Académique Documents
Professionnel Documents
Culture Documents
§
Türkçe Edebiyat 210
EVEREST YAYlNLARI
e-posta: info@everestyayinlari.com
www .everestyayinlari.com
www.twitter.com/everestkitap
TAHTA KUŞLAR ll
MAHPUS 33
TAŞ BİNA 51
BaJlangıf 53
İnsanlar 61
Taflar 71
Düfler 83
Kahkaha 99
Öyküler 107
Sonlar 119
TAŞ BİNA VE
Dİ GERLERİ
. . .
SABAH ZIYARETÇISI
Sonunda sabah old u . Yokuş yukarı tırmanan bir yük treni
gibi ağır ağır, zahmetle yol alan geceden sonra, gün doğdu.
Çatı katı penceremde bir leke sessizce belirdi, giderek derin
leşti . Uykul u bir güneş, temkinli ve utangaç kuzey güneşi,
yeni günün başladığını, bir yükümlülüğü yerine getirircesine
ilan etti . Şu anda tüm gördüğüm, dik açı çizereesine yükse
len ıslak çatıyla, devasa ağaçlar arasına sıkışmış bir dilim gök
yüzü . Rüzgarla savnılan ince, yaslı dallar, hafifçe çürümüş tit
rek yapraklar . . . Boş yere havaya açılan dilenci elleri gibi . Ay
l ardan ağustos, diyebiliriz ki mevsimlerden yaz . . . Güya yaz.
Bu kuzey ülkesinin puslu kasvetine şimdiden yenik düştüm,
ruhum denizin kuşattığı kentl e , yağmurla, yosun kokusuyla
dolu .
3
Ahşap evin içinde bir yerlerde, telefon uzun uzun, ısrarla
çalıyor. Odanın karanlığı insanı yanıltsa d a, saat sekizi geç
miş, ama burası için, göçmenler yurdu için fazlasıyla erken.
Bu saatlerde horlamalardan, iç çekmelerden, sıkıntılı uyku
sundaki ahşap evin soluk alıp vermelerinden başka ses duyul
maz. Sağı rndaki odada, kuzeyin soğuk dilberierine şarapnet
yaralarını göstermekten çok özel bir zevk duyan Bosnalı ka
lıyor - çoğumuzun yaraları d aha sessiz. Solumdaysa. porno
filmlerde çalışarak geçinen bir Rus, sabahlara dek çoktan ka
panmış bir dönemi protesto eden şarkılar dinliyor. Daha öte
de, ne kökenini, ne de yaptığı işi kimsenin bilmediği, saçları
kızıla boyalı bir kadın, en dipteyse Sornalili anne masalını
herkese yuttu rmuş, yüzde yüz Çingene, hayatı boyunca tek
gün çalışmamış, çapkın ve otlakçı Romen var. Akordeonuyla
en bu z kesmiş yüreği bile çözdüğünü söyleyerek övünmeyi
seviyor. Her biri bir başka topraktan, bir başka geceden gel
miş göçmenler, şimdi cephe geri sinin kana aşina u ykusunda
lar. Nefret ettikleri kaderleriyle yetiniyor, çoktan teslim ol
dukları talihsizliklerinden başka şeye güvenmiyorlar. Ortak
sığınağımızda, içki, ter, tütün, kirlenmiş ten kokulu bir bulut
sü rüne sürüne dolanmakta, dünyanın bütün taşkınlıkları ve
hayal kırıklıklarıyla ağırlaşmış, ki bu bulutun içinde bazı sa
bahlar çok hafif ayak sesleri yankılanır. Belki yalnızlığın der
beder h ayaleti, çamura ve nesnelere bulanmış, yalpalaya yal
palaya evi terk etmektedir, belki kızıl saçlı kadın yeni bir aşık
denemiştir.
Telefonun çalışı bitmeden, merdivenlerde ayak sesleri du
yuluyor. Ağır, yorgun, uzun yoldan gelmiş adımlar, yaklaşı
yor, yaklaşıyor, kapıının önünde duraklıyor. Saniyeler yerine
geçen bir yürek kasılmasından sonra adımı d uyuyoru m. Bel
ki hayal gücüm beni yanıltıyor, boğuk bir ses, a nadilimde be
ni çağırıyor.
4
" Evet, benim. İ çeri gelin . "
Kapı keman sesi kadar dokunaklı gıcırtısıyla, neredeyse in
leyerek açılıyor. i çeriye dolan cıva soğukluğundaki esinriyle
birlikte, kısa boylu, esmer bir adam beliriyor. Omuzları çök
müş, geniş sırtı bütün odayı k aplıyor, kapı hiç açılmamışçası
na kapanmış bil e . Ziyaretçim bir süre kıpırdamadan duruyor,
gövdesini güçlükle taşıyan ince bacaklarının üstünde, bir
kuklanın mekanik hareketiyle aniden bana doğru dönüyor.
Alçıdan yapılmış gibi duran yüzü, sanatçı baştan savma işini
bitirerneden kuruyup katılaşmış gibi . i rikıyım burnu sanki
eriyip çökük yanaklarından aşağı akmış, gözleri derin çukur
larında görünmez ol muş. Ü zerinden dökülen buruşuk, koyu
renkli takım elbisesi yıllardır çıkarılmamış gibi . Kravatsız, tı
raş olma alışkanlığını epeydir başlamış. Siyah, kalın telli, sey
relmiş saçlarından serin ve karanlık gecenin kokusu yayılıyor.
Onu daha önce gördüğüme emindim.
"Şöyle bir u ğrayayı m, dedim . Burada yaşadığını öğren
dim . "
Belki hoş geldin cümleleri mırıldanmam, ölü soğukluğun
daki elini sıkınam gerekirdi . Belki korkmalıydım . Ama bu kı
pırtısız liman kentinde korkacak hiçbir şey yoktu ki . . . Ö lüm
bile yoktu sanki. O da, tramvaylar gibi, tam vaktinde getirdi,
ne önce, ne sonra . . .
Soluk, beyaz elleriyle pardösüsünü kavramış, gözlerini
kırpıştırarak odaını inceliyordu. Karanlığa alışmaya başlayan
bakışları önce sert eğimli çatının altına sıkıştırılmış yatağı seç
ti . D emirden örümcek ağının üzerine atılmış cılız şilte, yeni
du rulmuş bir çatışmanın ardından, gece kabuslarıyla darma
dağınıktı. Kitaplar, kavanozlar, kirli bardaklar, tepeleme do
lu küllüklerle kaplı masada, bira şişesine geçirilmiş bir mum
haLi yanıyordu. Günün her saatinde karanlık, geniş, eşyasız
bir odaydı benimki . Sabahları, avuç içi kadar pencerenin al-
5
tında durup da başımı kaldırdığımda, kendimi gökyüzüne
doğru hızla ilerleyen bir denizaltında sanırdım. Gündelik ha
yatın her türlü ıvır zıvırı sağa sola saçılınıştı . Kadri bilinme
yen bu maritetli, sokulgan nesneler, m utlak yalnızlığıının ta
nıkları, sıkıntılı karanlığın izlerini taşıyorlardı . Hepsi, elimi
dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi. Bavuldan taşan
giysiler, masaya y ığılı kitaplar sararıp solmuş, yırtılmış, leke
lenmişti. Bardaklar saydamlıklarını yitirmiş, kalemler de , küf.
lü e kmekler de iç karartıcı duvarlar gibi orasından burasından
kemirilmişti . Tiksindirici bir sıvının dalgalandığı lavabonun
üstünde, küçük bir ayna asılıydı. Aynanın sırları öylesine dö
külmüştü ki, bütün bu hırpalanmış nesneler, kendi yansıma
larını görmek istediler mi, bir türlü başaramaz, bulanık bir si
sin içinde dağılıp giderlerdi . Bense nesnelerin zedelenmiş yü
zeyinde kendimi görüyordu m . Kendi zedelenmiş tenimi . . .
Boşluğa, hem içimdeki, hem dışarıdaki boşluğa direnen ince
cik bir zar gibi, yaralı bereli . ..
"Soğuk diyarlar buralar, değil mi?" Gözleri elektrik soba
sına takılmış, gülümse mişti. Merhametli bir gülümsernesi
vardı . " Ü stelik d aha ağustostayız . "
Konuşmadan yüzüne baktım. Bütünüyle kapkara iki göz
den, sonu belirsiz bir ç ift tünelden başka bir şey görcmedim.
" İ ki ayı bulmaz ilk karın düşmesi . Ö nce denizden ciğerle
ri acıtan bir rüzgar esmeye başlar. Çamur birikimilerini kap
l ayan buz tabakası giderek derinleşir, bir sabah uyandığında
kendini bembe yaz bir dünyada bulursun. Her şey donmuş
tur. Donmuş ve canlı canlı gömüldüğü buzdan tabunında
yeniden doğacağı günü düşlemektedir ."
Odanın ışık alan merkezin e , tavana dikilmiş, şaşkın bir gö
zü andıran dikdörtgen güneş lekesine yürüdü . Hep dar me
kanlarda yaşamış birinin kısıtlanmışlığını fark ettim devi nim
lerinde, bu eşyasız odada bile sağa sola çarprnaktan korku-
6
yordu sanki . Belki ardı sıra iz bırakmak istemiyordu . Yüzün
de solgun bir ışık demeti dolandı. Birden onu tanıdım. Top
rak sarısı cansız ten, gözaltiarındaki morumsu şişlikler, kanlı
damarlada yol yol çizilmiş gözakları . . . O da geceleri uyku
tutmayaniardandı.
"Ama soğuktan da dayanılın azı karanlık. Şu güneş . . . "
D urdu, yerdeki parlak lekeye baktı. Sanki eğilip bir kapa
ğı açsa, gün ışığı fişkırarak odayı dold uracaktı . Başımı pence
reye çevirdim . Yeşil yeşil titreşen dallar, yaprakların üzerinde
ki gümüşümsü damlalar, camdaki gölgelerin yumuşak, düş
sel dansı . . . Bakışımı hem kucaklayan, hem sınırlayan engin
mavi l ik . . . Kuzey güneşi parıldadığı ender anlarda, bütün
dünya ışıldıyor, dönüşüyor, gülümsüyordu. Ancak hava der
hal bulutlandı, oda eskisinden de karardı.
"Şu güneşi günde bir, bilemedin iki saat göreceksin . Öğ
leye doğru ufukta, hastalıklı, beyaz bir leke gibi belirecek, da
ha tepeye varamadan güçten kesilecek. Aslında gerçek güneş
hiçbir zaman doğmayacak. Onun yersiz yurtsuz yalancı haya
leti günlerin yerine, içi boş çerçeveler dağıtacak. Dünyanın
aydınlık yarısıyla, karanlık yarısı, bıçakla kesilmiş gibi bir bi
rinden ayrılacak . "
Gözlerini duvarlara çevirdi, ben d e , onunla birlikte, onun
gözleriyle ezbere bildiğim tozlu duvarları taradım. Saç telle
ri gibi sarkan kablolar, borular, kabuk bağlamış yaraları a ndı
ran yağmu r izleri arasında, insan biçimini yitirmiş bir gölge
bana bakıyordu . Kendisinden d aha iri, daha korkunç gölge
si, gölgeler arasında bir gölge daha . . .
" İ şte o zaman, uzun, kesintisiz, tek bir geceden oluşacak
hayatın . Böyle bir geceye yalnızca hayaletler dayanabilir.
Beyaza kesmiş insanlar, beyaza kesmiş ağaçlar, hayaletlerin
dolandığı kent . . . İ şte o zaman, belleğin uzun gecesi başla
yacak. "
7
Bu ses . . . Bu ürkünç, tanıdık, kederli ses daha önce de ko
nuşmuştu benimle, defalarca . . . Ruhumda art arda kapılar açı
lıyordu; derhal kapıyordum onları, içeri dolan soğuk cıva
esineisiyle titreyerek . . .
"Neyse, fazla vaktimiz yok. Artık karar vermelisi n . "
Sigara pakerime v e muma uzandı m .
"Karar vermeli v e bitirmelisin. Hayat böyle bir şey işte,
"
basit ve yalın. Soluk al, ver, al . .. Basit ve yalı n . "
Aynay a doğru kısa, yoğun, onaylamayan bir bakış fırlattı
ama gördüğü bulanık, lekeli bir i m geydi y alnızca.
"Sana binlerce yıl önce geçmiş bir öykü anlatacağı m," di
ye başladı, gözkapakları bir tabutun üzerine inercesine ağır
ağır kapanarak.
"Seni dinleme yeceği m . Beni hep oraya geri götürüyor
s u n. ( İ lk kez konuşuyord u m . Gerçekten konuşuyor m uy
d um?) Oradan hiç çıkamadığıını hatırlatmak için geliyorsun .
O karanlık hücre, nereye gitsem peşim sıra beni izliyor. As
lında içimde taşıyorum onu . Bir ağacın kökleri gibi geceleri
büyüyor. Büyüyor, büyüyor, tenimi parçal ayarak dışarı çıkı
yor. İ lk bulduğu boşlukta somutlaşıyor . "
Elimle odaını gösterdim.
"G örüyorsun, sanki hep aynı üçboyutlu tabioyu yapıyor,
kendimi içine kapatıyor um. H ayatım tek bir resmin sayısız
taşbaskısı . Ağaçlar, u fuk, gökyüzü . . . Nereye baksam, içeriye
ya da dışarıya, yalnızca bir duvar görüyorum. Hangi yöne
dönsem, geçmişe ya da geleceğe, üzerime bir taş duvar geli
yor. Belki de boşluğa dayanamadığım için duvarların arasına
saklanıyorum. Boşluğun dipsi zliğine . Gürültüsüne . . . "
"Ewel zaman içinde bir adam varmış," diye sürdürdü sa
bırsızca. " İ yi bir insanmış aslında. Bilirsin, herkes aslında iyi
bir insandır. Ama bu adam gece olunca değişirmiş. Kötü bir
adam olurmuş. Anlıyor musu n? Sözcükler sınırlıdır: Duvara
8
vuran gölgesine dönüşürmüş. Belki karısıymış onu bu hale
getiren, adam ne denli kötü olu rsa, o denli üstüne titrermiş.
"0 uzak diyarda, güneş batar batmaz karanlığa bürünen
bir bina varmış. Her diyarda olan taş binal ardan . . . H atırlıyor
musun? Karanlıkla birlikte uçsuz bucaksız, dipsiz bir sessizlik
çökermiş. Ö lümden de korkunç kabusları bilmeyenler, buna
öl üm sessizliği derler. Aslında, sessizliğin içindeki sesleri,
yokluğun soluk alıp verişini duyamadıklarındandır bu.
"Ve o korkunç karanlık çöktüğünde, ay ışığı, beyaz saten
eldivenli parmaklarıyla demir parmaklıkları okşarmı ş. Soluk
altın renkl i , mükemmel, kocaman bir yüreği vardır onu n.
Ama böylesi bir yürek karanlıkla baş edemez. Zaten insanlar
demir parmaklıkları içlerindeki karanlık dışarı sızmasın diye
icat etmediler m i?
"Ve o karanlık binanın çatısında kuşlar varmış. Bu kuşlar,
yüzlerce yıldır, durup d inlenmeden çatıya kuru dallar taşırlar
mış . Günün bi rinde, yeterince dal yığdıklarında, taş bina da
yanamayacak, tuzla buz olacak sanırlarmış. Ama akşam olu r,
amansız bir yel eser, dalları savururmuş . Ama kuşlar, her sa
bah, yeniden işe koyulurlarmış . Ağlıyor musun? Ne den?
"Ve o uzun gece başladığında, adam da h azır olurmuş.
Hep a ynı saatte yemeğini yer, karısının ütülediği t akım elbi
sesini giyer, hep aynı saatte evden çıkarmış. Kimse bilmezmiş
nereye gittiğini . . . Ö nce aheste, sonra giderek hızlanan, hum
m alı, şaşmaz, dönü şsüz adımlarla yürürmüş. Onu gören kuş
lar işaretleşir, kentin bir ucund an diğerine seslenir, birbirleri
ni uyarırlarmış. Solgun, yufka yürekli ay ışığı bulutların ardı
na saklanırmış. Be lki adam zifiri karanlıkta yolunu bulamaz
diye u marmış. Ama insan gecede izlediği yol u unutmaz, de
ğil m i? Dinle, daha bitmedi .
"Ve o gölge adam, taş binaya vardığında, tüyler ürpertici
çığlıklar yükselirmi ş . Gündoğumuna dek kesilmeyen çığlık-
9
lar . . . Kuşlar çığlık atarmış, ay çığlık atarmış, kara alevlerden
bir girdap gökyü zünü sararmış. Uçsuz bucaksız, dipsiz bir
çığlığa dönüşörmüş gece . Tek, uzun, kesintisiz bir çığlığa . . .
Kabaran uçurumun üzerinde incecik bir zar gibi titrermiş, çı
rılçıplak ve kana bulanmış, korkunç yaralar açılırmış her ye
rinde, yırtılır, yarılır, kanar, çatlar, yaralarma boşluğun sus<ı:
mış dudaktan kapanırmış. Sonunda paramparça olur, dünya
nın dört yanına d ağılırmış. Karanlık göğün taşları biçiminde
yağarmış i nsanların üzerine, karabasanlar ve lanetler; bir göl
ge gibi dolaşırmış u yuyanların arası nda, kara bir karla örter
miş gövdelerini, en derin çukurları doldurur, en gizli damar
I ara sızar, kör bir kaplan gibi atılırmış uykunun üzerine . . . İ ş
te o zaman, belleğin tek, uzun, bitimsiz gecesi başlarmış. "
Başımı kaldırdığımda çoktan gitmişti . Masanın üzerinde
mektubu d uruyordu . Çekmecemi açıp onu da diğerlerinin
arasına koydum . Dünyanın neresine gidersem gideyim, beni
bul uyorlardı. Ö lüler bana yazıyor, artık anlatamadığım bir
şeyi anlatıyor, eninde sonunda geri döneceğim bir yere çağı
rıyorlardı. Uğruna kendi öykümden kaçtığım hayat karşısın
da uyarıyariardı beni . Sığındığım geleceğin, geçmişin yeni
den, yeniden anlatılmasından başka bir şey olmadığını bili
yorlard ı . Beni bekleyen geçmişin sürgündeki hayaletiydi yal
nızca, hücreme, içimdeki o karanlık, ebedi hücreye gelen tek
ziyaretçi . . . Zarfların tekini bile açmamıştım, ama biliyordum .
İ çinde kuru dallar, soluk altın renkli ay ışığı v e son sahipsiz
çığlık vardı.
lO
TAHTA I<UŞLAR
Odanın kapısı aniden açıldı, kızıl bir kafa içeriye u zandı .
Dijana'nın soluk soluğa, sabırsız sesi işitildi:
" H adisene Felicita! Bütün gün seni mi bekleyeceği z? Kal
dır şu koca kıçını yataktan. İ çin ölmüş kızım senin, içi n ! "
Kapı, açıldığı hızla kapanmış; hastane koridorunun de
zenfektan kokusu, Dijana'nın tiz sesi ve yüzeysel de olsa can
yakan alaycılığı dışarıda kalmıştı .
Akciğer hastalarının eşsiz bir ironiyle "Felicita" - "mutlu
luk" diye çağırdıkları Filiz, son derece karamsar, içedönük,
kırgın bi riydi . Politik göçmen statüsü, tarih doktorası, oda
sındaki cilt cilt kalın kitaplarıyla, hastaların gözünde pek de
sevimli olmayan bir entelektüel konum undaydı. "Ah, şu bi
zim Felicita," derdi Dijana. " Onunla sohbete kalkışacağıma
onkoloji kitabı okuru m daha iyi . Ağzından cımbızla laf alını
yor . " Şu bizim kara-kuru Fclicita! Ü lkesinde iki yıl h apis yat
mış; kitaplardan katasını kaldırmayan, Alınaneayı aksansız ko
nuşmayı on yılda öğrenememiş Felicita!
Filiz ağır ağır kalktı yataktan. Uzun sü reli hastalığı
- çift taratlı zatürree ve kronik astım- gücünü tutumlu bir bi
çimde kullanmayı öğretmişti . Sürekli sıziayıp istemlerde bu
lunan bedeninin kaprislerine boyun eğerdi.
Sekiz ay sonra ilk kez hastane binasının dışına çı kacaktı .
İ yileşme aşamasındaki hastalara verilen iki saatlik cumartesi
izni listesinde " Filiz K umcuoğlu" adı da vardı . Geceleri, nö
betçi hemşireyi atiatıp hasta dosyalarını aşırmayı hastane ya
şamının en büyük serüvenine çeviren Dijana, zaten pazarte
sinden beri bu gelişmeden haberdardı . "Büyük bir sürpriz"
hazırlarnıştı onun için. AMAZON EKSPRES İ ! Ü çüncü kat
taki hastaların sırrına ortak ol maya, Amazon
Ekspre si'ne binmeye hak kazanmıştı . Doğrusu hiçbir beklen
tisi yoktu Filiz'in. Olsa olsa, otuz kilometrelik bir çember
içindeki te k yerleşim yerine, T. Köyü' ne giderler, bir- iki ka
deh içerlerd i . Belki de köy delikanlıları y a da erkekler sana
toryumunun, kendileri kadar tükenmiş hastalarıyla buluşur
lardı . Karaormanlar'ın ortasında başka ne yapılabilirdi ki?
Filiz, en azından yirmi yıl önce dinleyip belleğinin ücra
köşelerinden birine gömdüğü bir öyküyü ansızın, tam kapı
dan çıkarken hatırladı . Bu yüzyıl başlarında, Heybeliada Sa
natoryumu 'nun veremli kadın hastaları, geceleri gizlice or
mana d alar ve veremli erkek h astatarla sevişirlermiş. Ellerinde
meşalelerle yürüyen, bey az gecelik.li, solgun benizli, ölüme
m ahkum kadınlar . . . Öykünün gerçek olabileceğine inanma
mış, ama şiirsel ve trajik bulmuştu . Şiir çoktan çıkıp gitmişti
yaşamından ve kişisel trajedileri öylesine çağalmışlardı ki , asa
lak bitkiler gibi varlığının özünü kurutmuşlardı .
14
Çifte cam kapıdan dı;arı çık! O ciddi, patık kaflı,gri "T.
Hastanesi, Akciğer Hastalıkları Servisi» lcvhasına arkanı dön
ve sağa sola bakmadan, hızla yürü. Binanın dev gölgesinin
bittiği rizgiyc dek. i;tc orada,günc1in imparatorluğunun sı
nırlarında dıtr, nefesini tut ve o tck adımı, seni gölgeden çıka
racak tck adımı yavaffa at. Öyle ki, cılız kıtzcy günCfi bile bir
anda ısıtsın sırtını ve sen,gcrmi;ini bütünüyle kafandan silip
atabilcccğinc inandır kendini! Bırak güne! küfük oyunlar oy
nasın sarlarında,orman fiğ renk/ere bürünsün,rizgiteri silin
sin dünyanın,gcrrcklik saf ıpğa dönü;sün.
ıs
ların bedensel güçlerinden, kabalıklarından, çıkarlarını savu
nuşlarındaki kararlılıklarından biraz ü rker, bir yandan da için
için onlara gıpta ederdi. Üçüncü Alman, totem çubuğu gibi
ince, avunları çökük, içedönük bir eroinman eskisi, yirmi ya
şındaki Beatrice'di. Kısacık kestiği kestane saçları, hep yitirdi
ği bir şeyi ararmış gibi bakan hüzünlü gözleri, kurumuş bir
ağacı andıran yeniyetme bedeniyle bu kız, Filiz'i kederlendi
rirdi. Her taşın altından çıkan, oyuncu kızıl tilki Dijana. Hiç
bir şeye metelik vermez, hiçbir şeye sinirlenmezdi. Hırvat ye
rine Yugoslav denmek dışında. Ve Arjantinli Graciella...
Sanatoryumcia Filiz kadar, hatta ondan da fazla dışianmış
tek hasta Graciella'ydı. Oybirliğiyle "seçkin, zarif, kültürlü"
gibi sıfatlarla betimlenen, doğuştan ayrıcalıklı, tuzu kuru bu
kadını, akciğer hastaları arasında görmek bile, hayatın tatsız
şaka anlayışına bir örnekti. Boyu bir elli sekiz civarındaydı
( Filiz'den bile kısa), çıtı pıtı, minyon yapılıydı. Kaküllü düz
saçları, hastanede bile hiç aksatmadan biçimlendirdiği "Mar
lene Dietrich" kaşları, aynı anda hem ılık, hem de buz gibi
bakabilen badem gözleriyle "Evita" lakabını kazanmıştı.
Doktorların, hemşirelerin gözdesiydi; kırılgan, eşsiz bir anti
ka vazoymuş gibi davranırlardı ona. Zaten bütün dünya, ona
özenle ve ineelikle davranmalıymış gibi bir izienim bırakırdı.
Gelgelelim Filiz, porselen kadın biblosunu andıran kusursuz
yüz hatlarındaki katılığı sezmişti. İnsanları korkutan bir gü
lümsemesi vardı Graciella'nın. Filiz'e sevimli, hanım hanım
cık, her gün fular takan ve sınıfa girdiği anda birinci sınıf bir
işkenceci kesilen ilkokul öğretmenini anımsatıyordu.
Onu ilk kez gördüğünde, yolu yanlışlıkla hastalar kanrini
ne düşmüş bir ziyaretçi sanmıştı. Cam kenarında, tek kişilik
bir masadaydı Graciella. Dar siyah kadife etek, göz alıcı düğ
meleri göğüs çizgisine dek açık bir gömlek giymişti. İki çeki
ci göğsün arasında yürek biçiminde bir kolye parlıyordu.
16
Yüksek topuklu, tokalı "tango ayakkabıları" ve naylon çarap
lar görünümü tamamlıyordu. Eşofmanlar, sandaletler, yağlı
saçtarla dolaşan hastaların arasında, eşine az rastlanır bir tro
pikal çiçek gibi ayrıksı duruyordu. Gelgelelim günün birinde,
hastanenin fisıltı gazetesi editörü Dijana, paldır küldür oda
sına dalmış ve bir sırrı açıklaınıştı:
"Biliyor musun, şu Arjaminli... Evita da aynı senin gibiy
miş."
