unsurunu ortaya
ve zaman zaman tek bir eylem ya da tek bir sözle bu koydu ğunu gösteriyor Baudrillard. Bu bağlamda da#
sistemde gedikler açmakta ve tüm değerlerimiz bu spor karşılaşma larının bir çeşit savaş gösterisine
gedikten boşluğa düşmektedir (Bkz., Kötülüğün dönüştüğünü irdeler: Bu an lamda Rambo filmleri, yahut
Şeffaflığı, Çeviren: Emel Abo-ra-lşık Ergüden, Ayrıntı Olimpiyat şovları, 1936 Ber lininden çok farklı gibi
Yayınları, 1995, s.81-82 Fransızcası 1990'da durmamaktadır: Benzer terörist güç aynı tip bir mantığı
yayımlanmıştır.). Burada da görüleceği gibi, uzay me- ortaya dökmektedir. İki yüzlü ve iki kutuplı bir
kiğinin veya havada giden bir uçağın basıncının değişimi milliyetçilik anlayışı, aynı zamanda yeni-sağ zihniyetinin
ile her şeyin dışarıya doru süzülerek yok olduğunu d< bir ürünüdür. Kimi modern devletlerin "canavar
gösteren bir metafor ile konuşan Baudrillard uzay-mekân yaratma" politı kasına, özellikle Thatcher'in
ilişkilerini insanlar ve ülkeler arası ilişkiler olarak madencilerden bir "canavar yarat ma" başarısına
algılamaya çalışıyor. Batı'nın "kötülüğü dile getirmeyi" değinen Baudrillard, Hooliganların stratejisiyle yukarıda
unuttuğunu ve bu yüzden de Ruşdi davasında olduğu ele almış olduğumuz biçimiyle, Thatcher'in stratejisi nin
gibi, Humeyni'nin ve takipçilerinin rehini olduğunu benzer olduğunu irdeliyor.
saptıyor. Bir Batı eleştirisi olarak ele alınabilen metni Aslında, mikro ve makro şiddet arasındaki benzetme
"İnsan Hakları" söylemini bağırmaktan öteye gidemeyen biçim lerinden biri olan bu yaklaşım, aynı zamanda,
Batı'nın elinin ve kolunun bağlı olduğunu daha Bosna toplumlarda minyatürleşmenin gerçekleştirildiğinden
savaşı öncesinden vurgulamış oluyor. bahsetmekte. Zama uzaktan yönetme, uzaktan kumanda
Örtük Şiddet ile minyatürleştirılmek e dir. Aynı zamanda bedenler ve
Toplumlardaki şiddet öğesinin ve ultra-liberalizmin zevkler de. Pornografi bu ^ yutlarda ele alınıp;
rinden biri olarak kabul edilen Thatcher'in İngiltere'de parçalanmış bedenlerin belli kısımları, cm organlar
leştirdiği şiddetin Hooliganlarınkinin bir başka yüzü ol ^ büyütülmekte, ancak vücut küçültülmektedır, aş
öteye gidemediğini yazarken; futbolun şiddeti ile lanmaktadır. Coğrafi alan gibi vücutlar da sahneye
devlet'" ^ deti arasında bir paralellik kuruyor. Futbol koyulma j zaman ise sahneye koyularak yavaş yavaş yok
maçları içinde nanlar "örtük-şiddetin" billûrlaşmasını olmaya Sivasetin, sanatın, cinselliğin sahneye koyulması
göstermekten başka ^ gösterirler sorusunu soruyor. çok-kta 'umuşak bir beden haline koyulmayı beraberinde
Toplumların bu şiddeti umur ^ mazcasına izlediklerini getir-^' Vd r Aynı şekilde; kamu mekanının yok olmaya
saptayarak, bu vurdumduymazlığın dü man güçlerin başlaması, e n özel mekanlarda telematik ilişki içinde
çarpışması olmaktan çok, bir iç çekişme olarai yalnız bıraktığı ^ bekaret konusu da reklam
yaşanmakta olduğunu iddia ediyor. Hooliganların ve sektörünün işine yaramıştır. ^ 3 mekanı yok olmaya yüz
tuttukça reklamın mekanı ekran-izi doldurmaya karşı ger-5 inlen bir meydan okumadan başka bir şey
başlamıştır. Tüketim üzerine kurulu bir lumsallığm son olamaz. Veya daha doğrusu bunların ilişkileri karşılıklı bir
boyutları haline gelen bu durumda, reklam kamu meydan okumadır Çünkü gerçek, şüphesiz, bizatihi
mekanlarının (sokakların, tiyatroların vb.) dışına, ama ev- kurama karşı bir meydan okumadır. Bu, nesnelerin nesnel
lerin içine doğru çekilmiştir. Ortak reklam algılanışı bile bir durumu değil; ama, çözümlemenin radikal bir
öznel bir çerçeveden geçmeye başlamıştır. Kamu sahnesi sınırıdır. Bu sınırın ötesinde ise, hiçbir şey ona bağlı
veya kamu mekanı yerine; uçucu dallanıp kalmaz, ona boyun eğmez; ve artık söylenecek bir şey
budaklanmaların, havalandırmaların dolaşım mekanı kalmaz. Ve zaten, Baudrillard için kuram gerçeğe boyun
hakim olmaya başlamıştır. Ancak; Baudril-lard kamu eğmemek için yapılmaktadır. Ve, gerçeğin erişilemez
mekanının ortadan kalktığını söylerken, hepimizin sınırında durur. Bu anlamda "kuram betimlemek ve
evlerimizde kapalı bir şekilde dünyayı izlediğimizi de çözümlemekle yetinemez aynı zamanda betimlediği
vurgulamak istemiyor. Çünkü ona göre özel mekanın yok evrende olay yaratmak zorundadır. Bu yüzden aynı
oluşu da kamu mekanının yok oluşuyla birlikte mantığın içine girmiş olması gerekir ve onu hızlandırması
gerçekleştirilmektedir. Ne kamu mekanı bir gösteri alanı, lazımdır". Yani kuram kendi kaderi üzerinde önceden bir
ne de özel yaşamımız ve mekanımız gizli bir alandır artık. şeyler söylemek zorundadır. Buradan da anlaşılacağı gibi,
Gizli olan yanlarımız televizyon programlarında Hegel'in "Filozofların olayları yorumlamaktan başka bir
konuşulmakta, sırlarımız açığa çıkmaktadır. Öznenin çaresi yoktur" önermesinin çok ötelerinde bir yere doğru
nesnelere karşı tavrının silinmesi gibi, iç mekanın da eğilir Baudrillard; orada, artık, olayları önceden yaşaması
dışarısı ile ilişkisi yer değiştirmeye başlamıştır bu ve erkene alması gereken bir kuramdan bahsetmektedir.
dünyada. Gizli sırlarımız kamu içinde tartışılırken (eşcinsel Ve zaten oluş halindeki dünyayı betimlemektedir
ve transseküellerin cinselliğinden, gizli sapkınlıklarımıza Baudrillard; olanı değil.
fantazmalarımıza kadar her §ey kamu önünde Bu şekilde de kuram kendi kendinden sapma yapmalı ve
tartışılmaya başlanmıştır), medyanın konusu haline kendi kendinin etrafında dönerken, kendisinden de
gelirken, dünyanın her bir tarafı ekranımızdan ge-hP uzaklaşmalıdır. Zaten tarih böyle yapmamış mıdır? Şeyleri
geçmektedir. Duvarlara yazılan graffitiler ise yeni doğalarından koparır ve mitolojik kökenlerinden ayırarak
dünyamı-2'n yenı "varolma şekillerinden" başka bir şey zaman içinde onları ters yüz eder. Bugün, şeyleri
gibi gözükmüyor: dadayım, varım" diyen altmışlı yılların tarihlerinden, zamanlarından ve nihai sonuçlarından
söylemini duvarlarımız destekliyor ve görünür kılıyor koparıp almak lazımdır ki, onların bilme-cemsiliğine,
artık. kaderlerine yeniden ulaşabilelim.
Statüsü Ulaştığımız yer ise her türlü özgürleşmelerin yapıldığı ve
seyvU/'aya do9ru giden bir dünyada, hayalgücünü artık orjinin sona erdiği yerdir. Bundan sonra her şey
çalıştıran ^alvsosyolog, 0 halde, niçin kuram birbirine karışır: Politika trans-politik; cinsellik, trans-
yapmaktadır? Baudril- seksüel; sanat trans-estetik; iktisat ise trans-ekonomik
çekle§t" ^e^ClG cevapl|y°r: "Kuramın statüsü gerçeğe hale gelmiştir/ Baudrillard sorar: "Orji bitti, şimdi ne
yapacağız?" İşte, yapılacak olanı, Baudrillard'ın belki de, hızlanma, gönderme ve sembolleri yok etmeye başladığı
yukarıda ele almış olduğumuz kuram ve erkene aldıkları zaman; işte, gölgesi kalmayan ve hatta kendi görüntüsü
üzerine yazdıklarında bulabiliriz. Toplumlarda yaşananın bile silinmeye başlayan insanlık ortaya çıkmaya başlıyor.
kuramını olaylar üzerine öncelikli bir şekilde ele almak. O kadar özgürleşiliyor ki, artık bu dünyada (cinsellikte,
Baudrillard bunu yapıyor; ama aynı zamanda erkene al- sermayede, ama emekte pek o kadar değil), Baud-
mak, önceleştirmek için de geçmiş olaylardan rillard'a göre belli bir zaman-mekan anlayışından
yararlanmasını çıkmaya başlıyoruz. Yerçekimi noktasının oluştuğunda
Bkz , Kötülüğün Şeffaflığı, s 9-37 nasıl gerçek ile karşı karışa gelmiştik; bugün de artık
biliyor: Bir Borsa bunalımı, bir futbol maçı geçmiş bir yörüngesine oturmuş bir insan grubu gibi, yerçekiminin
görüngü olarak gelecek olan dünyamızı ağırlığından da serbestlik kazanmış ve yerçekimi- ötesine
kuramsallaştırmaya yarıyor. Aşırı bir temizlik ile mikrop doğru bir yolculuğa hazırlanan sosyologun kuramlarıyla
ve virüslerin yansızlaştırmaya çalışılma-sıyla karşı karşıya gelmeye başlıyoruz: Baudrillard'ın
uygarlığımızın kendi bağışıklık değerlerini altüst eden sosyolojisi. İnsanları hâlâ yörüngede tutabilen yerçekimin
Batı medeniyetinin kü resel leşti rd iğ i olguları izleyen ötesinde bütün atomların uzayda kaybolmaya
bizlere yeniden yaşam güçlerimizi kazanmamız için biraz başladıkları kadar dağılma noktasına gelen bir
daha mikroplarla haşır neşir olmamız gerekip toplumsallıkla karşı karşıya bırakıyor bizi bu kuram.
gerekmediği sorusunu soruyor. Her şeyden arınmış, Çünkü bu tip bir toplumsallıkta her kişi, veya hatta, her
aseptize olmuş bir ortamda, mukavemet odaklarımızın atom kendi yolunu sonsuza dek izleyerek, kaybolup
da zedeleneceğini anımsatıyor, Baudrillard. Nesnelerin gidiyor. Sönen yıldızlar veya kara delikler gibi bir toplum-
doğasını koparan tarihi tersyüz etmeye çalışırken, aynı sallık içinde miyiz sorusunu sorduruyor bize Baudrillard.
zamanda nesnelere yeniden doğasını kazandırmaya Her türlü bedeni, mesajı, bilgiyi, iletkeni hızla yaşayan
çalışıyor. En azından kuramı bu deneyi yaşıyor. Gölgesini dünyamızın toplumları bu şekildeler: Her olay, her anlatı,
yitirmiş ama aynı zamanda da şeffaflaşa şeffaflaşa her imge kendisine simülasyon bir sonsuz yol icat etti. Ve
görünürlüğünü de yitirmeye başlayan, ışığın tüm ışıklılığı o yol güzergâhı üzerinde simülasyon olaylar üzerine
altında görünmez ve gölgelenmez bir biçime girmekte konuşmak durumundayız. Her politik, tarihi, kültürel,
olan insan dünyasının en aydınlık değerlerini ortaya sanatsal olay, artık, kinetik bir enerji sayesinde kendi
çıkaran ve bunu yaparken de yok etme tehlikesini mekanından koparılarak, her türlü anlamın yok olduğu,
beraberinde taşıyan medeniyetin bir sorgulaması kaybolduğu bir hiper-mekana doğru yola koyuluyor. Bu
Baudrillard'ın son eserleri. yol aynı zamanda, Baudrillard'ın kuramının oluştuğu yol.
Bu durumda, modernliğin hızlanması, olay yaratan Bu durumda, yerçekiminin ağırlığının yok olmaya
tekniğin medyatikliği (Microsoft Windows 95 veya 2000), başlamasıyla, hız durumunda, devreler ve şebekeler
her türlü ekonomik mübadelenin hızlanması (sermayenin tamamen şeylerin gönder-gelerini oluşturan yörüngeden
yer ve alan tanımamaya başlaması, aşırı akışkanlığı), kopmaya başladılar. Yörünge dışına çıktığında ise,
politik ve cinsel yaşamın bizi alıp götürdüğü hız içindeki iletişimi gerçekleştirecek anlamların kaydığı ve yok
olduğu bir dünya içinde Babil'i gerçekleştirircesine, ya- deliklerine göndermesini izlerken, sosyolojiyi de benzer
şamaya başlıyoruz. Baudrillard bu yeni "cesur olmayan" bir şekilde 21. yüzyılın epistemesinin dışına koymakta. Bu
dünyanın sosyolojisini, loji-si atılmış bir sosyo'sunu şekilde de, sosyolojiyi bir eser olarak daha başından beri
gerçekleştirmek çabasıyla, kuramlaştırıyor. sonunun gelmiş olduğunu bilen bir dal olarak ele
İronik Olaylar almaktadır. Bu, tabii ki, sosyo'nun ve "sosyallikler
Böyle bir bakış açısından, tarihin geriye doğru silindiğini, analizinin" yapılmayacağı anlamını taşımamaktadır.
tıpkı bir kasedi geriye doğru sararcasına tarihin silinip, en Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı kitabının "Kökten
azından 20. yüzyılın tarihinin yeniden, revizyonist bir Ötekilik" bölümüne şöyle bir yazı düşer: "Medusa öyle
tarih olarak, yazılmakta olduğunu saptıyor. Bu durumda kökten bir ötekiliği temsil eder ki ona bakan ölür".
da, belki Stalin heykellerini en anti-stalinist olanlar Cumhuriyet Kitap, 28 Eylül 1995
kurtaracak. Ve zaten Lenin heykellerinin bazıları ABD
tarafından satın alınıp, dondurulmadı mı? Baudrillard
şöyle yazıyor: "Olaylar öyle ironik ki Doğu Avrupa
ülkelerinin tamamen unutulacağı bir gün, Stalinizmin ta-
rihsel anısını biz kurtarmak zorunda kalacağız belki de."
Tarihsel olarak "dev bir revizyonizm içindeyiz". Kuramla
ilgili olarak bir alıntıyla bitiriyorum bu yazıyı: "Tüm
bunlar ölümden sonra ortaya çıkan bir hakikate,
ölümden sonra ortaya çıkan bir aklanmaya umutsuzca
yapılan tarihsel bir başvurudur; ve bu tam da herhangi
bir doğrulamaya varmak için yeterli hakikatin kalmadiği,
tam da kuramla (altını çiziyorum, A.A.) uygulama ara-
sında herhangi bir ilişki kurmak için yeterli felsefenin
kalmadığı, tam da olup biten konusunda herhangi bir
tarihsel kanıt göstermek için yeterli tarihin kalmadığı bir
anda yapılmaktadır".
Tarihin revizyonundan bahseden Baudrillard'ın olanların
bile oldu mu olmadı mı sorusunu sordurmaya başladığı
bir dönemde kuramsalın olgu üzerindeki önselliğini
vurgulamakta zorluk çekmediğini, zannederim görmek
mümkün. Baudrillard'ın, Euridike'ye çok erken bir şekilde
yüzünü dönen Orpheus'un, aynı anda onu cehenneme
kadar yollamasında olduğu gibi, yüzünü çok erken bir
şekilde tarihe dönerek onu, istemediği halde, tarihin kara
yolculuğa: Baudrillard bir yolculuk düşünürü, sosyologu.
O nedenle hız ile başlıyor toplumsal imgeleri yakalamaya;
Deleuze ve Guattari olsaydı buna nooloji adını verirlerdi:
Düşüncenin hızının imgesi için. Bu hız biteviye çölü
izlediği kadar sinemanın imgeleri de birbirlerinin ardına
YORGUN AMERİKA dizilerek Baudrillard'ı bize izletiyorlar. Onun bakan canlı
En meşhurları arasında Tocqueville'den sonra Amerika (naklen) gözünden çöldeki yolun uzunluğu boyunca çölü
üzerine yazan ikinci bir Fransız düşünür Jean Baudrillard. izliyoruz. Çöl olmaya başlayan dünyamızın imgelerinin
Ama, Amerika modern dönemlerin Kurucular Amerikası peşinden koşuyoruz: Sinematik, telematik, robotik.
mı hâlâ; yoksa güncelliğimizi sürükleyen, giyim Metafiziğin sonu. Tarihi olandan ve medeniyetlerden
kuşamımızın, arabalarımızın, seyrettiğimiz filmlerin, uzaklaşırken Kıta Avrupası ile tam bir zıtlık oluşturuyor
yediğimiz fast-food'ların mer-kezsiz merkezi mi? Amerika; toprağı, zihniyeti, yalnızlığı, enerjisi ile
Amerika, Baudrillard'ın 1986#da yayımlanan ilk kopuş Çikanosları, zencileri, VVASP'larıyla yeni dünyanın, "Yeni
yazılarından biri. Yazı bize yeni duyguları, eskiyenlerin Dünya Düzeni"nin yaratıcısı, Bütünleşmiş Dünya
yüzüyle birleştirerek sunuyor: Kendininkileri. Kapitalizminin kökeni.
Amerika'ya nereden girmeli? Modernliğin ve 19. yüzyılın Gerçeğin Şeffaflığı
başkenti, Benjamin'in Paris'inden kalkan bir uçakla Yeni Kıta Avrupa'sının bakış açısından uzaklaşıyor Baudrillard.
Ams-terdam'a doğru mu? Yoksa postmodernleşen En sonunda, gerçeğin en şeffaflığında, düşünceyi
dünyanın, James Bond filmlerinin fantazmalarını veren düşünemeyen boyutlarına taşıyor, çöl ile giriyor
Silicon Valley'li Kaliforniya'ya mı? Simülasyon dünyasının Amerika'ya. Amerika'nın ayartıcılığına bırakıyor
başladığı Universal Stu-dio'larına ve Disneyland'a mı? kendisini; ayartılmanın şiddeti, cinselliğin yorgunluğuna
Amerika'ya nereden girmeli? Tek bir girişi olmadığını dönüşüyor bu topraklar üzerinde.
gösteriyor Baudrillard bize. Labirentik bir barok yapı da Amerika insanın değil, teknolojinin ve doğanın Amerikası
sunmuyor. Dolaysız olarak çölden giriyor. Kitap çöl ile (bu doğanın doğallıkla değil büyü ile bir bağı olduğunu
başlıyor. Tarih ve sosyalin, ideolojik olanın yerini alan düşünür Baudrillard). Bu Amerika rüzgarla, suyla,
dünyanın tüm şimdiki zamanlarını (geçmiş ve gelecek insanüstü metafizik bir güçle yontulmuş bir Kaliforniya,
şimdiki zamanları) içine alan kristal zaman ile giriyor Yeni Meksika Çikanosla-rın (Meksikalı kaçak göçmenler)
Amerika'ya, çöle. Hız, zaman ve hareket: İşte Amerika. emek gücü ve kaçak olarak girdiği Amerika ile bu toprak
Transpolitik, transestetik: İşte Amerika. Bize, buradaki insanın insanı sömürdüğü, emperya-lize ettiği, var
zihniyetlerden çok dil bloklarından ve jeolojik olduğu boyutunu akla getiriyor. Milyonlarca yılın art
rölyeflerden bahsederek, toprağın minerallerinden arda dizilmesiyle oluşan Kolombüs-öncesi bir Amerika:
giriyor Amerika'ya; ancak Los Angeles'i gece uçaktan Na-vajo, Grand Canyon, Monument Valley. Sualtı ve
seyretmenin keyfini yaşatarak ve kendisi de yaşayarak. yerüstü rölyefler ve ereksiyon halinde Dil Blokları.
Havaalanlarında tanışılan ve yitirilenlerle başlıyoruz Kültürel Amerika'nın doğal parkları haline getirilmiş,
zapturapta alınmaya çalışılan bir Amerika bu. olduğumuzu yazıyor Baudrillard. Simülasyonun ilkelliği.
Yok Olmanın Estetiği Karmaşık, karışık, çokluk dolu, yakınlık-sıkışıklık dolu bir
Baudrillard'ın aradığı Amerika sosyal ve kültürel Amerika ilkellik. Sosyal-ötesi ve sonuçları önceden kestirilemeyen
olmaktan çok otobanların özgür ve mutlak alanı. Ahlak bir toplum her şeyi ile Baud-rillard'ın gözlerini
ve zihniyetin değil, Senaryonun, televizyonun kamaştırıyor. Amerika evreni onun gözlerinde iz
kayıtsızlığın imgesi; anlam yüklü olmaktan çok dizi bırakmadan "an be an" katedip, geçip, yok oluyor.
halinde gözler önünden geçen bir imgeler magması: Elinden avucundan kaçıyor.
