Vous êtes sur la page 1sur 141

ASLI ERDOGAN

1967, İstanbul doğumlu. Bilgisiyar mühendisliği ve fizik okudu, yüksek li­


sansını CERN'de (Avrupa Yüksek Enerji Fiziği Laboratuvarı) hazırladı.
Rio de Janeiro'da başladığı fizik doktorasını yarıda bırakarak yazmayı seç­
ti, iki yıl Güney Amerika'da yaşadı. İlk romanı Kabuk Adam l994'te, öy­

kü kitabı Muciuvi Mandarin l996'da yayımlandı. Tahta Kutlar adlı öy­


küsü Deustche Welle Ödülü kazandı, dokuz dile çevrildi. İkinci romanı

Kırmızı Pelerin/i Kent ( 1998 ), Fransızca ve Norveççeye çevrilerek Actes


Sud ve Gyldendal Yayınları'nın "Marg" (Omurilik) Serisi'nde yayımlandı.
Radikafde yazdığı köşe yazılarını Bir Yolculuk Ne Zaman Biter adlı kita­
bında topladı (2000). Lire dergisince "Geleceğin 50 Yazarı" arasında gös­
terilen Erdoğan'ın 2005'te yayımlanan Hayatın Sessizliğinde adlı şiirsel­
düzyazı metni, Dünya Yayınları tarafindan düzenlenen yılın kitabı ödülü­

nü kazandı. 2006'da gazete ve çeşitli dergilerde çıkan yazılarının toplan­


dığı iki seçkisi, Bir Kez Daha ve Bir Delinin Güneesi yayımlandı. Ulusla­
rarası basında kendisinden övgüyle söz edilen yazarın, eserleri halen pek
çok dile çevrilmeye devam ediyor.
TAŞ BİNA VE
Dİ GERLERİ
Aslı Erdoğan

§
Türkçe Edebiyat 210

Ta� Bina ve Diğerleri


Aslı Erdoğan

Yayma hazırlayan: Çiğdem Su


Kapak tasanm: Utku Lomlu

Son okuma ve düzelti: Özgür Tunçel

Mizanpaj: Bahar Kuru Yerek

© 2009, Aslı Erdoğan

© 2009; bu kitabın tüm yayın haklan


Everest Yayınlan'na aittir.

1·2. Basım: Mayıs-Haziran 2009


3. Basım: Eylül2009

4. ·Basım: Ekim 2011

ISBN: 978 975 - 289 - 593- S

Sertifika No: 10905

EVEREST YAYlNLARI

Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu/İSTANBUL

Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76

e-posta: info@everestyayinlari.com

www .everestyayinlari.com

www.twitter.com/everestkitap

Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık

Tel: (0212) 674 97 23

Faks: (0212) 674 97 29

Everest, Alfa Yayınlan'nın tescilli markasıdır.


SABAH ZİYARETÇİSİ 1

TAHTA KUŞLAR ll

MAHPUS 33

TAŞ BİNA 51
BaJlangıf 53
İnsanlar 61
Taflar 71
Düfler 83
Kahkaha 99
Öyküler 107
Sonlar 119
TAŞ BİNA VE
Dİ GERLERİ
. . .

SABAH ZIYARETÇISI
Sonunda sabah old u . Yokuş yukarı tırmanan bir yük treni
gibi ağır ağır, zahmetle yol alan geceden sonra, gün doğdu.
Çatı katı penceremde bir leke sessizce belirdi, giderek derin­
leşti . Uykul u bir güneş, temkinli ve utangaç kuzey güneşi,
yeni günün başladığını, bir yükümlülüğü yerine getirircesine
ilan etti . Şu anda tüm gördüğüm, dik açı çizereesine yükse­
len ıslak çatıyla, devasa ağaçlar arasına sıkışmış bir dilim gök­
yüzü . Rüzgarla savnılan ince, yaslı dallar, hafifçe çürümüş tit­
rek yapraklar . . . Boş yere havaya açılan dilenci elleri gibi . Ay­
l ardan ağustos, diyebiliriz ki mevsimlerden yaz . . . Güya yaz.
Bu kuzey ülkesinin puslu kasvetine şimdiden yenik düştüm,
ruhum denizin kuşattığı kentl e , yağmurla, yosun kokusuyla
dolu .