"Ne demek 'aynı senin gibi'?"
"Politik göçmen yani. Hapis, işkence filan. Ciğerleri öyle
hapı yutmuş zaten. Eski kocası diplomatmış, ikisi de çok zen
gin, köklü ailelerden geliyormuş, hatırlı dostları varmış. Ama
işte, adam birinin kuyruğuna basmış, hakkında tutuklama
emri çıkmış. İki saat içinde toz olmuş. Karısını geride bıraka
rak. Graciella'yı iki ay boyunca konuşturmaya uğraşmışlar
ama kocasının yerini söyletememişler. Belki de bilmiyormuş.
İnanabilİyor musun, şu çıtkırıldım kadın! Dış görünüşe al
danmamak lazım."
Yıkıcı bir darbeydi bu Filiz için. En derin acılarıyla alay
edilmiş, kişiliği ve tarihiyle Filiz K. değersizleştirilmişti san
ki. Benliğinde kendi kendisinden mitolojik bir kahraman ya
ratmıştı ve yaşamını ancak bu kahramana inanarak sürdüre
bilirdi. Korkunç geçmişinin anısı, varoluşunun kanıtı için
gerekliydi ve ruhunda kutsal bir köşe edinmişti. Oysa şu
züppe kadın, ikonalarının yüzüne tükürmüştü. Ne hakla
güçlü, gözü pek, ilkeli, inançlarının bedelini ödemiş Filiz'le
(kendini böyle tanımlardı) aynı trajedilere sahip olabilirdi?
Hem de göbekli, çift metresli, aşağılık bir adama duyulan
aşk adına!
Boz renkli bir yılan gibi, kıvrıla kıvrıla T Vadisi 'ne doğru
giden dar asfalt yolda yürüyordu hasta kadınlar kafilesi. Yol
culuğun daha en başında bir mitoz bölünme gerçekleşmişti.
17
Dijana ve iki cüsseli Almandan oluşan öncü topluluk, hava
dan sudan bir sohbete dalmıştı. Filiz'i hiç ilgilendirmeyen
konulardan oluşan, daldan dala atiayan bir cumartesi sohbe
ti. Doktorların ayrıntılı bir çekiştirilişi -kadın doktorlar kıs
kançlıkla, yakışıklı erkek doktorlar kayırılarak ele alınıyor-,
kafeteryadak.i yemeklerin, kahvenin yerin dibine batırılışı, te
levizyon programları, Banderas-Pitt karşılaştırması vb... Al
manlar Banderas'ı savunurken, Germen ırkı hayranı Dijana,
Pitt'i destekliyordu. Hastane öncesi döneme ait bir-iki anı. ..
Martha'nın dört yıl önce çalıştığı fabrikada, kadın işçilerden
biri çırılçıplak, gırtlağı kesilmiş bir durumda bulunmuştu.
Gercia'nın daracağında da birkaç cinayet öyküsü vardı; içle
rinden birini ısıtıp sunmak için derin dondurucudan çıkardı.
Ailesi Bosna'da yaşayan Dijana ise, vahşetten hiç söz açmadı;
çığ gibi giderek büyüyen bir sessizliğin ardına saklandı.
Nereye ait olduğuna bir türlü karar verememiş Beatrice,
tek başına yürüyordu. Kendi iç dünyasıyla baş başaydı. Ola
ğanüstü eylül ikindisini, önündeki zümrüt yeşili vadiyi, iki sa
atlik özgürlüğü bir damla bile ziyan etmeden yudumlamaya
çalışıyordu. Mutlu görünüyordu ve bu harap olmuş genç
yüzdeki mutluluk, acı dolu bir ifadeden nedense daha doku
naklıydı.
Filiz, Graciella'nın yanına düşmüştü, boş yere konuşacak
bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Aralarındaki sessizlik uzun ve
dikenliydi.
"Doğrusu, Amazan Ekspresi'nde seni görmek çok şaşır
tıcı."
"Neden�" diye sertçe sordu Graciella. Gözlerinde soğuk
bir alev parlıyordu. Yıllar yılı bir cevher gibi içinde saklanan
öfkenin yansımasıydı bu. "Nereye gittiğimizi sana söyleme
diler, değil mi�"
"Hayır, çok büyük bir sırmış gibi saklıyorlar. "
18
"Gerçekten de çok büyük bir sır Amazan Ekspresi. (Alay
cı, içten pazarlıklı bir ses tonu, yara izi gibi gülümseme.) Sen
bile ş�ıracaksın."
"Köye gidiyoruz herhalde?"
Graciella kiraz kırmızısı ojeyle boyanmış, uzun tımaklı
parmağını dudaklarına götürdü. "Şişşş," dedi. Hastanedeki
"Sessiz olun!" tabdasındaki hemşire gibi.
Konuşmayı sürdürecek cesareti de, isteği de kalmamıştı
Filiz'in. Yolculuğun tadını çıkarmaya verdi kendini. Sekiz ay
sonra dışarıdaydı, masal gibi bir ormanda yürüyor, su gibi
durgun, saf ve lezzetli havayı içine çekiyordu. Yorgun ciğer
lerine dolarken, geçmişin bütün kirini arıtan bir hava. Seve
cen, cömert bir güneş, utka kadar uzanan yeşil sonsuzluk ve
sınırsızca, canı çektiğince yürüyebilmenin basit, yalın, muh
teşem mutluluğu... Önüne kapalı kapılar çıkmadan... Demir
parmaklıklı koğuş kapıları, üzerlerinde oda numaraları yazılı,
ses geçirmeyen, menteşeleri yağlanmış hastane kapıları. . . Ba
caklarını özgürce kullanabilmenin, bedenini t�ıyabilmenin
verdiği sınırsız hazzı, sağlıklı biri kesinlikle anlayamazdı. Or
manın kendine özgü, benzersiz kokusunu algıladı Filiz. Has
tane bahçesinin yeni biçilmiş çimen kokusu gibi tatlı ve evcil
değildi bu koku, kaba ve dünyasaldı, b� döndürücüydü.
Belki de o tuhaf sessiziikti Filiz'in başını döndüren, T. Vadi
si, sık dokunmuş yeşil bir halı gibi serilmiştİ önüne, tepeler
birbirinin sırtından göz kırpıyorlardı sanki. Sonbahar ışığının
derinleştirdiği vadide, güneş ve gölge, bitmez tükenmez top
rak kapma sav�larına girişmişti. Köy kilisesinin altın gibi pa
rıldayan haçı seçiliyordu uzaklarda. "Her şey üzüntü verecek
derecede pırıl pırıl ve kaygısız," diye düşündü.
Beatrice, avuçları dağçilekleriyle dolu, siyah saçlı kadınlar
grubuna yanaştı. Kimlik bunalımını aşmış, yerinin "yabancı
lar" arasında olduğuna karar vermiş olmalıydı. Bu iki mah-
19
kum eskisini birbirine çeken trajik bağ, zehir! i bir örümcek ağı
gibi Beatrice'i de yakalayıp yutuyordu. Eroin, yalnızlığı,
umutsuzluğu, yıkımı öğretmişti ona ve hepsinden genç olma
sına rağmen, ölümle en içli dışlı olan da oydu. Yan-çocuk be
deninde taşımıştı ölümü. Diğerleri yaşama inanmaya, tutun
maya, dahil olmaya çabalamışlardı, hila da çabalıyorlardı, ama
o daha on altısında yaşamı yadsımıştı. Eroin, fahişdik, sanlık,
verem.. . Art arda ölümcül darbeler yemiştİ ama her seferinde,
nakavt gongu çalmadan, dokuzuncu sayıda ayağa kalkan bir
boksör gibi doğrulmuş ve dayak yemeye devam etmişti.
"Dağçileği ister misiniz?" (Hayır, ikisi de istemiyor. )
"Dün gece televizyoncia Arjantin'le ilgili bir program var
dı. izlediniz mi?" (Hayır, ikisi de izlememiş.)
"Buenos Aires'i gösterdi. Olağanüstü bir kent. Ne kadar
hüzünlü! Bir parça Berlin'i andırıyor, mimari, kafeler... Gök
kuşağı gibi rengarenk evlerle dolu bir semt varmış: Elbakar..."
"El Boka," diye düzeltti Graciella. "Ağız, demektir. Tan
gonun doğum yeri."
"Evet, evet. El Boka. Marjinallerin, ressamların, müzis·
yenierin semti."
"Artık yankesicilerden ve turistik eşya satıcılanndan geçil
miyormuş."
"Tango bilir misin?" diye atıldı Filiz.
"Hayır, ben Buenos Airesli değilim, Mendozalıyım."
(Nedense bu kadının Buenos Airesli olduğuna ve mükemmel
tango yaptığına emindim. )
"Mendoza?"
"Şili sının nda. Aconcagua eteklerinde bir kent."
"Aconcagua. Güney Amerika'nın en yüksek dağı!" (Şu
Alman milletinin eroinmanı bile iyi eğitilmiş!)
Suskunluk. Zoraki sohbet ansızın, bıçakla kesilmişcesine
bitiverdi. Üç kadının birbirine söyleyecek hiçbir şeyi yokmuş
20
gibi. "Bakın, bakın. Şu alçak daldaki kemente bakın!" Sesin
deki eaşkuyu dizginleyememişti Beatrice; iki orta yaşlı kadın
şaşkınlık içinde, hiçbir özelliği olmayan ip parçasına baktılar.
"Herhalde bir cüce intihar etmiş burada," diye devam etti
Beatrice, yirmi yaşın ve eroinin verdiği zehirli hayal gücüyle.
Ama hemen yol arkadaşlarının aşırı kısa olduklarını anıınsa
yıp kızardı. Neyse ki hiçkimse üzerine alınmamıştı.
Kadınlar kafilesi, vadiye giden yoldan ayrılıp batıya, sık or
manlarla kaplı, sarp tepelere doğru saptığında, Filiz kuşku
lanmaya başladı. Demek ki T Köyü'ne girmiyorlardı. Belki
okul çocukları ya da tutuklular gibi, cumartesi özgürlüğü için
gizli bir cennet-köşe seçmişlerdi. Ama bu durumda, ikide bir
saate bakıp hızlanmalarına gerek olmazdı. "Amazon Ekspre
si!" Yağmur ormanlarını mı kastediyorlardı, yoksa erkekleri,
sağ memeleri gibi kesip yaşamlarından atan, av ve savaş usta
sı efsanevi kadınları mı�
Geniş, güneşli bir asfalt yolda yürümüyorlardı artık; bitki
örtüsünün kolay kolay geçit vermediği, çalılıklar, ağaç kökle
riyle kaplı bir patikada tek sıra halinde ilerliyorlardı. Gerçek
orman yolculuğu başlamıştı. Güneş bile yeşillere bürünmüş
tü. Yabancı yolcuları önce hafifçe uyaran, giderek saldırganla
şan dikenler, fundalıklar, öbek öbek eğreltiotları, dalların ara
sında koşuşturan kahverengi kelebekler, kuytu köşelerde sak
lanan utangaç mantarlar, sonbahar çiçekleriyle dolu bir yolcu
luk. Yapraklardan süzülen yağmur incileri, ağaç gövdelerinin
ıslak, yapış yapış yosunları, gün ışığının kırılan renkleri... Yolu
sürekli kesen akarsular, ormanın can damarları Nereye git
tiklerine dair sır vermeyen, baştan çıkarıcı patikalar ...
Filiz hep büyük kentlerde yaşamıştı; ormanı lanımazdı.
Gerçi, sekiz aydır Karaormanlar'ın göbeğindeki sanatoryum
daydı, ama burada da orman, ulaşılmazlığını sürdürüyordu;
soyut ve esrarengizdi. Geceleri, penceresinin önüne kara bir
21
kuş gibi çöken karanlık, ka buslarına eşlik eden u ğultular, dı
şarıya çıkmasına ve gerçek hayatına - bu her neyse- dönmesi
ni engelleyen, iriyarı, sağır dilsiz bir gardiyandı . Oysa şimdi,
arınanın tam içine, yüreğine girmişken, onu ilk kez gerçek
ten görüyordu . Bir tanı şmadan da öteydi bu : Birbirinin var
lığından habersiz iki canlının ansızın yüz yüze gelmesiydi . Bu
nedenle sarsıcı bir etkisi oldu Filiz'in üzerinde . Basit, ilkel,
görkemli bir ruh vardı karşısında, okyanus gibi . Onu kendi
tozlu, kurak, tindık kabuğu dünyasından çıkarmış bambaşka
bir varoluşun tımsını dinletiyordu. Vahşi, çok renkli, nabız
gibi atan bir ritmi vardı ormanın. Tuhaf gölgeler, çelişkiler,
ürpertilerle kaplıydı; sırlarının üzerini titreşimli, buğulu bir
hava tü! gibi örtmüştü. Ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar . . . Yaşlı, ulu,
vakur, y üksek, gür, buyurgan ağaçlar . .. Yeryüzündeki her
mucizeyi ve suçu görmüşçesine ağırbaşlıydılar. Zamandan
bile daha yaşlı . . . Derinlere saimışiardı köklerini, gökyü zünü,
sadece gökyüzünü hedefleyen yolcul uklarında, sağa s ol a sav
rulmayı, özgürlük sanmayacak denli i lerlemişlerdi .
Dik bir yamacın ereğinde yavaşladıklarında, Dijana, Filiz'i
bir köşeye çekti .
"Şimdi sırası değil gerçi . " Bir-iki saniye durup soluğunu
taparlamaya çalıştı . "Bu akşam görüşmeliyiz. Hans'a mektup
yazdım da."
"Son yazdığım . . . birlikte yazdığımız mektubu gönderdin
mi?
Konuşmaya başlayınca ne denli soluk soluğa ve susamış
old uğunu fark etti Filiz. Ağzı öyle kurumuştu ki, dilini da
maklarından güçlükle ayırabiliyordu .
"Elbette, h emen o gün. Henüz yanıt yok. Dur bakayım,
dokuz gün olmuş. Postada gecikmiştir. Hem H ans da biraz
ağırkanlıdır."
"Cevap yazacağına inanıyorsun, öyle m i ? "
22
Dijana'nın amber renkli gözlerinde bir şimşek çaktı . Y üzü
yağmur bulutlarıyla kaplandı. "inanmıyoru m . Seziyoru m . "
Yaklaşık iki ay önce, başhekimin odasından dönerken, ze
min kattaki telefon kabinlerinden birinde görmüştü Dija
na'yı. İ ki eliyle birden telefonu kavramış, bir yandan konuşu
yor, bir yandan da durmaksızın ağlıyordu . İ lkin Yugoslav
ya'dan korkunç bir haber daha aldığını sandı - kı z kardeşinin
Bosna'da öldüğünü, bu kabinierden birinde, sık sık kesilen
bir hattın ucundaki boğuk sesten öğrenmişti. Neyse ki, bu
kez durum başkaydı . Dijana'nın son sevgilisi, uzun boylu,
"çakı gibi" Hans, bu soluğu hırıltılı, gözlerinin altı torbalı,
harabeye dönmüş veremli kadından; kasvetli hastane ziyaret
lerinden fazlasıyla sıkılmıştı. B i rlikte beş mektup yazınışiardı
H ans'a ve ama Filiz'in du yarlı ve etkili kalemi de işe yarama
mış, hiç yanıt gelmemişti .
" Ben olsam onu hemen kafamdan siler atardım . "
Yırtıcı v e acımasız davrandığının bilincindeydi Filiz, a ma
çok yorgundu . Tere batmış, dehşetli susamıştı; aşırı zorlan
mış bacaklarında damarlar atıyordu . Dijana'nın sorunlarıyla
u ğraşacak hali kalmamıştı .
"Amma taş kalplisin! "
"Benim de kalbirnde birkaç taş vardır elbette. Peka la, bir
de onu kıskandırmayı deneyelim."
"Ormanın ortasında mı? Ağaçlardan kozatak yerine erkek
yağsaydı belki ! "
"Doktorlardan biriyle aranda romantik başlangıçlar oldu
ğunu i m a edebi liriz. Hem de Hans'ın tam tersi özellikleri
olan birini seçeriz. ' İ nce, uzun cerrah parmakları', 'geceleri
ay ışığında orman yürüyüşleri' vb."
D ijana gülümsedi, b i r anda olağan neşesine kavuşm uştu.
Eşi bulunmaz bir gülümsernesi vardı doğrusu, orantısız yü
zünü baştan aşağı dönüştürürdü . İ nsanın içine işieyecek den-
23
li yalın, içten ve abartısızdı . Filiz, mutluluğu bu kadar kolay
ca dile getirebilen bir başka itadeyi hiç görmediğini düşündü .
" Onu geri istiyonım." Yüzü yeniden gölgelenmeye başla
mıştı .
Sesinde bir titreşim, belli belirsiz bir yakarı vardı . Sanki
Hans'ı gerçekten istediğini kanıtlayabilirse, ilahi bir adalet
onu geri yollayacaktı . Şen şakraklığının, kayıtsızlığının ardına
saklanan karanlık gölge, ancak böyle anlarda açığa çıkıyordu .
Gerçek benliğini, gün ışığını görmemesi gereken bir canavar
gibi, çok gizli dehlizlerde saklardı Dijana.
" Geri döner, eminim," dedi Filiz, zoraki bir tonla, canı
iyice sıkılarak. Yalan söylemekten de, erkeklerden söz etmek
ten de hiç hoşlanmazdı . Aşka inanmıyordu: Bir zamanlar,
kan ve çığlıktarla dolu bir hücrede saydığı otuz üç günden
önce de inanıp inanmadığını artık hatırlamıyordu.
" Dijana! Di jana ! "
"Evet, ne var?"
"Çok geç kalıyoruz! Bu hızla varamayız. Kestirmeye sap
mamız gerekiyor . "
" Bi r dakika, yanına geliyoru m . Duruma bir bakal ı m . "
Sarsak adımlarla Almanlara doğru koştu . Filiz birdenbire,
Graciella 'nın akkor halindeki gözlerini üzerinde hissetti . Ona
doğru döndü; iki acılı, yoğun, derin bakış karşılaştı . Sözcük
lere dökülemeyecek bir iletişim, ansızın, kendiliğinden kuru l
muştu aral arında.
"Şu dünyada bir parçacık mutluluk istiyorsan, oradan ora
ya hoplayıp zıplayan bir kız çocuğuna dönüşmelisi n."
Graciella'nın yüzü bütünüyle kımıltısızdı . Anlıyor muy
du ? Kuşku suz.
"Brezi yalı Paolinho'yu hiç dinledin m i?"
" Hayır, aslında Güney Amerika mi.iziğini yok denecek ka
dar az tanırı m . "
24
Ansızın, Graciella şarkı söylemeye başladı . Bir mucizeydi
bu, umulmadık, şaşırtıcı, sarsıcı, olağanüstü bir şeydi .. "Vida
e bonita . .. "
İ nanılmaz hüzünl ü , ipeğimsi, insanı can evinden vuran bir
melodi . Aynı anda hem acı, hem mutluluk verebilen; öl üme
d e, yaşama da yakınlaştıran bir müzik. Gözleri doldu Fil iz'in,
ağlamamak için yutkundu . Kafasına silah dayasalar, başkaları
nın önünde ağlamazdı, şarkı da söylemezd i .
"Sözlerin anlamı şöyle: 'Yaşam güzeldir, güzeldir, güzel
dir. . . Keder ve neşeyle doludur, ama gene de güzeldir. .. M ut
lu olmayı isternekten u tanma . . . ' Paolino sokakta doğmuş, se
falet içinde sürünmüş, otuz üçünde de veremden ölmüş.
Tüm bunları anlatmarnın nedeni, şarkıya burun kıvırmanı ön
lemek. "
"Uçurumun dibindeki biri, yaşamın güzel olduğunu söy
lüyorsa, durup da kulak vermeliyim herhalde. Ama bu müzi
ği gerçekten anlayabilmek i çi n , farklı türden bir acı çekmiş
olmak gerek . "
Dijana aralarına dald ı . "Dinle Felicita, kestirmeye sapmak
zoru ndayı z . Çok az vaktimiz kaldı. Topu topu yirmi beş da
kika çeken, ama beygir öldüren cinsten bir dağ yoluna daya
nabilir misin? Körüklüler ne durumda?"
"Henü z şikayete başlamadılar. Ama anlamıyorum, nereye
geç kalıyoruz?"
" İ şin özü de bu zaten, varana kadar nereye gittiğini bil
memek. Gelip gelmeyeceğine şu an karar vermek zorunda
sm, çünkü seni dağın ortasında bırakamayız. Takdir edersin
ki, sırtımızda da taşıyamayız. "
" Geliyorum, yarı yoldan dönmem ben . "
"Haydi kızlar, Felicita d a bizimle ! Kadınlar Taburu ! İ leri
marş !"
25
Dört bir yandan çığlıklar, şakalar, buyruklar yükseldi .
"Haydi Amazan Ekspresi! Geli yoruz!" "Aventa!" "Ö l
mek var, dönmek yok! "
"Aman Allahım! Bu ne h isteri, bu_ ne maskaralık," diye
düşündü Fil i z. "Şi mdi de askerei lik oynamaya başlıyoruz . Ya
rı kaçık, veremli kadınlar kafilesi . Bir çıngıraklarımız eksik! Şu
acımasız dünyada acıyla nefes alanlar. . . "
Kadınlar kafi lesi , bağınş çağırışlarla, ortalığı kasıp kavura
rak, dağ yoluna daldı . Orman sakinleri kaçıştı, kuşlar suskun
laştı; doğa, bu gürültücü, sakar, bencil hayvana yol açmak
için, sessizce kenara çeki ldi . Yolu i yi bilen Dijana, bir Kızıl
deri li i z sürücü gibi en önde hızla ilerli yor, ratayı belirliyor,
patikaları bulup çıkarıyord u . Hemen ardında Martha ve Ger
da'nın geniş sırtları seçiliyord u . G üçlü, pes etmeyen, sadece
kendilerine güvenen sırtlar. . . Hantal ama sağlam adımlarla
dağları aşıyor, dalları, çalıları gerekirse kırarak, öncü panzer
birlikleri gibi yolu açıyor, geridekilere komutlar yağdırıyor
lardı . B eatrice, kafesinden kaçınayı başarmış bir yabani kedi
gi bi tırmanıyordu . Uzun çevik bacakları ve dağ ayakkabıları,
hepsinden de öte, gençliği sayesinde, dağ keçi si kadar kıvrak
ve rahattı . Hatta sık sık durup zor durumdaki siyah saçlı ar
kadaşlarına yardım elini uzatıyordu .
Fil iz, yi rmi beş daki kalık orman yolculuğunu, kan ter içi n
de, d.ikenli çalılara, köklere tutunmaya çalışarak, telaşla ayağı
nı basacak sağlam taşlar arayarak, panik ve endişeden nere
deyse bayılarak geçirdi . İ ğne yaprakların ü zerinde ikide bi r
kayıp düşüyor, köklere takılıp tökezliyordu . Çalılar pembe
i zler bırakarak elinden kaçıyor, dallar sert tokatlar yağdırıyor
du . Kullanılmaya kullanılmaya pelteleşmiş kasları, diyapazon
gibi titremeye başlamışlardı, bacaklarının yerinde iki ağrılı su
torbası vardı sanki. Terli sırtında dişlerini birbirine çarptıran
ürpertiler, soğuk yılanlar gibi dolanıyordu. İ ç çamaşıriarına
26
varıncaya dek sırılsıklamdı ve bir akciğer hastasının, üstelik de
daha o gün dışarı çıkma izni almış bir hastanın böylesine ter
lemesinin ölümcül old uğunu aklından çıkaramıyordu . Ciğer
lerinden hastane argosuncia "vardiya düdüğü" diye adlandı
rılan o ürkütücü ıslık duyu lmaya başlamıştı üstelik. Bu serü
vene katıldığı, bin bir güçlükle kazanılmış sağlığını boş yere
tehlikeye attığı için lanet okuyordu kendine. Yorgunluk, piş
manlık ve umutsuzluktan ağlamak üzereydi . Ancak, başı çok
sıkıştığında anımsadığı kişisel tanrısına sığınmış, içtenli kle
yalvarıyor, dualar sıralıyordu .
Bütün korkunç şeyler gi bi, bedensel acı ya da hapis gibi,
yolculuk da sonunda bitti ve Filiz, gözlerini patikadan ayırıp
nerede olduğuna bakabildi. Bir sonraki adımın ölüm -kalım
sonınu olduğu, dehşet dolu yirmi beş dakika boyunca kendi
bedeni ve korkusuna göm ülmüş, çevresiyle hiç ilgilenmcmiş
ti . Ancak şimdi, soluk soluğa, kalbi sıkışarak, tuzdan yanan
gözlerini kırpıştırarak, olağanüstü bir yere ulaştıklarını görü
yordu .
İnsan boyunda çalıların, ağaç köklerinin, fundalıkların dev
bir balık ağı gibi sardığı dimdik bir yamacın tepesindeydiler.
Kırk-elli metre aşağılarda, kızgın bir ırmak hiddetle köpüre
rek, gürleyerek, çentik çentik oyduğu kayalara hiç d urmadan
darbeler indirerek akıyordu . İri karantiilere benzeyen, mor
çiçekler le bezeli bir patika, ırmağın keskin bir ka vis çizip ka
yalıklar arasında yitip gitmesinden önce görünen boynuz bi
çimli d ilimi boyunca yamaca işlenmişti, ince bir nakış gibi .
"Mor düşler yolu," diye dü şündü Filiz.
"Bu radan aşağı ineceğiz Felicita. Çok dikkatli olmalısın."
Filiz şaşkınlık içinde yol arkadaşlarına baktı . Perişan görü-
nüyordu hepsi . Monımsu bir renge dönüşmüş yüzleri, terli ve
çamurl uydu, çiziklerle doluydu. Saçları, pantolonlarından fir
lamış gömlekleri sırılsıklamdı : Göğüs uçları belirginleşmişti.
27
Herkes defalarca düşmüş, arasını burasını kesmişti. Neydi bu
kadınların derdi? Bunca uğraş, tehlike, yara ne uğrunaydı?