İçinde yaşadığımız nükleerleşmiş dünyanın rölyeflerinin Her Şeyi Yeniden Bulmak
dış yüzü; geleceğin katastrofu, toprak hava ve tuz Sadece, diyor Baudrillard, Amerika'nın püriten anlayışı
rölyeflerinin jeolojisinin yataylığmı kesen aşkın ve dik ekolojik ve biyolojik olanı icat edip, derin bir şekilde
megalopoller. Paul Virilio'nun bir eserinin adı olan ırkçılığa dayalı dışlamayı sürdürekıldı. Öyle ki, her şey;
estetik: Yok olmanın estetiği. Edinildiği anda erozyona insan, doğa, eğlence saklanan, simüle edilen bir "rezerv"
uğrayan veya buharlaşan bir estetik (her şey buhar mı olarak saklanabiliyor. Hızın içinde "an" ebedi gibi
oluyor bu kapitalizmde?). durdurulabiliyor. Ancak hız içinde yuvarlanmak, araba
Çölün egemenliğinde görsel sessizliğin bulunması aynı sürmek aynı zamanda belleği de yok edici bir eylem. "Her
zamanda zihinlerin de çölünü, bakışın yok olmakla şey yeniden bulunmak üzre siliniyor". Ancak; bir
sınırlandığı kültürün algılanamamasını, hatta düşüncenin noktadan sonra öyle tuhaf bir şey olabiliyor ki,
oturabileceği kendine mekân ayırabileceği alanın Baudrillard'a göre, hareketin kendisi yön değiştiriyor.
imkânsızlığını simgeleyen düzlüğü beraberinde getiriyor. Mekanı kendi iradesi ile kateden hareket, mekanın
Düz olan zihinsel, sosyal, dinsel bir düzlük, yavanlık ve kendisini yutmasıyla değişime uğruyor: Direnmenin ve
yapaylık. Sadece doğanın metafiziği rölyefler meydana yolculuk sahnesinin sonu. Artık müsteh-cenleşen bir
getiriyor: sessizlik. Sessizliğin olması için de çölün yatay mekan hakim. İtalyan mucizesi: Sahnenin mekanı. Ve,
enlemi önem kazanıyor: Zaman yataylaşmış. Burada Amerikan mucizesi: Müstehcenin mekanı. Aşırı sıcak
sadece hız nesneler yaratabiliyor; ancak hızın kendi de bedenin "yersizyurdsuzlaşmasının" (Türkçe çeviride
bir nesne. Yeri göğü, yurda dair olan göndermeleri, her "alansızlaştırılma-sı" olarak çevrilen Deleuze ve
şeyi silme yetisine sahip hız nesnelerin arasında bir nesne. Guattari'nin kavramı yersizyurd-suzlaşmadır).1 Cinsel haz
Anın zaman üzerindeki hakimiyetini belirleyen, verici şekli olduğu iddia ediliyor, Ba-udrillard tarafından.
belgeleyen hız, aynı zamanda emek zamanı, kâr zamanı New York
vb. gibi anlam yaratan kavramları da siliyor. O anlamda - Kaliforniya'nın tersine New York'ta başka bir dünya
Baudrillard'ın söz ettiği hız insana ve doğaya ait buluyor Baudrillard. Megalopollerdeki insanlar
olmaktan çok minerallere ait: Kristalleşen an. Geçmişi, gökdelenlerin arasında gitgide daha güler yüzlü. Ancak;
geleceği içine alan bir kristal. Kant'tan çok Bergson'a Baudrillard'ın focus'ünü arttı-rırsak yeni bir tuhaflık ile
yakın bir süre anlayışı bu. karşı karşıya kalacağız; çünkü bunlar birbirlerine
İşte tek ve gerçek ilkel toplumla karşı karşıya gülmüyorlar, sadece kendilerini güler yüzlü kılıyorlar.
Daha şiddetli bir müstehcenlik, reklamın çılgınlığında sunuzdur; aksi ispatlanıncaya kadar.
beyaz dişli, ancak; bunlar gözlerinin içi gülmeyen 1986'dan 1996'ya
insanlar, sadece yürüyorlar. Yalnızlık. Yalnız ve hızlı Fransızcası 1986'da Grasset Yayınevi'nce yayımlanan
yürüyen ve yemek yiyen insanlar. Sefalet de var, ancak; Amerika'da bazı şeyler Baudrillard'ın bahsettiği hız içinde
Baudrillard'a göre, sefaletten daha üzüntü verici olan tek değişime uğradı. Dünyanın coğrafyası değişti. Aşırı sağlar
başına yemek yiyen insanlar. Akdeniz insanının ters yüz yükseldi: Soykırımı deneyleri yaşandı ve "Yeni Dünya
edilmiş hali: kamu alanında yalnızlık: "Tek başına yiyen Düzeni" adında bir siyasi ve askeri oluşum ortaya çıktı.
ölüdür." Amerika'nın Ortadoğu ve Suudi Arabistan'da askeri
Niçin yalnız yedikleri sorusunu soran bir Akdenizlinin yoğunluğu çoğaldı. Demokratlar ABD'de seçim
anlaması lazım gelen şey ise onları birbirine bağlayan bir kazandılar ve birçok yolsuzluk çalkantısıyla çalkalandılar;
elektrik akımı: Yakındaşlık-sıkışıklık. Bu insanlar belki ancak bütün bunlar Amerika'nın insanlarını çok değiş-
yalnızlar, düşünmüyorlar; ama Kuzey Amerika'da tirmedi; simülasyon dünyası ivme kazandı ve
"mekanın kendisi düşüncedir" diyor Baudrillard. Disneyvvorld Paris'e geldi.
Sokakları dolduran bu insanlar her an yaşıyorlar. New York'ta alınan polisiye tedbirlerle suç oranında
"Amerika'da yürüyen yok" şeklindeki bir önermeyi New düşme görüldü, polislerin disiplini güvenceyi arttırdı.
York için değil Kaliforniya için yapmak lazım; çünkü New Kolektifin imkansızlığı üzerine kurulu bir sosyalleşmenin
York sokakları sabaha kadar insanla dolu: Evsiz krizi ile cemaatlerin yardımlaşmaları ve dünyayı global
barksızından eğlenen yüksek sosyeteye kadar. Baudrillard bir bütün olarak algılamaları yoğunluk kazandı.
sinematik adını veriyor Reagan'ın başlattığı ultra-liberal politik ekonomi krize
1 Bkz., Deleuze-Pamet, Diyaloglar, Bağlam Yay , 1990. girmeye başladı ve hatta Dünya Bankası bile gelişmekte
bu sokaklara, belki tarihi ve politik hareketlilik Avrupa olan bazı ülkelere daha devletçi politikalar önerdi. Ult-ra-
gibi değil; ama değişimin hızı ve şiddeti, teknolojinin liberalizmin sefaleti arttırdığı kanaati yoğunlaştı.
yoğunluğu, değişik ırkların ve kitle iletişim araçlarının Ancak; bunların çoğu zaten Baudrillard'ın o yıllardaki
hareketi politik ve tarihi hızı çoktan solluyor. Yolları, ilgisini ikinci dereceden çeken şeyler. Ve zaten toplum
sokakları kateden jogging yapanlar, spor yapanlar, Baudrillard'ın yazmış olduğu gibi "işlemeye" devam
marjinaller, uyuşturucu müptelaları, aklından zoru ediyor. Los Angeles'te güneş sis (smog) ile birlikte iklimi
olanlar, sefiller, katiller, özgürce oradan oraya hareket etkilemeye devam ediyor Amerikalılar yöneticilerinin
ediyorlar, tıpkı polisin disiplinci bir şekilde hareket ettiği değerine inanıp inanmamaktan çok inandırıcılığına
gibi. Herkes aynı şeyi söylüyor: "I did it!". New York güvenmelerini sürdürüyorlar. Hükümet programları
Maratonuna katıldım: I did it! Aya gitmek de aynı şey: çamaşır tozu reklamlarına benzemeye devam ediyor.
"We did it!" Yaptım ve yaptık. Yaşanmışlık ve macera Burada "ayartma" yok artık, ama mutlak bir büyüleme
ruhunun ispatı bu slogan. Kanıtlaya-bilme üzerine bir var. Yaşamın estetik ve eleştirel tüm şekillerinin yok
söze inanma kültürü bu. "Deliyim" derseniz herkese göre oluşunun cazibesi var: İçkin ve güneşe değin. Estetiğin
delisinizdir."Namusluyum" derseniz de namuslu- sonu. Sadece dekoru-nunki değil (doğa ve mimari)
bedenlerin, dilyetisinin, Avrupalı suskunluğun ve imgeler; çünkü özneyi yorumlayacak her türlü öğeden
zihinselin, sosyalin, estetiğin yok oluşunun eri olarak ele yoksunlar: Politik aklın sonu. Çünkü nesnenin kendisi
alınıyor. Baudrillard'ın Amerika'sı. Çölün ilerlediği ve alan artık özne üzerinde damgasını vurmuş. Öznel eleştirel
kazandığı bir dünyanın virüs dolu yaşamının estetiği: Çö- aklın yerine öznesiz ve nes-nelleşen dünyanın çekimi
lün estetiği, minerallerin, kum ve taşların ve su altında yaşamaya başlanıldı. Baudril-lard buna banal
eksikliğinin dünyası: Sıcak büe bir metafizik. imgelerin kaçınılmaz ironisi adını veriyor.
Doğa bile bir manzara değil. Bitmiş, sonlu mekan, Baudrillard yazdı ve imzaladı: "20. yüzyılın yolu: 20
şeylerin gölgelerini bile hatırlayamadıkları, paranın bile yaşında patafizisyen; 30'unda sitüasyonist; 40'ında
değerini kaybettiği, insanların kaybettikleri izlerin ve ütopist; 50'sinde transversal; 60'ında ise viral ve
anlamların ardında zenginliğin anlığını aradıkları metaleptik. Tüm hikayem bu."
belleksiz alan içinde varlığını sürdürebiliyor. Sıcak nesnel Cumhuriyet Kitap, 18 Temmuz 1996
bir uyku gibi. Uyumaya ihtiyacı yok, rüya ve bilinçdışının
parçası gibi "sizi kaplayıp götürüyor". Burada artık şiddet
bile yalnız ve yorgun. Psikanalizin saçmalıklarının sonu.
Sömürge mirası Avrupalı özelliğinin ve seçkinliğinin
parodisi. New York sokaklarında insanlar gece yarısı
yolları katetseler bile birbirlerine görünmüyorlar ve
birbirlerini görmüyorlar: bir galeride tablosuz bir açılış.
Yves Klein'in havayı sergilemesi gibi bir şey bu sosyal
durum.
Transestetik
Amerika, VVarhol'un tüketim dünyasını güncelleştirilen,
VVarhol da Amerika'nın en belirgin karakterlerini
sanatına taşıdı: Fetiş nesnelerle değer arasındaki
denklemi buldu. Fetişlerin değeri olamayacağı gibi veya
mutlak değeri olacağı gibi.
VVarhol'un imgeleri de kendi içinde anlamsız, ama
mutlak değere sahip; ancak her türlü aşkınlıktan ve
arzudan yoksun Baudrillard'ın transestetik dediği bu
durum, Amerika'nın trans-politik imgeleriyle buluşuyor.
Amerika gibi VVarhol herhangi bir imgeden yola çıkarak
hayal gücünü sıfıra indiriyor ve bundan tam bir görsel
mutlak ürün meydana getiriyor. VVarhol, Amerika gibi
bize tekniğin tam bir yanılsamasını sunuyor. Bunlar banal
Giriş yazısında, Dünya nasıl "Dünya" oldu? sorusunu
sorarak kitaba başlıyorlar. Kitabın, öncelikle
makalelerden oluştuğunu bize haber veriyorlar; Geoffrey
ORYANTALİST HEGEMONYANIN GİZEMİ Batchen, Tuğrul İlter, Vicki Kirby, Deborah Root'un
Batılılaşma sorunu geçtiğimiz yıllar boyunca bir makalelerinden oluşan kitap bir derleme niteliğinde,
çağdaşlaşma olarak tüm Üçüncü Dünya adı verilen Oryantalizm sorununu yeniden farklı bir okuyuşun
ülkelerin ana sorunlarından biri oldu. Oryantalizm perspektifinde ele alıyor. Oryantalizmin bir tarihi
perspektifi 18. yüzyıldan itibaren Batı'da oluşmaya olduğunu hatırlatırken, Doğu'nun coğrafi bir yer olmak
başladığından beri Doğu'lu toplumlar evrimci bir tarih dışında, belki de siyasi bir anlamı olduğunu vur-
anlayışı içinde Batı kütlesi ile hesaplaşma içinde guluyorlar. Bu anlamı oluşturan şey de, bir bakıma,
toplumlarında ilericiler ve gericiler olarak ikiye ayrıldılar. romantiklerin Oryantalizme bakışlarından ayrı gibi
1784'de Bengal Asyatik derneğinin 1795fde Paris Ecole dururken diğer yandan da Aydınlanma sonrası bir anda
des Langues Orientales'ın kuruluşuyla birlikte, Batı ortaya çıkan Fransız ev-renselci Romantizmi ile
devletleri Do-ğu'yu meraklı bir konumda inceleme altına Almanların milliyetçi Romantizminin hep birlikte
almışlar ve Do-ğu'dan bir konu (sujet) oluşturmuşlardır. reaksiyoner bir dünyayı kurmaya başlamalarından yola
Bu tam da Said'in Doğu ve Batı arasında oluştuğunu çıkarak; günümüzün sömürge-sonrası dünyasının reaksi-
iddia ettiği "epistemolojik ve ontolojik kopuş"a tekabül yonerliği ile belli bir paralellik kurmamızı sağlıyorlar.
etmektedir (Bkz. Said# Oryantalizm, Pınar Yay.). Diğer Aslında bu dünyanın sosyolojik ve uluslararası boyutunda
yandan Fransız sömürgeciliğinin Doğu'ya açılmasını tam da bu reak-siyonerlikten dışarı çıkmayı öneren
oluşturan Napolyon'un Mısır seferi sırasında, 23 ciltlik bir yapısalcılık-sonrası düşüncesinin atılımlarını yeniden
Mısır kitabı hazırlattığı bilinmektedir (Bkz. Asaf Hüseyin, ortaya koymaya çalışıyorlar. Dele-uze'ün de hep
Robert Olson, Cemil Kureşi, Oryantalistler ve vurgulamış olduğu gibi "Doğu'ya gidile gidile Batı'ya
İslamiyetçiler, İnsan Yay., 1989). Fransızlar gibi Societe varılır" önermesini bir bakıma yineliyorlar; ancak Batı
Asiatique yanında, The Royal Asiatic Society İngilizlerin, metafiziğinin Platon'dan beri ilerleyen ve 20. yüzyıla
Deutsch Morrgenlandische Gesellschaft Almanların, taşınan ikili işlemelerinin veya bir başka deyişle ikili
American Oriental Society adından anlaşılacağı gibi, karşıtlıklarının bir yapıbozumunu gerçekleştirirken,
Amerikalıların Doğu toplumlarına olan ilgilerinin Derrida'nın yapıbozum (de-konstrüksiyon) yöntemi
göstergeleridir. kitabın ana yöntemi olarak göze çarpıyor. Doğu'nun veya
Yeni Bir Perspektiften Oryantalizm uzak ve Ortadoğu'nun uluslararası siyasette edindiği role
Fuat Keyman, Mahmut Mutman, Meyda Yeğenoğlu'nun göre, nerede? sorusuyla, ancak yeni bir merkezden
hazırladığı Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, bakıldığında, bu tanımlamanın mümkün olabileceğini
(İletişim Yay., 1996) Oryantalizmin, yapısalcılık sonrası ve gösteriyorlar. Bu bakış açısı ise, aslında, yeni bir
sömürge sonrası perspektifinden yeni bir okuyuşunu mesafelendir-meyi (belki de espacement diyebiliriz)
oluşturuyor. Bu üç yazar ortak olarak kaleme aldıkları olasılıklı kılıyor.
Oryantalizm ve Romantizm Nietzsche'nin, Hegel'in köle ve efendi diyalektiğinin
Bu ilişki ise siyasi olduğu kadar efsanevi, psişik ve arzu eleştirisine doğru sürüklemektedir: Kölenin efendi
dünyasına ait. Burada oryantal despotun hareminin perspektifinden değil de köle zihniyeti ve perspekti-
büyük bir yeri olduğunu Meyda Yeğenoğlu-Mutman, finden olayı algılaması. Kendi konumunu buna göre
Doğulu'nun peçesinin psişik ve psikanalitik analizi ile kurması.
hatırlatıyor. Tıpkı, 15 Temmuz 1996'da kapanan Paris İlerlemeci Tarihe Karşı
Grand Palais Sergi Salonu'nda "romantik yıllar" adlı Belki de bu okuma içinde Mutman, Yeğenoğlu ve
sergide sergilenen Eugene Delacroix'nın "Sarda-napale'in Keyman# oryantalist bir söylemle birlikte "uygarlar" veya
Ölümü" adlı yapıtının sefahat ve şehvetin şiddetle "siviller" ile "ilkeller" veya "ikinciler" ayrımının ortaya
bütünleştiğini gösteren tablosunda olduğu gibi.1 Hatta çıktığını anımsatıyorlar: "Benzer türden bir karşılaştırma
Geot-he'nin sanat yazıları arasında yayımlanan 1819'da "ilkel" denilen Afrikalı, Amerikan ve Avustralyalı yerli
yazdığı ve Alman idealizmi ile romantizminin ana toplumlar için yapılmıştır: Bu toplumlar "devleti
hatlarını çizdiği "Do-ğu-Batı Divanı Üzerine Notlar" adlı olmayan" toplum diye, yani bir eksiklik ile tanımlanarak
yazısının ve Hugo'nun "Or-yantalleri"nin Oryantalist bir 1 Bu tablonun bir analizi için bkz , Thıerry Hentsch, Hayali Doğu,
bakışı nasıl evrenselleştirebileceği üzerine kurulu Metis Yay., Çev , Aysel Bora, 1996
olduğunu göstermeleri; bunların psişik olduğu kadar kurulmuştur" diye yazdıklarında, Pierre Clastres'ın
ebedi arayışlar olduğunu hatırlayabilmemizi sağlamakta- Devlete Karşı Toplum2 kitabını hatırlatmaktalar. Aslında,
dır. Yazarlarımız bize tüm bir temsiliyetin bir kültürel Levi-Strauss'un yapısalcı yönteminden yola çıkan
temsiliyet biçimi olduğunu ve bu şekilde gerçeklik Clastres'ın analizi eksik üzerine kurulu olmaktan çok
kazandığını belirtirler. Hatta Gazi mahallesi olaylarına daha "uygar" olarak kabul ettiği "yabanların daha
kadar Batı'lı The Guardian ve Economist gibi "tanınmış ve demokratik bir toplum olduğu inancı; yani evrimcilik
saygın Batılı yayın organlarının olayları analizinde hâlâ üzerine kurulu olmayan ve devleti olan yani "ilerlemiş"
bu oryantalist perspektiften çıkamamış olduklarını ve devlet kuramamış yani "geri kalmış" toplumlar olarak
izlemenin mümkün olduğunu yazıyorlar. Ancak hemen ele alınamayacağını göstermesi bakımından önem
ardından, oryantalizmin ille de çarpıtılmış bilgilerden taşımaktadır. Tam olarak Clastres'ın kafasında "eksik"
oluşmadığını aynı zamanda da doğru bilgilen olduğu üzerine kurulu psikanalitik" bir anlayış yoktur. Bu açıdan
kadar doğru "arzu düzenlemelerini" de verebildiğini bakarsak, Clastres'ın yabanlarının I Batı'nın "ötekisi"nin
kabul etmektedirler. Burada önemli gibi duran bu tarafından okuduğunu söyleyebiliriz. O hal-1 de, yabanlar
şekildeki Batılı öznenin "evrensel normlarda ve merkez "zamansal olarak geriye itilmekten" çok evrimci bir
olarak" sunulmasıdır. Tüm bir merkez ve çevre zaman anlayışının dışına çekilmiştir. Bu açıdan da
literatürünün, belki de# gelişimini sağlayan söylemi oryantalist söylemin içinde ne kadar
buradan okuyabiliriz: Çevrenin de kendini çevre olarak yerleştirilebilmektedir? sorusunun meşru olduğunu
görmesi ve tüm bir gelişmemiştik tarihini çevre zannediyorum. Çünkü, Clastres "Batı sistemini insanlığın
konumundan okumaya kalkması. Bu okuma bizi ulaştığı en son aşama olarak" düşünmez; tersine bu
okumanın olanaksızlığını, tıpkı yazarların da hemen adlandırabileceğim bu tarzda, kimliklerin "birbirinden
sonra belirtmiş oldukları gibi, belirtmektedir. Ancak; değişik ve çoğul metinler ve pratikler içinde nasıl
uluslararası siyasette Batı dışı toplumların Batı'nın yayıldığını" göstererek, bu saf ve kategorik kimlikleri
"ötekisi" olduğu inancı tabii ki geçerlidir. Yazarların da kirleten, karıştıran, dağıtan, çoğullaştıran bir müdahaleye
yazdığı gibi oryantalist söylem, bu açıdan, Batı'yı olduğu maruz bırakılması gereği üzerinde durulur. Bu analiz
kadar Doğu'yu da ilgilendirmektedir -tabii ki Doğu ve biçiminde, yazarların da belirttikleri gibi, "Batı'dan yana
Batı'nın birer bütünlük olmadığını ve ayrışık yapıları olmak veya tersi" gibi kaygıların olamayacağı
oluşturduğunu göz önünde tutarak. Aynı şekilde marksist vurgulanmalıdır. Ancak "kendi içinde hiçbir kültüre itiraz
tarih anlayışının da bu "ilerleyen tarih" üzerine kurulu olamayacağı" gibi, "kültürel temsil" veya bilgi'nin hiç de
olmaktan öteye geçemediğini de, Hobsbavvm'ın "Akıl sorunsuz olmadığını anımsatırlar.
dönemi" ve "sermaye dönemi" şeklinde ele almış olduğu Cumhuriyet Kitap, 26 Eylül 1996
evrimci tarih paradigması içinde kaldığını, bunun da
modernliği oluşturduğunu söyleyerek göstermekteler. Ve
işte bu şekilde, diye yazmaktalar, "akıl Batı ile
özdeşleştirilir", Batı kimliği "ilerlemenin ve tarihin ayrıca-
lıklı öznesi konumuna" getirilir. Bu anlayış Batı
rasyonalitesi içinde kurulan Ulus-devlet için de geçerlidir.