3
Ahşap evin içinde bir yerlerde, telefon uzun uzun, ısrarla
çalıyor. Odanın karanlığı insanı yanıltsa d a, saat sekizi geç­
miş, ama burası için, göçmenler yurdu için fazlasıyla erken.
Bu saatlerde horlamalardan, iç çekmelerden, sıkıntılı uyku­
sundaki ahşap evin soluk alıp vermelerinden başka ses duyul­
maz. Sağı rndaki odada, kuzeyin soğuk dilberierine şarapnet
yaralarını göstermekten çok özel bir zevk duyan Bosnalı ka­
lıyor - çoğumuzun yaraları d aha sessiz. Solumdaysa. porno
filmlerde çalışarak geçinen bir Rus, sabahlara dek çoktan ka­
panmış bir dönemi protesto eden şarkılar dinliyor. Daha öte­
de, ne kökenini, ne de yaptığı işi kimsenin bilmediği, saçları
kızıla boyalı bir kadın, en dipteyse Sornalili anne masalını
herkese yuttu rmuş, yüzde yüz Çingene, hayatı boyunca tek
gün çalışmamış, çapkın ve otlakçı Romen var. Akordeonuyla
en bu z kesmiş yüreği bile çözdüğünü söyleyerek övünmeyi
seviyor. Her biri bir başka topraktan, bir başka geceden gel­
miş göçmenler, şimdi cephe geri sinin kana aşina u ykusunda­
lar. Nefret ettikleri kaderleriyle yetiniyor, çoktan teslim ol­
dukları talihsizliklerinden başka şeye güvenmiyorlar. Ortak
sığınağımızda, içki, ter, tütün, kirlenmiş ten kokulu bir bulut
sü rüne sürüne dolanmakta, dünyanın bütün taşkınlıkları ve
hayal kırıklıklarıyla ağırlaşmış, ki bu bulutun içinde bazı sa­
bahlar çok hafif ayak sesleri yankılanır. Belki yalnızlığın der­
beder h ayaleti, çamura ve nesnelere bulanmış, yalpalaya yal­
palaya evi terk etmektedir, belki kızıl saçlı kadın yeni bir aşık
denemiştir.
Telefonun çalışı bitmeden, merdivenlerde ayak sesleri du­
yuluyor. Ağır, yorgun, uzun yoldan gelmiş adımlar, yaklaşı­
yor, yaklaşıyor, kapıının önünde duraklıyor. Saniyeler yerine
geçen bir yürek kasılmasından sonra adımı d uyuyoru m. Bel­
ki hayal gücüm beni yanıltıyor, boğuk bir ses, a nadilimde be­
ni çağırıyor.