"B akın, canıma tak etti artık! Çılgınlar gibi ormanın için
de koştu ğumuz yetmiyormuş gibi, bir de uçurumdan aşağı
ineceğiz! Neler oluyor? "
"Oyunbozanlık etme," diye tısladı Dijana . "Sonuna dek
geleceğine söz verdin."
"Söz fi lan verınedim ben . "
" B ırak n e istiyorsa yapsın." Martha'ydı bu, hayır, Gerda.
"Felize lütfen azıcık daha sık dişini . İ nan değecek . " Gra-
ciella'ydı b u .
"Hadi lütfen Filiz." Beatrice kolunu tutmuş, hafifçe çek.iş
tiriyordu .
"Haydi kızlar! Saat üç yirmi üç! Yedi dakika kaldı!"
Topluluk bir anda Filiz'i unuttu . Bir fıskeyle yamaçtan
aşağı yuvarlanan kozafak gibi harekete geçti . Kadınlar, güçle
rinin son damlasını kullanarak, dallara, taşlara, bulabildikleri
her şeye tutunarak, çoğu zaman popolarının üstünde kaya
rak, el ele tutuşup birbirlerini destekleyerek, ırınağa doğru
iniyorlardı. Tek bir yanlış adım uçurumda parçalanmak de
mekti . Filiz de zincirin bir halkası ol uvermişti, h em de hiç
düşünmeden, karar bile vermeden . Kendisini çağıran aşkın
güce boyun eğmiş, ölüm ile yaşamın ince, keskin, kaygan sı
nırındaki yolculuğa katılmıştı. Tehlike onu uyarmış, bütün
duy umlarını kamçılamıştı . Cinsel arzuya benzeyen bir duy
guyla doluydu . Nasıl da derinlemesine seviyordu yaşamı şu
an, var olmanın coşkusunu ili klerinde hissediyordu . Avuçla
rında tuttuğu bir taş ya da çalı değil, ormanın, dünyanın, ya
şamın koskocaman, yaralı yüreğiyd i . Irmağa paralel d uruma
gelecek denli eğilmiş bir ağaç çıktı yoluna. Ahtapotumsu
köklerini sert kayaya salmış, ısrarla, inatla, azimle bu dimdik
yamaçta büyürneyi başarmıştı. Gölgesi uçuruma vuruyordu .
28
Filiz'e yorgun kollarından birini uzattı; kısacık bir an, kendi
eğreti yolculuklarına ve yaşamıarına devam etmeden önceki
kısacık bir an boyunca el ele tutuştular.
Cehennemi bir uçtan bir uca aşmayı andıran bir inişten
sonra bambaşka bir dünyaya varmışlardı. Dost caniısı ağaçlar,
düş çiçekleri, yaşamın bütün izleri gözden silinmişti . Yalnız
ca ve yalnızca kayalar vardı burada, ürkütücü, soğuk kaya
lar . . . Yukarıdan göründüklerinden çok daha büyüktüler. Par
lak siyah hançerler gibi gökyüzüne u zanıyorlardı . Bir de ır
mağın korkunç gürültüsü, nedensiz ve ereksiz öfkesi . . . Bir
sahnede olduğu nu sandı Fil iz; zembereklerinden tirlamış
kuklalar topluluğu bilinmez rolleri için bu rayı seçmişti.
Filiz'in fal taşı gibi açılan gözleri önünde, Dijana çift kişi
l ik yatak genişliğinde bir kayaya oturdu. Ü çüncü sınıf erotik
dergilere özgü bir poza büründü. Dizlerini hatifçe kırarak,
bacaklarını V biçiminde iki yana açmış, ellerini apış arasının
üzerine koymuştu . Yüzüne de cinsel zevkten mest olmuş, bir
"orgazm-öncesi" i fadesi kondurmuştu . M artha ise, ırınağa
protilini gösterecek şekilde u zanmış, bir d izini karnma doğ
ru çekmiş, başını geriye atarak ellerini ensesinde kavuştur
muştu. Onun yüzünde de aynı bayağı, aşifte, sarılık cinsellik
vardı. Gercia emekleme pozisyonunda görkemli poposunu
sergiliyordu . Beatrice ayaktaydı, bir ayağını kayalara dayamış,
öne doğru eğilerek kollarını aşağı sarkıtmıştı. Sevecen ve tut
kulu bir erkek omzuna yaslanırcasına yanağını dizine koy
muştu. Mavi, hülyalı gözlerle bakıyordu suya. Bu akıllara
durgunluk veren görüntü karşısında, Filiz son bir umutla
Graciella'yı aradı; ama o da çoktan oyuna katılmıştı. Yelken
biçimindeki bir kayanın üstünde, bir tanrıça heykeli gibi tek
başına, kımıltısız, yarı çıplak duruyordu . Gömleğini sıyırıp
atmış, sağ elini beline dayayarak göğüslerini hafifçe öne çı
karmıştı . Duruşu bir güvercini çağrıştırdı Filiz'e; doğal, ma-
29
sum ve kırılgandı. Böğürtlen renginde iki meme ucunun ara
sında, gümüş kolyenin ardına saklanmaya çalışan yol yol ya
nık izleri vardı . Göky üzünde bir noktaya dikmişti gözlerini .
Sol elinin ince parmakları yarı aralık, susuzluktan gerilmiş
dudaktan üzerinde geziniyordu . K onuşamıyor, yoğun ve acı
lı tutkusunu bir türlü dile getiremiyor gibiyd i . Bütün bedeni
incelmiş, uzamış, göğe doğru nişan alan bir oka dönüşmüş
tü. F ırlayıp uçmaya ve hedefi vurmaya hazırdı . Kendini bir
türlü uyanamadığı akıl almaz bir düşte bulmuştu F iliz; ama
düşlerde bile bundan daha çok anlam ve iç mantık olurdu .
" Felicita, hadisene, bir poz ver had i . Ko mik bir şeyler bul . "
Filiz, sfenks gibi kaskatı durmaya devam etti . H içbir şey
anlayamıyordu . Gercia'nın dakik saati üç otuzu çaldı. Önce
hiçbir şey olmadı. Ağır, sisler içinde eriyen bir dakika boyun
ca kadınlar neredeyse soluk bile almadan o gülünç, saçma,
tuhaf pazlarında beklediler. Ve en sonunda, kayaların arasın
dan bir kano gözü k tü. Dört genç erkek, can yeleklerindeki,
ambleml erden anlaşıldığı kadarıyla, yetmiş kilometre ötedeki
H . Ü niversitesi kürek takımından dört genç, sağlıklı, kuvvet
li sporcu, var güçleriyle küreklere asılıyor, ırmağın bu en dar
ve tehlikeli geçidinde, sivri kayalarda parçalanmamak, için in
sanüstü bir uğraş veriyordu . Kadınları gördüler. Her cumar
tesi gördükleri yerde.
"Hey, orman perileri! Gene mi siü Bugün köyünü ze uğ-
rayacağı z!"
"Kızlar, biraz daha açsanıza yah u ! "
"Kanoyu park edip geliyoruz. B i r yere kaybolmayın ! "
"Kızıl saçl ı, pantolonunu çıkarmayınca neye yarar ki! "
Kadınlar hiç cevap vermiyorlardı, kıkırdamıyorlardı bile.
Kaskatı ve donuktular, kuklalardan bile susku n.
Islıklar, bağırışlar, belden aşağı ama düzeyi pek düşmeyen
şakalar . .. Beatrice'in sıskalığını, Di jana'nın edepsizce açılmış
30
bacak arasını, Gerda'nın poposunu, Graciella'nın çıplak gö
ğüslerini pervasızca ele alan birkaç söz . . . .Felicita ise kendi
kendisinin pozunda, şaşkınlıktan taş kesilmiş, gözlerini Cra
ciella'nın bü tün dünyaya sunduğu göğüslerinden ve yara iz
lerinden ayıramadan, hiçbir şey d üşünmeden, hatırlamadan,
duyumsamadan, öylece kıpırtısız duruyordu En sonunda,
kana neredeyse gözden yitip gitmek üzereyken, F iliz 'in kol
ları ağır ağır havaya kalktı. Tahta bir kuşun uçmayı unutmuş
kanatları gibi zorlanarak, duraksayarak iki yana açıldı, ama
h emen güçten kesilerek başının üzerine kapandı. Kırık kanat
lar gibi birbirinin üzerine yığıldı kaldı . Graciella'nın başka bir
evrenden gelen sesi, ırmağın hiddeti ve giderek uzaklaşan ba
ğırışlar arasında belli belirsiz duyuldu: "Vida e bonita... "
İki ı lık damla, Filiz'in gözpınarlarında doğdu� sarı, çamur
lu bir ırmak gibi izler bırakarak yanaklarından süzüldü. Kana
çoktan yok olmuş, kadınlar arınanın ortasında bir başlarına
kalmışlardı.
31
MAH PUS
Saatin çalmasından çok önce uyanmıştı . Gecenin bittiğin
den emin olmak istercesine, nemli alacakaranlıkta gözlerini
kırpıştırdı bir si.ire. Topu topu i.iç saat u yumuştu, ama sıçra
malarla, yoğun bir gerçeklik duygusu taşıyan, gerçeklikten
çok daha acı v eren di.işlerle dolu gece sonsuzca uzamıştı san
ki. Uçsuz bucaksız bir bekleyiş . . .
Saatler boyu, ufacık bir gi.iri.ilti.iye kulak kabartarak, kım ıl
damaktan korkarak, dizleri karnma çekili, zincirlenmiş bir ha
yalet gibi yatmıştı. Ağlayamadan, uyuyamadan ... Karanlıkta
bir mum bile yakmadan . . . Sanki onunla beraber eşyalar da
gözlerini kırpmamış, belli belirsiz, sıkıntılı kıpırdanmalarını
si.irdi.irmi.işlerdi.
35
Tam çözümleyemediği bir görev du ygusuyla yataktan fir
ladı . Evin soğuğu aniden yakaladı onu , uyuşturdu, hiç ama
hiçbir şey düşünmemesine yardım etti. Gündelik devinimle
rini yineledi : Çay koy, küllüğü boşalt, y üzüne buz gibi suyu
çarp, sigara paketine uzan! Sinsi sevecenliğiyle içini ısıttı d u
man, mutluluğa benzeyen bir duygu ! Birden, bedeninin de
rinlerindı:n gelen, keskin bir bulantıyla, pusuda bekleyen gü
nü hatırladı. Her şey, kendinden uzak tutmaya çalıştığı ne
varsa bilincine üşüştü . Koşar adım mutfağa yöneldi .
Çckmeceleri, dolaptan gürü ltüyle açıp kapıyor, raflan altüst
ediyordu . Akşam aldığı peynirli börekleri , kuru pastalan bitir
mişti. Boş old uğu nu bilmesine karşın buzdolabını kanş karış
yokladı . Diplerde bir yerde, unutulmuş bal kavanozunu bul
du . Bir çocuğun iştahıyla, bayat ekmek dilimlerini çaya bana
bana, balla beraber yedi . Ne sahici bir açlık, ne de tokluk du
yuyordu . "İ çimde nasıl bir boşluk var! " dedi, karnını ovuştu
rarak. İ şte ilk kez o an bebeği haurladı .
Oysa her sabah, u yanır uyanmaz, karnındaki bebeği düş
ferdi, onun da tam aynı anda kendisini düşlediğine inana
rak . . . Kimi kez yalın, dosdoğr u, aydınlık bir i mgeyle yetinir
di, ağız dolusu gülen, saçlarını rüzgarda savura savura yürü
yen, üniversiteli bir kız sözgelimi, yaşamın yenilmezliğine,
direngenliğine bir kanıt. Ki mi kez, ultrasonda gördüğü, elle
ri bile oluşmuş, minyatür bir insan - insan biçiminde bir le
ke . Çoğunlukla da, çoktan kaybettiği gençliğini, kendi zama
nının ötesine, sonrasızlığa taşıyan tılsımlı, buğulu bir ayna.
Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bi
linmeyeni değil, yalnızca tanıdık ol anı arar. Sanki onun şi m
diye d e k h i ç geleceği olmamıştı, gençken bile, o zaman da
hiçbir işe yaramayan gençliği vardı sadece. İ l k kez bir biçime
dönüşmüştü gelecek, giderek büyüyen, ete kemiğe bürü
nen . . . Ilık, canlı, kımıltılı bir varoluş, kendi kanından old uğu
36
kadar yarıda kesilen düşlerden yaratılmış . . . Başı sonu belli bir
bekleyiş. Bir mucize. "Ben bebek bekleyen bir kadınım,"
derdi her fi rsatta, yerli yersiz, önüne gelene . . . Sanki kendisi
bile tam inanamıyormuş gibi .
Oradan buradan, tanıdıklardan, ikinci el dükkaniardan to
parladığı, hor kullanılmış eşyalada dolu oda, hırkaların, bat
taniyelerin, tomar tomar gazetelerin altında güçlükle soluk
alıyordu . Haftalardır biriken toz, bu her daim !oş, ufacık
badrum dairesin i, ağır ağır kurnlara gömülen bir an ıt-meza
ra benzetmişti . Ü ç soğuk, yalnız kışı geçirdiği ev, sanki h ali
sahipsizdi, kendisinden_hiçbir şey yansıtmı yor, geçmişine da
ir ipucu vermiyord u . Fotoğraflardan, biblolardan, vazolar
dan, herhangi bir anı çağrıştırabilecek, d uygusallık uyandıra
bilecek nesnelerden elleri yanacakmış gibi uzak d ururdu.
Kendine bir kadın gibi davran mamış oluyordu böylece. K ır
mızı-siyah kırlangıçlarla kaplı bir Çin kutusunda "görül müş
tür" damgalı mektupları saklardı . Sanki bu mektuplar, sonsu
za dek saklanmak, tekrar tekrar okunmak için yazılmışlardı,
kendi bütünlükleriyle çerçevelenmiş, bir duvara asıl mayı bek
ler gibi ydiler. Duvarların arasından gelen, gürül gürül, acılı
ama asla sızianmayan ses . . . Kendini yeterince güçlü hissetti
ğinde açardı mektupları, onlardan bir serum gibi beslenir,
karşılığını da kanıyla öderdi . Her seferinde biraz daha fazla.
Giyebileceği tek etekle ceketini, üniversitenin son yılında
aldığı koyu yeşil takımı geceden ütülemişti . Sandalye, arkası
na asılı ceketle, çarpık bacaklı, asık suratlı bir devlet mem u
ru na benziyordu . Aynı yıllardan kalma açık yeşil -bebe yaka
deniyordu galiba bunlara- bir gömlek, kalıniaşmış kalçaların
da fazla kısa, sakil duran yırtmaçlı eteğin altına k ü t burunlu,
hafifçe topukl u, kahverengi çizmeler . . . N aylon çarabmdaki
kaçığı da gizleyebilird i böylece . Kızkardeşinin Stock
holm 'dan yolladığı, yıllardır el sürülmediğinden yepyeni gibi
37
duran, h a la bir-iki beden büyük, şık bir kaban kostü münü ta
mamlıyordu .
Kukla yı, ;öyle bir sars, tozlarından silkcle, a yna kar;ısına
sürükle. Yüzünü gô'zyafı izlerinden arındır, gündelik katılık
maskesini tak ki, insan içine çıkmaya hazır olsun. Pudralarla,
farlarla, kat kat boyatarla kapat ölüm solgunluğunu, yoksa
insanların dünyasına sızamazsın.
Kılığı iç burkacak denli uyumsuzdu, renklerin düşüne ta
şına tutturulmuş uyumuna rağmen . . . Gece yarısı yı kayıp da
elektrik kesilince kurutamadığı saçları, gelişigüzel bukleler
halinde kabarmış, geçen y üzyıllardan kalma bir peruğa ben
zemişti . Aynanın üzerindeki fl oresanı açtı, soluğunu tutup
yüzüne baktı .
Kadın olmak demek, herkesçe onaylanan bir kılığa girmek
demekti . " Lütfen birisi beni görsün," diye haykırmaktı her
an, "görsün ve belleğinde sonsuza dek saklamak isteyeceği
bir i mgeye dönüştü rsün . Ben i m kendimi bir türlü göremedi
ğim gibi . " Kalabalıkların içinde erimesi gereken gün, acem i
ce yan aklarını, kirpiklerini boyuyor, gözaltı morluklarını ka
patıyor, titreyen gözkapaklarına sağa sola taşırarak çizgiler
çekiyordu . Kendi karikatürünü çizercesine. . . Beceriksizce
hatlarını beli rginleştirdiği yüzünün biricikliğini yitirişini, ay
nada beliren anonim kadından adım adım silinişini yabanıl
bir zevkle izliyordu . Yırtmacın sergilediği bacaklarını bir baş
ka kadında izler gibi . Son doğallık kalıntısını, çenesindeki
sert sarı tüyleri teker teker acıtarak yoldu, bu acıdan da um
madığı kadar zevk almıştı .
Mavi, yumuşak, yağlıymışçasına yumuşak havluyla ellerini
kuruladı . Ondan geriye kalan tek nesne buydu. Bütün tutku
dokunuşlarından, dokunuşların anısından daha sıcak, daha
sokulgan olabilen, indirimli alınmış bir Bursa havlusu ! Bu sa
bah da buradaydı işte, kaybolup gitmemişti, insan yalnızlığı-
38
nın tanığı nesnelerin ortak yazgısıyla, hep el altında, hep ula
şıl abilir beklemişti . Suskun direnciyle, deniz mavisi sevecen
liği yle, onu burada unutup gitmiş adamdan çok, yokluğunu
h atırlatıyordu , ve tuhaftır, sanki her geçen gü n o da bü yü
yordu. "Mola yerinde aldı m , " demişti adam, u facık çantasını
karıştırırken, aylar sonra çıkıp geldiği o gece. "Ev inde belki
h avlu bile yoktur diye dü şündüm . " "Bir dü zine v ar," diye ce
vaplamıştı, alınarak. . .
Kapıcı gene gazeteyi bırakmamıştı, bodrum dairesinde tek
başına oturan kadını asla hatırlamazdı, savunmasızlığın koku
sunu almak en eski içgü dü dür, kapıyı var gü cü yle çarpmadan
önce uzanıp her gü n giydiği kasketini taktı .
Erimiş mum ların dizildiği havasız, rutubet kokan merdi
v enlerden tırmandı, bir uyurgezer gibi, çukurlarını, girintile
rini, çıkınnlarını ezbere bildiği yoldan anacaddeye doğru yü
rü meye başladı .
Gece boyunca kentin tek ha kimi firtınadan geriye ışıltılı
yağmur damlaları kalmıştı . Renksiz, ama aydınlık bahar göğü ,
bomboş bir ayna kadar donuk ve kayıtsız, uzanıp gidiyordu .
Her an silinecek gibi duran iki u fkun arasında dar bir kori
dor. . . . Kentin dimdik yü kselen yüzü, ıslak, solgun, titrekti,
madeni parı ltılarla silkinip canlanıyordu . Son yağmur bulutla
rı, bir cenaze törenindeymişçesine ağır, hüzü nlü geçiyorlardı.
Çamur birikimilerine aldırmadan ilerliyordu . Topuklarının
çınlayışını dinleyerek, hızlanarak, sarsılmaz iradesiyle bir adı
mı ötekinin önü ne koyarak. . . Elden geçirilmiş, yenilenmiş,
dipdiri . . . Uzaklardan gelen boğuk korna sesleri, çalışmayı red
deden bir motor, çöp kamyonu , metali delen matkap . . . Ken
dini her sabah yeniden yaratan dü nyanın insansız sesleri . . .
Az sonra, işyerlerine, b ürolara, otoyollara, okullara doğru
bir haçlı seferi başlayacaktı . Sabah mahmurluğunu atamamış,
sü rmesini istedikleri dü şü n peşinde uygun adım yürü yen ne-
39
terler kaplayacaktı ortalığı; dalgın, telaşlı, suskun, gergin, kız
gın yüzler . . . D izginlenmiş atların huzursuzluğuyla sokaklar
boyunca koşturacaklardı . Taşların arasında yollarını aça aça . . .
Binlerce, on binlerce yazgının, hırsın, istencin, düşün, sava
şımın kesiştiği, katmer katmer iç içe geçip kördüğümleştiği
bir ağda, birbirlerine dönüp bakmadan . . . Başkalarının oyun
larında rol kapmak için kıyasıya savaşacak, pazarlıklara, çatış
malara katılacak, paylaşımı çoktan tamamlanmış dünyadan
pay koparmak için u ğraşacaklardı . Artlarında yalnızca rüzga
rın savurduğu buruşuk kağıt mendiller kalacaktı.
Yollar, çamurlu kaldırımlar, kalabalıklar, başkaları . . . Gece
bitmiş, geceye bile özlem uyandıran gün başlamıştı, o da ça
bucak kente karıştı.
40
dınım işte! Hamile olduğumu da mı anlamadılar ! ' "Şu çayı ta
zeler misiniz?"
Gazetelerde kafasını oyalayacak bir şey yoktu . İ ç politika,
dış politika, kurlar, çapraz kurlar, haftanın kültür-sanat etkin
likleri . . . YAŞAM başlıklı sayfa . Gene bir savaş çıkmıştı, her sa
vaşın ekonomik, politik, tarihsel nedenleri vardır, hepimizin
bildiği sömürgeci güçler, ezenler ve ezilenler, köle-etendi ça
tışması. . . Sadece kadınlar gözüne batıyordu . Şık, alımlı, son
suz bir gençlik-güzellik hastalığına yakalanmış gibi duran, ob
jektik sonsuzluğa bakareasma bakan kadınlar. Güzel olmayan
hiçbir şeyi yiyip içmez, giymez, söylemezlerdi . Aptalca kaybe
dilmemiş, trajedi-geçirmez bir hayatın belirgin rahatlığı için
de, insan ilişki leri üzerine fikir yürütürler di. Korkusuzca, bir
an bile gözlerini ayırmadan bakariardı geleceğe, objektik ba
karcasına . . . Onlar da rötuşlanmıştı . Pozitif düşünmeyi öğren
mek gerek, dünyayı değiştiremiyorsan tarzını değiştir. İnsanı
sevmek gerek, şimdilik boş ver insanları, bu hayata kendinin
miş gibi sahip çık, nasıl olsa ölenler hep başkaları . Çapraz bul
macada yumurta biçimli bir çalgı soruluyord u . Günlük fal ı ,
sosyal etkinliklerle dolu b i r gün vaat ediyordu, ancak kırıcı
davranmamaya özen göstermel iydi . Uzun bacaklarını merdi
venler boyunca uzatmış, kanı fikır fikır kaynayan çok genç bir
kadın, gerçek aşkı bulamadığından yakınıyordu . (Sen de tıpkı
basımlada yetin, güzeli m ! ) Yüzünü buruşturarak gazeteyi ka
pattı . Ne vazgeçebildiği, ne parçası olabildiği gerçek dünyaya
-hadi öyle diyelim- nasıl da kintendiğini şaşırarak fark etmişti.
"Bir çay istemiş tim," dedi hedet1ediğinden çok daha yük-
sek, çatlak, buy urgan bir sesle . . .
( Gene başarınıştı u nu tu lmayı ! )
"Tamam abla, su kaynasm ! "
Daha tazla bekleyemeden paketi açtı . Taze, peynirli poğa
çaları, yağlı açmaları, alelacele, çöp tenekesine tıkareasma ye-
41
di. Ancak böyle baş edebiliyordu , bedeninin en diplerine giz
lenmiş, yabani bir hayvan gibi içini kemiren boşlu kl a.
Kirli sarı duvarlara, karolu zemine, lekeli çuhalara iç kaldı
rıcı bir koku sinmişti . "Parasına oyun oynamak yasaktır" lev
hasının altında yosun bağlamış, kupkuru bir akvaryum vardı .
İ ki-üç boş porselen vazo, çerçevelenmiş gazete kesikleri, bir
deniz tablosu, herhalde altmışlı yıllardan kalma, dantel örtü
l ü kocaman bir radyo, bu donuk, ruh su z mekanı kendi evi n
den daha insani kılmıştı . İ çi sıkılıyordu . Gözü gemi maketi
ne takıl dı, bir zamanl ar · en güzelleri hapishanelerde yapı lır
mış . Televizyondan gelen sil a h sesleriyle irkildi .
Ansızın masadan fir layıp dışarı çıkmak, koşmak istedi . Ha
mile kaldığından beri artan sıkl ı kla, arkasına bakmadan çekip
gitme isteği duyuyordu . Bir keresinde otobü sten otobüse at
layarak, hiçbir yerde te k geceden fazla konaklamadan beş
gün, beş gece gitmişti . Aslında doğu p büyüdüğü kente dön
mek, annesini görmekti niyeti, bebekten söz e tmeyecek, İ s
tanbul'a gelir gel mez de aldıracaktı . Otobü s terminalinde ka
l akalmıştı, el inde biletiyl e, her yolculu ğu başlatan 'o te k adı
mı ' bir türl ü atamadan. Saatlerce . . . D u ble çay, bir duble çay
daha, nasıl olsa son sefer değild i, bir sütlü - süt yoktu- krema
lı ne skafe , bir sigara daha . . . Sonra beş gün , beş gece gitmiş
ti, bir u cu ndan ötekine hızla kat edip çabucak u nunu ğu
kentler arasında daireler çizerek, gürültül ü , kötü kokulu ter
minaller, anonslar, art arda dol u p boşalan çay bardaklarıyla
küllükler, güneş görmeyen, beyaz badanalı, eşyası z pansiyon
odaları . . . Bulantılar başlayıncaya dek .
Şimdi hemen hemen bitmişti korku nç, tek kelimeyle kor
kunç bulantılar, içini dışarı çıkaran öğürmeler, sabah ku sma
l arı . . . Kokulara karşı aşırı hassasiyet, ağrılı göğüs uçları . .. Yal
nızca daha sık acıkıyordu, hiç doymuyordu asl ında, hemen
cecik yoruluyordu . Am a teni pürüzsüz, taptazeydi, yanakl a-
42
rına bir yeniyetme pembeliği gelmiş, keskin hatlarını, sert i fa
desini sevimlileştirmişti . Bu kış, geçen yıllara oranla ç o k daha
az üşümüştü . Yeni yeni tadına vardığı bir adanmışlık, kutsa
liyet, sorumluluk duygusu. Gerçi sigaraya tekrar başlamıştı.