Batı tarih yazımını evrensel ve merkezi bir konuma
taşımıştır. Keyman, Yeğenoğlu ve Mutman, bu sürecin
"ideolojik" bir süreç olduğunu iddia ederler: "Batı
uygarlığı ayrıcalıklı bir statüye" taşınır.
2 Pierre Clastres'ın Devlete Karşı Top/um, Ayrıntı Yayınları.
Kimliklerin Kimliksizleştirilmesi
Doğu ve Batı Kimliklerinin kendi ayrıcalıklarını
korudukları tezini de yapıbozmaya uğratırlar; çünkü bu
yaklaşım Derri-da'nın veya Deleuze'ün de göstermiş
olduğu gibi ikili karşıtlıklar üzerine kurulmuştur ve aklını
Batı metafizik tarihinden ödünç almıştır. Bunun analizini
yapıbozmayla (dekonstrüksiyon yöntemiyle); hiyerarşik
çelişkilerin gösterilmesiyle ve "çifte bir hareketle"
gerçekleştirmek mümkündür: Sistem "tersine çevrilirken
aynı anda terimler yerinden oynatılır". Bu sayede özselci
kimliklerin imkanının da ortadan kalktığını gösterirler:
Kimlik-sizleşme sürecine bir giriş olarak
9et'r^m diği takdirde, yaşamın varolmasını tehdit edecek
ekolojik den gesizliklere yol açacağını saptıyor.
Bütünselleşmiş Dünya KaP talizmi (B.D.K.) adını verdiği
GUATTARI'NİN EKOZOFJSİ sanayi-ötesi kapitalizmin,
Felix Guattari ile Gilles Deleuze şizo-analizin kurucularıdı 204
Daha önce La Borde kliniğindeki deneyleriyle yeni bir '• Kamu Alamrat ve Entelektüel
kiyatri deneyimi kazanmış olan Guattari, daha sonra hizmet üretimine da>yvansin iktidarını medyalar, reklam
Rene La*" reau, Georges Lapassade vb. ile "Kurumsal fTial Vmuoyu yoklamalarıyla cggiderek daha adem-i
Analiz" akımı çevresinde "yatay geçişlilik" kavramını merkeziyetçi
geliştirmiştir. Daha sonra Gilles Deleuze ile tanışarak, V6 kellik üreten bir yapılanrnrnayeı kaydığını ileri
1968 sonrasının kuramsal kitabı L'Anti Oedipe'i sürüyor.
yayınlarlar. Bu sırada Robert Castel ve Miche! Foucault ile ° ruattari'ye göre, B.D.K. b)i ir yandan her şeyi atomize
birlikte Deleuze ve Guattari anti psikiyatrinin Fran- ederek
sa'daki temsilcileri olmuşlardır. • boyutuna indirgerken, ö>t~te yandan tekil olanı
Üç Ekoloji kitabından önce Psychanalyse et Transversalite nesnelleştire-
(Psikanaliz ve Yataygeçişlilik), Revolution moleculaire Q\c sistemi bireyde içselleştirrrrnektedir. Kapitalizm
(Moleku-ler Devrim), L'inconscient Machinique doğayı, hatta
(Makinasal Bilinçdışı) kitaplarını yazmıştır. Deleuze ile anın içindeki doğayı dahi M<ültCirleştirmiş, böylece birey
L'Anti Oedipe (Anti Oidipus), Kafka (Minör Bir Edebiyat kapi-
İçin); Rhizome (Köksap) ve Mille Pla-teaux (Bin Yayla) 3list sistemin çeşitli mekanllsarınm kesiştiği bir öğe haline
Qu'est-ce que la philosophiel (Felsefe Nedir?) kitaplarını gel-
yazarlar. 1980lerde Les annees d'hiver (Kış Yılları) kitabı, ııştir. Bu durumda bireyin ö>zznelligini belirleyen yine
Toni Negri ile yazdıkları Les nouveaux Espaces de Liber-te sistem ol-
(Yeni Özgürlük Alanları) kitabı yayımlanır. Sonra laktadır. Böylece sanayi-ötessi kapitalizm çağında birey,
Cartograp-hie Schizo analytiques (Şizo-analitik kendi-
Haritacılık) kitabı Üç Ekoloji ve Cahosmos yayımlanır. ı gerçekleştirmek üzere eyler mdç olan bir özne değil,
Üç Ekoloji (Trois Ecologies) son yıllarda yeşiller kendinde
hareketinin örgütlenme biçiminden, yenilik hareketleri selleşmiş sistemin dürtüledli iği# her istediğini yapabilen,
ortaya çıkarmak gerekliliğini düşünen Guattari, sadece ancak
çevre kirliliği üzerine kurulu olmayan bir sosyal etik ve tekleri sistem tarafından beMirlenen bir öğe olmuştur.
estetik ekoloji istenendedir: Bunun adına ekozofi Guattari, bu durum kar<ş§ısında yapısalcı ve "post-
demiştir. modern" düşüncelerin insani müdahalU elerin olanaksız
Felix Guattari Üç Ekoloji adlı yapıtında dünyanın girdiği ve/veya yararsız olduğu doğrultusundaki görümlerine
tek-nolojik-bilimsel dönüşümlerle dolu dönemin, çözüm katılmıyor. Her ne kadar bireyin nesnelleştiğini ve
sistemmin bu nesnellikle öznede içselleşti-ğini ileri sürse (aksiyomatikler) zorunlu olarak "iktidarsızlaşan" bir
de, bu durumı karşısında bazı "süreçsel kaçış nok- temsili sisteme doğru gittiler: Yani "varlık" ve "yokluk"
talarının" olabileceğini savun ıuyor. Bu kaçış noktalan, düşüncesi bizi bir çıkmaza soktu. Bunun yanında üç
bireyin bilinçli gözüken düzenli eylemi! lerinde değil, terimli diyalektik yaklaşımlar da bizi, piramidal bir iktidar
toplumsal ve bireysel pratikler içerisindeki anlanmssız biçimine (devlet-bürokrasi-halk) veya Chomsky'nin ağaç-
kopuş noktalarında kendilerini gösterecekleridir. vari şekillerine yolladılar: Bu yüzden ancak, 3+n'lik bir
Ancak, bir çeşit yerinden ı oynama, "yersizyurdsuzlaşma" yeni biçim, aralarında hiçbir hiyerarşik töz olmayan bir
anlamına gelen bu durum, sistttıeme tutarlı bir eleştiri genişlemeyi mümkün kılabilir.
getirmek için yeterli değildir. Zira, bilinıocine varılmadan, Böylelikle eski arkaik anlatım biçimleri genelde söz ve
çözümlenmeden meydana gelen bir zoraki iletişim üzerine çözümlemeye girişirken, şizo-analizin
lilllyersizyurdsuzlaşma", öznelsellikleri yıkıma uğratarak yeni düzenlemeleri gitgide daha çok makinasal
negatif faantasmagorileri bilinçaldışında saklı şıddet kanalların açtığı medyatik ve iletişimsel akımların
güdülerini açığa çıkcsaracaktır. Yumuşak bir "yersizyurd- yardımlarını kullanmaktadır. Sözkonusu olan makinalar
suzlaşma" ise tersine insanırm içerisindeki şiirselliği sadece teknik değil, aynı zamanda bilimseli, sosyal
ortaya çıkara-Q*K sanatçı yaratıcılığıyla biiıi reysel praxis'\ durumu ve estetiği de içerirler. Şizo-analiz eski alanların
n gerçekleşmesine ne-den olabilecektir. suyunu taşırarak, merkezini makina-insan oluşundan alır
Şizo-Analitik . Haritacılığı ^ Ucan ekolüne başkaldırman ve anlatımın kodlara soktuğu şeyleri, kodlardan çıkararak
psikanalistler arasından Guattari, 1 es Deleuze ile birlikte yersizyurd-suzlaştırır.
ycesani bir analiz denemesine girdi. Freud'ün Günün modasını takip eden bir postmodernizmi de
indirgemeci ve mitoslardan kurtulamayan Ps eleştiren Guattari, postmodern adı altındaki sanatçı,
ko(z)-analizine karşı şizo(fren)-analiz. Kitabında1 Guattari ressam, heykeltıraş ve de mimarların istenildiği kadar
ortaya attıkları yöntemin bir haritacılığını sergiliyor. pragmatik yaklaşımda bulundukları zannedilsin, onların
Makinasal öznelsellik süreçlerini yönlendiren dörtlü hâlâ dilin ve sözün yapısalcı kavramından öteye
sistem şunları içermektedir: Soyut olan makinasal bir gidemediklerini düşünmektedir, çünkü on-
filom ile ekonomi akımları (libido, sermaye, emek ve 1 Cartographies Schizoana/ytigues, Galılee, Paris, 1989
imleyen) bir yandan yer-sizyurdsuzlaşmayı ların bu yapısalcılığa saplanıp kalmaları hiçbir zaman
gerçekleştirirken, bu süreç diğer yandan varolan yurd ile mik-ro-politikanın ve estetiğin çözümlemelerine, yahut
bilinçli evrenlerin öznelsellik sürecinde yersiz- bilinçdışmın yeni öznelsellik oluşlarına eklemlenmeyi
yurdsuzlaşmasını içeriyor. Yani, sistemde hem olasılıklar getiremeyecektir. Sorun böyle bir çıkmazdan nasıl
hem de gerçekten şu anda varolan siz konusu. Güncel kurtulabilinir? Günümüzde maki-nasal-sinyalci
filom gizil bir evrenin potansiyelliğini taşıyorken, güncel maddelerin (banka kartları, enformatik kotları vb.) içinde
gerçek akımlar gizil gerçek topraklarda kalmamız bir felaketi doğurmaktan çok (nostaljik bir
yersizyurdsuzlaşma sürecine girebiliyor. modemist düşüncenin teması), tam tersine, yeni özgürlük
Guattari'ye göre ikili karşıtlıklar ve belitseller ve yaratıcılıkları beraberinde getirme imkanına yol
açabilmektedir. Hiçbir şey bireyin yeni makinasal maddeleri araştırmak önemlidir. Çünkü bütün bunlar bir
kanallardan yeni özgürlük ve bireysellik süreçleri felaketi ortaya çıkarabileceği kadar, yeni sosyal dü-
yaratmasını engelleyemez. Yeni alternatif hareketler zenlemelerin bunları, kolektif bir şekilde, ele almalarına
makina-insan oluşlarından geçmektedir. Makinasal-lık ve da bağlıdır. Toplumlarımızda sorulması gereken
hümanizma iç içedir. Burada önemli olan sinyal sistemiyle sorulardan biri de bütün bu enformatik, telematik,
işleyen maddelerle kolektif ve bireysel öznellik robotik, bürotik ve bi-yo-teknolojik devrimlere rağmen,
maddelerini birbirlerinden ayırmaktır. Birincilerin dışa nasıl hâlâ eski arkaizmimizi korumaya çalıştığımızın ve
bağlılığına ve karar verme merkezleri arasındaki güç böylece her türlü yersizyurdsuzlaş-mayı nasıl
ilişkilerine saplanmasına karşın, ikinciler her türlü yerineyurduna sokarak reaktif duygularımızı yeniden
bütüncü mantığa boyun eğmeyi reddeden kendikendine gündeme sokabildiğimiz sorusudur. Güncel
göndermede bulunan söylemsel mantıklara bağlıdır. Bu öznelselliklerde nasıl dinî arkaizmi, ırkçılığı, seçkinliği
ikincinin adına (1970'lerden beri) "organsız beden"in hâlâ taşıyan toplumların, bu yeni devrimlerle ilişkilerinin
mantığı adını koymaktadır Guattari ve Deleuze. başka gizil kanallardan geçebileceğinin olanaklarını
Freud'ün bilinçdışı terimini sadece alışkanlıktan araştırma sorunudur.
kullandığını yazan Guattari, bu terimin yerine "Anlatım Bu yeni yaratıcılığı önlemeye çalışanlar, sorunlara
düzenlemesi" terimini tercih etmektedir. Çünkü Freud'çü kapitalis-tik bir yol arayarak; eski zamandaki iktidara
bilinçdışından ayrı şi-zo-analizin anlatım düzenlemeleri heveslenerek, halkın haklarını sınırlamayı ve insanları
her türlü ailevi ilişkiye indirgemeye karşıdır; onun uğraşı cinsine, ırkına, cinsiyetine göre kategorilere koymayı
alanı gelişmiş kapitalist toplumlardaki kolektif ve bireysel düşlüyor. Diğer yandan, kapitalizmin her türlü gelişmeyi
oluşumları hareketlendirmeye çalışmaktır. Bunlar kozmik koruyan bir sistem olduğunu zannedip, modernliğin
bitkisel, hayvansal ve insani oluşumlardır. Bir örnekle getirdiği her şeyi kabul edenlerle insani yaratıcılıkları
balansının orkide oluşu, orkidenin de balansı oluşu radikal özgürlüklerdeki fantazmlarda arayan ve kronik
ikisinin de başka bir şey olmasından geçmektedir. Şi-zo- bir mar-jinallik içinde kendilerini %sosyalizm-komünizm"
analiz imleyenci bir yorumun alanını terkederek, anlatım duvarlarının yüzeyleri arkasında saklayanlar var. Şizo-
düzenlemelerinin keşfine doğru yola çıkar. Bu yol analizin amacı bunlardan çıkıp, yeni yolların arayışına
üzerinde, öznel etkileşimleri ve makinasal nedenleri girmek. Bunun için de, yalnızca, kendikendine-
araştırır (Estetik, dinî, sosyal ve ekonomik ve hatta göndermede bulunan politik, estetik, sosyal bir anlatım
biyolojik olan, herhangi bir düzende bulunan, evrimsel düzenlemesi herkesin kendi gizliliklerini tamamen üst-
filom ve yaşamın süreçselliği). lenmesine olanak verebilecektir. Bu yeni öznelliklerin ve
Toplumların bugünkü öznellik süreçlerinde somut süreçlerinin yaratılması medyatik dönemden post-
haritalarını çıkaran şizo-analiz için esas mütasyonları medyatik bir döneme sağlam temellerle geçmeyi
belirleyip, kültürel, ekonomik sosyal yeni ekipmanları sağlayabilecektir. Yoksa Bütünleştirici Dünya
ortaya çıkarıp, yeni biyolo-jik-teknolojileri, zamanı Kapitalizminin alternatifi eski arkaik öznellikleri yeniden
kristalleştirmeye çalışan makinaları, ye> ni enerjileri ve düzene koyarak, bir çeşit üst-benliği arkaik imgelerine
oturtacaktır. Birçok ülkede (Japonya, Brezilya gibi)
görülen müthiş bir "high tech" ile dinî arkaizmin
birarada gelişmesi görüngüsü eski zamanlardan kalan bir
mirası, yeniden yerineyurduna soktuğunu
göstermektedir. Guattari'nin dileği her türlü "benzer" ve
bir hülya haline gelen sosyalin yeniden düşünülmesi
gerektiğini düşünenlerin, kendi köşelerinde de olsa, bu
sorunları gündeme getirmeleridir. Çünkü iktidarın kendi TARİHİMİZDE DIŞLANANLAR VE DEMOKRASİ
öznelliği gökten "zembille indirilmemiştir". Veya Söz hakkına dahil olmak her toplum için geçerli olmamış-
herhangi bir bilginin kromozomlarına kayıtlı değildir. tır. Ünlü Fransız filologu Georges DumezıTin araştırmala-
Bugünün bilgi ve iktidarın bi-linçdışındaki biçimlerinin rından ortaya çıkan sonuca göre; Hint Avrupa
evrenselliği diye bir şey de yoktur. Bunlar psyches'n'm toplumlarında üçlü işlev ideolojisi vardır: Bunlar,
gönderimlerindeki mithoslara derinden derine bağlı Egemenlik (politik ve dinî); Savaşçılık; ve üreticilik
kalmamıştır, bu nedenle büyük özgürlük alanlarına (doğum dahil) üçlüsüdür. Bu toplumların tarihlerinde
doğru bir yola çıkma işlemi başlatılabilir. Kendikendine belirli sınıfların veya zümrelerin bu üçlü ideoloji işlevine
göndermede bulunan eylemler, bilgi ve iktidarın uydukları tarihçilerce gösterilmişlerdir (Bkz., Georges
bugünkü şekillerini patlatabilme gizilliğini taşımaktadır. Duby, Les trois ordres au imaginaire du...f Gallimard,
1978). Türk toplumlarına bakıldığında daima birilerinin
sözden yoksun olduğu göze çarpmaktadır. Türklerin ele
geçirdikleri veya ortaya çıkardıkları devletlerde tuğranın
egemenlik sembolü olarak, bismillah'ın yerini aldığı
görülmüştür (gerek Memlüklerde, gerek Selçuklu ve
Osmanlılarda). Son yıllarda çıkan bir kitaba göre Kök
Türklerde de üçlü bir ideoloji mevcuttu tezi gündeme
gelmiştir (Bkz., Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler, Ada Yay.,
1987). Bir Hint Avrupa dili olmayan Türkçe ile Türk
toplumu arasındaki yakınlık dilbilimcileri olduğu kadar
sosyolog, tarihçi ve siyasal bilimcileri de
ilgilendirmektedir; çünkü sonuçta hepsini ilgilendiren
bugünün tarihidir. Bugünün tarihi, aynı mekan
üzerindeki tarihi süreçlerin incelenmesini içermektedir.
Ayrıca bir mekan ruhundan bahsetmek hiç de kurgu
bilim yapıcılığı içine girmek anlamına gelmemelidir.
Jung'un kolektif bilinçdışı terimi, bilinç ile bilinçdışının
ortaya çıktığı alana verilen addır. "Bilinçdışı bir dil olarak karakteri de ağırlık taşır. Böylece her şeyi devletten
yapılanmıştır" önerisinin de belirtmiş olduğu gibi, dil ile bekleyen, kaderci, pederşahi bir toplum yapısı ortaya
günlük yaşam arasında doğru bir orantının varlığından çıkar. Bu yapının kırılması için yapılan "direnme odakları"
söz etmek ve bugününe baktığımızda tarihimizle bir tarih içinde çeşitli olayları oluşturur. Toplumun
ilişkiye girmek mümkündür. Ayrıca tarihten çok içindekilerin veya toplumca dışlanmışların (kadınlar,
bugünümüzün ne olduğu, bugün ne yapmanın mümkün çocuklar, deliler, mahkûmlar) direniş hareketleri arasında
olduğu sorunsalları geçerliymiş gibi gözükmektedir. öğrencilerinkiler çok kez "arzularına yenilen hayalciler"
Nietzsche'nin {Tarih Üzerine, Say Yay.) kitabında olarak nitelenmişlerdir. Merkezi yapılı partilerin "tek
geliştirdiği temalardan biri# tarihin yorum taşıması ve boyutçuluğu" karşısında zaman zaman direniş gösteren
olguları yalanlayabilmesi değil midir? Nietzsc-he ikinci bu odaklar, bazen de bu "tekyapıların" içinde erimiş-
bölümde şöyle yazar: "Tarih yaşayanlara üç bakımdan lerdir. Bu tarihi pratik bize tek yapılı bir iktidarın
bağlıdır: Yaşayanların etkin ve bir şeye erişmeye olmadığını göstermiştir. Örgüt içi iktidarlar için devlet
çabalayan kimseler olmaları bakımından, koruyan ve iktidarları kadar erk-varidir denebilir. Önemli olan
saygı duyan kimseler olmaları bakımından ve acı çeken ve "iktidara gelmek" değil, bundan kaçarak yeni bir silah
kurtuluşa gereksinme duyan kimseler olmaları bulmak ve iktidarın yapısını değiştirmektir. Her toplumun
bakımından." (a.g.e., s.75). kendine göre iktidar biçimlerini yeniden ürettiği bir
Demek ki, tarih ile bağlarımız bugünün anlaşılması için gerçektir, onun için her toplumun kendine içkin iktidar
vardır diyebiliriz. Dünün tarihine saklanarak hareket yapılarını bulmak lazımdır. Böylece kiminle mücadele
edemeyiz, atalarımızın başarılarını övemeyiz. Övsek de, edileceği ortaya çıkmış olur ve "boşa yumruk
bugün yapılacak işler bakımından işlevsiz bir eylemde sallamaktan" kurtulunur.
bulunmuş oluruz. Soru: "bugün ne yapabilirim?" İktidar kuramcılarından Michel Foucault iktidar ve
olmalıdır. Tarihimizle bir yersizyurd-suzlaşma sürecine Bilginin iç içeliğini göstermiştir. Ve son çalışmalarında iyi
girebilmek, yeni oluşlara geçmekte en geçerli yoldur gibi veya kötü olarak nitelenemeyen bir yönetim modelini
gözüküyor. Eski Yunan toplumlarında bulmuştur: Başkalarını
Ama, bu tarihi yadsımalıyız demek değildir. Tarih üzerine yönetmeden önce kendi kendini yönetebilmek (Bkz.,
yapılan inceleme ve araştırmaların boyutu "artık ne Foucault Cinselliğin Tarihi] Afa Yay.) ana sorunsaldır.