4
" Evet, benim. İ çeri gelin . "
Kapı keman sesi kadar dokunaklı gıcırtısıyla, neredeyse in­
leyerek açılıyor. i çeriye dolan cıva soğukluğundaki esinriyle
birlikte, kısa boylu, esmer bir adam beliriyor. Omuzları çök­
müş, geniş sırtı bütün odayı k aplıyor, kapı hiç açılmamışçası­
na kapanmış bil e . Ziyaretçim bir süre kıpırdamadan duruyor,
gövdesini güçlükle taşıyan ince bacaklarının üstünde, bir
kuklanın mekanik hareketiyle aniden bana doğru dönüyor.
Alçıdan yapılmış gibi duran yüzü, sanatçı baştan savma işini
bitirerneden kuruyup katılaşmış gibi . i rikıyım burnu sanki
eriyip çökük yanaklarından aşağı akmış, gözleri derin çukur­
larında görünmez ol muş. Ü zerinden dökülen buruşuk, koyu
renkli takım elbisesi yıllardır çıkarılmamış gibi . Kravatsız, tı­
raş olma alışkanlığını epeydir başlamış. Siyah, kalın telli, sey­
relmiş saçlarından serin ve karanlık gecenin kokusu yayılıyor.
Onu daha önce gördüğüme emindim.
"Şöyle bir u ğrayayı m, dedim . Burada yaşadığını öğren­
dim . "
Belki hoş geldin cümleleri mırıldanmam, ölü soğukluğun­
daki elini sıkınam gerekirdi . Belki korkmalıydım . Ama bu kı­
pırtısız liman kentinde korkacak hiçbir şey yoktu ki . . . Ö lüm
bile yoktu sanki. O da, tramvaylar gibi, tam vaktinde getirdi,
ne önce, ne sonra . . .
Soluk, beyaz elleriyle pardösüsünü kavramış, gözlerini
kırpıştırarak odaını inceliyordu. Karanlığa alışmaya başlayan
bakışları önce sert eğimli çatının altına sıkıştırılmış yatağı seç­
ti . D emirden örümcek ağının üzerine atılmış cılız şilte, yeni
du rulmuş bir çatışmanın ardından, gece kabuslarıyla darma­
dağınıktı. Kitaplar, kavanozlar, kirli bardaklar, tepeleme do­
lu küllüklerle kaplı masada, bira şişesine geçirilmiş bir mum
haLi yanıyordu. Günün her saatinde karanlık, geniş, eşyasız
bir odaydı benimki . Sabahları, avuç içi kadar pencerenin al-

5
tında durup da başımı kaldırdığımda, kendimi gökyüzüne
doğru hızla ilerleyen bir denizaltında sanırdım. Gündelik ha­
yatın her türlü ıvır zıvırı sağa sola saçılınıştı . Kadri bilinme­
yen bu maritetli, sokulgan nesneler, m utlak yalnızlığıının ta­
nıkları, sıkıntılı karanlığın izlerini taşıyorlardı . Hepsi, elimi
dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi. Bavuldan taşan
giysiler, masaya y ığılı kitaplar sararıp solmuş, yırtılmış, leke­
lenmişti. Bardaklar saydamlıklarını yitirmiş, kalemler de , küf.
lü e kmekler de iç karartıcı duvarlar gibi orasından burasından
kemirilmişti . Tiksindirici bir sıvının dalgalandığı lavabonun
üstünde, küçük bir ayna asılıydı. Aynanın sırları öylesine dö­
külmüştü ki, bütün bu hırpalanmış nesneler, kendi yansıma­
larını görmek istediler mi, bir türlü başaramaz, bulanık bir si­
sin içinde dağılıp giderlerdi . Bense nesnelerin zedelenmiş yü­
zeyinde kendimi görüyordu m . Kendi zedelenmiş tenimi . . .
Boşluğa, hem içimdeki, hem dışarıdaki boşluğa direnen ince ­
cik bir zar gibi, yaralı bereli . ..
"Soğuk diyarlar buralar, değil mi?" Gözleri elektrik soba­
sına takılmış, gülümse mişti. Merhametli bir gülümsernesi
vardı . " Ü stelik d aha ağustostayız . "
Konuşmadan yüzüne baktım. Bütünüyle kapkara iki göz­
den, sonu belirsiz bir ç ift tünelden başka bir şey görcmedim.
" İ ki ayı bulmaz ilk karın düşmesi . Ö nce denizden ciğerle­
ri acıtan bir rüzgar esmeye başlar. Çamur birikimilerini kap­
l ayan buz tabakası giderek derinleşir, bir sabah uyandığında
kendini bembe yaz bir dünyada bulursun. Her şey donmuş­
tur. Donmuş ve canlı canlı gömüldüğü buzdan tabunında
yeniden doğacağı günü düşlemektedir ."
Odanın ışık alan merkezin e , tavana dikilmiş, şaşkın bir gö­
zü andıran dikdörtgen güneş lekesine yürüdü . Hep dar me­
kanlarda yaşamış birinin kısıtlanmışlığını fark ettim devi nim­
lerinde, bu eşyasız odada bile sağa sola çarprnaktan korku-