Garson, ağır, çalımlı adım larla yaklaştı , gözlerini kadının
dudaklarından ayırmadan. Sanki sormak istediği bir şeye ce
saret edemiyordu, belki de gizli den gizli ye eğleniyordu . Kır
langıçlı Çin kutusunu, damgalı zarfları, sessizliğe yalınkılıç
savaş açmış, sayfalarca uzayan mektupları hatır ladı . Hiçbir ta
ze esintinin gelmediği, toz, kül, küf, kurumuş kan kokan
mektuplar . . . Sanki kağıttaki mürekkep rengi izler -özenle se
çilmiş sözcükler, kendinden emin cümleler, ün le mler, nokta
lı virgüller 'vb.'ler- bir tükenmezkalemle art arda getirilme
miş, yerkabuğunun çatlaklarından sızmışlardı . Bunca içten,
u stalıklı sevgi sözcüğüne karşın ne kadar uzaktılar! Bunca
acının, kaybın, trajedinin ortasında nasıl soğukkanl ı, nasıl sı
radan ! Sanki ona değil, sağır kalabalıklara, u fuktaki aynalara
sesleniyorlardı. Oysa herkesten çok o gönüllüydü işitmeye,
dinlemeye, her şeyi üstlenmeye . . . Ezberlercesine okuduğu
mektuplardan ona geçen, ağır bir havasızlık, soluksuzluk,
boğulma duygusuydu . Gene de nasıl iç burkucuydular! Ce
zaevi sansü rünün üstünü çizdiği, bir mezar kazıcısı gibi teker
teker arayıp bulduğu sözcüklerde kök salınıştı ilişkileri. Söy
lenenden çok söylenmeyende, simsiyah, kalın şeritlerde . . .
Garson boş bardağı kapareasma çekti önünden, daha d a ça
lımlı a dımlarla çay ocağına doğru yürüdü.
İ nsanların dünyasının kenarına i lişmiş, koyu kahve kabanı
nın içinde, göz alıcı ama başarısız bir tablo gibi oturuyord u .
Çoktan kapanmış bir çağa, artık özlenmeyen zamanlara a it
miş gib i . Kırgın, ayrı , yoğun , donuk bakışları, sanki görme
yerisini yitirmiş, çok daha keskin, çok daha karanlık bir yeri
ye kavuşmuştu. Uçları sararmış, şiş parmaklarını, ojesiz tır-
43
naklarını inceled i . Büründüğü kimlik onu teslim almış, duru
şunu, oturuşunu, i fadesini değiştirmişti . Sırtını daha dik tu
tuyor, sigarayı, zarifçe d udaklarını öne uzatarak içine çekip
d umanı ötelere savuruyor, artık aynadaki görüntüsüne baka
biliyordu . Ama bu dönüşümün kendisi, ardına saklanan ka
dını ele veriyor, göz çukurlarına kara bir yılan gibi çöreklen
miş hüznü daha da karartıyordu . Modası on yıl önce geçmiş
giysilerinin, aşırı kısa eteğinin, buklelerinin içinde tuhaf, do
kunaklı, kasvetliydi . Boyaların birbirine karıştığı yüzü bütü
nüyle çıplak, bütünüyle kırılmış. Çatlak çatlak, sinirli dudak
tan ikide bir titriyordu .
Koyu , acılı, derin bir yalnızlıktı onunki. Hep en ummadı
ğı, en dokunulmaz sandığı yerden, belleğinden vururdu . Yal
nızlığını kollamış, büyütmüş, kanıyla beslemişti, artık çok ça
resiz kaldığında ondan besleniyordu . Bir mumyayı dağılıp
çözülmekten koruyan sargılar gibiydi, ama son gücüyle sarıp
sarmaladığı aşkın içten içe çürümesine engel alamıyordu .
Paylaşılan ortak bir bilinmezden başka bir şey değildi artık
aşk. Belleğin giderek büyüyen sessizliğinde işitip işitmediği
ne emin olamadığı bir yankı. Onun yerini anılar alıyordu, el
den geçirilmiş, kusursuzlaştırılmış, iliğine, kemiğine dek tü
ketilmiş anılar . . . Ü zerlerine ütlenen yorgun solukla defalarca,
anı ol maktan çıkana dek canlandırılm � ş . . . Billurlaşmış bir acı
ve özlem, bedenin tekinsiz derinliklerinde ha li yakıcılığını
sürdüren arzu .
"Filmin adı neydi ? " diye sordu ilgisizce, gözlerinden uy-
ku akan garson.
"Unuttu m ! "
" Eğlenceli mi?"
Dalgın, düşüneeli b i r kadın gibi görünüyordu . Sigara üs
tüne sigara içen, gazetelere bir şeyler çiziktiren . . . Gözleri
masadaki bell i belirsiz yansımasma takılıp kalmış. Kendi içine
44
kapatılmış . . . Ü stünkörü, el çabukluğuyla kotarılmış bir yalan
dı bu görünüm, içten gelecek bir patlamayla sağa sola saçıl
masını engelley en astarımsı bir zardı . Yoksa gerçek benliği
yere devrilir, kapkara izler bırakarak, dizlerinin üzerinde sü
r üne sürüne kaçard ı. ( Nereye ? )
Dışarıda ağaçlar, sokaklar, unutulmuş deniz vardı . Gölge
leri birbirinin üzerine devriten kalabalıklar, başkaları . . . Taş
bina orada duruyordu , bir dağ gibi . Katı, renksiz, sağır, ışık
sız. Sımsıkı örtülmüş pencereler, ise bulanmış havalandırma
delikleri . . Sanki düzinelerce göz aşağılara bakıyor, sonuna
dek kapanmış kapaklarıyla insanların dünyasını tartıyordu .
M id esi bulamyord u, mide si, y üreği, ruhu . . . Dudaklarını ısır
dı, damağına ruj tadı yayıldı, gözleri yanmaya başlamıştı .
Bedeninde iki ayrı varoluş mücadelesi sürüyordu, sonsuza
dek yitip gitmişle hiç başlamamış, bütünü yle ona ait olanla
hiç olmayan, baş döndürücü bir biçimde iç içe geçiyordu .
Yabanıl, vahşi, muhteşem bir şeyin, adlandıramadığı bir şeyin
ısrarla büyüdüğünü, d urmamacasına büyüdüğünü, bebekle
birlikte kendisini de büyüttüğünü hissediyordu . Tekmcleriy
le bağımsızlığını dile getiren, hiçbir sırrını ele vermeyen be
bek, her geçen gün daha çok "olmak" istiyordu . Birisi ol
mak, kendisi olmak, her şe y olmak . . . G ün ışığına bakabildiği
gün , tek başına, ciğerlerini yırtarcasına soluk alabildiği, geri
dönüşsüz ilk ayrılığa, dünyaya koşacaktı . Ortalığı kan gölüne
çevirerek . . . Doğacaktı .
Bir başkasını, öz çocuğunu , yaşamaya mahkum etmişti, ne
gerçeklerinden hayatla ölümün, ne de yalanlarından koruya
bileceğini bile bile .. Kim kimi koruyabilmişti ki? Otuz iki yıl
da kendi yazgısı kıldığı, nesilden nesile geçen bir trajediyi ona
devrediyordu . İnsanların dünyasına incecik, ölümsüz, kop
maz bir kordonla bağlanmak için mi aldırmamıştı bebeği ? Yal
nızlığa karşı , tam ve son bir zafer çığlığı atmak, geleceğin gö-
45
rünmez limaniarına upuzun zincirli bir çıpa sallandırabilmek
için mi? Sonunda kendi hikayesinde var olabilmek için mi ? Ye
nilmiş, yaralı yüreğinden bir yürek biçivermişti ona, taham
mül edemediği suretinden yepyeni bir yüz . . . Artık yı kılamaz,
ölemez, tekmelenemezdi . Bu da onun u fuklardaki aynaya yol
ladı ğı mektubuydu belki, yitirdiği, yitireceği, yaşadı ğı , yaşa
madığı her şeye . . . Bir çocuk. Yerine getinlememiş bir karar,
teninin altına, dölyatağına geri dönüşsüzce sızmış bir ışık,
umut ve pişmanlık, bir rastlantı. Elleri bile oluşmuş, insa n bi
çimindeki mucizemsi leke . Pek yakında, 'Be n canlıyım,' diye
cekti, 'bir mumya değilim ki . . . Hayatın kendisini istiyoru m.'
" B u yurun çayınız. Kusura bakmayın, yeni demiendi d e . . . "
G enç garson nazik mi, alaycı mı olduğu kestirilemeyen bir
ifadeyle tam yanında, tazlaca yakınında duruyord u . Ellerin
den sabun kokusu yayılıyordu . Dikkat çeken esmerlikteki ka
lın, kaba bileklerinde bir çağrı, bir kışkı rtma vardı. Sözcükler
le başı hoş değildi, geviş getiriceesine damağı nda yuvartıyor,
ağzının kenanndan tükücüveriyordu .
"Artık istemiyorum," dedi, bakışları nı parmak izleriyle
dolu masadaki yansımasından kaldırarak . . .
"Efendi m ? İ yi ama . . . "
"Artık istemiyorum . H esabıını getirin lütfen." Ellerini üst
üste masaya koymuş, yukarı bakıyordu . Garson bocaladı, bir
anlı ğına, kadının gölgeli, ıslak gözaltlarına baktı. Yoksa ağla
mış mıydı ? Arkasını döndi.i . Sırtı böyle kaprislere pabuç bı
rakmayacak denli genç ve kaslıydı.
Derin bir soluk alarak arkasına yasland ı . Az sonra çıkacağı
sahneyi inceleyen bir oyuncu gibi, sokağı izlemeye başladı .
Otobüsler işliyor, duraklar bir dolup bir boşalıyor, bankama
tikterin önünde kuyruklar oluşuyordu . Kenti sosyal etkinlik
lerle dolu bir g ün bekliyordu . Herkes yeterince hoşnut görü
nüyordu . Kendinden, her şeyd en . . .
46
Vitriniere külyutmaz gözlerle bakan kadınlar devralmıştı
sokakları . . . Gürültülü, öfkeli bir dünyanın mevzilerini belir
lemiş pazarlık ustalar ı. Parmakları hamarat, göğüsleri sulye n
lerinin altında dimdikti . Çocuklar doğurur, emzirir, büyütür,
evlerinde çeşit çeşit peynir, çerçevefenmiş fotoğraf, ·çiçekler
için porselen vazo bul undurur, garsonlara, kapıcılara, hepsin
den çok da öteki kadınlara pençelerini göstermekten çekin
mezlerd i . Gerçek trajedileri, kayıpları, gerçek aşağılanmaları
sessizce, sır gibi taşır, böylece acılarının boşuna o lmadığına
inanırlardı . Yenilmişliklerini gizleyen uzun, rengarenk tırnak
larta tutunurlardı hayata, bir ermiş sabrıyla kazırlar, kazırlar,
kazırlar, tanrıçaların sabırsızlığıyla parmakianna bulaşan yıl
dız tozunu yalarlardı . ( Oysa o, hayatın aleyhine dava açm ak
için firsat kolluyordu. Tek bir tanık bulabilse . . . ) Ya onlar, on
lar mutlu muydu acaba? Kıyısına köşesine uçurtmalar, oklar,
darmadağınık kadın yüzleri çizdiği gazeteyi katladı, çantasını
topladı. Gözlerini sildi, çoraplarını düzeltti, eteğini çekiştir
d i . Taş binaya baktı . Onca b üyüklüğü, loşluğu, heybeti, cid
diyeti içinde bekliyordu . Gece boyunca çözülüp dağılmamış,
karanlığa katran g ibi sızmamı ştı. Sarsılmazdı, dokunulmazdı,
yok sayılamazdı. Gene de , Tanrı'nın sözcülüğüne soyunan
herkes gibi dünyeviliğini gizleyemiyordu . Buyruklarını daha
da katlanılmaz kılan buyd u . Bir idam h ükmünü, bir saman
kağıdından okumak . . .
Defalarca çiğnen miş, ama insana dair h içbir i z taşımayan
bahçede, sert bir rüzgar dolanıyordu . Uğursuz, lanetli, haya
letli . . . Ağaçları titretiyor, kağıtları, pet şişeleri, birbirine çok
be nzeyen adamlarla kadınları oradan oraya savumyordu .
Karşı konmaz, amansız bir iradeye teslim olmuş kalabalık, bi
naya doğru koşar adım yürüyor, aniden çekilen bir balık ağı
nın içindeymişçesine çabucak sıraya giriyor, ikişer üçer, kapı
lar tarafindan yutuluyordu . Ş i mdi istedikleri kadar çırpınsın-
47
lar, sıçrasınlar, birbirlerinin sırtına tırmansınlar! Ağiarına dü
şen herkesi kolayca öğütmüştü taş bina. Sayısız hayat, yıl,
mevsim, saat, düşle düşkırıkl ığı, umutla pişmanlık ... Vakit ta
mamd ı . Daha değil ! Hayır. Şimdi.
Yüklü bir bahşiş bırakıp kapıya yöneldi . Gece boyunc a di
renen, bir setin arkasındaymışçasına tıkanan zaman, artık yo
l unu açmış, sel suları gibi önüne çıkan her şeyi kendine kata
rak akıyordu . Saf değiştirip atağa kalkmış saniye göstergesi
durmadan i leri atılıyordu . 'Sakin ol kızım,' dedi kendi kendi
ne, 'sakin ol bebeğim! Beni yarı yolda bırakma sakın ! ' Bütün
bedeni dertop olmaya çalışıyor gibiydi, kurumuş boğazından
soluklar geçmiyordu sanki. D işetlerini göstere göstere gülen
taş binanın karşısında, kuytulardan tek başına tirlayan bir bö
cek gibi hissediyordu kendini . Gözlerini ovuşturdu, eteğini
çekiştir di, ağır, acıklı, hantal yürüdü . Sanki arkasında dev bir
kuynığu sürüklüyordu .
Yumurta biçimli çalgının adını anımsamıştı : Okarina!
"Şapkasını unutmuş," dedi genç garson.
" Ki m ? "
"Pencerenin önünde saatlerdir oturan ş u komik kadı n."
48
dam, elmas gibi yağmur damlalarından bir merdiven, gökle
rin u mu lmadık lütfiı. Tırmanmaya başladığında kırılıp dağıtı
yor, bin ışınlı parçalara ayrışıp toprağa yağıyordu .
İ şte o zaman beliriyordu Kadı n . Bataklıklar Tanrıçası . Ö lü
lerin arasından kalkıyor, karanlık sularda el yordamıyla ilerli
yor. Kalçalarına dek gömülmüş çamura, daha derinlere, dün
yanın belleğine salıyor köklerini, saçlarından yosunlar, ölü
yapraklar, sülükler sarkıyor, gözleri bataklık hayvanianna yem
olmu ş . Adamı ereğinin altına, ılık, yumuşak, yapışkan bJlçığa
saklıyordu . Karanlık bastırırken a vcılar da, köpekler de gidi
yordu. Korkunç yeşil panltıların belirdiği, yıldızlar yerine bin
lerce zehirli gözün, bir anda kaybolan binlerce yolun titreşti
ği, hırıltılı rüzgardan başka sesin duyulmadığı bataklıkta kim
se geceleyemezd i . Kadın dışında . . . O buraya aitti . Onun ger
çek dünyası buydu, bu rüzgar, bu sessizlik, bu korkunç yeşil .
Ö lülerle dirilerin birbirini çağırdığı, toprağın karanlığının in
sanınkinden ayırt edilemediği bataklık gecesi . Yolunu şaşır
mış, kaybolmuş, yenilmiş herkesi kucaklayan, yeraltı sularının
düşlerini fi sıldayan . . . Soluk ay ışığında, gıkı çıkmadan, eti yır
tıla yırtıla adamı dünyaya geri getiriyordu . Çamura, kana bu
lanmış. Bir terslik olmuştu, bacaklarının yerinde kollar, kolla
rının yerinde bacaklar olan bir ucube doğurmuştu . Silkinip
kaçmaya devam ediyordu adam, cılız kollarının üzerinde to
pallayarak koşmaya çalışıyordu . Düşe kalka, debelenerek,
em ekleye emekleye . . . Kadın ona saçlarından ördüğü merd.i ve
ni uzatıyordu . "Bu yoldan git," diyordu , iri, ağır, çamurlu
gözyaşlarının karanlık sularda açtığı izi göstererek . . .
Kaldırırnın ortasında durd u . Kayalıkların üzerindeki bir
tanrıça heykeli gi bi, dimdik, kıpırtısız. Bütün tekınelere açık.
Yüzü ifadesizdi, bakışları sabit. Artık hiçbir şeyi alıkoyama
yan, kurumuş kuyulara benzeyen gözlerini hayali bir u tka
dikmiş, çantasını sıkı sıkı karnına yapıştırmıştı . Sesi çıkmıyor-
49
du, kısılmıştı . Rüzgar saçlarını dağıtıyor, onu fırtınaya tu tul
muş bi r selvi gi bi ti tretiyordu . Uçurumun üzeri nde kendini
yakabilir, dumanını savurabi lirdi artık. Bir meydan okumaya,
bi r çağrıya, bir yakanya dönüşmüştü: G EL. 'Bir kez olsun,
bi r an lığına olsun, görün! Yoksa o uzun, acılı bekleyişe geri
döne mem. O boşl uğa . . . Daha fazla dayanamam . '
50
TAŞ BINA
BAŞLANGIÇ
Olgular açık, uyumsuz, kaba . . . Yüksek sesle konuşmaya
hevesl i . Dev taşlar gibi yığılmış olguları, önemli şeylerle ilgile
nenlere bırakıyorum . B eni çeken yalnızca aralanndaki mırıl
danma. B elli belirsiz, saplantılı . . . Kayalar dolusu olguyu eşele
yerek elde edebileeeğim bir avuç hakikatin -ya da eskiden öy
le den irdi, şimdiyse bir adı yok- peşindeyim . Bir ışıltının ardın
dan derinlere, en derinlere dalıp diplere ulaşır d a geriye dön
meyi başarırsam, parmaklanının arasından .kayıp gidecek bir
avuç kumun, kumiann ezgisinin peşindeyim. "Gerçeği söyle
miş olur gölgeden söz eden." Hakikat, gölgelerle konuşur.
Bugün taş binadan, yazının köşe bucak kaçtığı ya da güvenli
bir mesafede durup sözcüklerin arkasından baktığı taş bina-
55
dan söz edeceği m . Benim doğumu mdan çok önce inşa edil
miş, bodnımu saymazsak beş katlı, girişinde basamaklar var.
İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunma
sız bedenle . . . Oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere sesle
nir. Bir " H " harfi alırsın, iki tane "A", "Y" ve "T": HAYAT
diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanede
ki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çam unı saf ölüme çevir
memek . . . Hayat, diye yazıyor um, bir soluktan çok derin bir
iç çekme yle, onu koparıp alabilenleri n . Dalından bir meyve
yi, topraktan bir kökü koparırcasına . . . Sana kala nsa, boş bir
kabuğa kulağını dayadığında duyduğun uğultu . Hayat : İliği
n e kemiğine dek emiimiş bir sözcük, i ç sızısını andıran bir
u ğultu, okyanuslar dolusu u ğultu .
Bir zamanlar gencecik bir çocuk şöyle demiş: Sen hayata
rest çekmezsen, o sana çeke r. Gözü kara bir çocuktu, bir ka
ranlıkla ötekinin meleziydi, taş binayla çok erken tanışmıştı .
Bir daha hiç korkmadı, ya o ilk korkusunu hep hatırladığın
dan ya da unuttuğundan . . . O gün bu gündür yerli yersiz gül
düğü söylenir.
Farz edin ki, taş binaya giden sokakta bir kahve, kahve
nin önünde de yaz-kış bir adam var. ( B inanın içinde dev bir
avlu, aviuyu çevreleyen merdivenlerde insan boyunu aşan tel
örgüler . . . Kimse kendini aşağı atamasın diye . Çünkü insan
hayatı, taşlarda parçalanmayacak kadar değerli son bir- iki
yüzyıldır. Dışındaysa döne döne beşinci kata dek yükselen bir
yangın merdiveni . Gece leri, solu k ay ışığının altında basa
makları tırmanan gölgeler belirir, ama kimsenin indiği görül
me miştir bugüne deği n . ) Hangi çağdan kaldığını kestireme
diğiniz bir kalıntı gibi hep oradadır, kaldırımlarda . . . B u labii
diğinde gazetelerin, kartonların, mukavvaların üzerine otu
rur. Yanı başında boş şişeler, yemek artıkları, kusmuk, idrar
birikintileri görmek mümkündür. Ay yüzeyi gibi pürtükl ü,
56
derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış yüzü,
hiçbir sırrını, yaşını dahi ele verme z. Ama bu yara izini , yer
yer içeri göçmüş kafatası boyunca izlerseniz, bir dağ yolunu
izlercesine, ıssız, hüzünlü göz çukurlarının çevresinden dola
nıp bir uçurumun kıyısında bulursunuz kendiniz i . İnsanların
değil, rüzgarın ve ay ışığının, taşların diliyle konuşan bir uçu
ru m . Adını sormaya cesaret edemeyeceğinizden, ona altabe
nin ilk hartini verebilirsiniz: A .
Bu kahvenin müşterilerinin hayatı öylesine yalı n, öylesine
sıradandır ki, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri yapay, zor
lama, cilalı bırakır. Zaten kimse uzun uzun kendini anlatmaz
burada, anlatsa da dinleyen birini bulamaz. Bu kahvenin
müşterileri, tıka basa dolu da olsalar, yıkı mla, yenilgiyle, aşa
ğılanmayla, insanların özünde iyi olduğuna inanırlar, fakat
yeryüzünde neden bu denli kötülük olduğunu bir türlü açık
layamazlar. Her biri kendince dünyayla, 'dünya' dediği yok
sullukla, yoksunlukla, hayal kırıklığıyla kapışmıştır, olabildi
ğince, k endi bildiğince . . . Yumruklarını sıkarak, söverek, alt
tan alarak, çalarak, çabalayarak, he psinden çok, yetinerek . . .
Çok da fazla seçenek yoktur aslında. Ama cehennem bile o
kadar kötü değildir baze n, orada bile bir bardak çay, kuru la
cak, sahip çıkılacak bir köşe bulunur, dostça bir e l, bir gü
lümse me, tanıdık bir ezgi .
Farz edin ki, tabelasız kahvenin karşısında, müdavimleri
nin dışında pek az kişinin kabul edildiği, iş bilir görevlilerin
sabaha dek kapıda durup sarhoşları, olay çıkaranları taksiye
bindirdiği bir bar var. Bu barın gedikiiieri içinse, karşıdaki
hayatlar, günün birinde anlatmak istedikleri birer öyküdür.
İ nsan üzerine bir öykü kurgulamaya giriştiklerinde . . . ( Öykü
aniatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla,
parmaklarını yakmadan ? ) Kekremsi bir ölüm tadı bırakır da
maklarında. Bu kokuşmuş düzenden, sistem denilen bunca
57
pislikten, ruhlarının saat gibi kurulu labirentlerinden usan
dıklarında, son bir umu tla, gözlerini sokağa çevirirler. Parlak
camda yansıyan imgelerinin ardında beliren, yan-karanlık,
suskun, kestirilemez arka sokaklara . . . Avlulara, bodrumlara,
tünellere, özgürlük hayaletinin zincirlerini şakırdata şakırda
ta dolaştığı gizli dehlizlere . . . Kendilerininmiş gibi hissettikle
ri o sokaklardan fazlaca gürültülü adımlarla, derin izler bıra
karak geçerler, başkalarının süpürdüğü merdivenlerden aşa
ğılara iner ve çıkarlar. Düşkünlük, kendilerine zaman zaman
tanıdıkları bir hak, alçaklık, tadında bırakılınca keyfini çıkar
dıkları bir ayrıcalıktır. Hem kim istemez ki serüven ve müca
dele dolu bir hayatı ? Ü stelik onlar, Titan lar kadar ağır bedel
ler ödemiş, yeterince kayıp vermişlerdir. Kıyasıya vuruşmak
tan, kavgaya tutuşmaktan, riskiere atılmaktan hiç çekinme
mişlerdir. Herhangi bir karşılık beklemeden sözcüklerini
sunmuşlardır bu aldırışsız dünyaya, içlerinde kendi yansıma
larını görebildikleri koca koca, büyük harfli sözcüklerini . . .
Arka sokaklardan yeterince umutsuzluk devşirdiklerinde, bir
birine benzeyen y eterince öykü, suç , günah, itiraf, kendi yaz
gıtarına bıraktıkları yerden geri döner ler. İyinin ve kötünün
ötesine geçip insan özgürlüğünün cehennemini kurgulamak
için . . . Mutlak iyiden ve mutlak kötüden uzakta, ortalamala
rın güvenli uzaklığında . . . Sonuçta her insan hayatı bir yenil
gidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi .
Kahvedekilerse cehennemİ bilirler, adını koymasalar da . . .
" Ö zgürlük" onl ara tellerle çevrili aviuyu hatırlatır. "İnsan"
denince . . . İnsan daha ilk çığlığından 'insan' olarak doğmaz
mı zaten? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yerin
mesi daha da güçtür.
A . 'ya gelince . . . Kimsenin dikkatini çekm ez. Boş bir çuval
gibi pencerenin önüne serilmiştir, dünyanın suranna çarptığı
bütün kapıların önüne serildiği gibi . Bütün sokaklar onu n-
58
dur, ama o h içbir yere gitmez . İçerideki bir şeye - belki soba
ya, belki televizyona- sevdalanmışçasına . . . Baka baka eskittiği
bir şeye . . . Kirli cam, varlığı nın görüntüsünü yansıtır. Lekeli,
çok lekeli . . . Onun varlığı, insan ü zerine uzun bir ş iirdir.
Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam
kabarır, gecemsi bir kahkahaya dönüşür. Katıla katıla güler,
gülrnekten yere devrilir, tekrar kalkar, bir türlü kendini tuta
maz, gütmeye devam eder. Deliliğin sisli halesi onu soğuktan,
acıdan, tokatlardan korumasa da, taş binanın ilk anılarından
korur. Dayak yerken bile güldüğü söylenir, sanki doğduğun
dan beri hiç ağlamamıştır. ( N e de olsa, hüzün herkesin sahip
olamadığı bir lüks . ) Dünyayı anlamaya çalışmaz - sanırım
onun adına ben yelteniyorum buna. Öfkelenmez de . . . Pis su
ya atılmış bir sünger kadar içindedir dünyanı n . Dünya da
onun . . . Bakışlarının altında eskir, yıpranır, içi oyulur, saf ça
mura dönüşür. Hem 'dünya' dediğin nedir ki, camcia beliren
bulanık bir imgeden öte! Leke li, çok lekeli, hiçlik üzerine
uzun bir şiir. Biraz sen konuş A., gölgeni esirgeme sözde n.
Yeterince gölge ver ona, gölgelerin ağırlığıyla bütün gerçeği
söyl et!
Şimdi gülmemi ertdeyip sizi taş binaya götüreceği m. Kö
şeyi dönünce kendinizi bir çıkmazda sanacaksınız ama yol
tam merdivenlerin önünden sola kıvrılır. Bu noktada durup
insanların dünyasıyla vedalaşacaksınız. Sizi buraya getiren
yol, bir daha geri götürmeyecektir. İçeride gece gündüz ışık
yanar, çiğ, insafsız ışığın altında her şey, herkes kendi gölge
sine eşitlenir. Kısacık bir yanıt olup çıkar sorulacak bütün so
rulara, birkaç cümleyle özedenen bir yazgı . Bir itiraf. Saat ba
şı koparılıp alınan bir itirafa dönüşür. İnsan: en eski bilme ce,
konuşan madde .
Bir zamanlar birini sevmişti m . Gözlerini bende bırakıp
gitti. Bı rakacak başka kimsesi olmadığı için. Sevmek . . . Yüre-
59
ğin döküp saçtıklannı, bunca karanlığı eşeleye eşeleye bul
d uğum bir sözcü k. Kimse bana "H erkes sevdiğini öldürür"
dememişti ki! Taş binada birlikteydik. Sesleri dinledim, din
ledim, bekledi m . Sıra bana geldiğinde, henüz gün doğma
mıştı .
B ana inan mıyor, taş binayı benim bir düşüm sanıyorsu
nuz, değil m i ? Ama zaten bizler, düşlerin mayasından yaratıl
madık mı? Eninde sonunda şafak söker, kan kırmızı izler be
lirir doğu ufkunda . . . Gergin , donuk, yamyassı gökyüzünde
katıtaşır kalır yıldızlar, teker teker görünmeze dağılır. Sonun
cu y ıldız bir ip sarkıtır, aşağılara, bizlere doğru. S usmuş ge
cenin, ikiye yanlmış, kan içindeki sözcüklerin, ele veri lmiş,
sahipsiz gölgelerin, kimsenin istemediği yürek rengi düşlerin,
kanatianmış ölülerin tutun up tırmanabileceği . . . Aramızda ya
şamaya gelmiş, vedataşamadan dönüp gitmiş bütün düşlerin
derinlere tırmanabileceği . . . İ çinde herkesin, her şeyin kaybol
duğu en derinlere . . .
Beni duymuyorsunuz, değil m i ? Belki geçmiş zamanda
anlatmamal ıydı m . Şarkıya gene yanlış y er den, yanlış perde
den girdim.
60
İNSANLAR
A. öyküsi.inü hiçbir zaman bitiremedi, insan hayatından
daha dolambaçlıdır cehennemin halkaları . . . Günler geçti,
mevsimler y enilendi ama o, bir genişleyip bir daralan çem
berler çizdi taş binanın yörüngesinde. Yürüdü: yürüdü, yor
gunluktan kaldırırnlara çöküp kalana dek habire yürüdü.
Aşındırdığı yollarında hayatın, gecemsi kıyılarında . . . Hep dı
şarısında bırakıldığı kapıların önüne bir rulo gibi kıvrılıp kal
dı, çamur ve idr ar birikimilerinde soğuktan titreyerek . . An
.
63
Onu son gördüğümde, ağırlaşmışçasına öne düşmüştü
başı . Saçları alnını, gözlerini örtüyordu . En korktu ğu m, o an
bakışlarını yerden kaldırıp bana bakmasıydı . En korktuğu m . . .
En çok istediğim de buydu, bakması, görmesi, bir sözcük
mırıldanmasıydı . Bir işaret, bir sitem, bir veda . . . Hiçbirini
yapmadı . İşte böyle bıraktı gözlerini bende. B ırakacak başka
kimsesi olmadığı için.
64
kafeslerinden, tutunup dik dur abileceğin, karanlıkta bir mum
gibi tutuşturabileceğin, avuçlarının içinde saklayıp okşayabi
leceğin sözcükler. Duvarlar katılaştıkça düşlerin genişler.
Gökyüzünde yürürsün, kırlarda, kumsallarda, suların üzerin
de yürür, yürür, yürürsün . Çılgınca, doludizgin koşmak zo
nındadır düşgücünün atları, seni içine çekip almış, taşiara
doğnı firlatmış bu girdaptan daha hızlı koşmak zonındadır.
Uğursuz bir lekeyi, bir zamanlar sevilmiş bir insanın gözleri
ne, dalları meyvelerle dolu bir ağaca, balta girmemiş orman
lara, kıtalara dönüştürür. Çöllere ve denizlere, kervanlara, ar
dı sıra ruhunu üflediğin yelkenlilere . . . Renk renk, imge i m -
ge, bitimsiz öykülere . . . Karşı kıyıya varamayacak, sabahı çıka-
ramayacak öykülere . . . Koskoca bir evren bulup yoğurur hiç-
likten, gün doğarken, doğd uğu yere, hiçliğe iade etmek için.
Saf ışığın renginde bir dünyaya açarsın gözlerini. Açmak is
tersen. Sonra o ses, seni çağıran, avutan, senin adına çığlık
atan, senin gecene karışan ses de sustuğ unda, yalnızlık bile
yok ol ur.
65
zen sözcüklerden korkuya kapılarak, bazen kendi sesini yar
dıma çağırarak d urmamacasına konuşuyordu . Damarları
mosmor, geçit vermez bir ormana dönüşmüş yüzü kıpırtısız
dı, iki yana hatifÇe salınımlan dışında gövdesi de; ama par
makları sürekli deviniyor, işaret ediyor, birleşip ayrılıyor, gö
rünmez bir kili yoğurdukça yoğuruyordu . Çaldığı bir ekmek
somunuymuşçasına avucunun içinde gizliyor, ısıtıyordu söz
cükleri, iri lokmalar halinde koparıp teker teker biçimlendiri
yordu . Bir y ükselip bir alçalan, son noktaya varamayan, kesik
kesik bir konuşmaydı bu, sıçramalarla, çemberlerle, çıkmaz
lada dol u . Bir serzenişten ya da söylevden çok, bir öyküyü ya
da masalı andırıyordu . Titrek, sallantılı insanlık durumu üze
rine bir söylenceyi . . . Görünmezin mürekkebiyle hayata mek
tup yazıyordu belki, ya da yalnızca dipnotları düşüyordu. En
kimsesiz, en hırpalanmış sözcüklerle bir araya getirmeye çal ı
şıyordu dağılmış parçalarını, gazete kağıtlarından yamalar ya
pıyor, sağa sola atılmış, isimsiz nesneleri, sonsuza dek kay
bettiklerinin yerine koyuyor, bu çerden çöpten dünyadan
kendine bir ruh biçiyord u . Ya da başkalarının 'ruh' dediği bir
şey. Taşlarla konuşuyordu A., gecenin rutubetini, soğuğunu,
ıssızlığını e mm iş kaldırımlarla, asfaltın gizlediği toprakla. . .
Ağaç köklerinin ölülerle, kurbanların kati ller, ateşin, demirin
ve külün, yeniden doğum sancılarıyla iç içe geçtiği belleğiyle
toprağın . . . Yorgundu , müthiş yorgun, kendi yolunda dönüp
duran ortak dünyamıza doğru tek bir adım atamayacak ka
dar. Baliaşmış ceketinin, belinden düşen panrol unun içinde
u falmış gibi ydi, ama bu kupkuru beden bile yanında taşıyıp
götüremeyeceği kadar ağırdı . Ayakkabılarının bağcıkları a lın
mış, oynaramadığı kollarıyla bacakları ölü yapraklar gibi sark
mıştı . Bütün sokaklar onund u , ama o hiçbir yere gitmiyordu .
Orada, taş binanın önünde, öylece, sallanarak d uruyordu,
ağır ağır aralanan, kapanan, aralanan bir göz gi bi. Yeryü zü-
66
n ün kırış kırış derisinde eski bir yanık i zi, bir doğum lekesi gi
bi. Son biçimine, insan biçimine ulaşamadan katılaşan, üzeri
ne basıldıkça sınırlarından dışarı akan bir gerçeklik lekesi . Şa
şırtıcı derecede ötkesizdi - her şeyi anlamış, her şeyi bağışla
mıştı. Kaşları çatık, dikkati yoğunlaşmış, sesi duru, ciddi, ne
redeyse duygusuzdu, ama çok ender, bütün kaslarını ele ge
çiren bir seğirmeyle sarsılıyor, h ummaya tutulmuşçasına tit
riyor, karanlık bir dalga, yüzünü boydan boya alıp götürü
yordu . İ ki ıslak, yal nız yıldız gibi sönüyordu gözleri. Sanki
yüreğindeki bir tornavidayı sıktıkça sıkıyor, bir çiviyi söküp
çıkarıyor, kendi hikayesinde tamamlanma yı, uç vermeyi, zor
lu bir çiçeklenmeyi başarıyordu . O zaman susuyor, küskün,
umutsuz, ' İ şte , hayat böyl e ! " dereesine ellerini havaya açıyor,
rolünü tamamlamış bir soytan gibi kalabalığın alkışını bekli
yordu . Oysa yaraların diliydi onda konuşan, yaraların ve yal
nızlığın, terk edilmiş pazaryerleri nin, sokakların, ranzaların ,
içinden kimsenin geçmediği öykülerin . . . Suskunluktan kopa
rılmış sözcüklerin, aşılmaz bir sessizlik halesiyle çevrelendiği
ve suskunl uğa geri döndüğü, kimsenin işitmediği, kimsenin
istemediği bir di l . İ şitilseydi, belki Sirenierin şarkısı gibi in
sanların dünyasını kendine doğru çağırır, taş binanın kayala
rında parçalardı. Görme yetisinden feragat etmiş gözlerine
bir bakan olsaydı, dünyayla dolan bir ayna görürdü orada, o
kadar. O aynanın kendi gözlerinde de bomboş baktığını gö
rür, saf çamura dönüşürdü . Ama artık yalnızca taşiara sesle
niyordu A . , taşın altında gizlenen toprağın suskunluğuna . . .
Omuzunda u yuyakalan yaralı bir güvereine yazıyordu mek
tu bun u . Rüzgara ve ölülere . . . Bir yara iziyle, eşit olmayan iki
parçaya ayrılmış hayatını tuttuğu bomboş elleriyle konuşu
yordu A. ve hiçbirinden yanıt beklemi yordu . Sonunda gül
ıneye başladı, zincirlerinden boşalmış, korkunç bir kahkahay
la, kendi öyküsünden geri çekildi . Silip attı ismini hayat de-
67
nilen alaşımdan . O devasa, bulanık, anlaşılmaz tablodan ken
dini kazıp çıkardı, dünyayı, boş beyaz bir kiğıtmış gibi, yeni
başlayan güne saldı .
68
gen bir zara dönüşmüştür. Kendi yüzünü görmek istersen bir
ırmak dolusu ağlarnan gerekir. Sana kimin suretinden yaratı l
dığını gösterecek çamurlu bi r yeraltı ırmağı . Uçmaya hazır
mısın? Bilmiyoru m . ALIN B UN U BEŞiNCİ KATA!
69
TAŞLAR
KORO
73
bir oyunu . Yoksa özünde hepimiz aynıyız, hepimiz birer kur
banız . Belki de bunları söylemiyor, adresimi, doğum yerimi,
doğum tari himi sıralıyord um. Birden, cümle min orta yerin
de, sanki biri beni ismimle çağırmışçasına başımı dışarı çevir
dim, kapı aralıktı o an, sonradan çok düşündümse de ne za
man aralandığını hatırlayamadı m . Dehşet içinde gözlerimi
kapadım, kısacık bir sonsuz düşüş anı boyunca - keşke kapalı
tutsayd ım- sonra yeniden açtım . Düşlerdeki gibi belirmişler
di, insan boyunu aşan tellerin, çıplak duvarların, taşların ara
sında, !oş yeraltı koridorlarında . . . Karanlık onları yarı yarıya
gizliyor, daha da koyultup düşselleştiriyordu . B irbirlerine da
yanmış, ağır ağır yürüyorlar dı, çok ağır . . . Duralayarak, sende
leyerek, yalpalayarak, tökezleyerek . . . Suyun altındaymış ka
dar sessizce, ruhlarına işlemiş bir sessizlikle . Zeminde sürü k
lenen, taşlarda kırılan uzun gölgeleri kadar. . . Bu me safeden
bile, neredeyse insanüstü bir güçle, cam kırıkları üzerinde yü
rüyormuşçasına attıkları her adımdaki ıstırabı görebiliyor
dum, yan -çocuk yüzlerini çarpıtan, sırtlarını kamburlaştıran,
hücre hücre uzuvlarına yayılan dayanılmaz acıyı. .. Alçı rengi,
kül rengi, kıpkızıl, mosmor izlerini darbelerin, susuzluğun,
soğuğun . Tek adım atamayacak kadar bitkindiler. Penceresiz
odalardan, gün ışığı görmeyen bodrumlardan, çığlıkların sır
claşı duvarların, gölgelerin arasından çıkıp gelmişlerdi . Yerin
yedi kat d ibinden . . . Görünürle görünmezin sınırlarında, ka
ranlıktan oyulmuş, genç, sessiz siluetler biçiminde belirmiş
lerdi . Büyük acılara mal olan adımlarla, prangaya vurulmuş
çasına ağır ağır, eziye tle, devasa bir y ükü sürüklercesine yü
rüyorlardı . Hepsinin ayakları yaralıydı. İ çlerinden en büyü
ğünün -on altı, on yedi yaşlarındaydı- kırılmış bacağı dizden
aşağı kirli bir bezle üstünkörü sanlmıştı . Dayanacak değneği
olmadığından, yanındaki boyca k�ndine yakın çocuğa tutun
muştu . Dişlerini sıkmış, yüzünü allak bullak eden, yanakları-
74
nı cılız kanatlar gibi titreten bir çabayla, acı içinde sıçraya sıç
raya ilerliyordu . Taşın hep ötelere sürüldüğü zalim bir seksek
oyunundaymışçasına . . . Başları öne eğik, gözleri boşlukta bir
noktaya sabitlenmiş, bakışları donuk, tek sözcük söylemeden
geçi yorlardı . Bir an nerede olduğumu unuttum, cephe geri
sinde bir sahra hastanesinde, savaştan dönen askerlerin ara
sında sandım kendim i . Ardı sıra çözülüp dağılan sargı bezle
ri bırakarak, yavaş yavaş yaklaşan bir yaralılar taburu, ölüleri
ni sırtlanmış, çamura, bozguna, simsiyah, pusuda bekleyen
bir kana bulanmış . . . Taş binanın çocuklarıydılar bunlar. Ka··
ra-kuru, öldüresiye değilse de kıyasıya dövü lmüş suçlu ço
cuklar. Nesiller boyunca işlenen suçları devralm ış, soğuğa ve
aşağılanmaya bizden daha alışkın, kemikleri daha hızlı kayna
yan . . . Acımasız sokakların , terk edilmiş pazaryerl erinin, ran
zaların, birbirinden ayırt edilemeyen vesikalık fotoğrafların,
kolay kolay ölmeyen, trajedinin kendine layık bulmadığı, bel
ki birkaçını 'ıslah edebileceğimiz' çocukları . . . Görünmezin
sınırlarında sessizce belirmiş, ıssız vadilerden, bataklıklardan,
yeraltının ışıksız düşlerinden çıkıp gelmişlerdi. Çölün orta
sındaki gibi uzak ve yalnı z. Sanki aylardır, yıllardır yürüyar
Iardı ve daha aylarca, yıllarca yü rüyeceklerdi ( Oysa tek adım
atacak dermanları kalmamıştı ) . İ nsan ömründen daha uzun
bir çemberde, taş döşenmiş sessizlik yollarında, gecemsİ kıyı
larında hayatın . Kördüğümlerinde, yol ayrımlarında insan
oluşumuzun . . . Kendi çocukluklarının cesetleri gibi bizimki
leri de sırti anmış. Lime lime sarkıyordu çağın ruhu üzerlerin
den, üstünkörü m umyalanmış ortak ruhumuzdan çözülüp
dağılan sargıl ar artları sıra derin, karanlık bir iz bırakıyord u .
Yeni çiçeklenen dallar gibi birbirine kenetlenm iş, yüzleri kül
rengi, başları ağırlaşmışçasına öne eğilmiş, boşlukta bir nok
taya sabitlenmiş bakışları donuk, tek sözcük etmeden geçi
yorlardı. Belki hiç konuşmadan bir selam, bir sır, bir lanet de-
75
ğiş-tokuş ederek, bazen 'dayan' diyerek yanındakine, bazen
'boş ver ! ' Ve onlar geçerken dünya bütünüyle susuyor, so
luğunu salıyor, bir ayna kadar kıpırtısız ve suskun, gözlerinin
içine bakamadığı sakatianmış çocuklarını izliyord u . Ansızın,
içlerinden biri d u yulur d uyulmaz bir sesle şarkı söylemeye
başladı . Ezgisi tanıdık ama sözlerini anlamadığım, belki de
sözcüklerin dünyasında karşılığı olmayan bir şarkı . Sanki cep
lerinde, kırımıların arasında gizle diği bir sornun u çıkarıp pay
Iaşıyormuş gibi . Hemen ona katıldılar, birinin bıraktığı yer
den öteki sürdürüyordu yalın, tekdüze, duraksız ezgiyi, ses
leri giderek yükseliyord u . Yaşamak için söylüyorlardı, tutkuy
la, yaşam adına, ellerinde avuçlarında ne kalmışsa ortaya ko
yarak . . . Gözlerinde kısacık bir an boyunca beliren ışıltıyla,
hala ve herşeye karşın beliren güçlü, saf, fışkıran ışıltısıyla ço
cukluğun . . . Son mumunu yakınışiardı dirençlerinin, karan
lıkta tutuşan, alevler içinde kalan yalın bir ezgi yle . . . Uzun,
anlaşılmaz, durdurulamaz, büyülü . . . Yeryüzünün, şimdiye
dek pek azını gördükleri yeryüzünün en ıssız yerinden, buz
dan bir kıskaca alınmış yürekten geliyordu bu ezgi, kabarıp
taşıyor, her şeyden yeniden doğuyor, taşların arasında bile
gökyüzünü yeniden kuruyord u . Yoluna çıkan her yüreğe ko
yu koyu, ılık ılık yayılıyor, onu akşamın hüznüyle dolduru
yor, sonsuza çekip götürüyordu. M utluluğa, umuda hiç ben
zemeyen bir yaşama sevinciyle, nesnesi belirsiz bir sevme gü
cüyle . . . Durmamacasına yükseliyor, yükseliyor, onu işiten her
insanla yükseliyor, ufuklarda sarı bir çizgiye dönüşmüş gün
batımının ötesine geçiyordu . Aslında seslendiği yere, sahipsiz
bir yüreğe, H içkimse'nin yüreğine doğru, gökyüzünün de
rinliklerinde uçup gidiyordu . İ çinde her şeyin, herkesin kay
bolduğu bir yolda . . . Kendi gecesinde kayan bir yıldız gibi .
Belli belirsiz duyduğum koro yanı başımda, kapıının
önünde, bakışlarıının menzilindeydi . Giderek daha yakın, da-
76
ha gerçek, daha derin, daha bend en. İşte o an, bütün çare
sizliği ve görkemiyle İnsan 'ın ezgisini işittiğim, tanıdığım an
-hepimiz tanırız bu ezgiyi, tanıyamadığımız onda kendi sesi
mizdir- parmaklannın arasından kaydım hayatın . Tek başına
anlamsız bir 'A' gi bi, ' H 'lerin, 'Y'lerin, 'T'lerin arasından ka
yıp düştü m . Bir daha bir araya gelemeyecek, birbirini işite
meyecek parçalara ayrıldım . Daha uzak, yitik, sağır ben'lere . . .
Taş binadan asla çıkamayacaktı m .
Bir gardiyan, çocuk- hırsızları, yankesicileri, oto farelerini,
on sekizini doldurmamış gaspçıları, hepsi falakadan geçmiş
'küçük suçlu'ları nezaretten çıkarmış, tuvalete götürüyordu .
Ansızın içlerinden biri, anlamadığım bir dilde bir şarkıya baş
lam ış, hepsi ona katılmışlardı . Sesler giderek yükseldi, sonra
birdenbire bütünüyle kesild i . Tıpkı belirdikleri gibi, karanlık
koridorların derinliklerinde yok oldu lar, çıplak duvarların,
taşların, insan boyunu aşan tellerin arasında bir sonsuzluktan
içeri savrulup gittiler. Hala işittiği m , hala aradığım o büyülü,
bambaşka ezgiyi söyleyen, hep söyleyen, genç, sessiz, karan
lık gölgelerin korosu . . . .
77
lerinin, dirsekierinin üzerinde, kayaların ardındaki görünmez
ırınağa doğru, dudaklarını kanatan bir susuzlukla . . . Karanlık
sularda uyanma yı, çoktan ölmüş olmayı düşleyerek . . . Anla
mını çözmüşsündür artık, d uvarlardan, derinlerden, en de
rinlerden gelen ezginin. "Bırakın gideyim," der genç ölüler
korosu, sürekli ve hep bunu der, başka birşey söylem ez. Da
h a fazla dayanamaz, kafanı sert taşiara vurursun, yüreğinin
kapısını çalareasma yeryüzünün . . . Gene de insafl ıdır taşlar,
seni kendi suretinden esirger . İ çinden çıkıp gittiğin, ikiye ya
rılmış bir kabuk gibi geride bırakmışsındır yarı çıplak bedeni
ni, sanki bir zamanlar sahip old uğun bir bedeni . Sözcük söz
cük dışarı akmışsındır kendi öykünden, külrengi bir rahim g i
bi uzayıp giden taştan gecede pıhtı pıhtı dağılmışsındı r. Bun
dan öteye gidecek yerin yoktu r . B u taşlar, kuytularda esen,
çığlıkları, iniltileri, yakarışiarı taşıyıp getiren bu rüzgar, tirtı
nalı karanlığın uğultusu, korku yla birbirine sarılmış sahipsiz
gölgeler, yarışmak bilmeyen, sürekli, tekdüze bir ezgi . . . Söz
cüklere bile geçit vermeyen gecede seslendiğİn şafak, bu
dünyanın h enüz görmediği bir şafaktır.
78
tutan her ne idiyse, ansızın kollarından bırakıvermişti . Bu ıs
sız, bütünüyle yabancı uçunı mda, sarılabileceğim, tırnakla
rımla, dişlerimle olsun tutun up tırmanabileceğim tek bir söz
cük bulamıyordum . Bulsam bi le, bu çıplak, alçı rengi ellerle,
kırılmış dişlerle mi tutacaktım kendi mi? Ü st dişlerimden ara
lıksız boşalan kan, ılık ılık, sinsi ve sevecen, dilimde, damak
larımda dolanıyor, dudaklarımın kenanndan sızıyor, genzime
doluyordu . Titrek, yitik bir gövdede daha fazla kalamazmış
çasına can havliyle damarlardan fi rlıyor, ama sanki giderayak
beni terk etmeye kıyamıyordu . Ne kadar uzun sürüyordu ka
nın kunıması. . . Canım acımıyordu, dedikleri gibi tuzlu da
değildi tadı, ama çenelerimin durmamacasına birbirine çarp
masını engelleyemiyordum. Hiçbir şey korktuğun kadar kö
tü değildir, derlerdi, insan soyunu tanımayanlar, acının bir
başlangıcı bir de �(')nu oldUğuna İnananlar. . . Hep aşina uçu
nımların tepesinde dolandıklarından, Korkunç'un sonsuz
çemberierine yakalanmayanlar . . . ' Eninde sonunda şafak sö
ker,' derlerdi. Hem geceden başka nerde bekleyebilirdik şa
fağı? Gün doğmadan Üf kez ele vereceksin beni.
S O N ÖZGÜR ÜLKEN
79
Başka bir d ünyada açmak için kaparsın gözlerini . Henüz s ön
memiş, henüz yaratılmamış bir dünya . . . Ağır ağır, acıyla i lerkr
sin gecede, hep aynı geced e, duvann bitimindeki pencereye,
bulanık cam da yakalanmış, uzak ve tuhaf insan yüzüne doğru . . .
Lekeli, darmadağınık, zamand ışı. Kendi imgenin ardında, bula
nık bir görüntü biçiminde beliren d ış d ünyaya doğru ilerlersin.