değiliz?" diyog-nostiğine erişmek olabilir. Günümüzün Ancak tek yapılı iktidarın mantığı tek bir direniş odağı ve
epistemesinin ne olduğunu bulmak ne olmaktan iktidar odağının varolduğunu sanabilir. Ayrışık yapıdaki
çıktığımızı anlamamızla eşdeğerlidir. bu odaklar kimin kiminle ve neyle mücadele etmesi
Tarih boyunca dışlanmışların olduğu bir toplum, Fransız gerektiğini gösterecektir. Bu açıdan alındığında açlık
devriminin yaratıcısı olarak ortaya konulan "Üçüncü grevleri karşısında iktidarın tek hedef alınması
tabakanın" (Tiers Etats) varolmadığı bir toplumdur. Bu düşündürücüdür. Aynı şekilde eski adalet bakanı
toplumlarda "sivil toplumun" gelişmesi için yeterli Sungurlu'nun "taviz vermedik, bizim mahkûmlarla pa-
koşulların olmadığı gibi, devletin tepeden inmeci zarlık etmemiz söz konusu değil" demesi, karşılarında
tüm bir mahkûmlar sürüsünü bulmalarının mantığını beraber, bundan yirmi yıl önce Sartre'ın sormuş olduğu
ortaya çıkarır. soruyu sormalıdırlar. Yataybiçimli ve yataygeçişli
Aslında mahkûmlar ve tutuklular, söz sahibi olmak (transversal) mücadeleleri ortaya çıkarmak için herkesin
istemişler ve "sessizliklerinin" sözlerini kamuoyuna günlük yaşamında hergün karşılaştığı sorunlar karşısında:
duyurmuşlardır. Aydınlar da mahkûm ve tutukluların bu "Ne yapabilirim?" sorusunu sorması "vatandaşlık hakkı"
sükunetinin şiddetindeki eylemlerini küçük açlık greviyle olarak bir sivil toplum gereğidir. "Somut ve tekil ko-
desteklemişler ve bir bakıma söz verilmeyen numlarda eylemlerini neye göre yönlendireceğim?".
mahkûmlarına söz hakkı verilmesini sağlamaya "Kullanabileceğim bir pusula var mı?" Sartre bu soruları
çalışmışlardır. Söz hakkını neden başkalarına vermek şöyle yanıtlamıştır: "Kütüphaneye git ve on yıl sonra
zorunda kaldığı sorgulanmayan mahkûmlar kendi özgün yeniden konuşuruz". Kitap ve gazetenin sokulmadığı
ve özel koşullarını kendileri savunmalıdırlar. Bu hakkı mekanlarda Sartre'ın önerisini takip etmek olanaksızlasın
kimseye vermeden kendi sözlerinin dinlenmesi için Bu durumlarda Sartre'ın sözü "saçmalaşır". Beklemeye
kamuya açılabilmelidirler. Bu şekilde, küçük birimlerde zaman mı kalmıştır? Sartre için ancak "özgür insanlar ne
toplumsal "dışlanma mekanizmaları" ufak delikler alacak yapabileceklerini bilmektedirler". Ama ya özgür
ve buralardan sızan "arzular" yeni düzenlemeleri olamayanlar? Onlar için "kendilerinden başka pusula
getirmeye çalışacaktır. İçkinlik planı üzerine kurulan bu yoktur". Sadece kendi eylemleri "kuzeyin ne tarafta
direnme biçimleri söz hakkı elinden alınanların sözlerini olduğunu gösterir". Bu bağlamda yeni bir soru
ortaya çıkarmaya yarayacaktır. Bu şekilde dışlanma sorulmalıdır: "Kendi özgürlüğümden ne oluşturmak-
mekanizmaları içinde bulunanların sözlerini anlatma tayım?" Çünkü herşeye "izin verilmemiştir". Arının
hakkı sorunu ortaya çıkacak ve "boyun eğme, usta çırak" özgürlük olduğu bir değere nasıl ulaşılabilir? Bir etik
ilişkileri üzerine kurulu pederşahi, pat-rimonyalist toplum sorunu, burada, baş-gösterir. Ancak bir etik üzerine
yapısı gedikler vermeye başlayacaktır. kurulu mücadeleler tarihin akışını, gerçekten
Yönetilenlerin söz hakkına dayalı demokrasi de, bu değiştirebilir ve dışlananların demokrasiye katılmalarını
şekilde, kendisine yeni öğeler bulacak ve dışlanmışların sağlayabilir. "Üçüncüler (Tiers Etats) sözün bile ender
da bu demokrasiden yararlanmaları mümkün olacaktır. durumlarda verildiği toplumlarda, mütasyon denecek bir
Demokrasiler ne kadar katılımcı olurlarsa o kadar süreksizlik biçiminde varolabilir. Tarih, bu şekilde,
demokratik yapıda genişleme olabilecek, o kadar devrimcileşir. Dışlananlar, böylece, yataygeçişli mücadele
demokrasi mücadelesi taraftar bulabilecektir ve bu yollarını yaratarak demokrasiye katkıda bulunabilir ve
ölçüde de "sivil toplum" odakları yerleşerek, toplumun gerçek bir sivil toplum biçimini ortaya çıkarabilir. Yoksa
içinde eriyebileceklerdir. Bu sağlandığında ancak bir Nazi'nin söylemiş olduğu yanılgıya düşeriz: "Ancak
ekonomik eşitsizlikler arasındaki denge oyunları da yeni dışlananların olduğu, kölelerin başkaları için çalıştığı
dengelere ulaşabilecektir. yerlerde demokrasi mümkündür" gibi saçma bir söze gö-
Toplumun içinde yaşayanlar, yasal haklardan yararlanan nül bağlarız. Katılımcı demokrasinin yeni şekillerini
ve yararlanamayanlar (mahkûmlar, deliler vb.) hep düşünmek zamanındayız artık.
çocuk ve akıl hastalarının resimlerinin dışavurumsallığı;
sanatın bir fan-tasya olarak ele alınamayacağının en
güzel göstergelerinden biridir. Bunun yanında Deleuze
ve Guattari, psikiyatr Oury'nin veya 19601ı yıllarda
Laing'in Marry Barnes vakasını ele alışı, psikodramatik bir
ortamda doktorun hastasıyla birlikte ortak sorunları
yaşaması, hastanın sessizliğe mahkum edilen diline
III. Bölüm sanatsal ifade imkânları sunmasını gündeme getirmişti.
Aslında, çok eski bir şaman pratiği olan sanat ve
SANAT VE CİNSELLİK yaşamdaki dirim-
GÜNÜMÜZ SANATINDA YARATICILIK
Berlin doğumlu Georg SimmePin (1858) günümüzde de
bir saygınlığının olmasını kimi çevreler postmodem du-
rum ile birleştirirlerken, kimi çevreler onun VValter
Benjamin'i etkilemiş olmasını gözönünde tutarak, şehir,
kadın gibi temalarla modernliği ele almasının günümüz
şehir ve metropol ve megalopoller bağlamında bir analiz
içerdiğini öne sürmekteler. Aslında sosyoloji, felsefe ve GÜNÜMÜZ SANATINDA YARATICILIK
sanat konuları üzerine eğilmesi bakımından Berlin doğumlu Georg Simmel'in (1858) günümüzde de
günümüzdeki sanat ve sosyoloji kesişmesinin bir ku- bir saygınlığının olmasını kimi çevreler postmodem du-
ramcısı olarak önem taşımaktadır; ama Goethe, rum ile birleştirirlerken, kimi çevreler onun Walter
Rembrandt gibi sanat ustaları üzerine yapmış olduğu Benjamin'i etkilemiş olmasını gözönünde tutarak, şehir,
çalışmalar bu yaklaşım ile birlikte ele alınmamıştır. kadın gibi temalarla modernliği ele almasının günümüz
Georg Simmel 1907 yılında kaleme aldığı "Hıristiyanlık ve şehir ve metropol ve megalopoller bağlamında bir analiz
Sanat" adlı denemesinde sanat hakkındaki düşüncelerini içerdiğini öne sürmekteler. Aslında sosyoloji, felsefe ve
geliştirmekteydi. Sanatı ele alış tarzı bugünün ve çağdaş sanat konuları üzerine eğilmesi bakımından
sanatın sorunsalına yakın gibi durmamaktadır. Sanatın günümüzdeki sanat ve sosyoloji kesişmesinin bir ku-
yaşamdan başka bir şey olarak alınışı, hatta yaşamın ramcısı olarak önem taşımaktadır; ama Goethe,
karşıtı olması, bugünün toplumsal yaşam ile sanatı Rembrandt gibi sanat ustaları üzerine yapmış olduğu
çağdaşlaştıran sanat anlayışından onu ayırır. Sanatı bir çalışmalar bu yaklaşım ile birlikte ele alınmamıştır.
fantezi olarak düşünmesi bakımından sanat anlayışını ele Georg Simmel 1907 yılında kaleme aldığı "Hıristiyanlık ve
alırsak, günümüzde sanatın bir o kadar yaşam kuvveti Sanat" adlı denemesinde sanat hakkındaki düşüncelerini
taşıdığı tezleriyle tam bir karşıtlık içermektedir. Öyle ki, geliştirmekteydi. Sanatı ele alış tarzı bugünün ve çağdaş
Fransız sanatçı Dubuffet'nin adına Brüt Sanat dediği, sanatın sorunsalına yakın gibi durmamaktadır. Sanatın
yaşamdan başka bir şey olarak alınışı, hatta yaşamın şey olmaya yönelimli oluşudur.
karşıtı olması, bugünün toplumsal yaşam ile sanatı Gerçi çağdaş sanatın önemli köşe taşlarından biri olarak
çağdaşlaştıran sanat anlayışından onu ayırır. Sanatı bir kabul edilen Dubuffet için sanat eseri eserin süslenmiş
fantezi olarak düşünmesi bakımından sanat anlayışını ele değil, brüt halidir; ama Simmel için de eserin brüt veya
alırsak, günümüzde sanatın bir o kadar yaşam kuvveti değil (Simmel için böyle bir kavramın çok anakronik
taşıdığı tezleriyle tam bir karşıtlık içermektedir. Öyle ki, kalacağını hiç düşünmeden söyleyebiliriz), eser kendisidir
Fransız sanatçı Dubuffet'nin adına Brüt Sanat dediği, ve bir bütünlük olarak, dışsal hiçbir şeyle ilişki içinde
çocuk ve akıl hastalarının resimlerinin dışavurumsallığı; olmak zorunda değildir. Bu önermeyi biraz açmaya
sanatın bir fan-tasya olarak ele alınamayacağının en kalkarsak, eserin dışsal bir şeyle ilintili olamayacağının
güzel göstergelerinden biridir. Bunun yanında Deleuze söylenmesi, eserin yukarıda yazmış olduğumuz gibi,
ve Guattari, psikiyatr Oury'nin veya 19601ı yıllarda toplumla veya herhangi bir işlevlilikle de bağı olmamasını
Laing'in Marry Barnes vakasını ele alışı, psikodramatik bir gerektirmektedir. Esere bakanlarla eser arasında bir
ortamda doktorun hastasıyla birlikte ortak sorunları mesafenin var olması anlamına gelen bu yukarıdaki
yaşaması, hastanın sessizliğe mahkum edilen diline önerme yaşamla ve toplumla araç-amaç ilişkilerinin
sanatsal ifade imkânları sunmasını gündeme getirmişti. dışında bir bağlantısızlıktan söz etmektedir. Ancak;
Aslında, çok eski bir şaman pratiği olan sanat ve günümüz plastik espas anlayışının gelişimi doğrultusunda
yaşamdaki dirimselliğin önemsenmesi, Kuzey Asya, eserlere veya işlere değindiğimizde, Simmel ile, herşe-ye
Hindistan gibi birçok coğrafi alandaki yaşayan insanlar rağmen bir mesafe olduğunu yeniden hatırlatmak
tarafından pratik edilmiştir. zorundayız; çünkü mesafeli bir temaşa ilişkisinin
Burada hemen durup, Simmel'in bu ayrımı ortaya donukluğu yerine 1960'h yıllardan beri, bakanın esere
koyarken, başka bir açıdan insan ve sanat eseri arasındaki katabileceği bir anlamlar bütünü arayışları söz konusu
ilişkinin ve mesafenin belirlenmesi için ne kadar çaba edilmiştir. Halbuki Simmel, Kant için olduğu gibi, "ilgi
harcanmakta olduğunu söyleyebiliriz: Simmel'e göre, dışı bir beğeni" ile temaşa edilen eser, mesafeli bir
sanat eseri tamamen biçim olarak insanlara gerçek bakışın algılanması altında durmaktadır. Günümüz sanat
nesnelerin biçimlerinden daha yakındır; çünkü bu okumasının sanat eserinin içindeki ide'nin duyumsal bir
nesneler insanların kullanımları için üretilmişlerdir, dışavurumunu belirtmesi ile bir bağın çok ender
halbuki sanat eserinin bir özerkliği vardır. İşlevsizdir. Bir çevrelerde kabul görmesi veya hiç kimse tarafından böyle
araç değildir. Simmel'in bu önermesi Dubuffet'nin Brüt bir algılanışın mümkün olmadığının iddiası, 19. yüzyılın
sanatı ve çağdaş sanatın yaşam ile sanat arasındaki sonu ile 20. yüzyılın başındaki sanat felsefesinin bugünkü
mesafeyi yok etmeye çalışan anlayışı ile karşıtlık sanat, sosyoloji ve felsefe ilişkileriyle uzak bir yakınlığı
oluşturmaktadır. Ancak; aslında Simmel'in paradoksal bir olduğu söylenebilir. Yeni bir plastik espas anlayışının
şekilde belirtmiş olduğu birşey vardır. O da: Sanat ifade biçimlerinden birini belirlemektedir.
eserinin özerkliği, yalnızca kendisi olması, onun her Bu mesafenin daraldığı, en uzak gibi duranın aslında en
şeyden daha önemli olmasının yanında insanlar için her yakına gelebilirken, en yakında gibi durabilen bir eserin
bakandan ve hatta eserin içinde durarak, eserin içine
temaşa etmekten çok uzak olan bir izleyicinin,
sanatseverin bakışından çok uzaklarda durduğunu
gösteren eserlerle kaplı sanat dünyamız.
Bugünkü durumda eser ve sanatçı; sanat eseri ve temaşa
etmekten çok eserin, işin içinde konumlanan hatta kendi
kendini konumlandıran, öyle ki, sanatçının bile İMGE, NE HALLERDE?
pozisyonunu yeniden düşünmesini sağlayan sanatsever Orhan Koçak, İmgenin Halleri (Metis, 1995) adlı
arasında aradalık-halleri mevcuttur. Nesnelerde şeyler- kitabında, Mithat Şen'in resimlerine eğiliyor. Orhan
arasında düşünmek köksap yapmak demektir diyordu. Koçak'ın daha önceleri edebiyat yazılarındaki üslûbunu,
Claire Parnet, Gilles Deleuze ile birlikte ele aldıkları burada da görüyoruz. Aslında, Orhan Koçak'ın psikanaliz
Diyaloglar (Bağlam Yay., 1990) kitabında: "Kök değil, üzerine ele aldığı sayfalar, ki bunlar daha önceleri Defter
çizgi çizmek, nokta yapmaktır bu". ve Sanat Dünyamız dergilerinde 1993 ve 1994 yıllarında
Bu nedenle de yeni bir plastik espasın ne anlama yazmış olduğu yazılardır, belki de psi-kanalitik bir Plastik
geldiğini sorunsallaştırmak için, sanat tarihi ve felsefesi Sanatlar çözümlemesinin en olanaksız olduğunu
içindeki bazı genel görüşlerden (doxa) arındırmakla gösteren sayfalardır. Yorumları boyunca, Orhan Koçak;
yükümlüyüz eseri. Öncü olanın güncel meşruluk krizi D.W. VVinnicott'un "geçişsel nesnelerinden, Valery'nin
içinde, öncü olabilecek bir yaklaşım araştırması içinde "bulunmuş nesne"sinden, psikanalizdeki imge kavramına
bazı klişeleri kafamızdan silmeliyiz. Yaratıcılık belki de bu kadar, Şen'in parçalanmış, ve sözde-bütünlük oluşturan
klişelerle mücadeleden, onlarla ve onların temsili bedenlerine doğru düşünsel-sorunsal bir yolculuğa
hayaletleriyle boğuşmaktan geçen bir eylemdir. çıkıyor. Her ne kadar Or-gansız Beden (Artaud, Deleuze
ve Guattari) kavramının Şen'in bedenlerini açıklamaktan
yoksun olduğunu ileri sürse bile, Koçak aslında, ideolojik
bir okumadan çok noolojik (düşüncenin imgesi) bir
okumayı gerçekleştirirken, ister istemez Deleuze ve
Guattari'nin kullandığı kavrama, noolojiye daha yakın
duruyor; ve, belki de, sanat eleştirisi-okuyuşu anlamında
Türkiye'de yapılan en muhteşem psikanaliz eleştirisinde
bulunuyor. Ancak, Orhan Koçak bunun farkında mı
sorusu sorulursa, "elbette" cevabını verebiliriz: "Sadece
psikanalitik eleştirinin değil, yapıta nüfuz etmeye çalışan
her türlü eleştiri yönteminin" kaçınılmaz zaafından
bahsediyor (s.40). Kendi sorusunu unutan cevap "kendi
kendine işlemeye" başlıyor. Ancak, burada bir nokta
üzerinde durmakta yarar var zannediyorum: Orhan değilse bile gösterilecek pek bir şeyin olmadığını, Orhan
Koçak "Yine de vazgeçmedim, baştaki yorumu yine de Koçak gibi görebiliriz, Mithat Şen'in resimlerine
geri almıyorum" diyor (s.40). Bu sırada; iki soru. Orhan bakarken. Her ne kadar "Cevabın sorusu" bölümünde
Koçak kendisini niçin psikanalitik yorumlardan geri Melanie Klein'ın "ilksel nesne"si ve Winni-cott'un
alamıyor? sorusunu unutan cevabın kendi kendine "geçişsel nesne"si yazının başında yer alıyorsa da; bu
işlemeye başlaması eser'e bakanın kendi iç sorunu sanki daha önceleri yazdıklarını hatırlatan bir Giriş'e
olmaktan öteye gidiyor mu? benziyor.
İlk olarak, Orhan Koçak'ın "Cevabın sorusu" başlığıyla ele İkinci olarak, Orhan Koçak şöyle diyor: "Yorum yapıtı (ve
aldığı yeni çalışmasında, psikanalizden çok felsefe ve şiir bıraktığı izlenimi) anlamlandırabilir, ama kurulan yorum
var. Sartre'ın Genet'si, Adomo'nun Estetik Kuramı (ki, çerçevesini anlamlı bir anlatıya dönüştüren de yine
Adorno da her yerde bilinçdışı arayan psikanalitik bir yapıtın kendisidir" (s.40). Görülebileceği gibi, ikili bir
sanat eleştirisine kuşkuyla bakar), Aristo'nun Ruh üzerine etkileşim söz konusu; ancak sorusunu unutan cevabın
olan metni, Ahmet Oktay'ın Nazım Hikmet'in modernist kendisi kendi kendine işlemeye başlıyor. Bu, yine cevabı
imgesi (var olan gerçekliği bize sunması), Oktay Rıfat, beklerken soranın, Orhan Koçak'ın refleksi-yonunda
Jacqueline Cheniaux-Gendon'un sürrealizmi, Paul işlerlik kazanmaya başlıyor. Bu bakımdan, soruyu soran
Valery'nin nesnesine geri dönüşü, Emanuel Levinas, ile cevabı bekleyen aynı kişinin yorumu yine yapıt
Melih Cevdet Anday ve Nurdan Gürbilek söz konusu sayesinde kendi kendine bir soru-cevap ilişkisini gündeme
edilmekte. Görebileceğimiz gibi, psikanalistler, Koçak'ın getiriyor.
yazı alanından çekilmekteler. Birinci yazıdaki (Klein, Orhan Koçak, bu üçüncü bölümde "psikanalitik
VVinnicott), ikinci yazıdaki (Michel Fain, Janine yorumların her zaman değilse bile çoğu zaman ihmal
Chasseguet-Simgel) psikanalist-lerin etkinliğinden ve ettiği bir başka öge olan" (s.41) yapıtın tarihsel/toplumsal
baskısından hatta çekiminden kurtuldukça, Orhan Koçak bağlamla ilişkisini gösterdiğinde, yukarıda yazmış
yavaş yavaş Oidipus'un Sfenks'e verdiği "doğru cevaba" olduğum "bırakılan bir psikanalizden" söz ediyor.
yaklaşıyor. Aslında, burada, sanata yöneltilen sorular Mithat Şen'in yapıtının toplumsal ve tarihsel içeriğine
değil, tehlike anını oluşturan Sanat alanı da, diğer felse- değinirken, Orhan Koçak, Nurdan Gürbilek'in Vitrinde
fe-sosyoloji alanları gibi sorular sormakta ve cevabını Yaşamak (Metis, 1992) kitabından faydalanıyor Tamamen
sorunsal-laştırmakta; bazen bulmakta bazen ise Foucault'cu olarak nitelendirebileceğim bir Türkiye
araştırmaya devam etmektedir. Adorno'nun arkasına analizi içinde, N. Gürbi-lek baskı ve yasağın diğer tarafta
dönüp baktığında birşey görememesi gibi, psikanalitik bulunduğunu hatırlatıyor. Yani makro-iktidarın
sorularla cevap aranmaya kalkıldığında, belki de sadece, karşısında gibi duran mikro-iktidarın "yasaklayıcı değil,
Valery'nin "bulunmuş nesne" adını verdiği denizin kıyıda oluşturucu, kışkırtıcı, içerici bir iktidar" biçimi olduğunu
törpülediği nesneyi bulmak mümkün olacak. Ancak gündeme getiriyor. Orhan Koçak ise, Mithat Şen'in yapıt-
psikanalitik soruları sormaktan vazgeçtiğimizde ortada larının toplumsal bağlamını orada kuruyor. Koçak bu
böyle bir sonunu olmadığını, hatta sorunun olmadığını yıllara "dışavurum yılları" (s.59) adını veriyor.