6
yordu sanki . Belki ardı sıra iz bırakmak istemiyordu . Yüzün­
de solgun bir ışık demeti dolandı. Birden onu tanıdım. Top­
rak sarısı cansız ten, gözaltiarındaki morumsu şişlikler, kanlı
damarlada yol yol çizilmiş gözakları . . . O da geceleri uyku
tutmayaniardandı.
"Ama soğuktan da dayanılın azı karanlık. Şu güneş . . . "
D urdu, yerdeki parlak lekeye baktı. Sanki eğilip bir kapa­
ğı açsa, gün ışığı fişkırarak odayı dold uracaktı . Başımı pence­
reye çevirdim . Yeşil yeşil titreşen dallar, yaprakların üzerinde­
ki gümüşümsü damlalar, camdaki gölgelerin yumuşak, düş­
sel dansı . . . Bakışımı hem kucaklayan, hem sınırlayan engin
mavi l ik . . . Kuzey güneşi parıldadığı ender anlarda, bütün
dünya ışıldıyor, dönüşüyor, gülümsüyordu. Ancak hava der­
hal bulutlandı, oda eskisinden de karardı.
"Şu güneşi günde bir, bilemedin iki saat göreceksin . Öğ­
leye doğru ufukta, hastalıklı, beyaz bir leke gibi belirecek, da­
ha tepeye varamadan güçten kesilecek. Aslında gerçek güneş
hiçbir zaman doğmayacak. Onun yersiz yurtsuz yalancı haya­
leti günlerin yerine, içi boş çerçeveler dağıtacak. Dünyanın
aydınlık yarısıyla, karanlık yarısı, bıçakla kesilmiş gibi bir bi­
rinden ayrılacak . "
Gözlerini duvarlara çevirdi, ben d e , onunla birlikte, onun
gözleriyle ezbere bildiğim tozlu duvarları taradım. Saç telle­
ri gibi sarkan kablolar, borular, kabuk bağlamış yaraları a ndı­
ran yağmu r izleri arasında, insan biçimini yitirmiş bir gölge
bana bakıyordu . Kendisinden d aha iri, daha korkunç gölge­
si, gölgeler arasında bir gölge daha . . .
" İ şte o zaman, uzun, kesintisiz, tek bir geceden oluşacak
hayatın . Böyle bir geceye yalnızca hayaletler dayanabilir.
Beyaza kesmiş insanlar, beyaza kesmiş ağaçlar, hayaletlerin
dolandığı kent . . . İ şte o zaman, belleğin uzun gecesi başla­
yacak. "

7
Bu ses . . . Bu ürkünç, tanıdık, kederli ses daha önce de ko­
nuşmuştu benimle, defalarca . . . Ruhumda art arda kapılar açı­
lıyordu; derhal kapıyordum onları, içeri dolan soğuk cıva
esineisiyle titreyerek . . .
"Neyse, fazla vaktimiz yok. Artık karar vermelisi n . "
Sigara pakerime v e muma uzandı m .
"Karar vermeli v e bitirmelisin. Hayat böyle bir şey işte,
"
basit ve yalın. Soluk al, ver, al . .. Basit ve yalı n . "
Aynay a doğru kısa, yoğun, onaylamayan bir bakış fırlattı
ama gördüğü bulanık, lekeli bir i m geydi y alnızca.
"Sana binlerce yıl önce geçmiş bir öykü anlatacağı m," di­
ye başladı, gözkapakları bir tabutun üzerine inercesine ağır
ağır kapanarak.
"Seni dinleme yeceği m . Beni hep oraya geri götürüyor­
s u n. ( İ lk kez konuşuyord u m . Gerçekten konuşuyor m uy­
d um?) Oradan hiç çıkamadığıını hatırlatmak için geliyorsun .
O karanlık hücre, nereye gitsem peşim sıra beni izliyor. As­
lında içimde taşıyorum onu . Bir ağacın kökleri gibi geceleri
büyüyor. Büyüyor, büyüyor, tenimi parçal ayarak dışarı çıkı­
yor. İ lk bulduğu boşlukta somutlaşıyor . "
Elimle odaını gösterdim.
"G örüyorsun, sanki hep aynı üçboyutlu tabioyu yapıyor,
kendimi içine kapatıyor um. H ayatım tek bir resmin sayısız
taşbaskısı . Ağaçlar, u fuk, gökyüzü . . . Nereye baksam, içeriye
ya da dışarıya, yalnızca bir duvar görüyorum. Hangi yöne
dönsem, geçmişe ya da geleceğe, üzerime bir taş duvar geli­
yor. Belki de boşluğa dayanamadığım için duvarların arasına
saklanıyorum. Boşluğun dipsi zliğine . Gürültüsüne . . . "
"Ewel zaman içinde bir adam varmış," diye sürdürdü sa­
bırsızca. " İ yi bir insanmış aslında. Bilirsin, herkes aslında iyi
bir insandır. Ama bu adam gece olunca değişirmiş. Kötü bir
adam olurmuş. Anlıyor musu n? Sözcükler sınırlıdır: Duvara