Ufukta bekleyen kılavuz yıldızının -senin yıldızındır artık o
buz mavisi çağrısına doğru . . . Pervaza tutu nur, ağır ağır doğru
lursun, yıkımıların üzerinde yükselen yeniay gibi. Gökyüzünün
basamaklarını tırmanmak, soluk altın rengi bir ışığa dönüşüp
geceye yağmak istersin, karanlık sulara, insanların u z u n, tedir
gin u ykusuna, yanmış ormaniarına d üşlerin. Ayırt edemezsin ar
tık taşın karanlığını geceninkinden, taşın gecesini insanınkin
den . (Medusa'nın kesilmiş kafasından yaratılmıştı Pegasus, en
eski kandan, taşın damarlarından doğup bir yıldıza dönüşmüş
tü . İşte bu yüzden, yalnızca ölülere aittir yıldızlar, onların yü
züdür Samanyolu'nun çizdiği . . . ) Sessizce aşağılara bakarsın, ıs
lanmış, parlayan çatılara, ne senden ne de yokluğundan bir iz
taşıyan sokaklara, ıneydanlara, köprülere, kentin karmaşık, kay
gısız, kararsız ışıklarına . . . Yepyeni bir kayboluştan başka bir şey
vaat etmeyen u fuklara. Bir başına, acıyla, dimdik doğrulursun,
umudun ve umutsuzluğun, iyinin ve kötünün ötesine, güçten
kesilen kolların iki yanından kırık kanatlar gibi sarkar. Soğuk bir
hava akımı biçiminde yüzüne çarpar son özg ür ülken, sonsuz
lukla dolu bir rüzgar saçlarını dağıtır, ama sanki seni yeniden bir
araya getirir, parçalarını toparlar, yüzünü sana geri verir. Uyku
ya susamış gözlerinde usulcacık dolaşır ay ışığının parmakları,
bir mucizeymiş gibi gösterir h ayatı, gözkapaktarım örter canını
hiç yakmadan. Artık yaralana maz gövden, gerili bir yay gibi tit
rer, son sürgününü bekler yeryüzünün kapılarında. Yalnızca bir
çift yürek vuruşudur bir u fuktan ötekine yolculuğun, sabah yıl
d ızı, senin yıldızın, yanına kadar tırmanabileceğin ipi uzatır, ilk
kez böylesine bilincine vararak suçsuzluğunun, başını yaslarsın
80
dikenli geceye. Tek başına, yenik ve mağrur, burada kesişmiş
bütün yazgılan sahiplenir, rüzgarda sessizce sallanarak, kendi
kayboluşunun içinde dimdik durup yaşamın ve ölümün yalanla
rını üstlenirsin . Bir kez daha, son defa duyulur görkemli ezgisi
koronun, hafifçe başlar, giderek ya yılır, dalga dalga yükselir,
dünyanın bütün seslerinin ve sessizliklerinin, göklerinin ve ge
celerinin ötesine yükselir. "Durma! Atl a ! Atla aşağıya ! " Seni ça
ğıran, en gerçek sesinle seni ve yalnızlığını çağıran o uzak, ina
nılmaz, muhteşem koro, zafer ya d a bozgun davullan, o rüz
gar . . . R üzgar.
81
DÜŞLER
MELEK
85
yordu . Kimi yalnızca aslan yelesini andıran taranmamış saçla
rını fark etti, kimiyse çökmüş yüzünde bir çift ıslak, yalnız yıl
dız gibi parıldayan gözlerini . Hiçbirimiz uzun uzun bakama
dık ona. Belki dans eden bir ışık okuydu gördüğümüz ya da
yalnızca esintisini hissetmiştik, baharla, erguvanlarla yük! ü,
dipdiri esintisini. Bu kadarı bile yetmişti bize . Çırpınan bir
kanat sesi, küçücük bir şar kı, kendiliğinden çiçeklenen bir
anı, birkaç damla yağmur. Bizleri işitmiş, bir çırpıda inmişti
gökler katından, elleri kolları, cepleri dopdolu, ay ışığına, yıl
dız tozuna bulanmış mektuplarla, müjdelerle, vaatlerle, ezgi
lerle . . . Y ağmur damlalarını taşıyıp getirmişti, coşup taşan ba
şıboş ırmakları, kabaran dev dalgalarını açık denizlerin, uzak
ları . . . Kimine çocukluğunu geri vermişti; kimine sonsuzluğa
çekip götüren bir çağrıyı. . . Kimine çarnların kokusunu, kimi
neyse hışırtısın ı . . . Vahşi bir hayvan g i b i koktuğunu söyleyen
ler oldu, yabani güller, balta girmemiş ormanlar, firtına son
rası deniz gibi, ama aynı zamanda insan insan kokuyordu .
Hepimizi kucakladı, kıvrak kanatlarının usulcacık bir doku
nuşuyla, bir fısıltıyla, birkaç damla gözyaşıyla h epimizi yatış
tırdı . D üş kurmuş olamazdık, çünkü çoktan tüketmiştİk düş
lerimizi . Bir araya gelebilseydik -ki hiç gelemedik- onun dar
madağın imgelerini toparlayabilir, şu senden, bu benden di
yerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda kesilen öyküsünü
kendimizinkinden birer cümleyle tamamlayabilir, onu kurta
rabilirdik. Belki de yapamazdık. Yitirdi ğimiz, sonsuza dek yi
tirdiğimizdi o, çoktan yitirdi ğimiz, yitireceğimiz her şeydi.
Yorgundu , çok yorgundu, tükenmişti, açlığın, susuzlu
ğun, yalnızlığın kül reng ine bürünmüşt ü . Başını dizlerine da
yamış, saçlarını önüne salmıştı . Gene de sa nki bir anlığına
gördüm kimseninkine benzemeyen, gizine erişilmez gözleri
ni . . . Bizlerden farklı bir özden yaratılmıştı o, göçebe ay ışı
ğından ve düşlerden, Samanyolu'nun çizdiği gümüş parıltılı
86
bir çift kanattan, dillendirilmemiş dizelerden, yürek rengi bir
cennetten . . . En der in, en gerçek cehennemden. Boşlukta bir
noktaya dikilmişti bakışları ama o baktığı y erden boşluğu ko
parıp alı yor, onun yerine bam başka, yepyeni bir evren koyu
yordu . Henüz görülmemiş, henüz sönmemiş bir evren. Var
lığından emin olduğum, canlı, sahici, her şeyin ona seslenip
onda tamamlandığı bir evren.
Canı yanıyormuşçasına büzülmüş, dertop olmuştu, sanki
artık ona bol gelen bedeninin içinde küçü lüp kalmıştı . Giysi
leri yırtılmış, ise, kuruma, toprağa bulanmıştı . Sırılsıklam ka
natlarından süzülen yağmur damlaları, çevresinde çamurlu
gölcükler oluşturmuştu . Gökler katından, yüreğe çok yakın
bir yerden, temelli çıkıp gelmiş, bu dünyanın gecesi ni, bir
ucundan ötekine aletacele kat etmişt i . Çok gecikmişçesine. . .
Karanlıklar boyunca dolanınıştı insanların dünyasını , yaşa
yanları mı ölüleri mi işittiğinin farkına bile varmadan. Ara
mızda yaşamaya gelm iş, bizde gecelemiş, bizde tükenmişti .
Pek çok sırrı görmüştü, sırrı, suçu, mucizeyi, cinayeti, pek
çok yol ayrımını insan oluşu muzu n . Her şeyi görmüş, her
şeyde kendini görmüştü . G idere k daha az anlam veriyordu,
seslerden, anlamlardan oluşturulmuş dünyamıza, bu yüzden
susuyordu .
B irden başını kaldırıp hızla, neredeyse boynunu kıracak
şiddetle geriye attı, bir kuklanın başıymış gibi . Saçları savrul
d u , yırtıcı bir kahkaha duyuldu . Derinlerden, e n derinlerden
gelen, duvarların arasında yankı lana n, çınlayan, taşiara çarpa
çarpa parçalanan korkunç bir gece gülüşü . Yabanıl, vahşi,
görkemli, sahipsiz . Böylece gösterdi ölümcül yaraların ı . Kıp
kırmızı çiçeklenen gövdemizdeki kesikleri, çürükleri, yanıkla
rı, geçit vermeyen bir ormana dönüşmüş darbe izlerini, yaba
ni güller gibi kuruyan, coşup taşan, başıboş ırmaklar gibi ka
baran uçsuz bucaksız kan ı . . . Artık kıpırdatamadığı kanatları-
87
n ı . . . D erin bir yara iziyle ikiye ayrılmış yüzünün buram b u
ram terlediğini gördüm o kısacık, zamanın ölçüleriyle ölçüle
meyecek anda, içi boşalan bir maskeye dönüştüğünü . . . Son
ra başı gene öne düştü, ölümlerle ağırlaşmışçasına - senin ölü
münle, benimkiyle- dizlerine kapandı . Kuru muş bir çift dal
gibi kırıldı bakışları. Sanki boydan boya çatiayan bir evrenin
iki yanından gelen dev perdeler örttü bize bıraktığı gözleri
ni. Orada, bir başına, yenilmiş, yitik ve mağrur, son bir ça
bayla, son, insanüstü, m uazzam bir çabayla düşlere daldı .
A.
88
yordamıyla döne döne tırmanır u fu ktaki merdivenlerden,
sesle ne bileceği birini arar ücra köşelerde , dertle şebileceği, te
selli edebileceği, hayatın sonsuzluğunu anlatabileceği . . . Ama
bizlere değil, bu dünyaya seslenir. Fırlatıp atarım kendimi
yükseklere, ellerim bir sarmaşık gibi dolanır yıldızlara, oktar,
yaylar, pelerinli aslanlar, ejderhalar, kanatlarını açmış adar
arasında yürür giderim, bu ışık, ışıltılı yol, sonsuzluk bollu
ğund a başım döner, bir o, bir öteki düşün peşinde, bazen bir
kuyrukl uyıldız, bazen bir süvari ya da yelkenli ol urum, iki ke
fesine birden tutunup sallanının terazinin, sıçraya sıçraya do
tanırım galaksiden galaksiye, çözülüp dağılarak, koliara ayrı
şarak . . . Ö lümün yüzüdür Samanyol u 'nun çizdiği, sürekli de
ğişen, derinleşen, çiçeklenen, dallada örtülen . . . Öyle uzun
bakarım ki, görünmeyen, göçebe bir ışığa dönüşür sanki
gözlerim , yolunu yitirir, gökyüzünün kendisine dönüşür.
Yağmur bulutlarıyla dolar. Rüzgar sertleşir, fi rtına başlar, bir
yıldız kayıp düşer. Sanki aramızda yaşamaya gelmiş, o da d ö
nüş yol unu yitirmiştir. Sanki Tanrı'nın bir lütfu - aklımın e r
diği pek çok şey var, ama Tanrı bunların arasında değil. Avu
cuma alının benim gecemden düşmüş yıldızı, çamurlarını te
mizler, usulca, okşaya okşaya yaralarma pansurnan yaparım .
Ama sönmesini, korkudan titreye titreye ölmesini durdura
mam . İncecik bir dal gibi kırılır ellerimde, tırnakları düşmüş,
yaradan kabuktan başka şey tanımayan, bir ipte bağlanmış el
lerimde . . . Benim gibi adamların ellerini bağlarlar, öl ü me de
ğil de birbirlerine yare nlik etsinler diye. Keşke karanlıklardan
çıkıp gelmeseydin böcek, yalnızca bir kereliğine bana doğru
yönelmeseydin! Kıpırtısız kalakaldı, belki ölmüş gibi yaptı .
İ nsan eline düşen ne sağ kalmış ki ! Bizler tamamlarız yerle
göğün yarıda bıraktığım . . . Cop acıtır, ateş gibi yakar değdiği
yeri, ama ertesi gün iz kal maz, bir izden bile esirgerler seni
bazen. Palaska daha kötüdür, içten gelen bir yıldırımla ikiye
89
yarılırsın sanki . Sopaya gelince, balta vurulmuş bir ağaç gibi
devrilir, kısa sürede u yuşur, hiçbir şey hissetmezsi n. Ama er
tesi gün, bütün ertesi günler de acı geri döner, en başından
beri oradaymış gi bi. Güneyden esen rüzgarlarla, deniz koku
suyla, karlar erirken geri döner, ama kemik dayanır, bembe
yaz sırdaşıdır zamanın o. Ucuza mal etmezler, bir karış alın
yazısını bile u cuza mal etmezler adama. Sanıldığı kadar kor
kunç değildir can acısı, ondan daha hızlı koşup önüne geç
mek neredeyse bir aritmetik meselesi, kimseye anlatamaz,
paylaşamazsın, kendinle bile, ama biter bitmez unutursun .
Eninde sonunda biraz suya, çorbaya, bir döşeğe, sobaya hat
ta ısrarla hikaye anlatan televizyona kavuşursun . Keşke bir ot,
bir yaprak olsaydı dişlerimin arasında emebileceğim, bir su
sesi, şırı) şırı) akan bir ırmak, denize düşen yağmur d amlala
rı . . . Dünya neyse odur, ama hep azalır, rüzgarlada içten içe
oyulur, yitip gider, zamanla bir uğultuya dön üşür. Kimse
onu olduğu gibi göremez, çok şükür. Asfalt vardır, toprağı
görmeni engelleyen, toprağı ve ölülerin i . D uvarlar, çatılar,
tavanlar, kör kapılar perde gibi geri lir gecenin karanlığıyla se
ninki arasında, sok:?. k l ambaları yollar boyunca ışıklandım
umudun yalanlarını, koca koca bakımlı binalar, köprüler,
anıtlar dikilir taşın sürgüsüyle insanınki arasında. Şaf.ı.ktan az
önce, gecenin tükendiği ama aydınlığın henüz geri g elmedi
ği bir saat var, şehrin bütünüyle boşaldığı tek saat. Işıklar sö
ner, her şey susar, kapalı kapaklarının altında kıpırdanan
gözbebekleri bile duru r. İ şte o benim saatimdir. Bir başıma,
başıboş yürü rüm metruk sokaklarda, k aldırımlarda, taş dö
şenmiş sessizlik yollarında yürürüm, yürürü m . Sokaklar ben
de yürür. Bir çağrı beni kendimden dışarı, u z aklara doğru fi r
latır, sevinçle bağırırım, şarkılar söyler, kollarımı açıp yağmu
run altında döner dunı ru m . Saçlarımdan, yanaklarımdan,
gözlerimden akar damlalar, sırtımdan aşağı yuvarlanır, oluk
90
oluk çamuru akıp gider yüreğimin. Bir kahkahayla vedataşı
nın her şeyle . Hele bir de, sırılsıklam, üşümüş, küçümencik
bir kuş omuzuma konar da, a nl atmaya koyulursa . . . yaramaz
tıklarını, korsanlıklarını, karşı kıyıları, pırıl pırıl gündoğumla
rını çocukluğunun . . . İşte bu Tanrı 'nın bir lütfudur. Şimdi
çok susadım, ama sonunda, yarına tek çıkışım olan şu kapı
açılacak, saatierin ve renklerin, göklerin geçit töreni başlaya
cak. İşte o zaman, beni yukarıya, beşinci kata alacaklar.
91
nin başucunda bekleyebilirsin . En gerçek duanı, itirafinı ede
bilir, biriktirdiğin gözyaşlarını sakınmasızca dökebili rsin. Se
n i n yansımana dönüşmüş bir odada, öylece durur, geriye dö
ner ve beklersin . Yalnızca kanının sözcükleriyle konuşursun
burada, bağırır, isyan eder, umutsuzca çağırırsın . Kimse çıkıp
gelmez. Sadece cellat-senle kurban-sen, yüz yüze durur, bel
ki de sırf soğuktan korunmak için birbirlerine sarılı r, uzakla
ra bakareasma kendi gözlerine bakarlar. Gözyaşları iç içe ge
çerek a kar, suyun yollarını izleyip toprağa varır ve orada, yer
yüzünün bağrında kendi yatağını bul u r. Dokuz kez çevreler
yaşayanların dünyasını, sonra o da görünmeze karı şır.
* * *
BEN Mi
B e n n e arıyordum orada? Ben diye bir şey kalmamıştı k i . . .
İçimdekilerden hiçbiri bu sözcüğü üstlenemez, bir diğeriyle
yüz yüze gelip bütünleşemez, bir yazgının sürekliliğini, bir
hikayeyi sonuna dek taşıyamazdı . Gözlerimi açmış, kendimi
taştan bir dünyada bulmuştum . Kül rengi, d uman rengi, yü
rek rengi . . . Gözlerimi kapadım, açtı m, hala aynı yerde, aynı
gerçeğin, dünyadışı gerçeğin içindeydim. Bir karabasanın de
rinliklerine doğru yuvarlanıyor, yuvarlanıyor, bir şeylere tu
tunup durmaya çalışıyor, bazen yara bere içinde doğrulmayı
92
başarıyor, ama sonra düşmeye devam ediyordu m . Beni ayak
ta tutan, bugüne değin dünya üzerinde, bedenimin içinde
tutan her ne idiyse, ansızın koll arından bırakıvermişti . Bu ıs
sız, bütünüyle yabancı uçuru mda, sarılabileceğim, tırnakla
rımla, dişlerimle olsun tutunup tırmanabileceğim tek bir söz
cük bulamıyordu m . Bulsa m bile, bu çıplak, alçı rengi ellerle,
kırılmış dişlerle mi tutacaktım kendimi? Ü st d işlerimden ara
lıksız boşalan kan, ılık ılık, sinsi ve sevecen, d ilimde, damak
larımda dolanıyor, dudakları mın kenanndan sızıyor, genzime
dol uyordti. Titrek, yitik bir gövdede daha fazla kalamazmış
çasına can havliyle damarlardan firlıyor, ama sanki giderayak
beni terk e tmeye kıyamıyord u . Ne kadar uzun sürüyordu ka
nın kuruması . . . Canım acımıyord u, dedikleri gibi tuzlu da
değildi tadı, ama çenelerimin durmamacasına birbirine çarp
masını engelleyemiyordum. Hiçbir şey korktuğun kadar kö
tü değildir, derlerdi, insan soyunu tanımayanlar, acının bir
başlangıcı bi r de sonu olduğuna İnananlar . . . Hep aşina u çu
rumların tepesinde dolandıklarından, Korkunç'un sonsuz
çemberierine yakalanmayanlar . . . 'Eninde sonunda şafak sö
ker,' derlerdi. Hem geceden başka nerde bekleyebilirdik şa
fağı ? Gün doğmadan Üf kez ele vereceksin beni. Akrebi düş
müş, y elkovanınsa sürekli aynı çemberde dönüp durduğu
yekpare, bitimsiz bir Şimdi'de kıstırılmıştı m. Kırbaçlana kır
baçlana kan içinde kalmış saatler, bağlandıkları ağır yükü ar
tık çekemiyor, ileri ya da geri tek adım atamıyor, zamanı ye
rinden kıpırdatamıyordu. D ünyanı n haksızlıkla, zorbalıkla tı
ka basa dolu olduğunun sanki önceden farkında değil miy
dim? Bu taşlar, bu rezil, pis hücreler, nereye açılacağını bil
mediğim bu kapılar ol madan d a dünya yeterince berbat, ye
terince korkunçtu, ama işte bir tek burada aviuyu çevreleyen
teller insan boyunu aşıyordu . Gün doğmadan Üf kez ele vere
ceksin beni. İlk ikisinde farkında bile olmadan . Duvarlar ya-
. . .
93
kınl aştıkça yakınlaşıyor, kararıyor, canlanıyor, dört yandan
üstüme g elip beni bir gövdeye sıkıştırıyordu . Kendimle
ararndaki sınır, sesimin geçemeyeceği kadar kalınlaşıyordu .
Başımı dizierime dayamış, geceden ayırt edilemeyen bir ka
ranlığa dönüşmeyi bekl iyordu m, ya da saf ışıktan dokunmuş
bir düşe . . . Kanatlanmayı, taşlaşmayı . Saçlarıının kokusu tokat
gibi çarptı yüzü me, sanki bir zamanlar yaşamışım gibi hisset
tirdi beni . Bilincimin orta yerinde up uzun, sivri bir kemik gi
bi duran yabanıl, vahşi korkuyla parçalanmadan, birbirini işi
temeyen ben'lere dağılmadan önce . . . Yerin uykusuz, bitki n,
avurtları çökmüş yüzüne devrilmeden önce, yaşamışım gi bi.
İ kiye iki boyutlarında, yirmi küsur yıl derinliğinde granit ev
renimde, kıvrılabileceğim, soluk alıp vere bileceğim bir benlik
köşesi bile kalmamıştı ki ! Yakınlaşan, cisimlenen, bi r varlık
kazanan karanlık. Hücre hücre uzuvlarımı donduran soğuk.
Sahipleri çoktan çekip gitmiş, rutubet kadar ağır ve yoğun
gölgeler. Kıymık kıymık yastığı kimsenin eşl ik etmediği gece
min. Sesler, sesler, sesler . . . Sözcüklere sızan tuz tadı, kül ta
dı, kireç tadı. Saçlarımı örmeye koyuldum, incecik incecik ör
güler halinde, bir türlü üç eşit parçaya ayıramadığım başıboş
saçlarımı çekiştiriyor, doluyor, birbirine geçiriyordum, ucuna
varmadan çözülen dayanıksız halatlarla bağlanıyordum sanki
içimdeki gizli bir l imana, bir daha, baştan alarak, bir ikinci
ben daha, üçüncüsü, sabırla bir sepet örercesine, içine çiçek
ler koyabileceğim, başımı yasiayıp uyuyabileceğim . . .
İ lk başta, n e olduğunu anlamadım, boğuk, zapt edilmiş
bir haykırış işittim . Çabucak kesildi . Yeniden başladığında,
sözcüklerin az çok ayırt edilebildiği bir teryada dönüşmüştü .
Sonra keskin, aralıksız bir çığlığa . . . Yükseldikçe yükselen,
uğuldayan, çınlayan, her yerde her şeyde yankılanan . . . Beni
duvarlara dek, karanlığın en diplerine dek gerileten bir çığlık.
Her an daha yakın, daha yabancı, daha benzer, daha içim-
94
de . . . Sanki taşlar çepeçevre sarsılıyor, bağınyor, çırpınıyor,
can çekişiyordu . Bir canlıdan mı geldiği belli değildi bu se
sin, bir insandan mı, yoksa çok daha masum bir yaratıktan
mı ? Boğazlanan bir bedenden mi, yoksa ruhun kendisinden
mi, en insanca uçurumdan kendini salan Sfenks'ten mi? Bir
neşterle yüreğimi deşip çıkarıyor, beni dehşetin gecemsi kıyı
larına, boyumu aşan dev dalgalara sürüklüyordu . En derin
lerden gelip yoluna çıkan her şeyi yıkan, boğan, en derinlere
sürükleyen dev, durduru lamaz dalgalar. . .
Sonra senin sesini tanıdım , sende cisimlenen kendi sesimi .
Tuhaf, en korktu ğum, ağlaman, yalvarman, çökmendi. Hiç
birini yapmadın. Sanki ölüm, kendim için alıkoyduğum faz
lasıyla dramatik bir son, edebi bir noktaydı . Ama sen, şafağın
sökmediği bir cümlenin orta yerinde kalakaldın. Kül rengi pı
rıltılarla gözlerinde, sönen bir yıldızın, kemiklerde kırılan bir
değneğin, göğüs kafesine çevrilen bir silahın ardında bıraktı
ğı donuk parıltılarla . . . Direncinin son mumunu yakıp şafağa
doğru uzattın.
Belki bu taştan dünya bile daha fazla dayanamazdı, içinde
herkesin, her şeyin yolunu yitirdiği çığlığına. İ ncecik bir zar
gibi parçalanır, sıra bana gelmeden, aslında olduğu şeye, kü
le ve toza dönüşü rdü . Sıra bana gelmeden . . Y eri e göğü bir
.
95
başımı göğsüne yaslaması, h içbir şey söylemeden tutması için
yalvarırdım . Kolay olmayacak. Yalvarır, ağlar çökerdim. Beni
öldürmesi, a ma ölmeme izin vermemesi için yalvarır, ağlar,
çökerdi m. Bir çitt gözle bakışabilseydim eğer, her şeyi gören,
herkesi esirgeyen göğün alçalmış tavanında, bir kanat çırp
ması duyabilseydim, rüzgar esseydi keşke kuytuluklarda, be
ni hayatın sonsuzl uğuna inandıracak bir yaprak, bir ot belir
seydi taşların arasında . . .
Sonra senin sesini tanı dım , sende cisimlenen hiçkimsenin
sesini . İl mik ilmik yalnızlıktan ördüm seni, ilmik ilmik söktük
leri ruhumdan, sana kendi ismirni verdim. Al onu, lütfen. Al
onu BENDEN! Gün doğmadan Üf kez ele vereceksin beni. İlk
ikisinde farkında bile olmadan. o ana dek burada, haykı nşla
rın, küfürlerin, boğuk iniltilerin, feryatl arın arasında, başını
dizlerine dayamış bekleyeceksin. Saçlarındaki örgüler teker te
ker çözülürken. Zor olacak. Taşların, delik deşik, kanayan taş
ların gördüğü bi r düş gibi . Hazır mısın Ufmaya ? Bilmiyorum .
96
rin , gökleri n, göklerdeki çöllerin geçit töreni başlayacaktı . O
ana dek burada, tekme izleriyle kararmış, çökük, uykusuz yü
zünde gecenin, başımı dizierime dayayıp sıranın bana gelme
sini bekleyecektim. Beni çoktan u nutmuş bir hikayenin son
l anmasını . .. Bir kozaya sığınırcasına senin yazgına bürüne
cek, senden geriye kalan çığlığı üstleneceğim zamanı bekle
yecekti m . Son sessiz çığlığınla bana bıraktığın suskunluğu .
Hazır mısın Ufmaya ? Hayır, değilim .
K irndi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses? Kirndi
o zaman hepimizin adına konuşan? Hiçkimsenin adına ölen?
ÖLEN
- Meleği öldürmüşler. Beşinci kata alıp orada . . .
- Darp izleri görülmüş bedeninde, yanık izleri, parmak
izleri, ayak izleri . . .
- Kendi istemiş. Yalvarmış hatta. Öldü rün beni, diye yal
varmış. Bırakın öleyi m .
- i stese uçup giderdi. Kendi seçimiydi . O geldi aramız
da yaşamaya.
- K anatları kırılmış. Askıda kanatları kırılmış, tekrar askı
ya almışlar, kırık mırık, öylece . . . Elektrik verip ayıltmışlar.
- İçlerinden birinin silahını çekmiş. Ama n amluyu kendi
kafasına dayamış. Zaten ateş etmeyi bilmiyormuş!
- İ stese uçup giderdi, o seçti bizimle kalmayı . . .
- Kalmadı ki !