Adorno'nun "kültür endüstrisi" adını verdiği 19401ı "suskunluğun" iletişim patlamasına karşı bir savunma
yılların ikinci yarısında başlayan (Hork-heimer ve Adorno aracı olarak görülebileceğini" iddia ediyor Orhan Koçak.
1944-45 yıllarından bahsetmekteydiler) bir toplumsal Ancak, hemen arkasından şunu ekliyor. Kandinsky'nin
durumu ortaya koyuyor. Aynı şekilde soyut Dışavu- hatta Klee'nin resimleriyle sergi salonlarını gezen zengin-
rumcuların (Pollock, Gorky, Nevvman, Gottlieb vb.) burjuva hanımlarının elbiseleri üzerindeki desenlerle
geliştiği yıllarda, New York ekolünün Soyut ilişkisinin kurulabilmesi mümkün. Sonunda cevap soruyu
Dışavurumculuğu ile Horkhe-imer ve Adorno'nun sildi. Ortada birşey kalmıyor. Dizinin herhangi bir anında
bahsettiği "kitle toplumunun, kültür endüstrisinin apansız beliriveren o sırıtış, o kendini silen ironi, biraz da
dışavurumculuğu ilişkisi bu bağlamda açık bir şekilde bunu bilmesinden, kendi etkisizliğini görmesinden ve
ortaya çıkıyor. Reklamın hakimiyetini, insanların iletişimsizlik çabasının bile sonunda bir tür iletişime
konuşma ve tüketim enerjisiyle, baskısı olmayan bir biyo- dönüştüğünü anlamasından mı geliyor?" (s.62). Aslında,
iktidarın (Foucault) birlikte işlediğini söylemeye çaba "Hep bir dil varsa, bu öncelikle aynı dili
sarfediyor, Orhan Koçak. "Ruhun iç dünyanın ve hayal konuşmayanlarınkidir. Dilyetisi bunun için yapılmıştır,
gücünün istimlak edilerek yeni bir pazara iletişim için değil, çeviri için" diye yanıtlayabiliriz bunu,
dönüştürüldüğü bir dönem olarak" (s.59) ortaya konulu- Deleuze ve Guattari'den yola çıkarak.
yor bu dönem Türkiye için. Bu durum "konuşkan Adorno Estetik Kuram (Paris, Klincksieck, 1989) kitabında
Türkiye'nin" kapitalist pazarla aydınlarını da şöyle yazıyor: "Mümkün olanın, refleksiyona kendisini
buluşturmakta: Reklamcılar, danışmanlar vb. Bu durum verenin sonsuzluğu, düşünce ve sorun olmaksızın
öncü sanat için de aynı fiili durumla ifade edilmekte: yapılabilenin kaybını engelleyemez. Bu mümkünlüklerin
"Sanatın taklit olmaktan kurtulması ve kendi bağlamına genişlemesi birçok boyutta bir daralma olarak ortaya
karşı eleştirel bir uzaklıkta yer alması için çalışıyordu" çıkabilir". Yani sanatçının yapmak istediği öncü olarak da
(s.61) sanatçı. Bu durum, Deleuze ve Guattari'nin yazmış ortaya çıksa, günün birinde toplumsal sistemin siyasi ve
olduğu dilden konuşursak, daha önceden "kodsuzlaşmış ekonomik değerleri tarafından kapılmakla karşı karşıya
akımları üst-kodlayan Devlet'in artık üst-kodlamaktan gelebilir, o zaman ne yapmalı? Yoksa, aslında ortada
çok, olduğu gibi kodsuzlaşmış akımların kesişmelerini boşluktan başka birşey yok mu? Ama bu boşluğu yarata-
örgütlediği bir dönemi göstermektedir (Deleuze- cak çabaya her zaman ihtiyacımız var.
Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni 2, Bağlam Yay., 1993, Toplum ve Bilim Psikanaliz Özel Sayısı, 1996 Kasım
s.80). Burada "akımlar, yersizyurdsuzlaş-ma ve
kodsuzlaşmanın kapitalist eşiğine eriştiğinde (çıplak
emek ve bağımsız sermaye), dolaysızcasına ekonomik
hale gelen elde etmeyi sağlamak için aynı hukuka ve
siyasi hakimiyete, Devlet'e ihtiyaç kalmadığı düşünülür"
(a.g.e., s.83).
Böyle bir dönemde Mithat Şen'in resmindeki
yumuşak tepeleriyle örtülü tatlı ve ılık karanlıkta Rüya
yüzükoyun uzanmış uyuyordu" cümlesiyle başlayan Kara
Kitap kitabın kahramanının kim olduğunu hemen mi
KIM-LIK YAZAR belirtir? Rüya bir hayal midir? Sannlı bir sıkıntı mı?
Kitaplarda ender olarak tarih, sosyoloji, felsefe ve entrika Engebeli ve vadileriyle coğrafi bir alan yazı tarafından
iç içe geçmiştir demek mümkün değildir, ama bunun sık katedilmeye başlanır. Yazıdır burada ilk özne. Bireyleşen
sık yapıldığını söylemek de güçtür. Kara Kitap başlı bir yazı var mıdır diye sorabiliriz kendi kendimize.
başına bir sorunsaldan yola çıkmıyor ve birçok sorunsalın Bireyleşen bir insanı sorunsallaştırır mıyız? Aslında,
kesiştiği bir noktayı odaklaştmyor. Bunlar arasında tarihi Rimbaud'nun da daha önceden ifade etmiş olduğu gibi
ve toplumsal bir sorun olan kimlik sorununu, 'nereliyiz?7 insan oluşlar halinde vardır, içinde hayvanları da kayaları
sorusunu sordurtuyor. Bunun açıklaması burada söz da taşır (Moğol resminin hayvan figürlerinin
konusu olamaz. Bu bir romandır. Ancak roman olduğu bireyselleşmesi gözümüzün önüne gelsin). Yazı kendi
ölçüde de, gitgide sanatçıların sosyal bilimcilerin içinde hem isimler, hem fikirler, hem de daha önce
sordukları sorulara yaklaşması, kitabın estetik kaygıların söylenmiş, kullanılmış cümlelerle birtakım bilinen
yanında 'içerik' kaygısını da taşıdığını düşündürtüyor sözcükleri taşır. Bunun kimin kaleminden kimin ağzından
bize. Sosyal bilimcilerin meşgul oldukları alanların çıkmış olduğu sorusu tüm metafiziğin sorusudur. Felsefe
genişlemesi, sordukları soruların içine estetik sorunsalının başlangıcında yazıdan önceki sözün önselliğini soruşturur
da girmesi ile sanatçıların sosyal konular üzerine eğilmesi (Platon'un tüm sorunsalı bunun üzerine oturtulmuştur
arasında bir koşutluk oluşmaya başlıyor. Epigraflar bize diyebiliriz). Michel Foucault, College de France'da açılış
bu yolu gösteriyor. konuşmasında bize şöyle seslenmekteydi: "Bugün
Orhan Pamuk kitabına başlarken "Epigraf kullanmayın, yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki
çünkü yazının içindeki esrarı öldürür" (Adli) cümlesini de yıllar boyunca yapmak zorunda kalacağım
tanıtlık olarak verdiğinde yeni bir denemeye girmekte konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi
olduğunu göstermekte ve Türk modemitesi üzerine dilerdim. Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp
'postmodern' bir üslûpla konunun başlamakta olduğunu sarmalamasını ve beni, her türlü olası başlangıcın çok
haber vermektedir. Bu bir başlangıç mıdır? Romanın bir ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada kimliği
başlangıcı var mıdır? Kim daha önce yazmıştır? Kim bulunmayan bir sesin benden epey önce başlamış
kimden ne almıştır? Bunlar ikinci dereceden önem olduğunu fark edivermek ne hoş olurdu o zaman,
taşımaya başlayıp, anonim ve tali bir yazı ortaya çıkmaya sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, kendisini, sanki
başlıyor. Kimdir yazar? Kendi cümlelerini yazan mı yoksa bir an için, askıda tutarak bana işaret vermişçesine
tanıt-lıklarla bir takım fikirlerin bize hangi yolla olursa yarattığı boşlukların arasına, hiç kimsenin fazlaca
olsun gelmesini sağlaması mı önemli? Nedir bu? dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana (...).
Anonimlik: "Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi Benim arkamdan (çok önceden söze başlamış
damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve mavi söyleyeceğim şeyleri önceden söylemiş) bir sesin şöyle
demesini isterdim: "Sürdürmek gerek, ben libidinal yatırımı' arasındaki farktır. Arzu, şimdiki
sürdüremiyorum, sürdürmek gerek, sözcükler olduğu zamanın istencini 'çıkar yatırımına' sokmadan ortaya
sürece onları söylemek gerek..."1 koyar. Libidinal bir akım oradan geçer, arzunun gücü
Kara Kitap'm bu sorunsaldan başladığını söylemek müm- tarafından kapılır. Yazının sorunsaJı ile sosyalin sorunsalı
kündür sanıyorum. En azından bu şekilde anlamamızı burada birbirlerinin içine girerler. İçerik ile biçim bir
sağlayacak işaretleri içinde taşır. Bir üslûp kaygısı var. ayrışık bütün oluşturur. Bu karışımla yazının içkinlik planı
Kendi dilini arayan bir yazar birçok cümle ve sözcükleri (Dele-uze) oluşturulmaya başlanır. Yazı kendi kendini
bir kere daha kullanıyor ve bu arayış içinde de Marx'ın yazmaya başlar, kalemi kimin elinde tutuğu burada az
sorunsalını ters yüz etmiş önemsenir artık. Üslûptur bunları birleştiren:
1 Michel Foucault, Söylemin Düzeni, Türkçesi: Turhan İlgaz, Hil 'Üslûbumdan olup bitenleri benim anlatmaya başladığımı
Yay., 1987, s.21 ve M. Foucault, L'Ordre du discours, Gallimard, anlamışsınızdır' (s.416). Kim-in anlattığı belli olmayan
1971, s.7-8; ayrıca anonima sorunu için yine Bkz., Foucault, Dostluğa anonim ve kim-liksizliğin kimlikleşmesini sağlayan bir
Dair, Telos Yay., Çeviren: Cemal Ener, "Maskeli Filozof" (Christian üslûptur bu. Nereli olduğumuzu sorgulayan bir üslûp:
Delacampagne ile bir söyleşi), s. 11-22. "Hiçbirimiz kendimiz değiliz", dedi Galip, bir sır verir gibi
oluyor. İkinci yapılan artık farstır demek mümkün fısıldayarak, "Hiçbirimiz kendimiz olamayız. Herkesin seni
olamıyor. Bir ciddiyet ve üslûp kaygısı tüm kitabı bir başkası olarak görebileceğinden hiç kuşkun yok mu
kapsıyor. Kitap üzerine yapılan haklı ya da haksız tüm senin? Kendin olduğundan o kadar emin misin sen?
eleştiriler de bunun farkında. Üslûpsuzluğun üslûbu. Bu Eminsen kendin olduğuna emin olduğun o kişinin kim
bir arayıştır, yaratıcılık süreci ve istencidir. Zaman için olduğundan emin misin?" (s.381). Kimliği
yapılmış bir yolculuktur, ama bu zaman asla düzçizgisel yersizyurdsuzlaştıran bir bellektir ve de anıdır, bunlar
bir zaman anlayışı değildir, bu bir zaman kuantu-mudur. burada 'özdeşleşirler': "Celâl uzun bir zaman önce ünlü
Kımıldamazlık içindeki derinliktir. Yazının büyük patla- İngiliz hekim Dr. Cole Ridge'nin varlığını keşfettiği, ama
ması ve kara delikler. Asansör boşluğu bir bilinçdışından ilacını bulamadığı korkunç bir hafıza hastalığına
çok bir kara deliktir. Kara delik olmasıyla da psikanalizin yakalanmıştı" (s.415). Tüm Kara Kitap bu hafızanın
indirgemeci bilinçdışmın haricine çıkmaktadır. Bellek yokluğunun yol açtığı kimlik sorunu üzerinde dönüp
vardır ama anı yoktur. Çünkü şimdiki zaman kaygısıdır dolaşmakta.
aslolan: 'Uykunun huzuruna gömülmüş Rüya'nın kapıları Kim hangi kimliğe sahip olabilir? Ancak hafızası olan mı
kapalı bahçesinin söğütleri, akasyaları, aşmalı gülleri ve kim olduğunu bilir? Bu sorular üzerinde odaklasan ve
güneşin altında gezinmek isterdi şimdi' (s.9). Bu bir odaklaştığı anda da dağılan bir üslûp ve içerik arasındaki
istenç, şimdiki zamanda yapacağı bir eylem. Eskiye değil, iletişim gerçek oyunları ve hayal gücü arasındaki dengeyi
anıya gönderimde bulunmayan bir şimdiki zaman sağlar. Bu dengenin oluşum süreci içinde ekolojik sorun
belleğidir. Blok halinde gelen bellek. Geçmiş olayı da (Boğazın sularının çekilmesiyle yok olan bir belleğin
yersiz-yurdsuzlaştırır. Kodlarını kırar ve şimdiki zamanın, yeniden somutçasına ortaya çıkması), özdeşlikten kimliğe
arzunun kullanımına sokar. Bu, 'arzu yatırımı' ile 'çıkarın doğru giden bir boyut (modernlikten post-modernliğe
geçiş), makinasal bir yazı (ama yapısal değil: Yapılan gösterir: Mankenciler piri 'Abdülha-mit'in emri ve
eleştiriler arasında romanın içinden herhangi bir parçanın zamanın şehzadesi Osman Celâlettin Efendi'nin ilgisiyle
çıkarılması durumunda roman içeriğinden bir şey açılan Bahriye Müzesine gereken mankenleri hazırlayan
kaybetmeyecek deniliyordu, evet bu doğru ama Bedii Usta'dır. Tüm bölüm kendi içinde belli bir tarih
kaybetmemesi ise romanın hâlâ işlediğini anlayışını, resmi tarihi sorgularken kimliğimizin ne
göstermektedir. Bu da makinasal bir işleyiştir: Mekanik, olduğu sorusunu sorar: 'Bitmemiş batılılaşma tarihimizde
yapısal bir işleyiş değil). Siyasi komplo kuramları söz örneklerini binlerce kere gördüğümüz bu yasakçılık
konusu edilmektedir. Bu şekilde nesnenin tam olarak ne zihniyeti' (s.60) (...). 'Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki o
olduğunun belirli olmadığı (fizikteki belirsizlik ilkesi) ve heyecanlı Batıcılık dalgası içinde, beyfen-diler
kurgunun içinde birçok hikâyenin 'anlatı' halinde, niçin başlarındaki fesi çıkarıp Panama şapkalarını giyerken...'
burada olduğu bazıları tarafından anlaşılmasa bile, (s.60) (...). Yaptığı mankenler ve elbiselerinin
birlikte olduğu anlatısı vardır. Aralarındaki ilişki bir modellerinin öğretildiği Batılı ülkelerin insanlarına değil,
ayrışıklık bütünlüğüdür (Tıpkı Binbir Gece, veya bizim insanlarımıza benziyorlarmış.' (s.60). Yine aynı
Dekameron'da olduğu gibi). bölümde bizim denilen insanların 'fark edilmeyen bir
Romanın içerik ve biçim ayrımının dışında, yani analitik hızla, kendi hareketlerini bir yana bırakıp, başka
bir anlayışın pragmatizme dönüştürüldüğü2 durumda, insanların hareketlerini benimsemeye taklit etmeye
yaşam ile sentezlenmesi söz konusudur. Bir bakıma minör başlamışlar' (s.60). Bu içerik tam bir makinasallık içinde
bir edebiyata giriştir bu: Öncelikle ifade edilir, olay hiyerar-şik 'yapının' korunmasını beraberinde getirir:
ondan sonra gözükmeye, algılanmaya başlanır.3 Anlatım, Figürler yer değiştirir, bileşimler oluşur ve çözülürler.
burada, biçimi parçalara ayırır (Kara Kitap 17 bölümden Aktif ve pasif, (gerek Celâl gerekse Galip bazan aktif
oluşuyor ve bu bölümleri ayrı ayrı, birbirinden bağımsız bazan ise pasif rollere bürünüyorlar) öznenin yerini yok
okumak da mümkün. Zaten, bu yüzden herhalde, bir eder. Aynılık ve özdeşlik arasındaki ilişki gitgide önem
bölümün senaryolaştırılması olanaklı hale geldi. Örneğin kazanmaya başlar.
Cellat ve ağlayan yüz hikâyesi, veya Esrarlı resimler kendi Ben ve Öteki. Aynılık mı özdeşlik mi yoksa farklılık mı
içinde birer bütün oluştururlar). Parçalara ayrılan biçim belirler? Bu sorunsallaştırıldığında ortaya çıkacak
Rıchard Scusterman, L'art â l'âtat vif, la pansee pragmatiste et durumun, ben ve öteki arasından çok bir 'çokluk' fikri
l'esthetıque po-pulaıre, Les Edıtıtons de Mınuıt, 1991 3 Gılles üzerine oturtulduğu dikkat çekecektir. Bu, kitabın
Deleuze, Felıx Guattarı, Kafka, Les Edıtıtons de Mınuıt, 1975, s 51- konusunun ne kadar Tek'ten, bütünden ve onun bir
52 yansıması olan özdeşlikten ayrıldığını bize göster-
sayesinde de varolan düzenin içeriğini katedip# başka bir mektedir;4 çünkü kitabın konusu, çağlar ve olaylar
içerik ortaya çıkarmak mümkün olur ki# bu ikisinin ayrışık zincirinden çok bunların birlikte varolmalarını söz konusu
birlikteliğini gerektirmektedir. Doğu-Batı kimlik sorunu, eder ve böylece ikili diyalektik ilişkinin 'tek Tanrı'cı'
kimliğin çözülmesi (Bedii Usta'nın Evlâtları) içerik ve karakterini aşmaya çalışır. Onca komplo teorisinin tarih
biçim arasındaki bütünlükteki 'makinasal' bütünlüğü içinde zincir gibi eklemlenmesinden doğmuştur. Düz
çizgisel değil, eklemlenmelidir. Burada, iş- çıktıkları../ (s.370). Bilindiği gibi orji tanrısı ve bunun
4 O. Pamuk'un Beyaz Kale'den, ben ve öteki sorunsalından, çokluk şarapla karıştığı kişi Diyonisos idi. Onun çokluk ve sefahat
sorunsalına geçtiğini söylemek mümkündür, sanıyorum. içindeki 'sorumsuzluğu' Nietzsche'yi ona özendiren
te, içerik ve biçim farkı tamamen yok olmaya başlar; karakteriydi. Bunun biçimde yazıya yansıması ise
çünkü 'çok tanrılı' bir yazı, çok olaylı tarih ve yazının çokluğun He-gel'ci bütünlüğü ve sistemi yok ettiği anı
orjiak karakteri (orjilere değgin) ortaya çıkar. Kitap belirler. Bu bölümde, şangırdayan cam
üzerine eleştirilerin bazıları bu orjiak karakteri 5 Bu arada, Celâl ile Cellâ-t arasındaki yakınlığa da dikkat çekebiliriz.
eleştirmekte ve bir bütünlüğün olmadığını Celâl 'yanlış' darbelere gönül vermiş, siyasi kopukluklar kovalamışken
söylemektedir: Olaylar, vakalar, ideolojiler, makaleler cellât 'yanlış' kafayı koparmış ve ağlamalarla çılgına dönmüştür.
(Ce-lâl'inkiler),5 yaşanan ve yaşanması beklenen bir şehir Bu konu üzerine Bkz., Michel Maffesoli, L'Ombre de Dyonisos
birbirleri içine geçerek eklemlenirler. Öteki sorunu ve (Contribution â une sociologie de l'orgie), Librairie des Meridiens,
diğerini yadsıması (diyalektik) yüceltilir gibi dururken Klineksieck et Cie, 1985, s.218.
(içerikte) aslında (biçimde) öteki sorunu yüceltilmemiştir ayna parça parça kırıldığında, işte, iki aynanın, iki kitabın
(Yazı üslûbu). Bu kolektifliği oluşturan karakterlerin aynılığının parça parça edilişi gözlerimizin önüne
çokluğunda yaşanmaktadır.6 Aslında içerik öteki koyulur; çünkü parça parçadır yazı. Eklemlenmelerle,
sorununu ön plana çıkarır gibi dururken, biçim Öteki so- 'izlerle' (Derrida) yolunu alır, biçimi yersizyurdsuzlaştırır.
runundan çok çokluğu sergiler (Kaotik ve orjiak yazıdır Ancak bu parça parça edilen bütünlüğün içindeki birlik
bu). Özellikle 'Esrarlı Resimler' bölümünde bu orjiak "emekliliğin eşiğindeki komisere faili bilinmeyen,
yazının karakterlerini görmek mümkündür: İlk olarak cinayeti ve sırrı" ebediyen kaçırtır. Çünkü faili anonimdir.
aynada özdeşlik değil, farklılaşmalar gözükmektedir: "Çünkü önemli olan hikâyedir, hikayeci değil. Anlatılacak
'Birinci duvardaki sefil ve hüzünlü sokak köpeği, karş bir hikâyemiz var şimdi' (s.381). Çünkü hiçbirimiz
sındaki aynada, hem hüzünlü hem kurnaz bir köpeğe 'kendimiz değiliz'dir (s.381). 'Şehza-de'nin Hikâyesi'
dönüşüyor tekrar birinci duvardaki resme dönüldükçe, bu bölümü onun için sonlardadır. Çünkü artık yazar, anlatıcı
sefer, aslında, orada da kurnazlığın resmedildiği../ (s.368). yazmazlar. Kim-lik yazar. Anlatan kâtibine verir kalemi.