8
vuran gölgesine dönüşürmüş. Belki karısıymış onu bu hale
getiren, adam ne denli kötü olu rsa, o denli üstüne titrermiş.
"0 uzak diyarda, güneş batar batmaz karanlığa bürünen
bir bina varmış. Her diyarda olan taş binal ardan . . . H atırlıyor
musun? Karanlıkla birlikte uçsuz bucaksız, dipsiz bir sessizlik
çökermiş. Ö lümden de korkunç kabusları bilmeyenler, buna
öl üm sessizliği derler. Aslında, sessizliğin içindeki sesleri,
yokluğun soluk alıp verişini duyamadıklarındandır bu.
"Ve o korkunç karanlık çöktüğünde, ay ışığı, beyaz saten
eldivenli parmaklarıyla demir parmaklıkları okşarmı ş. Soluk
altın renkl i , mükemmel, kocaman bir yüreği vardır onu n.
Ama böylesi bir yürek karanlıkla baş edemez. Zaten insanlar
demir parmaklıkları içlerindeki karanlık dışarı sızmasın diye
icat etmediler m i?
"Ve o karanlık binanın çatısında kuşlar varmış. Bu kuşlar,
yüzlerce yıldır, durup d inlenmeden çatıya kuru dallar taşırlar­
mış . Günün bi rinde, yeterince dal yığdıklarında, taş bina da­
yanamayacak, tuzla buz olacak sanırlarmış. Ama akşam olu r,
amansız bir yel eser, dalları savururmuş . Ama kuşlar, her sa­
bah, yeniden işe koyulurlarmış . Ağlıyor musun? Ne den?
"Ve o uzun gece başladığında, adam da h azır olurmuş.
Hep a ynı saatte yemeğini yer, karısının ütülediği t akım elbi­
sesini giyer, hep aynı saatte evden çıkarmış. Kimse bilmezmiş
nereye gittiğini . . . Ö nce aheste, sonra giderek hızlanan, hum­
m alı, şaşmaz, dönü şsüz adımlarla yürürmüş. Onu gören kuş­
lar işaretleşir, kentin bir ucund an diğerine seslenir, birbirleri­
ni uyarırlarmış. Solgun, yufka yürekli ay ışığı bulutların ardı­
na saklanırmış. Be lki adam zifiri karanlıkta yolunu bulamaz
diye u marmış. Ama insan gecede izlediği yol u unutmaz, de­
ğil m i? Dinle, daha bitmedi .
"Ve o gölge adam, taş binaya vardığında, tüyler ürpertici
çığlıklar yükselirmi ş . Gündoğumuna dek kesilmeyen çığlık-