97
KAHKARA
A . öyküsünü hiçbir zaman bitiremedi, insan h ayatından
daha dolambaçlıdır cehennemin halkaları . Günler geçti,
mevsimler yenilendi ama o, bir genişleyip bir daralan çem
berler çizedurdu taş binanın yörüngesinde . Yürüdü, yürüdü,
yorgunluktan kaldırırnlara çöküp kalana dek habire yürüdü .
Aşındırdığı yollarında hayatın , gecemsi kıyılarında . . . Hep dı
şında bırakıldığı kapıların önüne bir rulo gibi kıvrılıp kaldı,
çamur ve idrar birikintilerinde, soğuktan titreyerek . . . Anlat
tıkça anlattı . Zaman, mekan, canlı- cansız göz etmeden, yerli
yersiz gülere k, giderek daha sık gül erek . . . Bazen gülrnekten
devrilir, tekrar doğrulur, gütmeye devam eder, katılana kadar
kahkahalar atardı. Onu dinieyecek kimse bulamadı. Belki o,
I Ol
hikayesini duyacak, anlamlandıracak, tamamlayacak tek kişi,
taş binadan çıkamamıştı . Bu yüzden ölülerle konuşmayı öğ
rendi A . , kuşlarla, rüzgarla . . . Bazen gözlerini dikmiş, uzun
uzun çöpleri seyrederken rastlardım ona, çoktan yitirdiği, yi
tirdiğini bildiği bir şeyi, dünyanın döküp saçtıkları arasında
bile izi kal mamış bir şeyi ararken . . Bazen, anacaddelerden bi
rinde, sabahın geç saatl erinde, insanların gününün başladı
ğından habersiz, bir muhallebicinin ya d a dondurmaemın
önüne serilmiş, kaidesinde devriten bir heyket gibi, kaskatı
uyurken . . . Sanki soluk bile almadığı, ölüme çok yakın u yku
sunda yumrukları hep sıkılı olurdu, son ekmeğini ya da dü
şünü avuçlarının arasında saklayıp ısıtıyormuşçasına . . . Kalkıp
gitsin diye üzerine kovayla su dökerlerd i . Akşamları aynı a na
caddeye döner, ışıltılı bir vitrinin önüne oturur, mutlak öz
g ürlüğün boşluğundaki bakışlarını insan yüzleri arasına salar
dı . Limandan ayrılan, ışıkları söndürülmüş bir gemi gibi . . .
Ağzının kenanndan bir ezgi mırıldanırdı, kıpır kıpır parmak
larıyla ritim tutarak, omuzlarını hafifçe saliayarak oturduğu
yerde dans ederdi . Başlayan, yarıda kesilen, bir başka perde
den başlayan bu boğuk ses, bir korkuluğun rüzgarda salını
mını andıran bu dans, akları büyüdükçe büyümüş, ay ışığın
da bir çöl gibi parıldayan gözlerinin berrak karanlığı öyle ür
kütücüydü ki ! Sanki hayatın derisi boydan boya yırtılmış, al
tından kasl ar, iç organları, kemikler belirmiş gi bi. Yoldan ge
çenler, derin bir yay çizerek uzaklaşır, çevresindeki yalnızlık
halesi daha d a koyulaşıp yoğunlaşırdı . O da bu halenin için
de giderek görünmezleşirdi. B azen, saati geldiğinde, camları
bir tekmede indirir, vitrine tırmanır, Noel Baba'nın, padişah
ya da general kılığında bir sünnet çocuğunun, gözüne kestir
diği herhangi bir mankenin yerine geçerdi . Ü zerlerinden çı
kardığı giysileri başına, boynuna dolar, pelerin gibi sırtına
atar, bir meddah gibi temsiline hazırlanırdı . Sürgünden dön-
1 02
müş bir prens kadar vakur, görkemli tahtına, darmadağınık
ettiği vitrine kurulur, kalabalıklara seslenmeye başlardı . S o
nunda bir sırrı ilan etmeye, ait olduğu yere, herkesin önüne
atmaya karar vermiş gibi. Parıltılı, çı ğırtkan ışıklardan gözle
ri kamaşmış, o tuhaf, tanımsız, kederli aniatısına koyulu rdu ,
çıplak hikayesine . . . Hiçten doğan -açlık sanrılarından, taşın
sırlarından, sessizce kabuk bağlayışından yaraların- daha do
ğarken silinen hikayesine . . . Anlatmak istediği için değil, hika
yesi artık bir sese, sözcüklere, bir bedene kavuşmak zorunda
kaldığı için. O an, orada, uçuşan renklerin, yumuşacık ku
m aşların, yanıp sönen kocaman h arflerin, kadife perdelerin,
etiketierin arasında . . . "Sonunda yerimi buldum, bana bu rayı
verdiler. İçi oyuk bu dünyanın, pırıl pırıl, yıldızlar serpiştiril
miş. Evcil yıldızl ar . . . " derdi sabırsızca, ümitsiz, vaktinin d a
raldığının bilincinde . Duvar gibi örülü yüzleri dikkat kesil
miş, kıpırtısız, çıplak mankenlerden aldığı yüce, apansız esin
le devam ederd i : "Tam bir insan yetmez bu dünyayı doldur
maya . Herkese yer var. Gelin bakın ! C am açık. Ama esas oğ
lan beni m . Herkes miyim ben? Orta malı bir adamı m . Çiğ
süt emmişim. İşte bu da benim dış sesim . " Şimdi herkes fark
ederdi, görünürk görünmezin sınırlarını bir tekmede aşmış
A. 'yı . Kısacık bir duraksam ad an, bir şaşkınlık ni dası ya da
kahkasından sonra, tiksinti ve acımayla yoluna devam ederdi.
Sefaletin bu ilkel, zorbaca gösterisinin, trajediden çok farsı
andıran insan yazgısının yol açtığı bıkkınlıkla . . . Bazen bir ço
cuk seyre dalar, taklide yeltenirdi, o zaman d aha da coşardı
A. Bir aşağı bir yukarı heybetle yürürdü cam kırıklarına, ça
mura bulanmış vitrinde. "En sevdiğiniz yer burası, değil mi?
Kurtanimış bölgeniz! " İşaretparmağı, gövdesinden başlayan,
birdenbire hayatla doldurduğu vitrini, kalabalık sokakları,
şehrin uzak kulekrini, gökyüzünü gösteren devasa bir çem
ber çizip kalbinin tam önünde doğrultulmuş bir silah gibi
1 03
dururdu . "En sevdiğiniz yer burası biliyoru m . Ama insanın
yeri burası değil artık." "G Ö ZLERİNİ UN UTTU B E N
D E ! " diye bağırırdı ansızın, var gücüyle . Kendi sesinde bo
ğulur gibi olur, boğazına takılı kalmış bir taşı yutmaya çalı
şırcasına art arda soluk alırdı . Kal bini, onu bu ıssız yollara sü
rüklemiş kalbini avuçlayıp çıkarmaya, sesini e n çok ona du
yurmaya çalışıyormuş gibi göğsünü sıkardı : " Korkma, deme
liydim kendime. Korkma, gebermezsin. Sabredin biraz, ge
berece ğim . " Bi rdenbire anlardı çok geç kaldığını, herhangi
bir teselli için çok geç kaldığını . Sesi giderek kısılır, zihni b u
tanır, omu zları çökerdi, içten gelen b i r sis halesinde sanki
hızla silinirdi . Ama dimdik durur, hepsi aynı insanımsı renge
boyanmış mankenterin gözbebekleri olmayan sonsuz bakışla
rında, zamanı bile çıplak bırakan bakışlarında, kimsenin nü
fi.ız edemediği hikayesine devam etmeyi başarırdı. En gece
dolu sözcüklerle sestenirdi onlara. " Kim vardı orada? Gölge
lerden çıktı, kıpırtısız kaldı. Kaçıp gitti tek kanadıyla . . . kıpkır
mızı çiçekler açmıştı, nılo nılo tuvaJet kağıdından, dallada
kaplanmı ştı . Kökleri toprakta sanırsınız, ama göktedir. İşte
biz hepimiz ondan çıkıp geliyoruz." Avu çlarının arasında
sakladığı yorgu n, kan dolu bir yüreği - belki bir sözcüğü, bir
soluğu ya d a kanadı- bit kırar gibi kırardı . "Dolunayı da iki
ye keserler, ama o her seferinde yeniden birleşir . "
Ödünç alınmış tahtında, peleri nlerle, apoletlerle, etiket
lerle donanmış, bir ucundan ötekine hızla gidip getirdi, ken
disine daha az yabancı ol m ayan hayatının. Belleğin taştan
merdivenlerinden düşe kalka iner, çoktandır kimsenin geç
ınediği rünellere dalar, terk edil miş odalarda aranırd ı . Arada
hikayesini düşürüp yitirir, böylece son özgür ülkesine varır
dı . Bundan sonra söyledikleri bütünüyle anlaşılmaz olurdu .
Kovulduğu evrenine geri dönmüş, kendi gecesinin yıldızla
rıyla taçlanan bir tanrı gibi varoluşun suç ortaklığını üstlenir-
1 04
di . Yeryü zünün ve gökyüzünün bütün yalanlarını, cinayetle
rini, sırdaşı olduğu bütün çığlıkları üstlenir, gerçeğe - ger
çekten arta kalan ne varsa sahip çıkard ı . Ama gerçek bile ona
sahip çıkmayı göze alamazdı . Ansızın tecelli etmiş, kimsenin
istemediği, kimsenin düşlemediği bu abartılı düş çabucak
sonlanır, polis gelir, yaka paça götürürdü A . 'yı, ama o artık
korku nedir bilmezd i . Direnir, bağırır çağırır, 'burada nöbet
tuttuğunda' ısrar eder, sitemlerde bulunu r, hırsızlardan, ona
ait bir şeyi, paltosunu, sesini, kalbini çalıp kaçmış hırsızlardan
şikayetçi olurd u . Geride, altüst olmuş vitrinde, sadece ça
murlu izler, kesif bir koku ve onun vahşi, karanlık kahkahası
kalırdı .
Ertesi günlerin saydam şafakl arında taş binanın önünde
görürdüm A . 'yı, ayakkabılarının bağcıkları alınmış, yüzü
mosmor, geçit vermeyen bir ormana dönüşmüş . . . Kuşlara
seslenir, ezgisini rüzgara ve ölülere mırıldanırken . . . Kendi el-
lerinde ararken ne olduğunu hatıriamadığı bir şeyi . Derin bir
yara iziyle, eşit olmayan iki parçaya aynlmış, her seterinde ye
niden parçalanmış hayatını topariayıp tuttuğu bomboş elleri
ne . . . İ nsan üzerine uzun, upuzun bir şiirdir A. Uzun, anlaşıl
maz, du raksız bir şiir. Belki tek bir dize, vaktinden önce kon
muş bir virgülle yarıda kesilen . . . H içkimsenin, çok şükür,
kendisinin bile anlamadığı, işitınediği bir şiir.
1 05
ÖYKÜLER
Adam kuşkusuz doğruyu söylüyord u . H aksızlığa uğra
mış, ona ait bir şey elinden çekilip alınmış, durduk yerde şid
dete maruz kalmıştı . Dalgınlığı, iyi niyeti sömü rülmüş, ken
dini onca yakın hissetiği sokaklara, sokak insanla rına, hatta
masumiyetİn ta kendisi demek olan çocukluğa güveni zede
lenmişti .
"Cüzdan ötekinde . . . Eminim . Kendi gözlerimle gördüm.
Zıt yönlere kaçtıl ar . "
Telaşını gizlemeye, öfkesini denetlerneye çalışan gür, tok
sesi, madenimsİ tınısıyla boydan boya kapladı kalabalık soka
ğ ı : " Biraz acele edi n . Uzaklaşmasın . Vahi m bir durum ! "
Uzunca boylu, yapılı, orta yaşa gelmiş, biraz d a kilolanmış
1 09
olmasına karşın gösterişli bir adamdı . Güvenli tavırları, abar
tısız, şık giyi m i , kaşkolundan batiarına dek oturmuş tarzıyla
arka sokağa ait olmadığı aşikardı, ama orada da evindeymiş
gibi rahattı .
Arka sokaklıktan en az on yıl önce çıkmış, bir anacadde
den diğerine açılan, kirli, gürültülü , aşırı ışıklandırılmış so
kaklardan birindeydiler. Döner büfeleri, tekel bayileri , türkü
barlar, gözleri ya televizyona ya da sokağa sabitlenmiş, ayak
ta, sessizce içen müşterilerin doldurduğu birahanelerle baş
tan aşağı kaplanmış sokakta, vitrinierinde yemenili kadınların
hamur yoğurdu ğu lokantalar da belirmişti . Aceleci bir cuma
gecesi kalabalığı, yağmura aldırmadan sağa sola seyrediyor,
birbirine çarpa sürtüne, bir koridordaymışçasına yolunu aç
maya çalışıyordu . Geceyi paldır küldür dışarıya, birkaç metre
yukarıya firlatan parıltılı aydınlığa, adım başı şefEı.f, çığırtkan
dükkanlara, gözleri acıtan ışık boll uğuna karşın, sokağın ken
dine özgü bir loşluğu vardı sanki. Pusuda bekleyen bir karan
lığı, taze pide kokularının bile bastıramadı ğı, çürümeyi andı
ran bir kokusu . . . Mazgallardan, çukurlardan, çatlaklardan sı
zan, arka sokaklara öz gü bir yok oluş nıhu . . .
B ir kez daha çınladı madenimsİ tınısıyla, kendine hakim
ses: "Arkadaşının yerini mutlaka biliyordur. Acele etmeniz
lazım."
Kel imel erini tane tane, h e r birine işirilmesi için yeterince
zaman tanıyarak söylüyordu adam, sanki hep büyük harfler
le konuşuyordu . Sıradan da olsa, tatsız da olsa rolünü hak
kıyla oynayan bir baş oyuncu edasıyla . . . Yalnızca iki - üç adım
önündeki p ol ise değil, bütün sokağa, sokaklara, i nsan kala
balıkiarına du yururcasına . . . Üşenmeden bir kez daha sırala
dı kayı plarını, kim bilir daha kaç kez tekrarlamak zorunda
kalacağı teferru atı : Pasaport, nüfus kağıdı, ehliyet, kredi
kartları . . . Bir de el b et, söyleyemeyeceği denli kişisel, gerçek
1 10
kayıpları vardı. Cep telefonuna kaydetmediği, hep y anında
cüzdanının derinlerinde taşımak istediği bir numara sözge
limi, ya da üç yaşındayken çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğra
fı , onu hayatın bilinme yenlerinden koruyan uğuru, gümüş
zinci di bir terazi burcu kolyesi . Boynundan aşağı ağır, so
ğuk bir damla yuvarlandı -ceketinin önü kim bilir ne zaman
dır açık kalmıştı - , üşüdüğünü fark etti . İ l k kez o an soyul
duğunu a lgılamıştı, kendini çaresiz, kullanılmış, çırılçıplak
hissetti. Cüzdanıyla birlikte, ellerini koyabi ieceği cep leri bi
l e kendisinden koparılıp götürütınüştü sanki . İ ri iri, azamet
li sözcükler, Gerçek ve Doğru, hatta bu kez Yasa dahi onun
tarafindaydı . Adalet'inde bir an önce d uruma sahip çıkması
gereki rdi .
Polisin, kollarını arkaya kıvırıp dirsekierinin üzerinden
sımsıkı kavradığı yankesici , on iki -on üç yaşlarında gösteri
yordu . Ne kısa boylu, ne de cılız olmalarına karşın, hep ger
çek yaşından u fak gösteren, aslında herhangi bir yaşı ya da
çocukluğu kalmamış çocuklardandı . Ondan beklenenin, y ü
zeyde belirenin ötesinde kendine dair b i r ip ucu vermeyen . . .
Soğuktan. şişmiş gibi duran yüzünde gözleri iyice kısılmış,
alabildiğine geri çekilip gizlenmişlerdi . Birdenbire avazı çık
tığı kadar ağlamaya başladı . Ağlamadan çok, kalın, hantal,
beceriksiz bir feryadı , zorlama bir ulumayı andırıyordu sesi,
en fazla beş yaşındaki bir çocuğun canhıraş çığlığının, sanki
adamı daha da sinirlendirmek için yapılmış kötü bir taklidi . . .
Kendisinin bile hatırlamadı ğı, inanmadığı çocukluğunu sah
nele mek, gözler önüne serrnek istercesine . . . Arkasından, sağ
omuzunun üzerinden bir tokat indi yüzüne: " Kes lan artist
liği ! " Yalnızca bir uyarı, sonradan gelebilecek daha şiddetli
darbelere bir işaret olsun diye atılmıştı, gene de, şaklaması
sokağın gürültüsünü bastırmış, şiş şiş, morarmış şakağıncia
polisin parmak izleri belirmişti. Derhal sustu çocuk, gözleri-
l ll
ni yere, bulanık çamur birikimilerine doğru indirdi, bir daha
da kaldırmadı . Birdenbire anlamıştı büyüdüğü nü. O yaşta bi
rinden beklenmeyecek kadar hüzünlü bir ifade yerleşmişti
yüzüne. Y etişkinlere özgü, ağırbaşlı, u mu tsuz, tartutanması
için yıllar gerektiğinden, bir çocukta çok daha sahici duran
bir keder Kendi başına gelenlerden öte, hepimiz adına d u
yulan . . .
"Demedim mi?" Yeniden yükseldi haklılığından e min, so
ğukkanlı ses, ilk kez bir duyguyu, saf, katıksız nefreti ortaya
sererek: "Arkadaşının yerini biliyor elbet. Ama acele etmeli
sini z. Uzaklaşmasın . " Herhalde kendi de farkında değildi
dünyaya karşı biriktirdiği bunca kinin . . . Ne zamandır yalan
dan ve yazgıdan öcünü alabilmek için fırsat kollamışçasına,
ansızın benl iği ni ele geçiren bunca nefretin . . .
Polis hiçbir şey söylemedi, yankesici çocuğun kollarını,
gereğinden çok d aha fazla arkaya kıvrılmış kollarını biraz d a
ha kıvırıp iki eliyle sıktı . Gerçi bu tıklım tıkış sokakta, köşe
le rde, kaldırımlarda toplanan meraklı, alaycı, aşağılayıcı se
yircilerin arasında kaçmaya yeltenemezdi . H atta refakatçile
rinin hızında yürüye bilmek için adımlarını daha d a açtı . Yo
rulmuş gibiydi, her yönden üzerine yağan nefretten, bede
nine birkaç boy büyük gelen kederden . . . Silinme yi, hiçkim
se olmamayı başarmak için harcadığı kuvvette n . Bir zaman
koridorunu kat etmişçesin e, daha sokağın sonuna varmadan
i h ri yarlamıştı .
"Tarlabaşı'na u l aşırsa asla bulamazsınız! " Sabırsızca üste
liyordu adam, polise yetişmiş, kararlı , yankılanan adımlarla,
neredeyse bir ekip ruhu yla yanı başında yürüyordu . Sulu ka
ra çeviren yağmurun, üç yol ağzına yaklaştıkça hissedilen
poyrazın altında, rastlantıların bir araya getirdiği üçlü, omuz
omuza vermişçesine, hızla ilerliyor, sağa sola bakmadan, d u
raksamadan gecenin içinden geçip gidiyordu .
1 12
"Merak etm e ! Hallederiz," diye yanıtladı sonunda polis,
yol a yrımına vardıklarında . . . Çocuğu h afifçe çekiştirip başıy
la sağdaki çıkınazı işaret etti . Son büfe geride kalmıştı, d aha
akşam yemeği yememişti ve nöbetinin bitimine üç saat vardı .
" Hep böyle çalışırlar. Ö ğreniriz ! "
1 13
' Kadın konuştu ,' dedi taşlar birbirine .
'Çocuk konuştu . ' Çocuk ağlamadı .
'Kadın ağlıyor,' dedi taşlar birbiri n e .
'Melek öldü,' dediler. 'Hayır, ölmüş gibi yaptı . '
- Burada mısın?
- Merak etme . Çok kalmayacağı z.
- Kolay olmayacak.
- Bak ona. Tanıdın mı?
- Onu son gördüğümde, başı ağırlaşmışçasına öne eğil-
mişti . En korktuğum . . .
- Gözlerini bende bıraktı, bir mucize gibi bakabileyim
diye hayata.
- Kirndi benimle, benim gecemde konuşan o ses?
- Sonra senin sesini tanıdı m , sende cisiml enen kendi se -
sımı .
- Eninde sonunda şafak söker.
- Al onu , l ütfe n .Al onu BEN DE N .
.
1 14
- Sıra bana gelmeden . . .
- H azır mısın uçmaya?
- Korkma!
- Durma! Atla ! Atla aşağıya!
- O rüzgar . . . Rüzgar.
- S özcüklere bile geçit vermeyen gecede seslendiğin şa-
fak, bu dünyanın henüz görmediği bir şafaktır.
- Alın bunu beşinci kata.
- Karnının üzerinde sürünürsün yürek grisi taşi arda. . .
- İ şte o zaman, yarına tek çıkışım olan şu kapı açılacak,
renklerin ve saatlerin, göklerin, göklerdeki çöllerin geçit tö
reni başlayacak.
- Susadı m .
- Senin n e işin vardı onların arasında!
- Ben diye bir şey kalmamıştı ki . . .
- Gene de . . . Keşke yan yana gelebilseydik.
- Aynı kanda, aynı gecede, aynı çığlıkta.
- Bu gerçek adı mı?
- G ü n doğmadan üç kez ele vereceksin ben i. İ lk ikisinde
farkında bile olmadan.
- Eninde sonunda gece bitecek.
- Yapacağını çabuk yap.
- Bana çok fazla bir şey yapmadılar aslında.
- S en dayanamazsın !
-- Dayan ! B oş ver!
- Karnının üzerinde sürünürsün insan gri si taşlarda. . .
- Eninde sonunda gece bitecek, bu dünyanın henüz gör-
mediği bir şafak sökecekti .
- Kimse çıkıp gelmez.
- Kirndi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses?
- Yürek grisi taşlar.
- Karanlığın derinlerin e, duvarlara dek gerileten bir çığlık.
l lS
- Sonra senin sesini tanıdım, sende cisimlenen hiçkimse-
nin sesini .
- Durdurdun geceyi . Hepimiz için durdurdun.
- İ nsan grisi taşlar da . . .
- Kıpırtısız kalakaldı, belki ölmüş gibi yaptı .
- N e yaptıklarını bilmiyorlar.
- İ nsan eline düşen ne sağ kalmış ki !
- Bizler tamamlarız yerle göğün yarım bıraktı ğım .
- O inkar etti, bu d urumda senin üzerine kalmış olu yor.
- B ırakacak başka kimsesi olmadığı i çin.
- Atla! Atla lan aşağıya!
- O rüzga r. . .
- İ lk kez böylesine bilincine vararak suçsuzl uğunun . . .
- Çok erken açtın kanatlarını, birini ışığa, birini karanlı-
ğa açtı n.
- Bu gerçek adı mı?
- Ağlama!
- Soyun!
- Altına yattığın adamı tanımadın m ı !
- İki ıslak, yalnız yıldız gi biydi gözleri n .
- Kirndi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses?
Hepimizin adına konuşan?
- Sıra bana geldiğinde . . .
- Zor olacak.
- Sürtük!
- Niye kendini kasıyorsun ! Bağırsana!
- Bırakın gideyim .
- Korkma, demeliydim kendime. Korkma, gebermezsin .
- Kadın ağlıyor.
- HAYAT O görkemli harf şöleni adına çı rp ınır, anlatır,
dönüşür, atlatırsın .
- Anlatmak istiyor muyduk?
ı 16
·- Yoksa, insan dediğin nedir ki!
- H içkimsenin, çok şükür, kendisinin bile işitmediği . . .
- Sen şafağın sökmediği bir cümlenin orta yerinde kala-
kaldı n .
- Bizi böyle eksik, yarım , olduğumuz gibi bırakıp git
mış . . .
- Kendi istemiş. Yalvarmış h atta. Ö ldürün beni, diye yal-
varmış.
- Bı rakın öle yim.
- Gözlerini bende unuttu n .
- Al on u, lütfe n . Al onu B ENDEN.
- Kirndi o zaman hepimizin adına konuşan?
- Taşlar. . .
- Rüzgar.
- Korkuyor m usun?
- Ağlama!
- Merak etm e .
- Çok kalmayacağız .
- Hiçkimsenin adına öle n?
- Ağlama.
- Bitirdiğimde, sen çoktan gitmiştin.
- Hazır mısın uçmaya?
- Hayır, değilim.
l l7
SONLAR
FiNAL
1 21
Şafaktan az sonra, sabahın soluk aydınlığı henüz bir renge
dönüşmemiş, kalabalıkların günü başlamamışken, bizler dışa
rıdaydık. Azalmış, eksilmiş, bitki n. Uğulnılu firtına gecesinin
kıyıya savurduğu enkaza benzeyen . . . Gergin, yamyassı duran
kış göğünün altında, bellektekinden çok daha sert, donuk dış
dünyadaydık. K uşlar kadar özgürdük işte, rüzgar kadar, ölü
ler kadar. . . Kimi sırtını dönüp çabucak uzaklaştı, uyurgezer
adımlarıyla, sendeleyerek, üç yol ağızlarına doğru yürüdü git
ti kentin. Kimi eğilip bir sigara izmariti arandı, tutuşturup
kaldığı yerden devam edercesine, topukların altında ezilmiş
hayatına . . . Kimi, bıçak darbeleriyle ikiye yarılan bir kum tor
bası gibi oracığa dağılıp kaldı . Islak kaldırırnlara başını, köse
lemsi dudaklarını dayadı . Çıplak taşlarla konuşmak, mırıldan
mak, bağırmak için, taşın altında gizlenen toprağa, derinlere
seslenmek, suskunluğunu iade etmek için . . . Tırmalayarak,
eşeleyerek, kazıyarak, dişteyerek yeryüzünün kapısını arala
mak ve duyabilmek için hala atıp atmadığını dev yüreğinin . . .