Yazının orjiak karakteri ise (toplu içki ve seks alemleri Ağızdan ağıza, kitaptan kitaba doğru uzanan bir anlatı,
eğretilemesi) şunu göstermekte: 'Sarayda çalışan ka- bir hikâye kalır geriye: 'Gün boyunca kulaklarının içinde
dınlar... birbirlerine aynı masalları anlatarak işittiği başkalarının seslerinin, kasrının odalarında aşağı
pinekledikleri karlı kış gecelerinde, resmin ve karşısındaki yukarı yürürken aklına takılan başkalarının hikâyelerinin
aynanın sihirli oyunlarını... kullanırlardı (...). Bunlar, eli yüksek duvarlarla çevrili bahçesinde gezinirken bir türlü
sıkı, hesaplı kişilerdi; ne içerken dünyayı unutabilirlerdi, etkisinden kurtulamadığı başkalarının düşüncelerinin
ne de sevişirken; Her şeyi bir düzene sokma saplantıları hakkından ancak Kâtibine yazdırırken gelebilirdi. İnsanın
olanları başarısız bir dost ve başarısız bir âşık yapardı kendisi olabilmesi için, içinde yalnızca kendi sesini, kendi
yalnızca' (s.368-369) (...) 'esrardan ve rakıdan kafaları hikâyelerini, kendi düşüncesini bulabilmesi gerekir derdi
bulan müşteriler mutsuzluğun ve hüzünün bulutlarına Şehzade ve Kâtip yazardı' (s.387). Deleuze ve Gu-
attari'den bir alıntıyla noktalamak istiyorum: yAnti-
Oidipus'u iki kişi yazdık (Her ikimiz de çoğul
olduğumuzdan giderek hayli kalabalıklaştık. Burada bizi
birbirimize yakınlaştıran herşeyi, en yakın ve en uzak
herşeyi kullandık. Uygun takma adlar dağıttık (oraya
buraya) tanınmaz kılınmak için. Niçin koruduk adlarımı-
zı? Alışkanlıkla, yalnızca alışkanlıkla. Bu kez de kendimizi
tanınmaz kılmak için. Kendimizi değil, bizi davranmaya,
sınamaya ya da düşünmeye iten şeyi fark edilmez kılmak
için (...). Artık ben demediğimiz noktaya değil, ben ARABA KAZALARİNİN OTOEROTİZMİ
demenin ya da dememenin hiçbir önemi olmadığı bir Sanayi toplumunun en önemli göstergelerinden biri olan
noktaya ulaşmak (...). Yardım aldık, esinlendik, üretim ve tüketim araçlarının tıpkı otomobiller gibi hız
çoğullaştık.)7 yapması, ticari yolları ve uluslararası ticareti büyük tekno-
"Esrarını Mesnevi'den aldım." Kim-lik yazdı. lojik atılımlar sayesinde geliştirmişti. Araçların yol
Nükhet Esen, Kara Kitap Üzerine Yazılar, Can Yay., 1992 almalarının tren yollarından araba otobanlarına
7 Gilles Deleuze, Felix Guattari, Mille Plateaux, Les Editions de dönüşmesinden itibaren başka bir fantazma belirgin hale
Minuit, 1980, s.9. geldi. Sosyolojik olarak toplu taşımanın yerini alan
bireysel araçlar, otomobiller, bireyin toplumun içinde
yalnız kalma sürecini de hızlandıracaktı. ABD'de başlayan
bu süreç Batı toplumlarının kapitalistleşen dünyasının
tüketim faktörünü öne çıkarmış ve otomobili kendi
kendisini pazarlayan, satılığa çıkartan bir nesne
konumuna sokmuştur. Marx'ın "meta fetişizminin" en
yüksek değerlerini bulabileceğimiz otomobil imgesi
tasarım dünyasının şaheserleri ve hız üzerine kurulu
teknoloji sayesinde "otoerotik" bir saplantıya dönüşmeye
başlayacaktı. Otoerotizmin, erotik olanın tasarımının haz-
zının, beyinsel bir yaklaşımda, maddeleştirdiği anda
ortaya çıkan bir olgu olduğunu ileri sürebiliriz. Akıl
sayesinde hazza ulaşma, teknolojinin fantazmalarımıza
verdiği zevk sayesinde gerçeğe dönüşebilecektir:
Ballard'ın Çarpışma kitabında (Çeviren: Nurgül Deveci,
Ayrıntı Yayınları, 1997), anlatıcı, Ballard, karısı
Catherine'in, sevişirken "kendisini başka bir kadınla
ilişkisi varmış gibi hissetmemi isterdi" diyor: Lezbiyen sevişmelerini hem de sevişirken kurdukları hayalleri
fantazmı ("Cat-herine'in aklından yıldırım hızıyla ilginç düşünüyor ve araba veya uçak gibi hız aygıtlarının
bir lezbiyen ilişki düşüncesi geçmiş olmalıydı" (s.29). Bu oluşumunu sağlayan teknoloji sayesinde karısıyla
fantazmanın tikelliği, beraberinde, otoerotizmin ilişkilerinin pekiştiğini tahmin ediyor: "Bizi birbirimize
maddiyata dönüşmesini otomobillerin nezaretinde teknolojideki yeni birtakım öğeler bağlıyordu" diyor
bizlere sunmaktadır. Tapınılacak nesne bireyin kendisini (s.28).
tatmin yollarından birini oluşturmuş; tüketim aracı olarak Her gün yaşadığımız kazaların, filmlerde abartılı bir
da zor ulaşılan ve hız sayesinde kendi tasarımını ele veren şekilde verilen sahnelerin gerçekliğini yitiren yanılsama
otomobile dönüşmüştür. Araba şoförü "direksiyon tam üzerine kurulu oluşunu bize hatırlatırken, Ballard, bilim
bir itaat aracı, nereye çevirsen oraya gidiyor" diyen bir adamlarının artık dünyamızda gerçekleşecek kazalar
despot haline gelmiştir. Erotizmin özneler-arasılığı kendi üzerine de bir dal oluşturduklarını; tıpkı teknolojik
kendini nesnenin egemenliğinde yok etmekte; burada gelişimin öncelikle askeri alanda kullanıldığı gibi, sivil
özneyi nesne karşısında bağımlı bir sürece itmekte; bu dünyamızda da kaza teknolojisinin beden teknolojisi
bağımlılıktan ise sapkın bir cinsel haz meydana üzerinde hakim olduğunu ifade ediyor. Foucault'nun mo-
gelmektedir ki, Ballard modern veya postmodern dern iktidarların ve en arkaik iktidar biçimlerinin beden
toplumlarımızda bu cinselliği teknoloji ile üzerine kurduğu tahakkümü göstermiş olduğu gibi,
güncelleştiriyor. Reklamların esiri olan bir siyasetin Ballard da bedenin hız ile ilişkisinde, ağır ve hızlılık
müstehcenliği kadar, otomobil imgesini kadının güzelliği ilişkilerinde, otomobilin yerinin ne denli önemli
ile buluşturan kapitalist zevk, "at-avrat-silah"ı araba ve olduğunu vurguluyor. Modern sapkınlık biçimlerinin
cinselliğe dönüştürüyor. Seksin maddi sınırlarını zorlama araba içinde ne şekilde şiddet dolu bir şekilde oluşabile-
yolu olarak kullanıyor Ballard otomobil imgesini. Ve ceğini ("Zührevi hastalıklar kliniğinden dönen
otomobilin iç mekânı ise Marki de Sade'ın hikâyesinin nevrastenik ev kadınlarının yaptığı saçma kazaları, bu
geçtiği 120 Gün'ün yaşandığı şatoya tekabül ediyor. kadınların şehrin dışındaki ana caddelerde park edilmiş
Romanın kahramanları ise, Bataille'ın kurban üzerine arabalara çarptıklarını düşünüyorum. Tek yönlü
yazdıklarını anımsatırcasına teknolojik kurbanlar olarak sokaklarda çamaşır kamyonlarıyla burun buruna çarpışan
karşımıza çıkıyor. Kadınlar veya erkekler araba heyecanlı şizofrenleri, otobana giriş yollarında gereksiz
kazalarının özne olduğu yaşamda sadece birer kurban yere U dönüşü yaparken kaza geçiren manik depresif-leri,
kuklaları oluşturuyor; konu mankenleri sanki parçalanan çıkmaz sokak olduğunu bile bile yolun sonundaki
cinsel uzuvlar, kanın güneş ışığıyla karışması, kan ve ışık tuğladan duvara son hızla vuran şanssız paranoyakları
aklın es geçtiği yerde aklı, özellikle de teknolojik, karmaşık altlı üstlü kavşaklarda yaptıkları kazalarda
araçsallaşmış modern aklı ve insanlar arası bağı temsil başları kopan sadist hemşireleri, orta yaşlı metanetli
ediyor. itfaiyecilerin gözleri önünde küçücük arabalarından çıkan
Anlatıcı geçirdiği kazadan sonra karısı Catherine'in alevlerin içinde yanarak ölen lezbiyen sü-permarket
vücudunu ve cinselliğini hayal ederken hem daha evvelki yöneticilerini, zincirleme kazalarda ezilen otistik ço-
cukları yol kenarındaki sanayi kanallarından birinde kendimize ve insanlığımıza yabancılaştırdığını, cinsel
kaderlerine boyun eğerek boğulmaya razı olan zihin eğretilemelerle betimliyor, açığa çıkarıyor. Cinselliğin ve
özürlülerini düşünüyorum (s.15)), giyotine giderken beli teknolojinin "bizi nasıl sömürdüğünü" ifade ediyor.
gelen mahkûm ölçüsünde veriyor bizlere. Yukarıda "Teknolojik harikaların" içimizdeki dürtüleri nasıl
görülebileceği gibi, kapitalist toplumlarımızın teknolojisi uyandırdığını ve bu şekilde de, cinsel nesne haline gelen
sayesinde bedenlerimiz ve zihinlerimiz arasındaki arzularımızı tıpkı politik nesne haline gelen ve sürüyü
ayrışmanın gitgide büyüdüğünü hissetmeden yaşayan takip etmekten öteye gidemeyen ruhlarımızı medyaya
insanların psişik konumları kazaların en önemli kaptıran zihinlerimizi gözler önüne seriyor. Politika, birey
öğelerinden biri haline giriyor. Toplumsal gelişmeye göre ve cinsellik arasında kurulan iktidar ilişiklerini
yeni yeni bilimsel isimlerle karşımıza çıkan sapkınlık toplumlardaki en yalın insan ilişkilerinde gösteriyor.
çeşitleri kazaların aldığı şekillerle örtüşüyor sanki "Dünyanın gerçeğini" anlatmanın ise kurgudan geçtiğini
Ballard'ın anlatımında. Otobanlarda hız yaparken belirtiyor. İnsan ilişkilerinin, ailenin ve toplumsal yaşamın
mastürbasyon yapanlar, bir elleriyle direksiyon kul- ahlâk kurallarının sınırlarını bize zorlatan teknolojinin
lanmanın zevkini tadarken, yanında oturan kadının sanayi toplumlarında doğayı da nasıl kirlettiğini bizlere
vajinasında diğer elini kullanarak, kadınını tatmin düşündürtüyor.
etmeye çalışan maço tipleri sunuyor bizlere bu Öznenin Nesnelleşmesi
romanında: Bilim kurgunun öteki dünyalarda değil Romanın kahramanı anlatıcı Ballard, kazaların
içimizde olduğunu göstermeye çalışan Ballard ile mikro fantazmasıyla yaşayan ve karısıyla ilişkisinde onun her
faşizmimizi hissederek kuramsallaştıran Deleuze ve Guat- türlü fantazmasmı gerçekleştirmeye çalışan ve bu ölçüde
tari arasındaki çizgi, bilimsel ile anlatışa! olanın arasında de herşeye rağmen, karısına olan aşkını ilan eden biri.
sıkışıp kalıyor. Belki çok küçük bir farkla: Deleuze ve Diğer karakter, James Ballard'ın kendi başından geçtiğini
Guattari için fan-tazmalar değil üretilen, arzulanan söylediği hikâyenin baş kahramanı, başka bir deyişle
makineler söz konusudur. öznesi Vaughan, kazalarla ilgili, başından onlarca kez
Ballard, Çarpışma'da "arabayı yalnız cinsel bir imge kaza geçmiş, bu kazalarla tatmin olabilen, pas içindeki
olarak değil, kişinin bugünkü toplumda yerini gösteren arabası (Lincoln) içinde sevişen ve etrafındakileri "konu
bütünlüklü bir eğretileme olarak" kullandığını belirtiyor, mankeni" gibi kullanan, fahişelerle olduğu kadar
yıllar sonra kitabına 1995'de yazdığı önsözünde (s.7). arkadaşlarının kanlarıyla da sevişen marjinal ve teknoloji
Romanın cinselliğinin, aslında, politik bir anlamı ifade kurbanı, sapkın bir tip. Özne olarak Vaughan etrafındaki
ettiğini yazıyor: Bu biraz da Pasoli-ni'nin "120 Günü"nü insanları, belki Ballard hariç, bir nesne olarak ele alıyor;
hatırlatıyor bizlere; çünkü orada da faşizm ile şiddet ve tıpkı kazalarda dublör olarak kullanılan arkadaşı
sapkınlık paralel olarak ele alınmıştı. Sade'dan ayrılan Seagrave gibi. Önemli olan kazanın, son kazanın ger-
Pasolini Sade'ın sadizmini politik bir ölçüde ele almaya çekleştirilebilmesi. Vaughan, Elizabeth Taylor'un
çalışmış ve bunu başarmıştı Ballard da "kapitalist ve arabasına (Li-muzin) çarpıp; büyük final yaşıyor. Ballard,
küresel" yaşam biçimlerimizin "en sapkın" yanlarıyla bizi öznesinin karşısında nesnelleşme halini konu olarak ele
alarak; bir efsanenin kölesi olmaya başlayan anlatıcının ilerledikçe, aslında "bir yıldan fazladır" tanıştıkları (s.76)
her şeyiyle, sevgilileri veya karısı Catherine ile Vaughan'ın ortaya çıkıveriyor. Nesnellikten özneleşmeye geçen bir
itaatine, çekiciliğine kapılarak, nesnelleşme sürecinden süreç böyle sorunların altından kolaylıkla kalkmaya
nasıl çıkacağını anlatmaktadır; öyle ki, karısı Catherine'in muktedir olacaktır.
Vaughan ile sevişmesi sırasında arabanın şoförlüğünü Düz Çizgiselliği Kıran Anlatım
yapmasına ve dışarından sevişmenin gözükmemesi için Ballard, düz çizgisel bir anlatımdan kaçınarak, romandaki
otomatik araba yıkayıcısının sulu köpükleri tarafından olayın kurgusunu labirentik bir yapıya oturtmaya
arabanın içinin görülmesini engellemesine varan bir çalışıyor: "Yazar hâlâ anlatımı düz, olayların tarih sırasına
çılgınlığın girdabına bırakıyor kendini. Hatta kendisini göre aktığı, geniş bir zaman ve uzam dilimi içinde
eşcinselliğe doğru sürüklediği Vaughan'ın yara dolu ağırlıklı role sahip seçkin karakterleri olan geleneksel 19.
vücudunun adaleleri bile bu nesnelleşme sürecinin yüzyıl romanına özgü tekniklerden ve bakış açılarından
öğeleri arasında sayılabilir. "yararlanıp" yararlanamayacağını sorun ediyor
Teknolojik dünya içinde Heidegger'in tekniğin hakimiyeti kendisine. Bu şekilde basit bir olayı merak edilen bir
altında insanın unutulduğunu hatırlatması gibi, Ballard hatta sokuyor. Fiiller arasında mütasyonlar oluşturuyor:
da sanki bu insanlığın unutuluş sürecini roman boyunca "Cathe-rine'in uçuş dersine gitmesini beklerken, arabamı
vermeye çalışıyor. Ne zaman ki, Vaughan'ın ölümü, su otoban yönünde sürmeye başladım" (s.90).
yüzüne çıkmıştır (zaten kitap Vaughan'ın ölümünün Görülebileceği gibi, bekleme eylemi ile arabayı sürme
anlatıldığı sayfalarla başlamaktadır) o zaman, işte, eylemi sırasında aynı cümle bir mütas-yon oluşturuyor ki,
nesnelleşen diğer kişilikler kendi öznelliklerine bu iki ayrışık eylem aynı tümcenin önermesini
kavuşabilmektedirler. Ballard karısının beline sarılarak tamamlayabiliyor. Beklerken eyleme girme veya eylem
"parmaklarını karın kaslarına batırır. Dr. Helena sırasında bekleme. Parmenides'in "ebedi hareketsizliği"
Remington ise, her ne kadar çapkın gözü Ballard'ın karısı gibi bir şey. Bilindiği gibi "aynı derede iki defa
Catherine'in üzerinde olsa bile, Gabrielle da sevgiyi yıkanılmaz" önermesiyle ortaya çıkan diyalektikçi
bulacaktır. Pasolini'nin Teorem'indeki gibi, bir melek Herakleitos#a karşı çıkan Elealı filozof Par-menides, Bir'i
veya şeytan olan Vaughan, herkese ayrı ayrı cinsel bir diyalektik yönteme göre öncelerken "varlığın ebedi
dokunuştan sonra o insanları rahat bırakıp "şeytanlar di- olduğunu" düşünmekteydi; çünkü varlık tek olduğu ka-
yarına" göç edecektir. Çarpışma kapitalizmin, dar "hareketsizdir" de. Yani hareketten bir hareketsizlik
beraberinde gelişen reklam sektörünün ve teknolojinin ortaya çıkararak, ayrışık iki hareketi bir önermenin içine
atbaşı gittiği bir dünyanın acımasız tasviridir. Yeterince koyabilen üslûp Ballard'ın üslûbuna benziyor. Bir
şiddetli, yeterince pornografik. Nesnelleşme sürecinde önermenin içinde parçalanan, diyalektik olduğu bile
esrime hallerinden kendini bulma hallerine doğru çıkılan söylenebilen iki ayrı eylemin sırasız-lığı yukarıdaki
bir yolculuk romanı olarak ele alınabilecek olan Çarpışma mütasyon fikrini bize düşündürtmektedir. Buna benzer
zamanı da sorun etmiyor: Anlatıcı kitabın başında "onu yazı deneyleri Ballard'ın romanına bilmecemsi bir hava
iki aya önce bulmuştum" (s.10) derken, kitabı okumakta vermektedir.