9
lar . . . Kuşlar çığlık atarmış, ay çığlık atarmış, kara alevlerden
bir girdap gökyü zünü sararmış. Uçsuz bucaksız, dipsiz bir
çığlığa dönüşörmüş gece . Tek, uzun, kesintisiz bir çığlığa . . .
Kabaran uçurumun üzerinde incecik bir zar gibi titrermiş, çı­
rılçıplak ve kana bulanmış, korkunç yaralar açılırmış her ye­
rinde, yırtılır, yarılır, kanar, çatlar, yaralarma boşluğun sus<ı:­
mış dudaktan kapanırmış. Sonunda paramparça olur, dünya­
nın dört yanına d ağılırmış. Karanlık göğün taşları biçiminde
yağarmış i nsanların üzerine, karabasanlar ve lanetler; bir göl­
ge gibi dolaşırmış u yuyanların arası nda, kara bir karla örter­
miş gövdelerini, en derin çukurları doldurur, en gizli damar­
I ara sızar, kör bir kaplan gibi atılırmış uykunun üzerine . . . İ ş­
te o zaman, belleğin tek, uzun, bitimsiz gecesi başlarmış. "
Başımı kaldırdığımda çoktan gitmişti . Masanın üzerinde
mektubu d uruyordu . Çekmecemi açıp onu da diğerlerinin
arasına koydum . Dünyanın neresine gidersem gideyim, beni
bul uyorlardı. Ö lüler bana yazıyor, artık anlatamadığım bir
şeyi anlatıyor, eninde sonunda geri döneceğim bir yere çağı­
rıyorlardı. Uğruna kendi öykümden kaçtığım hayat karşısın­
da uyarıyariardı beni . Sığındığım geleceğin, geçmişin yeni­
den, yeniden anlatılmasından başka bir şey olmadığını bili­
yorlard ı . Beni bekleyen geçmişin sürgündeki hayaletiydi yal­
nızca, hücreme, içimdeki o karanlık, ebedi hücreye gelen tek
ziyaretçi . . . Zarfların tekini bile açmamıştım, ama biliyordum .
İ çinde kuru dallar, soluk altın renkli ay ışığı v e son sahipsiz
çığlık vardı.

lO
TAHTA I<UŞLAR
Odanın kapısı aniden açıldı, kızıl bir kafa içeriye u zandı .
Dijana'nın soluk soluğa, sabırsız sesi işitildi:
" H adisene Felicita! Bütün gün seni mi bekleyeceği z? Kal­
dır şu koca kıçını yataktan. İ çin ölmüş kızım senin, içi n ! "
Kapı, açıldığı hızla kapanmış; hastane koridorunun de­
zenfektan kokusu, Dijana'nın tiz sesi ve yüzeysel de olsa can
yakan alaycılığı dışarıda kalmıştı .
Akciğer hastalarının eşsiz bir ironiyle "Felicita" - "mutlu­
luk" diye çağırdıkları Filiz, son derece karamsar, içedönük,
kırgın bi riydi . Politik göçmen statüsü, tarih doktorası, oda­
sındaki cilt cilt kalın kitaplarıyla, hastaların gözünde pek de
sevimli olmayan bir entelektüel konum undaydı. "Ah, şu bi­
zim Felicita," derdi Dijana. " Onunla sohbete kalkışacağıma
onkoloji kitabı okuru m daha iyi . Ağzından cımbızla laf alını­
yor . " Şu bizim kara-kuru Fclicita! Ü lkesinde iki yıl h apis yat­
mış; kitaplardan katasını kaldırmayan, Alınaneayı aksansız ko­
nuşmayı on yılda öğrenememiş Felicita!
Filiz ağır ağır kalktı yataktan. Uzun sü reli hastalığı
- çift taratlı zatürree ve kronik astım- gücünü tutumlu bir bi­
çimde kullanmayı öğretmişti . Sürekli sıziayıp istemlerde bu­
lunan bedeninin kaprislerine boyun eğerdi.
Sekiz ay sonra ilk kez hastane binasının dışına çı kacaktı .
İ yileşme aşamasındaki hastalara verilen iki saatlik cumartesi
izni listesinde " Filiz K umcuoğlu" adı da vardı . Geceleri, nö­
betçi hemşireyi atiatıp hasta dosyalarını aşırmayı hastane ya­
şamının en büyük serüvenine çeviren Dijana, zaten pazarte­
sinden beri bu gelişmeden haberdardı . "Büyük bir sürpriz"
hazırlarnıştı onun için. AMAZON EKSPRES İ ! Ü çüncü kat­
taki hastaların sırrına ortak ol maya, Amazon
Ekspre si'ne binmeye hak kazanmıştı . Doğrusu hiçbir beklen­
tisi yoktu Filiz'in. Olsa olsa, otuz kilometrelik bir çember
içindeki te k yerleşim yerine, T. Köyü' ne giderler, bir- iki ka­
deh içerlerd i . Belki de köy delikanlıları y a da erkekler sana­
toryumunun, kendileri kadar tükenmiş hastalarıyla buluşur­
lardı . Karaormanlar'ın ortasında başka ne yapılabilirdi ki?
Filiz, en azından yirmi yıl önce dinleyip belleğinin ücra
köşelerinden birine gömdüğü bir öyküyü ansızın, tam kapı­
dan çıkarken hatırladı . Bu yüzyıl başlarında, Heybeliada Sa­
natoryumu 'nun veremli kadın hastaları, geceleri gizlice or­
mana d alar ve veremli erkek h astatarla sevişirlermiş. Ellerinde
meşalelerle yürüyen, bey az gecelik.li, solgun benizli, ölüme
m ahkum kadınlar . . . Öykünün gerçek olabileceğine inanma­
mış, ama şiirsel ve trajik bulmuştu . Şiir çoktan çıkıp gitmişti
yaşamından ve kişisel trajedileri öylesine çağalmışlardı ki , asa­
lak bitkiler gibi varlığının özünü kurutmuşlardı .