Yeni günün eşiğindeydik işte, bir duvarın önünde dizil
mişçesine . Azalmış, eksilmiş, davetsiz. Gün doğmadan yıl dız
lara göçmüş kanatlı bir varlığın elinden düşüp kınlan karanlık
halelere benzeyen . . . Ne ileri, ne geri bakabilen gözlerimizle
tanıdık hiçbir şeyin kalmadığı dünyaya doğru yürüdük. Ufuk
ta balta gibi parıl dayan kış güneşine, bütün yeni günlerin kes
kin sınırına doğru . Bin yıllar sonra u yandırılan, katılaşmak,
yeniden insanlaşmak zorunda kalan mumyalar gibi . Ü zeri
mizden time time sarkan Zaman, yeraltının balçığına, soğu
ğuna, kabuslarına bulanmış. Yıkımla, çürümeyle sonsuza dek
tekvücut, dünyanın gizini oluşturan ilk, bitimsiz cinayetle
sonsuza dek suç ortağı. Hala akan, hep akan uçsuz bucaksız
kanla. H ayatın ta kendisi olan sonsuz parçalanmayla. Birbiri
ne d aha uzak, daha sağır, daha yitik ben'l ere ayrılmış, bir ke
reliğine daha sürgün edilmiştik insanların dünyasına. Uçuru-
1 22
mun bir bu, bir öteki yakasından seslenecek, bazen ölenlerin,
bazen öldürenlerin arasında susacaktık. Her seferinde daha
insan, y eniden, yeniden adımlayacaktık aynı dar çemberi.
Oysa ne bir başlangıç bekliyordu bizi, ne de baştan başla
makta bulunabilecek bir teselli. Hiçbir sihirli değnek alnımı
za dokunmak istemeyecekti, bıçakla r vazgeçemezdi yaralarda
bilenmekten, hiçbir kapı yarına doğru açılmayacaktı gelecek
te, kimse hazır olmayacaktı işitmeye . . . ihanet ederek, ihane
tine uğramıştık yazgının, sağ kalarak, yaşar kalarak, biricik,
korkunç zaferimizi kazanmış, sonuna dek yenilmiştik. Ne
yeryüzü nde, ne gökyüzünde bir karşılığı vardı yaşadı ğımızın.
Onu anlatabilecek, anlamdırabilecek bir dilimiz bile yoktu ki !
Anlatmak istiyor muyduk? Suçla masumiyetİn çoktan aynı
küle karıştığı bu yangın yerinde hangi çığlığın bir karşılığı,
yanıtı, sonu olabili rdi? Fark edilmeksizin iyileşen bir sıyrık gi
bi, daha şimdiden silinmişti zamanın kabuk bağlamış ellerin
den. Nedenlerle, çünkülerle, açıklamalarla baştan sona kaplı
bu dünyada, bizi de içine alabilecek bir cümle, bir denklem,
bir eşitlik henüz ku rulmamıştı . İ nsana yenilen bir sözcükten
aşağılara düşmüş, yan yana gelse de hiçbir şey ifade etmeyen
" A" harfl eriydik sanki her biri miz. Teliere tırmanıp kendini
taşlarda parçalayan H-A-Y-A- T'tan geri ye kalan . . . Belki bir
başka sözcükten . . . Geceden çıkıp gelen, kahkahalar atarak,
şarkı söyleyerek, kendi yol unu aça aça gelen, üzerinde şafa
ğın söktüğü bir başka sözcük.
Gene de . . . Keşke yan yana gelcbilseydik. Aynı gecede, ay
nı kanda, aynı çığlık ta . . . Belki harfleri birleştire bilir, olup bi
teni dile getirebilirdik. Labirenti, Iabirentİn bomboş, deşil
miş yüreğini ve orada, bulanık bir aynada beliren meleği . . .
Anlatabilir ve anlatarak gerçek kılabilirdik. Gerçek ve ölüm
s ü z. D armadağınık imgelerini bir araya toparlayabilir, şu sen
den bu benden diyerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda
1 23
kesilen öyküsünü, kendimizinkinden birer cüml eyle tamam
l ayabilir, onu kurtarabilirdik. Birer tutarn saç, kocaman bir
gece gülüşü, kolayca yaralanan birer gövdeydi her birimiz
den . Ağırlaşmışçasına öne devrilen bir baş. Mınldanan bir
şarkı, çiçeklenen bir a nı, birkaç damla yağmur, hep u zak gök
yüzü . . . Bir avuç dolusu yıldız lı boşluk, susulmuş hikaye. Ona
yeni bir sözcük, bir isim, kendiliğinden kanatianan bir yazgı
bulabilirdik. Bambaşka bir son, yepyeni başlangıçlar . . . Onda
en sesssiz çığlığıınızia yankılanabilir, en görkemli ezgimize
bürünebili rdik. İ nsanların kurulu dünyasını kayalıklara doğru
çağıran Sirenierin ezgisine . . . Belki de yapamazdı k. Çoktan
yitirdiği miz her şeydi o belki de, ta kendisi old uğumuz uçu
rumda, belki e n baştan her şeyi yitirmiştik.
Yapamadı k. Bir başına notalar olarak kalakaldı k. Başka bir
dünyada, daha gerçek ya da daha düşse), henüz doğmamış ya
da çoktan sönmüş başka bir dünyada bir ezgiye dönüşebile
cek . . . Susmuş gecenin ardı sıra bıraktığı me zartaşlarını sırtla
narak görünüre d ağıl dık. Tıpkı belirdiğimiz gib i , bir anda
kaybolduk kentin çarallanan yollarında, insan nıhunun yol
aynmlarında, labirentimsi çembe rlerinde . . . Teker teker silin
dik gün ışığında, kimsenin görmediği, hatırlamadığı, isteme
diği bir düş gibi .
Dünyanın başka yerlerinde, başka kıtalarında gece yeni
başlıyor, kapılar kilitleniyor, kepenkler iniyor, alarmlar, dü
dükler, sirenler insanları karanlığın tehditlerine karşı uyarı
yordu .
1 24
En çok istediğim de buydu, bakması, görmesi, bir sözcük
mırıldanmasıydı . Bir işaret, bir sitem, bir veda . . . Hiçbirini
yapmadı . İ şte böyle bıraktı gözlerini bende. Bırakacak başka
kimsesi olmadığı i çi n .
Ç o k yaşlı, çok kirli görünüyorum, değil mi, dünyayla ya
şıt? Otuzumu geçti m. Bir başıma, başıboş dolanarak, yıkımı
l arda, çamurlu kaldırımlarda, kimsenin yürümediği tünelle
rinde, taş döşenmiş yollarında hayatın . . . Metruk b inalara gi
rerim, yukarılara tırmanırı m , ortasından yırtılıp yapıştırılmış
bir suret gibi beliririm ıssız pencerelerde, yangın merdivenle
rine, damlara, çatılara çıkarım . Basamak basamak tırmanının
göğün boşluğuna, her gece d aha yükseğe, sarp yamaçlarına
insan yalnızlığının . . . Yaşamaya devam edebilmek için birisi
olmak gerekiyor, rüzgarlı çatılarda bu çok daha kolay taşların
arası ndan. Gönlüınce bakabilirim engin yeryüzüne, bir dö
şekmiş gib i . Başımı bulutlara uzatır, en üst katların, bütün
gerçekliğin üzerine, rüzgarın boynuna sanlırım. Sessizce ili
şirim bizden çok yükseklerde fisıldaşan ölülerin yanına. Gö
çebe a y ışığının parmakları capcanlı dolaşır dudaklarımda.
Çığlık gibi parıldar yıldızlar, köpekler ulur şehrin surlarında,
binlerce martı havalanır, ç emberler çizer. Göğün altında ne
varsa, iç içe geçmiş onca ezgiyi çalan bomboş bir kavaldır,
burada olan, artık olmayan, yaşayan, henüz yaşamayan her
şeyden yeniden doğan ezgiyi . . . Bir kez işittim onu, gerçek
ten, ilk kez ORADA işittim, gece boyu yıldızlara, hep başka
başka dünyalara sesleniyordu , kendi kendine konuşuyordu.
Sanırım kıskandım onu . Yaralarını göstermişti bana melek,
bir kahkaha atmış, kocaman gece gülüşüyle ölümcül yaraları
nı göstermişti. Belki o da beni görmüştü . Aramızda yaşama
ya gelmiş, sonra çekip gitmişti . Bizi böyle yarım, eksi l miş, ol
duğumuz gibi bırakıp gitmiş herkesin düşürdüğü ezgi de
orada, bütün seslere, gerçeklere, öfkelere çözülüp dağılmış,
1 25
bir kenara itil miş, uçuşan kuşların geride bıraktıkları tüyler
misali . . . Onu sonsuza dek yitirmemek için tamamlamak ge
rekiyor. İ nsanların işidir bu, yerle göğün yarıda bıraktığını ta
mamlamak. Ö nce teker teker, sonra hep beraber, bir uğultu
biçiminde başlar, topraktan kabarır kalabalıklar, giderek yük
selir, d alga d alga yükselir. ATLA, A TLA AŞAGIY A! Kork
ma! Fırlatıp atar beni kendimden dışan o çağrı, bir u fuktan
ötekine gider gelirim bir ibre gibi, sokak köpeklerini bağla
dıkları zincir lerle zincirlenmiş, asılı kalırım yerle gök arasın
da . . . Ama her şey, en ağın bile, vakti gelince kanatlıymışçası
na uçar gider.
Bazen buğulu camlardan içeriye, duvarların, kara kara ka
panan kapıların berisine bakanın. Pörsümüş derisinin altında
damarlan görünen dünyaya - kim koyduysa bu adı! Külrengi
bir siste hemen yolunu yitirir bakışlarım. İ nsanlar, insanlar,
başkaları, toplanan, konuşan, susan insanlar, her biri kendi si
sinde. Elleri, yüzleri, dudaktan kıpır kıpır, hikayelerl e , karar
larla, hükümlerle dopdolu . Sağlam, alçak çatılarının altında
derebeyliklerinin, levhalarla, tabelalarla, aynalarla, ampullerle
çevrelenmiş, bu aydınlık boll uğunda, her gün yeseler de aynı
açlıkta oturdukları masalarında anlatırlar. Hep haksızlığa uğ
ramış, ama hiç devrilmemiş, teslim olmamış, ölmemiş gi bi.
Coşkuyla sahip çıkarlar yüreklerinin şişkin boşluğuna. Elbet
yaşamak en çok onların hakkıdır, ölen hep başkasıdır. Hep 'o'
olur, sessizce, ölü ölü yürür gider akşamın içinden. Bir-iki el
silah sesi gelir televizyondan, usturuplu bir çığlık öldürmenin
ne kolay olduğunu söyler, bunca hayat bolluğu nd a, her şey
sıradan bir hikaye, ardı boş bir resim - ama hikaye mikaye yok
ki bende! Televizyona bakan insanları seyrederim, bakışları
sabitleşir, yüzleri dupdunı ışıldar, ışıl ışıl bir savaş alanı gibi
dir iyiyle kötünün çarpıştığı, sesler, ötkeler, yaygara, pazarlık.
Bir aynaya bakarcasına bakarlar bana, yanıp tutuşurlar bütün
126
aynalarda kendi suretlerini görmek içi n . Ama çoğu kez, tam
bir insan bile yetmez gözbebeklerini doldurmaya. Herkes
evine gidince -garsonlar küllükleri boşaltır, çabucak vedalaşır,
ışıkları kapatırlar- kahveci içeri girmeme izin verir. Çatırdaya
rak sönen sobanın yanına ilişir, demlikte kalan acılaşmış çayı
bitiririm. Bir başıma, sessizce, saatlerce otururum, kimsenin
girip çıkamadığı karanlığın bekçisi gibi. Burada unutulmuş,
kendi içime kilitlenmiş. Daha ilk saatinden ihtiyarlamış gece,
sanki gövdeme uzanır, soğuk, simsiyah kesik kesik sütüyle
emzirir beni . Uykusuzl uğun, uykusuz görülen düşlerin bir
bekçisi gibi bekleri m. He r şeyin başlamasını, sonlanmasını.
B azen çöp dağlarında, insanların döküp saçtıklan, kulla
nıp attıkları, adlarından ayrılmış nesneler arasında dolanırım,
ama b u bollukta bile payıma düşen sözcüğü bula mam. B u
çcrden çöpten, yoktan doğma dünyada insan bir kol, b i r ba
cak, bir ceset bile bul abilir, a ma kendi gecesinden düşmüş
sözcüğü bulamaz. Kolu kanadı kırılmış, ikiye yarı lmış, kahka
halar atan bir sözcük. Bulsaydı bile, onu söylemek ne ağır
olurd u ! Aklımın erdiği pek çok şey var, ama hayat bunların
arasında deği l . Ellerim benden daha i yi anlar hayatı, belki bu
nun için hep susarlar, kabuk kabuk susarlar. Düş kurarlar ka
buklarının altında, hayattan çok ölüme yoldaşlık ederler. Ço
ğu unutuldu zaten, neyse ki, yağmurlarla yıkanıp toprağa ak
tı, ölülerle diriler aynı sonrasız u ykudalar şimdi . Birbirine sa
rılıp geçip gitti akşamın içinden kurbanlarla katiller.
Gene de , o kadar kötü deği l . Yarısı yenmiş bir ekmek, bir
sirnit bulurum başucumda, didiklenmiş bir tabak pilav sözge
limi, kuşlara seslenirim. Ne söylenirse söylensin, aslında d aha
iyidir i nsanlar. B azen bir kuş omzuma dokunur, bana yaren
lik ederse, bende gecelerse . . . Ayakları kopmuş bir martı göğ
sümde uyuyakalırsa, anlata anlata çocukluğunu . . . İ şte o za
man, sanki benim de bir hikayem varmış gibi hissederi m .
1 27
Şafaktan az önce, gecenin tükendiği ama aydınlığın geri
gelmediği bir saat var, şehrin bütünüyle boşaldığı tek saat, iş
te o Hiçkimse 'nin saatidir. Gökyüzü böğürtlen rengi, nar
rengi alevleri e kıpır kıpırdır, izlerle, işaretlerle, doğumlarla . . .
Bir başıma, başıboş yürürüm sokaklarda, çamurl u kaldırı m
larda, taş döşenmiş sessizlik yollarında, sokaklar bende yürür.
Metruk binalara girerim , üst katiara çıkarı m, ortasından yır
tılıp yapıştırılmış bir suret gibi beliririın ıssız pencerelerde,
yukarılara, rüzgarlı çatılara tırmanırım. Jiletle doğrarım kol
larımı, göğsümü, dudaklarımı , acıması için değil, acımaz za
ten, uykusundan uyanan, eski yaralardan akan kanı dinleye
bilmek için. Yağmurlarla yıkanmış yürekten firlayan yabani
kanı . . . Sesi korkutucudur, bağırır, ulur, çığlıklar atar ama as
la yalan söylemez. Söyleye mez. Teker teker belirirler yerka
buğunun çatlaklarından, önce birer ikişer, sonra hep beraber,
bir uğultu yükselir topraktan, dalga dalga yayı l ır. Atla! Atla
sana lan aJağı! Korkma, gcbcrmczsin! Beni sonsuza çağıran,
taşıyan, yokuluğuma eşlik eden, o muhteşem, o inanılmaz
koro. Hep yalan söyleyen . . . B iz hepimiz, bütün insanlar aynı
uçurumdan çıkıp gelmedik m i 1 Ertesi sabah, acı geri döndü
ğünde, artık başka bir şeye, h ayatın mosmor parmak izlerine,
bana ait bir geçmişe dönüşmüştür. Güzel bir şey insanın geç
mişi olması, gerçekten güzel hikayesini geçmiş zamanda an
latabilmesi.
Yoksa, insan dediğin nedir ki ! Yersiz bir kahkaha işte .
1 28
EPi LOG
1 29
bi . o anın buzdan kıskacında kavrayamayacağım gerçegın
çözülüp bilincime sızması için yıllar geçmesi gerekti . Bunun
bir ömür boyu sürecek, son ve kesin, her şe ye karşın beni
e sirgeyen bir veda olduğunu . . . Onun gördüğü öteki ben, da
h a canlı, d aha sahici, dah a düşse ! , bakışının menziliyle, öm
rüyle sınırlı o tek kerelik varlık, onunla birlikte sonsuza dek
yitip gitti . Bense azalmış, eksi lmiş, bir yanımla ölmüş yaşama
ya devam ettim .
Katilleri n, kurbanlarının gözbebeklerinde sonsuza dek ya
kalandığına inanırdı o. Amberin içinde milyonlarca y ıl hiç de
ğişmeden kalan sinekler gibi . Işığı hızla sönen bir evrende, iki
boyutl u , kıpırtısız, donuk bir imge biçiminde, kendi cinayeti
nin içinde tutsak kalakaldığına . . . Gökyüzüne doğnı yol alan,
koskoca bir dünyayı yalnızca mekanda değil, zamandaki son
suzluğu içinde sarıp sarmalayan o son bakışta, giderek küçü
len, yok olan bir noktacık gibi . . . Belki böylece gözlerini ben
de bırakıyor, beni o mutlak, sonsuza dek bu kadar kalacak
ışıksız dünyadan çekip çıkararak hayata geri veriyord u . H -A
Y-A-T. Hep bu görkemli harf şöleni adına sağ kalmadık mı !
O görkemli harf şöleni adına çırpınır, anlatır, dönüşür, at
latırsın . Sana ait olmayan, bir başkasından, bir başka sen'den
aldığı güçle bu dünyanın gecesini atlatırsın . Gelecekten
ödünç aldığın bir güçle sağ kalır, yoluna devam edersin, ye
n i güne, bütün yeni günlerin keskin sınırına doğru . Ama ge
cen, senden çok daha önce ulaşır ufkun ötesine . Bir aşağı, bir
yukarı adımlarsın loş, birimsiz koridorlarını belleğin, taştan
basamaklarını iner çıkarsın, bomboş odalara girer, bekler,
dinlersi n. Bir genişleyip bir daralan çemberler çizersin bazen
bir taşın, bazen bir i nsan yüzünün suskunluğunda, bir orma
nın ya da darağacının halkalarında. Sesini bulamayan bir çığ
lık, hecelerine bü rünemeyen bir sözcük, yarısı silinmiş bir sa
tır gibi dolanırsın aşındırdığın yollarında hayatın , gecemsi kı-
1 30
yılarında. Asfalt vardır, toprağı ve ölülerini görmeni engelle
y en, duvarlar, tavanlar, kör kapılar perde gibi gerilir gecenin
karanlığıyla seninki arasına, sokak lambaları ışıldar umudun
yalanları boyunca, koca koca bakımlı binalar, köprüler, anıt
lar uzanır sarp yamaçlarında yalnızlığının. Birbirine daha
uzak, daha sağır, daha yitik ben'l ere ayrılmış, her seferinde
daha insan, yeniden, yeniden başlarsın aynı sürgüne. Uçuru
m u n b i r b u, bir öteki yakasından seslenir, bazen ölenlerin,
bazen yaşayanların arasında susarsın. İ kiye kesilip ortasından
yapıştırılmış bir suretten ibaret, kendi gecenin yıldızlarıyla
taçlanmış, içinden çıkıp geldiğin, seni kendine geri götürecek
yolu ararsın . Sırların, suçların, itirafl arın çok uzağında, kendi
kanının yolları nı , yüreğinin kapısını ararsın. İçinde giderek
genişleyen mezarlığa, giderek seyrelen ziyaretler düzenler,
her seterinde d aha çabuk, daha yenik, arkanı dönüp gidersin.
Kuruyup kalmış bir sözcüğü eline alır, silkeler, tozlarını ü fler,
kulağına dayarsın . Ona seslenir, onda bağırır, ölü bir kuş
muşçasına fırlatıp yukarılara atarsın . Çatılarına, damlarına tır
manırsın insanların uyku l u , yuvarlak dünyasının, senden hiç
bir iz taşımayan sokaklara, ufukl ara, uzaklara bakarsın. Bu ka
dar işte senin son özgür ülke n ! Yüzüne soğuk soğuk çarpan
bir rüzgar, hep uzak gökyü zü, biraz yıldızlı boşluk, biraz
u çu ru m . Bir kanat sesi. Hala hayattasın . Ö ylece, orada, asılı
kalmış, bekleyen, bir ibre gibi sallantılı, yerle gök, adeta var
olmakla bütünüyle yok olmak arasında . . . Yaşayan -senle öl
müş-se nin umutsuzca birbirine seslendiğini hissedersin, bir
birinin uçurumuna yenik düşmüş, kimseye duyuramadan ha
la seslendiğini, hep seslendiğini . . .
Bana gelince . . . H e r seferinde eksik, yarım, yanlış anlattım
kendimi . Yerli yersiz, zamansız. Ya çok kuru ya da trajedinin
diliyle . . . İ skelet korkunçluğunda, boş boş çınlayan üç-beş
sözcük bir araya geti rdim, üzerinden bir türlü geçilemeyen
131
suskunl uklarla, söylenmekten çok susulmuş sözcüklerle ko
nuştum . Ya da sanki hayat aniden hikayelendirilmeyi, betim
lenmeyi, gösteritmeyi talep etmişçesine, kansız metaforlar,
yay gibi uzayan fı iller, gerçek biçimini arayan imgeler boşalt
tım geçmişin üzerine. Takatim kalmayıncaya dek. Yol yol
yükselen sözcük duvarlarının arasında ağır ağır, acıyla dolan
dım, el yordamıyla, ay ışığında beliren bir hayalet gi bi, çağ
rılmadan girdim kendi hikayeme . Artık bana bile daha az ya
bancı olmayan, eğreti, çatısız hikayeme . . . Rüzgartarla içi
oyulmuş, daha doğarken, kumlarla, yağmur suyuyla kapla
nan .. Orada, kat kat dizili delik deşik taşların arasında, kim
senin yanıma gelmeyeceği bir yerde, bir başıma kalakaldım :
Soyunuk, yitik, sonuna dek yenilmiş. Trajedilerin, suçun ve
bağışlanmanın çok ötesinde, time time, harf harf çözüldüm
yazgımdan, uğu ldayan çamu ra karıştım. Beni kendimle bu
luşturacak ve ondan azat edecek sözcüğü bulamadım. Bin
yılların darbeleriyle kolu kanadı kırılmamış, ikiye yanlmamış,
karanlıklardan çıkıp gelen, ü zerinde şafağın sökebileceği bir
sözcük. Bazen gülen, bazen ağlayan masketerin ardından an
l attım, anlattıkça daha da anlatılmaz olanı, hantal bir gölge
gibi izledim onların fisıltılarını, gözyaşlarını, çığlıklarını, kah
kahalarını . Kimini sokaklara, kimini yıldızlara, kimini suskun
l uğa yolladım. Artık gerçeğin bile sahip çıkmadığı hikayemi
tamamlayacak, hem benim kılıp hem de aslında ait olduğu
yere, HAYAT'a i ade edecek sanki o tek kişi çoktan silinip g ir
mişti . Sadece hayat sahi plenebil ir, üstlenebilir, taşıyabilirdi
olup biteni . Geride tek bir sözcük kalmamıştı, kurumuş bir
dal gibi elierirnde kırılmayan, benim gecemden konuşup
benim suskunluğumda kan kaybetmeyen . . .
Ama bazen, çok e nder, içimde bana benzemeyen bir sesi,
sanki bir insandan gelmeyen ve insanlara seslenmeyen bir sesi
işitiyoru m. Kanıının uyanışını, eski yaralarda akışını, a çılmış
1 32
damarlardan firlayışını. . . En eski, en gerçek korkuların uyan
dırdığı çığlıkları işitiyor, yaşamak için atıldıklarını hatır
lıyoru m. Çok ender konuşuyor yaralanın ve asla yalan söy
lemiyorlar. Ama onların darmadağı n, korkunç sesi bile aşıl
maz surlarında parçalanıyor insan yüzü nün v e sözü nün,
yalana dönüşüp toprağa yağıyor. Bir tabiremin dolambaç
l arında, kuytularında, kör noktalarında yolunu yititiyor, tek
bir yüreğe rastlamadan boşl uğa dağılıp gidiyor.
Sanırım bazen ölülere sesleniyorum, bazen hayatın ken
disine. H angisinin beni yanıtladığını, yanıtiayacağını bil
miyorum . Ama bazen, içimde kuruyup kabuktaşmış ben'ler
den birinin, nedensizce, kendiliğinden ınırıldanmaya baş
ladığı bir ezgi, bütün berraklığıyla, tamlığıyla yüreğime dek
ulaştığında, yeryüzünün ya da gökyüzünün derinlerinden
gelen bu sesi tanıyor, bi r zamanlar kendimin sandığıını h atır
lıyoru m . Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan,
giderek büyüyen, dalga dalga yayılan bu ezgiyi hala işittiğimi,
hep işittiğiıni anlıyorum . Yoluna çıkan her insanla daha da
yükselen, ufukların ötesine geçen, aslında seslendiği yere,
sahipsiz bir yüreğe, Hiçkimse 'nin yüreğine doğru giden bir
ezgi . Derinlere, içinde herkesin kaybolduğu en derinlere
doğru . . . Birimsiz bir çığlıktan olduğu kadar, meleğimsi bir
gece gülüşünden de, yaşanmış olan kadar yaşanmamıştan da
doğan . . . Yitirilmiş ve yitiril eceklerin, gün ışığının, yıldız
tozunun, yürek rengi düşlerin, ilk ve son bakışların, uzak
ların, yakınlan n , bir ömür boyu süren vedaların, darağaç
larının, rüzgann, taşların, ağıtların, suya vuran, toprağa akan,
gözlere dolan yağmuru n, söylense de söylenememiş her
şeyin ezgisi . . . Ama elbe t, şarkı ya hep yanlış yerden, yanlış
perdeden katılıyorum.
1 33
Başın öne d üşmüştü . Yaralarma yapıştırdıkları kağıt rulo
larının ortasında tuhaf bir çiçeklenmeyi başarıyordon sanki .
Dalların gizlediği iki ıslak, yalnız yıldız gibiydi gözlerin . Ben
de u n unun onları. Teker teker dalları araladım . G ü nler,
geceler boyu, yıllarca araladım. Bitirdi ğimde, sen çoktan git
miştin.
134