Ballard, güneşin ışıklarının parçalanarak arabaların
camlarından çıplak bedenlerdeki yara izlerine doğru
kayarak, izlerin aydınlatması imgesini sıklıkla
kullanmasına rağmen, nesnellikle öznellik arasında
otoerotizm deneyini yaşamının verdiği tehlike ve haz CUMA, ETNOGRAFİK BİR ROMAN
arasındaki ilişkileri gündeme getiren kitabında sü- Michel Tournier'nin Cuma ya da Pasifik Arafı adlı romanı
rükleyiciliğini sonuna kadar sürdürmeyi başarmaktadır. Hegel'in Köle ve Efendi diyalektiği adı altında ele aldığı
Yinelemeler dahil olmak üzere roman kolayca konu (Tinin Görüngübilimi) içinde okunabileceği gibi,
okunmakta, uzun cümleleri Türkçe'de rahatlıkla sonsözde Gilles Deleuze'ün açıkladığı şekilde de ele
arabaların otobanlarda yol alması gibi kaymaktadır. alınabilecek bir felsefi ve etnografik roman. Aynı
Cumhuriyet Kitap,...... zamanda da, Tournier'in felsefe eğitimi almış olmasından
kaynaklanan ve de Gilles Deleuze ile birlikte öğrencilik
yılları geçirmesinin verdiği bir doğallıkla, Deleuze'ün
felsefesine daha yakın bir romancı. Kendisinin de belirt-
miş olduğu gibi felsefe aggregation'unu alamayıp, yani
felsefe sınavını da başarılı olamayınca filozofi kariyeri
yapmaktan vazgeçerek, romancılığı seçmiş. Herhalde çok
da iyi yapmış, çünkü onun gerek Cuma kitabı olsun gerek
Meteorlar olsun hep ikizler teması ile işleyen fikirsel
düzeyde ve felsefede oldukça önemli bir yer tutan
ikilikler ve hatta androjin teması ki, bu da Platon'un
Şölen kitabından beri ele aldığı ve daha sonra Pro-ust'un
Sadome ve Gomore'de ele aldığı konudur, söz konusu
edilmektedir. İkilik ve iki kişi arasındaki veya iki grup, iki
cemaat, iki toplum, iki Devlet arasındaki çatışma Biz ve
Ötekiler üzerine kurulmuştur. Bunun karşıtı olarak
çatışmadan çok uzlaşmayı ele alan Tevhid'çi
yaklaşımlarda ise "Biz şuuru" ön plana çıkarılmıştır. Buna
göre toplum biz şuuru üzerine kurulmalıdır ki, ortak barış
mümkün olabilsin. Bu romanında Michel Tournier ve
sonsözde Gilles Deleuze'ün yazısı biz ve onlar veya ben
ve öteki sorunsalına önemli olan farklı bir bakış açısı
getiriyorlar. Bir bakıma Leib-niz'in Mümkün Dünyalar
Kuramı diyebileceğimiz bir yaklaşımıyla ilgili bir sorunsal
bu: Ben ve öteki aynı zaman birimi içinde varolabilirler beğendiği kitaplardan birinin yazarını unutmuş oluyoruz:
mi yoksa onların zamanlan mı ayrıdır? Le-ibniz ve Monadoloji (1714). Barok düşünür Leibniz'in
Rene Zazzo'nun Les jumeaux, le couple et la personne sistemi ve hatta Deleuze'ü de çok etkileyen dizileri:
(İkizler, çift ve kişi) kitabını okuyan Tournier'nin monadoloj» ' n şıtsız, sürtüşmesiz, hatta ilişkisiz bir
Meteorlar'da ele almış olduğu konuyu, Cuma'da da evrenin mocH'ni \ıu ik-tedir. Bu dünyalarda uyum ve
görürüz: Ana karnında olduğu gibi (veya ada karnında) birlikte çakışmalar vardır: "Tanrı hesaplar, dünya kendi
birbirleriyle düğümlenmiş ikizler teması Cuma'da karşıt kendisini oluşturur". Tıpkı bir bilgisayar makinası
ikizlere dönüşmektedir. İkiz teması, aynı zamanda, Batı programı gibi, programla metinlerinizi (kendi dün-
toplumlarındaki Nunquam duo (Asla iki kişi olamaz) yalarınızı) oluşturabilirsiniz. İki kişi birbiriyle girdiği
temasına, yani yatılı okullardaki ve hücre sistemlerindeki ilişkide,
bireyleştirici, kolektif kimliklerin bir kişide toplanmasını 1 Toumıer, Le vent Parcelet, Gallımard, 1977, s 229
engelleyici, dini seminerlerin kişileştirici yatılı okullarının birbirleriyle çakıştıklarında, birincisi ikincisine hız
sistemine karşı çıkmaktadır. İki kişinin birbirine duyduğu verdiğinde, durur; ikincisi ise birinciden aldığı hareketle
hissin, ilişkinin dokunmanın sadece indirgenemez ve hızlanır. Aslında, bunlar birbirlerine değmemişlerdir bile
ilksel güdü olmasından çok, belki de, daha ilkel bir temas (Hegel'in köle ve efendisinin tam tersidir) ve hatta
güdüsü olduğuna değinmekte ve bu şekilde de Freud'ün birincisi ikincisi ile karşılaştığında durmamıştır, durur gibi
libidosundan, aşka doğru yönelen cinsel güdüsünden yapmıştır. Hareketi sadece son-suzcasına azalmıştır.
bahsetmekten çok, cinsellikten de öte, köken-sel bir aşk İkincisi ise birincinin hareketi ile hız kazanmamıştır; o da
ilişkisi (yaban aşkı), güvenliği ve sırrı paylaşan aşk zaten sonsuzcasına hareketinin en azını işleme
bağlarını belirlemektedir. Robinson ile Cuma'nm aşkı; koymuştur. Robinson, bu anlamda Batılı, yalnızlığa
ikisinin adanın düzeni üzerinde bağlılıkları ve çatışmaları. mahkum olmuş insanın romanıdır. Toplumdaki göreli
Cuma'nm, Levi Strauss'dan, Hegel'e, Sartre#a, Spinoza'ya yalnızlığını gerçek doğal mekânda yaşama deneyimidir
uzanan felsefi bir roman olması doğru (Spinoza'nın Etika bu. Robinson çılgınlığın, uyuşturucunun, intiharın
kitabında betimlediği evrimin üç aşaması: birinci insanıdır. Her biri yalnızlık hissini doğurandır. Toplumda
durumdaki bilgi duyu ve hislerden geçer ve öznellikle yaşayanlar da rahatlıkta ve refahta varolurlarken, bu
karakterize olur. İkinci durumda ise bilim ve teknik durumda yalnızlığı kaldıramayanların karşısına çıkan
çağrışırlar; bu rasyonel ama yüzeysel bir bilgidir. Üçüncü yalnızlık duvarının açtığı yaraları uyuşturucu veya
durumda ise tözün sezgisinde mutlaklık ortaya çıkar: intiharla kapatmaya çalışan bireydir, romanın, bir bakıma
Toprak+hava = güneş; yani dünyalı Robinson + Cuma = kahramanı. Robinson sadece yalnızlığın kurbanı değil,
güneşsel bir Robinson. Cuma'da adanın ilk hali, kirliliği ve aynı zamanda liberalizmin homo economicus'ünün
düzensizliği, yönetilen durumu, güneşsel vecd durumu kahramanıdır da. Toplumun bunaltan, yanılsatan, boğan,
Etika kitabındaki üç bilgi durumuna tekabül etmektedir, kokan pisliğinden kurtulmaya çalışanın rüyası ıssız bir ada
yani: 1) pasif zevkler, alkol, uyuşturucu; 2) emek sosyallik; değil midir? Jacques Brel, bu deneyi yaşamayı arzulamadı
3) sanatsal temaşa).1 Ancak, burada Tournier'nin en mı? Kapanmak. Leibniz'in monadları gibi, kapısız ve
penceresiz olmak. Yalnızlık Cuma'nm ortaya çıkmasıyla
bozulacaktır. Ancak Tourni-er'nin Cama'sıyla, Daniel
Defoe'nin Cuma'sı farklıdır. Tourni-er, Claude Levi-Strauss
sonrası bir düşünür ve yazardır. Daniel Defoe için Cuma
bir hayvandır; tam bir sömürgeci zihniyeti hakimdir;
Robinson'dan insanlığı öğrenecek bir yerlidir. Robinson ERKEK CİNSELLİĞİ
ise Batı'nın bilgili tecrübeli, tarihli toplumunun bilge- Günümüzün en çok sorunsallaştırılan konularından biri
sidir. Yasa koyucudur. Virgine gemisiyle, ıssız adaya olan kadının cinselliği ve özgürlük arayışlarını anlayabil-
düzen ve adalet götürendir; evrensel insandır. mek için, erkeğin cinselliğini anlamamız gerekecek. Bu
Toumier'nin Musee de 1'Homme'da, Antropoloji açıdan her dönemin belli bir ışık rejimi ve söyleneni
Müzesi'nde öğrenmiş olduğu bilgi sayesinde, kültürler olduğu gibi, cinselliğin de değişik algılama dönemleri
arasında hiyerarşinin değil, göreliliğin, farklılığın olduğunu ortaya koyan "sosyalliklerde" erkek, kadının
olduğunun farkındadır. İlkellerin değil, ama başka farklı karşısında bir özne durumundan bir nesne durumuna
uygarlıkların insanlarının varlığını bilmektedir. Jean- giden yolun sınırlarında dolaşması sorunu, oldukça
Jacques Rousseau'nun "iyi yerli" mitolojisinin yeniden önemli gibi gözükmektedir. Gittikçe heteroseksüelliğin
güncelleşmesinin, somutlaştırılmasıdır bu. Cuma romanı, maçolukla birleştirildiği Batı toplumlarındaki kadın ve
bu amamda, gerç# bir etnografik romandır. İki ayrı erkek arasında baş gösteren cinsellik ve dostluk ilişkileri,
uygarlığın ıssız bir adada karşı karşıya gelmesiyle gelişen gitgide ayrı-şıklaşmaya başlayan bir cinselliğin yeniden
zengin, düşündürücü, felsefi ve toplumsal bir analizin bağdaşık bir konuma girmesi olanağını ortaya çıkaracak
romanıdır. mı?
Birikim Tarih boyunca cinselliğin ana bir sorun oluşturduğu
görülmemektedir. Örneğin, Eski Yunan toplumlarında
cinsellik oldukça olağan bir eylemi içermekteydi. Çileciler,
kinikler değişik yeme, içme ve cinsel ilişki tezlerini
geliştirmekte, ve bu alanlarda cinsellik sorunsal olarak
konulmaktaydı. Androjen miti Pla-ton'dan beri süregelen
bir söylence olarak 19. yüzyıl yazarları arasından, Fransız
edebiyatında önemli bir yere sahip Proust tarafından,
Yitik Zaman Peşinde kitabında "Sodom ve Gomore" de
konu edilecekti. Baron de Charlus'ün homoseksüel
ilişkileri kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin yeniden ele
alınmasını gerektirecek bir edebiyatı oluşturdu. Eski
Yunan'a geri dönersek ki Proust'a gönderme yapmamız
bu androjen söylencesinin sürekliliğine değinmek içindi,
kinik Diogene'in yemek yemek ve sevişmek veya mevcuttur. Bronz devri insanları ölçüsüzdürler ve
mastürbasyon arasındaki basit ilişkiyi belirlemek için bunların devrinde artık sa\/aş başlamıştır. Altın ve Gümüş
meydanda "otuzbir çekmesini" anımsatabiliriz. Burada, devri insanları öldüklerinde Hades'e gitmezlerdi, ama bu
Di-ogene yemek yemek kadar basit birşey olarak sefer bronz devri insanlarına ceza veren Zeus, onları
gördüğü mastürbasyonu meydanda yaptığında, kendisini ölüler diyarı Hades'e yollar ve orada adsız bir şekilde
şu şekilde savunmaktaydı. Bir kinik olarak "yemek yemek kalırlardı.
nasıl insanların içinde yapılıyorsa, aynı şekilde kendi Hesiodos, bir sonraki dönemde dike'nin, yani adilliğin
cinselliğimizi de bu saydamlıkla yerine getirmeliyiz". yeniden ortaya çıktığını yazar ve bu devir için
Kiniğin özelliği, en açık bir şekilde, kimseden birşey Kahramanlar devri adını verir; buradaki kahramanlar
saklamadan, herkesin önünde, cinsel pratiğin gerçekleş- tanrılara karşı ölçüsüz davranmazlar ve bu nedenle de
tirilmesi şeklinde yorumlanabilir. Bu şekilde, cinsel Hades'e gitmezler. Çünkü Zeus onları ölümsüz kılar, yani
ilişkilerin de hayvanlarda olduğu gibi açık bir şekilde, onların ölçülü yaşamları şairlerin konusu olur ve şairler
mahrem mekânlar içine kapanmadan yapılması söz onların kahramanlık hikâyelerini sonsuza dek an-
konusu edilmektedir. Yine Eski Yunan toplumlarında latırdururlar. Bütün bu devirlerde önemli olan hep
bahsetmiş olduğumuz androjen söylencesinin sonradan erkeklerin söz konusu edilmesi ve kad.nm bu devirlerde
cinslere ayrılan erkek ve dişi şeklinde ayrıştırılan ikin olmamas.d.r Yani çınselsızk hakimdir, ya da erkekler
cinsliliği ortaya çıkardığı söylenir. Ama öncelikle, özellikle arasmda homoseksüel illki ter aşk .Uşkıler, mevcuttur.
Hesiodos'in İşler ve Günler kitabında kadının varlığı Tüm bu aşk ilişkileri ise, yeniden br nesil yaratmak için
sonradan gelmektedir. Kaostan kozmos'a geçişi değil; sadece aşk olsun d iyedir çünkü doğum direk
simgeleyen Thego-nia kitabından başka Hesiodos'un bu topraktan fışkırmaktad.r. örneğin ejderhanın dişti yere,
birinci kitapta insanları dönem dönem ayırmıştır ve ilk toprağa f,rlatıl,r fır|at,lmaz, ortaya cengaverler ç.kar ve
dönemlerde kadına hiç yer verilmemiştir. Erkek kendi hepsinin silahlar, doğuştand.r. Aralarmda cenk etmeye
cinselliğini kendi cinsiyle yaşamakta ve belki de kendi başlayıverirler Cinsellik son dönem insanlarına aittir. Bu
cinselliği içinde aseksüel bir insan söz konusu devir iseU-
edilmektedir. İlk dönemlerinde Altın ve Gümüş devri Tann 7. h T Ö'ÇÜSÜZ'Ük deVndİr< Dekadans
insanları vardır. Bunlar kendilerini metallerle devridir. USRbU 'nSafra «Ve kızar ki, onlara yiyecek
hissetmektedirler. Burada söz konusu olan ilişki ise vermekten
adillikten ölçüsüzlüğe geçişin hikâyesinin mZdTr n h T' Ça"Şmalari' tOprağ' ekmeleri gerek-
sorunsallaştırılmasıdır; çünkü adil olan altın devri insanla- mektedır Daha önce her şeyin topraktan öylecesine
rına karşı gümüş devri insanları adil olmaktan çıkmış ve bittiği yerlerde artık çalışmadan yiyecek ve içecek bulmak
tanrılarına karşı ve özellikle Zeus'a karşı ölçüsüz oldukça zorlaş-mışt,r. Bu dönem öyleyse, üretkenlik
davranmaya başlamışlardır. Bu yüzden Hesiodos dönemidir. Dike'ye (Adiliğe) sayg, toprağa karş, sevgidir
ölçüsüzlük dönemine doğru giden bir durumu ve bundan ve yaşamda tarım sevilmelidir Ens ise (olçuyü kaçırma)
sonraki dönemi anlatır: Burada ise iki dönem daha savaş ve kavgayı körüklemek demektir Zeuş; insanlara
öyle kızar ki, onlara ateşi vermez. Onların çalışa-rak bu bir şey, bir eylem değildi. Tersine, akışkanlığın sağlanması
ateşe kavuşmalarm, gerekli kılar: »insan ölçüsünü aşma- bakımından, blokajların önlenmesi için salık bile verilirdi.
mal. goruşu hak.mdır".' Ayn, şekilde topraktan doğma Ne zaman 19. yüzyıl içinde üreme ve yeni sağlıklı nesiller
yerine bırakma endişesi görüldü, o zaman bu döllerin
fXkr? Ça"f '^ dÖ"eme r°'ÜnÜ de bırakır ve in^"lara harcanma-yıp, sağlıklı evlilikle çocuk yapılması fikrini
(erkeklere) ceza olsun diye onların basma Pandora'y. doğurdu ve bu enerjinin gençlikte harcanmaması için de
sarar hekimler genç erkek çocuklardan mastürbasyon
dönemi " e;k\k'r h6m tOPrağ' 6kmek hem de ^mın; ba yapmamalarını istediler (Foucault'nun biyo-politikası).
nT h ÎT lar" At6Şİ Ça'an Pro^etheus insanların Eski Yunan'da hazların kullanımı teması içinde erkek
başına bu belay, sarar, »lapetosoğlu, sivri akıllı bir kişi,/ cinselliğinin erkekler arasında olması bir rastlantı
Seviniyorsun ateş, çaldın, beni aldattın diye,/ Ama bil ki değildir. Askeri kurumdaki reform zaten bu temanın
dert açtın kendi başına da:/ Çaldığ.n ateşe karşılık bir geliştirilmesinden başka bir-şey değildir. Eskiden atının
belâ,/ öyle bir belâ üstünde savaşan ve at-insan bileş-kesindeki insan,
du be'lâyT2 3// SeVmey6' °k§amaya d Hoplitik reformuyla insan ve insan arasındaki
°yamavacaklar homoseksüel birlikteliğe dönüşmüştür. Burada artık
Kad.nın bir belâ olması söylencesini bir yana b.rak.rsak kalkanlarının arasında saklı bedenlerin birbirine yakın
Eski Yunan medeniyetinde erkeğin aşk, kadına değil, olduğu bir ordu düzeni mevcuttur. Ve bu düzenleme
yeniyetme bir gence karşıdır. Burada aynı cinsten olan içinde, erkekler arası bir ilişki söz konusudur. Fakat Eski
kişiler arasındaki ilişki dışlanmamakta tersine, Eski Yunan düşüncesi hazların oğlanlarla ilişkisinden bir
Yunan'da bu ilişkiler, erkeklerle er-keklerm ıhşkılerının sorunsal ortaya çıkarmıştır.5 Çünkü erkek cinselliğinin bir
körüklenmesidir Sunousia, holilia, plesias- oğlana karşı olmasını hem hoş görmüş hem de burada bir
\ T^i^ZKStlûTA 2Slbahattın Eyuboğlu- *"Erhat Turk Tarıh iktidar sorununu ortaya çıkarmıştır: Kendi kendini
2 Hesiodos Eseri ve Kaynaklan, s 28 yönetmek fikri. Bu sorunsal erkek cinselliğinin Site'nin
mos, mixis, ocheia terimleri bu ilişkileri belirtir3. Ama asıl yönetimi ile olan yakın bağının ortaya konulduğu
kullanılan sözcük: Ta aphrodisia'dır. Yani aşk hazları, yerdedir. Bu bakımdan da siyasi bir önem taşımaktadır.
"cinsel ilişkiler", "ten eylemleri", "şehvet". Bu sözcüğün Çünkü "kendi kendini yönetmekten aciz insanın
modern anlamda çevrilmesine imkân olmadığı başkalarını yönetebilmesi zordur",
söyleniyor.4 Çünkü cinselliğin değişimi ile sözcüklerin 3 Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Çev.; Hülya Tufan, Afa Yay.,
yüklü olduğu anlamlar da farklılaşıyor. Hekimler ve 1988, s.43.
filozofların tavsiyeleri de yine aynı şekilde dönemlere 4 Michel Foucault, a.g.e , s 44.
göre farklılıklar ortaya çıkarmaktadır. Örneğin 5 Michel Foucault, a.g.e., s.201.
mastürbasyon denilen ve erkek cinselliğini oldukça denildiğinde ortaya çıkan durum şudur: Ancak başkası ile
yakından ilgilendiren şeyf 19. yüzyıldan evvel kötü gözle giriştiği aşka dair ilişkide kendini denetleyebilen kişinin
bakılan ve yapılmaması hekimler tarafından salık verilen başkalarını yönetmeye kabil olabilmesi: "Euthydem, söyle
bana, özgürlüğün, kişi için de Devlet için de, soylu ve erdemidir".7 Yunanlılar erkeğin başka bir erkeği sevmesi
harikulade bir varlık olduğuna inanıyor musun? için onun başka bir "doğadan" olmasını hayal etmi-
-Olabilecek varlıkların en güzelidir, diye yanıtlar 6 Michel Foucault, L'Usage des plaisirs, Gallimard 1984, s.91.
Euthydem.- Peki, beden hazlarının tahakkümü altına Cinselliğin Tarihi, Çev.; Hülya Tufan, Afa Yay., 1988, s.87'den
giren, sonra da iyilik yapamayacak durumda olanı, özgür aktarılan Xenophon, Memorables, IV, 5, 2-3.
bir adam olarak kabul eder misin? -Kesinlikle hayır, 7 Michel Foucault, a.g.e., s.93.
der".6 Öyleyse; Aristo'nun Politika eserinde de belirtmiş yorlardı. Önemli olan, bu iki erkek arasındaki ilişkide
olduğu gibi, "Bir site, yönetimine katılan yurttaşların kadını sevmekten başka olan bir erdemi gerekli kılmaktı.
bizzat erdemli olmaları ölçüsünde erdemlidir". Yani; Kadınların Yunan toplumundaki "aşağı" rollerini
hazlar oğlanlar ve aşk ve yönetim arasında direk bir gözönünde tutarsak, asıl önemli olanın karma karşı değil,
geçişlilik ilişkisi söz konusudur. Duyuları haz-ları erkeğe karşı erdem taşıyan bir aşkın zorunluluğu ve
tarafından köleleştirilen erkek artık erkekliğini ve gerekliliğidir. Çünkü günün birinde yönetime gelecek
yönetici ruhunu kaybetmiş sayılmaktadır. Buradan olan bir erkektir ve onun gençlik döneminde aşağılık bir
"kölelerin en kötüsü hangisidir?" sorusu sorulduğunda, konumda olmaması gerekmektedir ki, iktidar sahibi biri
alınan yanıt: "Kölelerin en kötüsü insanın en kötü olduğunda, aynı hiyerarşik, "işkenceci", aşağılayıcı
efendiye sahip olduğu durumdur". konuma başkalarını sokmasın. Çünkü, bu ilişkilerin
Öyleyse, Eski Yunan'da erkek için en erdemli durum aşağılık ilişkiler halinde süregelmesi demek, toplumum
cinsellikte kendi kendini denetlemede bulunmasıdır. tüm erdem ve ahlâkının belli bir dekadans rayına
Erkekler arası cinsel ilişkiler erkek cinselliğini oturması, ve yönetimin gitgide güç duruma gelmesi
zedelememelidir; çünkü erkek cinselliği ile Siteyi demektir. Bu da, yeni tiranların iktidarı ele geçirmeleriy-
yönetecektir. Kınanan erkekle erkek arasındaki le eşanlamlı olacaktır. Kaçınılması gereken erkek
"homoseksüel aşk" ilişkisi değil, bu ilişkideki cinselliğinin erdemi içinde taşımasıdır. Erdem de, bir
ölçüsüzlüktür. "Kişinin nefsiyle sürdürdüğü savaşkan yarış erkeklik organı kadar erk-sidir. Buradan da
ve isteklerini egemen olmak için yürüttüğü mücadelede anlaşılabileceği gibi, önemli olan ölçüyü, yani erkeksiliği
yönlenmesi gereken nokta, erkek ve kişinin kendisiyle korumak "kadınsı, efemine" gözükmemektedir.