14
Çifte cam kapıdan dı;arı çık! O ciddi, patık kaflı,gri "T.
Hastanesi, Akciğer Hastalıkları Servisi» lcvhasına arkanı dön
ve sağa sola bakmadan, hızla yürü. Binanın dev gölgesinin
bittiği rizgiyc dek. i;tc orada,günc1in imparatorluğunun sı­
nırlarında dıtr, nefesini tut ve o tck adımı, seni gölgeden çıka­
racak tck adımı yavaffa at. Öyle ki, cılız kıtzcy günCfi bile bir
anda ısıtsın sırtını ve sen,gcrmi;ini bütünüyle kafandan silip
atabilcccğinc inandır kendini! Bırak güne! küfük oyunlar oy­
nasın sarlarında,orman fiğ renk/ere bürünsün,rizgiteri silin­
sin dünyanın,gcrrcklik saf ıpğa dönü;sün.

Kollarını kaldırırsa gökyüzüne uçacağını düşleyen Naclez­


da'yı hatırladı Filiz, Çehov'un Düetlo'sundaki mutsuz Na­
dezda. Kendini bir Çehov kahramanı gibi hissediyordu. O
anda bir kuşa da dönüşebiiirdi belki, ama olsa olsa tahtadan
bir kuş. Kanatları uçmaya değil de mekanik gürültüler çıkar­
maya yarayan, cansız, aciz, gülünç bir kuş. Acı veren bir coş­
kuyla dolmuştu. Aynı anda hem ağlamak, hem gülmek; hem
yaşamak, hem ölmek istiyordu.
"Hadisene Felicita! Mumya gibi donup kaldın. Gecikiyo­
ruz."
Dijana'ya, Gercia'nın sigara ve veremden çatallaşmış kont­
ralta sesi eşlik etti: "Amazan Ekspresi'ni kaçıracaksın1"
Bahçe kapısının önünde toplanan grup altı kadından olu­
şuyordu. "Üç yabancı, üç Alman, üç veremli, üç astımlı," di­
ye anında sınıflandırdı Filiz. "Almanların hepsi veremli, biz
üçüncü dünyalılar ise astımlıyız. Tam tersi bek.lenirdi oysa."
Vererne rağmen güçlü kuwetli kalmayı başarmış, iki sarışın,
boylu böslu Alman; Martha ve Gerda. (Aslında Gerda pek
uzun değildi, sarışın da sayılmazdı, ama Filiz'in kişisel ayrın­
tılara duyarsız gözleri, onları birbirine eş kılmış, küçük top­
lulukta işçi sınıfı temsilciliğine yerleştirmişti.) Filiz, bu kadın-