olan ilişkisinin "serbest erkek" olarak, kendi altındakiler Yunanlı için, etkenlik veya edilgenlik sorunsal teşkil
üzerinde kurma iddiasında bulunduğu hakimiyet, etmektedir. Erkek kendi "nefsi üzerinde ve cinsel ilişkide
hiyerarşi ve otorite ilişkisiyle eşbiçimli olacağı noktadır. ahlaksal denetimde hakim olmak kaydıyla(...) kimse
Ve, insan "cinsel erkeksilik"in uygulanmasına uygun tarafından kadınsılıkla suçlanmaksızın erkeklerle aşk
düşen ölçüyü ancak bir "toplumsal erkeksilik" modeline ilişkilerini tercih edebileceği" anlaşılmaktadır.8 "Buna
göre, bu "ahlaksal erkeksilik" koşuluyla verebilecektir. karşın, hazlarmı yeterince denetleyeme-yen bir erkek-
Toplumsal rolde erkek olunduğu gibi, erkek hazlarının cinsel nesne tercihi ne olursa olsun- "kadınsı" olarak
kullanılmasında da nefse karşı erkeksi olunmalıdır. görülür. Erkeksi bir erkek ile kadınsı bir erkek arasında
Sofuluk, sözcüğün en kesin anlamıyla bir erkek belli bir davranış ve tutum farkı ortaya çıkarılır. Bu da
heteroseksü-ellik ile homoseksüellik arasındaki karşıtlığa Aphrodisia denilen şey; yani, cinsellik ile her zaman aynı
paralel olan bir karşıtlıktır.9 Malakia denilen ve kötü derecede ilgili olmak tehlikeler taşıyabilir: "Aphro-
gözle görülen cinsellik tembellik, kayıtsızlık, süs ve d/s/a'larla, yazın değil kışın, sonbahar ve ilkbaharda ise,
kokulara karşı duyulan zevk, gevşeklik denilen şeydir. pek az ilgilenmek gerekir: Hem bu zaten her mevsimde
Kadınsılık, efeminelik erkeklere has birşey sayılmayarak, yorucu ve sağlık açısından kötü bir şeydir."11
bu tip eylemlerde bulunan ve bu şekilde hareket eden Tıpkı Hesiodos'un dike'den hubris'e geçişte anlattığı, yani
erkeklere "ters ilişkide bulunma" denilir. İtidal sahibi bir adillikten ölçülülüğe gidişatta olduğu gibi, Eski Yunan'da
insan ancak logosuna hakim olan erkektir ve şehvetin erkek cinselliğinde önemli olan sorun "itidal"dir. M.Ö. IV
karanlık duygularına kendini kaptırmadan cinselliğini ve M.S. II. yüzyıl başındaki metinler, Foucault'nun
erkek olarak yaşayabilen kişi, bilginin genel erdemine belirtmiş olduğu gibi erkek cinselliğinde itidal gerekliliği
sahip olmaktadır. temasını geliştirmiştir. Ksenop-hon'un İktisat Üstüne
8 Mıchel Foucault, a.g.e., s.95. kitabında geliştirmiş olduğu tema, erkek ve kadının
9 Ibid,s95. cinselliklerinde, gündelik cinsel ilişkilerinde "çifte cinsel
Eski Yunan'da yaşlı erkekler için de aşk yapma dönemleri tekel" ilkesine değinmektedir: Tıpkı karısı gibi erkek de
belirlenmiştir. Kış aylarının soğuk ve nemli olması hazzını karısı dışındaki kadınlarda aramamakla yükümlü
dolayısıyla yaşlı erkekler idman yapmalı ve bedenleri ya da en azından böyle olması gereken bir kişi olarak
soğumaya başladığında da daha sıkı cinsel ilişki salık belirir. Sonuç olarak da belli bir simetri ve evliliği ahlaksal
verilmektedir. Tıpkı kızarmış et yemenin kış aylarında açıdan kabul edilebilir
faydalı olacağının salık verilmesi gibi: "İlkbaharda da# 10 Foucault, Ibid , 129'dan Diogene Laerce, Vie des philosophes
haşlanmış et yenilmeli, cinsel ilişki azaltılmalı ve fazla VIII, I, 9.
kusulmamalıdır. Kuru havalarda ve yaz sıcaklarında cinsel 11 Michel Foucault, a.g.e , s.129.
ilişkiyi en aza indirmelidir." Gözüktüğü gibi yemek cinsel ilişkinin yalnızca ayrıcalıklı değil aynı zamanda tek
yemek, içki içmek veya cinsel ilişkide bulunmak, tıpkı yeri olarak tanımlama eğiliminin gerekliliği ortaya
kiniklerin söyledikleri gibi, hemen hemen aynı şey çıkar."12 Böylece, erkek cinsel ilişkilerinde, erkekler
demektir. Kinikler, rahatlıkla, bu konular üzerine fikir arasındaki ilişkiler, erkek ve kadın arasındaki cinsel
yürütmektedirler. Cinsellik ile beslenme veya üreme ilişkilerin artırıldığı ve meşrulaştırıldığı bir döneme doğru
arasındaki ilişkinin açık bir şekilde ortak öğeler taşıması ilk adımlar atılmaya başlanır. Bu da, Ro-ma#da ve
aşikârdır. Burada, erkek cinselliğinde harcama ve tutum- Hıristiyanlıktaki tek eşli erkek cinselliğine doğru gidişi
luluk konuları ön plana çıkmaktadır. Diogene#in simgelemektedir. "İtidal meselesi" adil kral ve
Pisagor'dan aktardığına göre, aşk için hangi zamanın ölçüsüzlüğünün kurbanı olan nefsine hakim olamayan
seçilmesi gerekir sorusuna karşı verdiği yanıt: "Zayıf tiran konumuna da açıklık getirmektedir: "Otoriteyi
düşmek istediğiniz zamandır.10 Bu perhiz (phormakon) başkalarının üzerine olduğu kadar, kendi üzerine" de
meselesinin de göstereceği gibi, Eski Yunan'da sorunsal kullanan ve bir kralın "en övgüye değer tutumunun
cinsellikten çok perhiz yapma gibi gözükmektedir. hiçbir hazzın tutsağı olmama ve isteklerini yurttaşlarını
olduğundan daha fazla yönetebilme olduğunu dikkate da, erkek cinselliğinin "harcama ve zevk" temalarında
al" diye yazar İsokrates.13 İktidar sahibi olan kralın "yapısal" bir değişikliğin ortaya çıktığını gösterir.
erkekliğini çocukların ve başkalarının karıları üzerinde Helenistik dünyadan Roma dünyasına geçerken çok daha
kullanması, onlara zorla sahip olması siyasal bunalım "özel" görünümlere daha fazla yer veren bir bireyselliğin
devrelerinde çok rastlanan durumlar arasındadır. önem kazandığı gözükür.
Erkekliğin simgesi, burada, nefsine hakim olmaktan ve Galien15 ile birlikte ölüm ve bir eser bırakma (bir çocuk)
başkalarına zorla sahip olmamaktan geçmesi, yönetme ve so-runsallaştırılmaya başlanır. Ölüm ile yaşam arasında,
cinsellik arasındaki bağı vurgulamaktadır. Bataille'ın "küçük ölüm" dediği sperm israfı söz
Roma dönemi, Eski Yunan'dan birçok şeyi miras konusudur artık. Boşu boşuna spermin israf edilmesi,
edinirken, evlilik kurumunu ön plana çıkarmakla yeni bir harcamada bir eser ortaya çıkartmak: Dölleme yolu ile bir
dönemin erkek cinselliğini vurgulamaktaydı, çünkü artık kadını hamile bırakmak ve bu kadının da kendi eşi
erkeklerle erkekler arasındaki ilişkiler ve yaşlı bilgelerle olmasına dikkat etmek. Galien demiurgos'u örnek
genç oğlanları arasındaki ölçülülük veya ölçüsüzlük söz gösterir, Yaratıcısı. Cinsellikten tanrısal bir nesne
konusu edilmekten çok erkeğin tek karılılığı ön plana oluşturmak (Bu daha sonra Freud'ün hastası Başkan
çıkarılmakta ve buradan bir ahlâk sorunu elde Schreber'in de rüyası olacaktır. Freud'ün de analiz ettiği
edilmekteydi. Bu tutum daha sonra Hıristiyanlıkta gibi bu büyük psikozlu kendisini tanrının gönderdiği bir
yeniden ele alınacak ve düzenlenecektir. Anlaşılacağı haberci sayıyor ve anüsünden konuşmak ve ağzından da
gibi, Eski Yunan erkek cinselliği ile Roma arasındaki "Tanrısal ışığı" içine almayı özlemektedir).16 Galien bu
kopuş, pagan, çok tanrılı Roma'nın Hıristiyan ahlakıyla eserinde, üstüne üstlük kadını ve erkeği eşit cinsellikler
olan farkından daha fazladır. Tüm bir cinsel yaşam olarak ortaya koyduğunda, artık, kadının toplumdaki
kadınlara karşı tutumlarında farklı bir konuma girmiştir. sosyalleşen bir varlık olduğunu izlemek mümkün
Dolayısıyla, hazlara karşı bir kuşku dönemi ortaya çıkar olacaktır. Erkek cinselliği, bundan böyle, kadın
ve buradan da diğerleri üzerinde uygulanacak bir iktidar cinselliğine karşı bir ölçü aracı olmakta ve Hıristiyanlıkla
sorunsallaştırılırken, erkek çocuklar kadar tek eşlilik de birlikte Tanrının insanlara verdiği bir "veri" olarak, penis-
ilgi alanı haline girmektedir. Evlilik kurumuna olan değer dölleme işlevini görecektir. Ortaçağa gelindiğinde ise,
artmak- yine erkek cinselliğini öncelikle belirleyen kadınlar
12 Michel Foucault, a.g.e., s. 179. olacaklardır. Saraylarda düzenlenen "nazik aşk" ilişkileri
13 Michel Foucault, a.g.e., s. 183. ile kadınlar hem öğretici hem de alıcı rolünü
tadır: Soranus'dan Efesli Rufus'e kadar hekimlere ve üstleneceklerdir. Özellikle 12. yüzyıl Fransa'sında asillerin
filozoflara ilk iki yüzyıl boyunca bir ciddiyet hakim erkek çocukları asil bir kadınla evlendirildikten sonra
olmuştur.14 diğer küçük erkek çocuklar birer macera düşkünü gibi at
Önemli olan şey# burada artık kendi nefsine hakim sırtında kılıç sallayacaklar ve kendileri-
olmak ve hazlardan alınan duygusallıkları sadece evlilik 14 Michel Foucault, Le souci de soi (Nefsin Endişesi), Gallimard,
ve çocuk yapma için kullanmanın tavsiye edilmesidir. Bu Paris 1984, s.53 Turkçesi Afa Yay., Çev.; Hülya Tufan.
15 Galien, De l'utilite des parties (Kısımların Faydası Uzerine)'ın bir yemden ibarettir (...). Saf aşk uygarlaştırmaktadır.
Foucault, Le Souci de soi, 1984, s. 128. Prens sarayının alanını oluşturduğu pedagojik sistemin
16Deleuze-Guattari,/Antf-Oed/pe, Minuit, 1972. esas çarklarından birini meydana getirmektedir.
ne servetli bir kadın arayacaklardır. Şövalyelerin bu Gençliğin gerekli bir idmanıdır, bir okuldur. Bu okulda
arayışları kadının erkeğin servet kazanmasmdaki yerini kadın öğretmenin yerini tutmaktadır. Arzuyu ne kadar
göstermektedir: Duby'nin de anlatmış olduğu gibi arttırırsa o kadar iyi öğretmektedir. Demek ki, kendini
"gençlerin bana evinden dışlanarak uygunsuz işlerin vermeyi reddetmesi ve özellikle de yasaklamış olması
peşinden koşan, gezginci macera hayatlarının uygundur."18
molalarında, onlara dokunacak bakireler bulmanın 17 Georges Duby, Erkek Ortaçağı, Aşka Dair ve Diğer Denemeler,
düşünü kuran(...) ve onları daha sonra bir senior haline Çev.; Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yay., Eylül 1991, s.36.
dönüştürecek bir kuruluşun, onlara hüsnü kabul 18 G. Duby, a.g.e., s.53-54, Duby, Mâle Moyen Âge, Champs
gösterecek iyi bir mirasçı kızın" olduğu ve onların ailesine Flammarion, Paris, 1988,s.47.
damat olabilecekleri bir evin "peşinde olan bekâr Bu şekilde, erkekler arasında bir mübadele nesnesi olan
şövalyelerin" dönemi ortaya çıkmıştır.17 Saraylardaki kadın, Ortaçağ içinde uygarlaştırıcı bir rol oynamakta,
"nazik aşk" şövalyelerin evli hanımlara yaptıkları kurları Kilise ise kadın ve erkeğin cinselliğine karışarak, bu evlilik
içerir. Önemli olan erkeğin kadını söz ve nezaketle ilişkilerinden bir bireysellik süreci çıkarmaya çalışır. Kadın
tavlamasıdır. Burada, artık, cinsellik bir eylem olmaktan erkeğine bağlı olduğu anda bile, baba erkinin
çok söze dönüşür. Önemli olan şövalyenin evli kadının hakimiyetinden çıkmış biridir. Üstüne üstlük, kocası onun
cazibesini kendisi üzerine çekmesidir. Nazik aş1< evlilik üzerinde, yatakta, evlilik vazifesini yaparken, kadın
üzerine kurulu bir Ortaçağ cinsellik ittifakının dışında bir ondan da bağımsız olarak "Tanrı ve onun oğlu İsa"yı
gelişme göstermektedir. Çocuk doğurma üzerine kurulu düşündüğünde, ruhani bir şekilde, kocasının erkinin dı-
olan bu cinsellik ruhanî "nazik, ince bir aşk" ilişkisi ile şında Tanrı'nın soyut oğlu İsa'nın erki içine girmiştir,
perçinlenir. Burada prenslerin evlerinde iktidarın dağılımı fakat bu sefer İsa ile başbaşa bir yatak sahnesinde kadın
bakımından cinsellik oldukça ön plandadır: Erkeklik ve olmayan bir İsa imgesiyle kafasında taşıdığı o imge ile
onun egemenliği üzerine kurulu ilişkilerde kadının iki birlikte olduğunda, aslında, kendi kendisiyle yalnız kalmış
rolü vardır: Birincisi genç erkekler arasında bir "kıyas demektir ve kendi bireyselliğini ruhani bir şekilde de olsa,
nesnesi" olmak, yani onu tavlamak için erkekler tamamen yaşıyordur.
birbirleriyle yarışmak zorunda kalırlar. Olay ve sözün Hıristiyanlığın etkisi özellikle seçkin aristokrat sınıfları
cinselliği o kadının etrafındaki eşit mesafelerin etrafında etkisi altına almış ve evlilik mekanizması özellikle bu
döner. İkincisi ise, kadının genç erkekleri eğitme hakim sınıfta önemli bir yere sahip olmuştur. Bunun
fonksiyonudur. yanında tarihçilerin gösterdikleri halk düzeyinde
Cinselliği yeni yeni tanımaya başlayan genç, Ortaçağ cinselliğin oldukça serbest olduğudur. Erkek de kadın da
içindeki yaşamda, ilk aşk derslerini saray içindeki geçkin özgür bir cinsellik yaşamaktadır. 18. yüzyıla gelindiğinde
kadınlardan almaya başlarlar: "Kadın bu oyunda yapay Libertenler halktan erkek ve kadınları suistimal et-
tiklerinde artık, Kilisenin ahlâkî etkinliğinin yok zorunluluğu vardır (...). Bir koca karısını sunmak
olduğunu ve hatta papazların, piskoposların halktan zorundadır; bir baba erkek veya kız çocuklarını, bir erkek
kadınları suistîmal edenler arasında olduklarını Marki de kardeş kız kardeşini, bir amca erkek veya kız yeğenini vb.
Sade, tertemiz "erdem" kokan kitaplarında, sunmak zorundadır."20 Marki de Sade'ın ölüm ve
betimlemiştir. Sade'ın yasakaşan cinsel yaşamlar üzerine harcama üzerine kurulu cinsellik teması Georges
yazdıkları, aslında erdemin ne kadar olmayan birşey ol- Bataille'ın Erotizmi ile de özdeşlikler taşımaktadır.
duğunu göstermesi bakımından önemlidir. Justine ve Bataille de sperm boşaltma ile "küçük ölüm" arasında bir
Juliette tipleri iki kız kardeşin hayatlarını konu eder ve benzerlik kurar. Her boşalma bizi ölüme yaklaştıran bir
Justine adından da anlaşılacağı gibi adalet ve erdem eylemdir. İnsan kendi hayvanlığını ortaya koyduğunda
üzerine bir yaşam kurmak ister ve ancak birtakım doğa durumuna doğru dönmeye başlayabilir (Rous-
felâketlere maruz kalarak yaşamını sürdürür. Tecavüze seau'nun da teması ve cinsellik üzerine yazdıkları). Bu da
uğrar, sokağa atılır, parasını çaldırır vb.19 Diğer yandan, konulan yasakları aşmakla mümkün olacaktır. Sade'ın
Juliette ahlâksızlık sayesinde bakanlar ve diğer aristokrat insanın içinde olduğu gösterdiği garip duyguların ortaya
beyler tarafından ödüllendirilir ve saygın, zengin bir çıkması, suç, yasa ve yasakaşma arasındaki ilişki'erin
kadın konumuna girer. Sade, kendisini Justine ile bağlamında harcama (ekonomik ve libidinal) teması
özdeştirir. Bilindiği gibi yaşamının büyük bir kısmını günümüzün ekonomik sisteminin de konusu olmaktan
yaptığı skandallar yüzünden öteye gitmemekte. Tüketim toplumu içinde cinselliği
19 Marki de Sade, Erdemle Kırbaçlanan Kadın, Çev.; Yaşar İlkyavaş, tüketen erkek de kendi cinselliğinin serbest pazarda
Bilgi Yayınevi, 1974. Marquis de Sade, Les infortunes de la vertu, metalaşmasını meşrulaştırmış gibi duruyor. En azından
Gallimard, 1970. bazı olaylar bunu söylememizi doğrulayabiliyor: ABD'de
hapisanelerde geçiren Sade, içinde bulunduğu Fransız en pahalı porno filmler arasında, ancak yüksek seçkinler
yüksek sınıfının ahlâksızlığını yazdığında affedilmemiştir. sınıfının ödeyebileceği fiyatlarda elde edilebilmen
Sade'ın metinlerinde erkek cinselliği kadınların ve kasetlerde, baş aktörün baş aktristi gerçekten öldürdüğü
erkeklerin birlikte kuracakları bir "Cemiyet" içinde bir cinsellikten bahsede-
mümkünlesin "Suçun Dostları Cemiyeti" burada belli 20 Sade'ın döneminin cinselliğinin abartılı şeklini sunduğumuzda,
koşullarda üye seçilinmektedir: "Cemiyete kabul edilecek dönemindeki erkek cinselliğinin libertin göstergelerini bulmak
birey her türlü dini reddetmek zorundadır, hangi cinsten mümkün hale geliyor. Bkz., Sade, Histoire deJulitte ou les prosperites
olursa olsun (...) Buraya girmek için ateist-lik kanıtları du vice U.G.E., 976, s. 18-19.
gerekli kılınacaktır. (...) Cemiyet evlilik bağlarını kırar ve biliyoruz. Gerek Twin Peaks# gerek "Kuzuların
kan bağlarını birbirine karıştırır (...). Mekânlarda komşu- Sessizliği'ndeki Hannibal Lecter'in insan yiyen bir
sunun karısından tıpkı kendi karısından olduğu gibi, psikiyatr olması cinselliğin kanibalizm ve ölüm ile
diğerlerin erkek kardeşlerinden, kız kardeşlerinden, ilintisinin günümüz erkek cinselliğindeki sorunsalını
çocuklarından, yeğenlerinden olduğu gibi ortaya koymaktadır. Kimin ne olduğunun belli olmadığı
kendisininkilerden de kayıtsız şartsız zevk almak bir konumda "yapısal" bir cinsellikten bahsetmek de
zorlaşmıştır. Ailenin ve kadınların bireysellikleri içinde zilerine kadar, psikanalizin de toplumun içindeki artan
erkek cinselliğinin yeri nerededir sorusu sorulduğunda rolünü de gözönünde bulundurursak, ortaya çıkan
tüm bu geçmişi içeren sorunun günümüzde yeni bir manzarada cinselliğin, erkeğinkinin kadın ve diğer
"episteme" içine girmekte olduğu gözlemlenebilir. erkeklerle olan klasik sorunlarının hâlâ sürdüğünü
Erkeğin kadın karşısındaki rolünün toplum içindeki söyleyebiliriz. Değişen sadece dönemlerin kendi içindeki
yerinin farklılaşmakta olduğunu söylemek çok abartılı belirli "yapılarıdır".
olmayacaktır. Aynı tip işleri yapabilen kadın ve erkek
arasındaki fark cinsellikten geçebilecek mi? Yoksa protez
godomişeler kullanan kadınlar, üstün teknoloji sayesinde
bu rolü de mi sonuna kadar (sıcak süt kullanımı)
kullanacaklar. Yeniden üretim sorunu kalktığında erkek
cinselliğinin önemli ölçüde geri plana düştüğünü
söyleyebilirdik.
Ama Batı'daki nüfus gerilemesi, sperme ihtiyaç duyan
anne olmak isteyen kadınların artması yeniden üretim
bazında erkek cinselliğinin hep süreceğini ortaya koyar
gibi durmaktadır. Özellikle post-feminizm adı altında
kadınsılığın erkekten farklılığı içinde bir sosyallik içinde
kadın ve erkek cinselliklerinin ayrışık bir durumda da olsa
birlikte sürdüklerini, aile tipleri ve içinde yaşayanların
işlevleri değişse bile, öne sürmek yanlış olmayacak.
Bataille'ın düşüncesini yeniden güncelleşmiş olarak
ortaya çıkarırsak erkek cinselliği ve erotizmin ayrı şeyler
olduğunu söyleyebiliriz.21 Çünkü erkek cinselliği belirli
yasaklarla sınırlıdır, halbuki erotizm yasakaşma eylemini
öngörür Erotizmin arzusu yasaktan zafere ulaşan bir
arzudur.22 Bu yasakaşma eylemi de aynı zamanda "bir
dilyetisine sahip olan kimse" tarafından ger-
çekleştirilebilir. Günümüzde yasakaşma ve yasak
arasındaki sınırlar oldukça flulaşmıştır. Artık kimsenin
cinsel yaşamı eskiden olduğu kadar diğerlerinin tuhafına
gitmiyor. Filmlerden TV. di-
21 Georges Bataille, L'Erotisme, Minuıt Yay , 1957, s 283.
22 Bataille, a.g.e , s.283.

Vous aimerez peut-être aussi