ıs
ların bedensel güçlerinden, kabalıklarından, çıkarlarını savu­
nuşlarındaki kararlılıklarından biraz ü rker, bir yandan da için
için onlara gıpta ederdi. Üçüncü Alman, totem çubuğu gibi
ince, avunları çökük, içedönük bir eroinman eskisi, yirmi ya­
şındaki Beatrice'di. Kısacık kestiği kestane saçları, hep yitirdi­
ği bir şeyi ararmış gibi bakan hüzünlü gözleri, kurumuş bir
ağacı andıran yeniyetme bedeniyle bu kız, Filiz'i kederlendi­
rirdi. Her taşın altından çıkan, oyuncu kızıl tilki Dijana. Hiç­
bir şeye metelik vermez, hiçbir şeye sinirlenmezdi. Hırvat ye­
rine Yugoslav denmek dışında. Ve Arjantinli Graciella...
Sanatoryumcia Filiz kadar, hatta ondan da fazla dışianmış
tek hasta Graciella'ydı. Oybirliğiyle "seçkin, zarif, kültürlü"
gibi sıfatlarla betimlenen, doğuştan ayrıcalıklı, tuzu kuru bu
kadını, akciğer hastaları arasında görmek bile, hayatın tatsız
şaka anlayışına bir örnekti. Boyu bir elli sekiz civarındaydı
( Filiz'den bile kısa), çıtı pıtı, minyon yapılıydı. Kaküllü düz
saçları, hastanede bile hiç aksatmadan biçimlendirdiği "Mar­
lene Dietrich" kaşları, aynı anda hem ılık, hem de buz gibi
bakabilen badem gözleriyle "Evita" lakabını kazanmıştı.
Doktorların, hemşirelerin gözdesiydi; kırılgan, eşsiz bir anti­
ka vazoymuş gibi davranırlardı ona. Zaten bütün dünya, ona
özenle ve ineelikle davranmalıymış gibi bir izienim bırakırdı.
Gelgelelim Filiz, porselen kadın biblosunu andıran kusursuz
yüz hatlarındaki katılığı sezmişti. İnsanları korkutan bir gü­
lümsemesi vardı Graciella'nın. Filiz'e sevimli, hanım hanım­
cık, her gün fular takan ve sınıfa girdiği anda birinci sınıf bir
işkenceci kesilen ilkokul öğretmenini anımsatıyordu.
Onu ilk kez gördüğünde, yolu yanlışlıkla hastalar kanrini­
ne düşmüş bir ziyaretçi sanmıştı. Cam kenarında, tek kişilik
bir masadaydı Graciella. Dar siyah kadife etek, göz alıcı düğ­
meleri göğüs çizgisine dek açık bir gömlek giymişti. İki çeki­
ci göğsün arasında yürek biçiminde bir kolye parlıyordu.

16
Yüksek topuklu, tokalı "tango ayakkabıları" ve naylon çarap­
lar görünümü tamamlıyordu. Eşofmanlar, sandaletler, yağlı
saçtarla dolaşan hastaların arasında, eşine az rastlanır bir tro­
pikal çiçek gibi ayrıksı duruyordu. Gelgelelim günün birinde,
hastanenin fisıltı gazetesi editörü Dijana, paldır küldür oda­
sına dalmış ve bir sırrı açıklaınıştı:
"Biliyor musun, şu Arjaminli... Evita da aynı senin gibiy­
miş."
"Ne demek 'aynı senin gibi'?"
"Politik göçmen yani. Hapis, işkence filan. Ciğerleri öyle
hapı yutmuş zaten. Eski kocası diplomatmış, ikisi de çok zen­
gin, köklü ailelerden geliyormuş, hatırlı dostları varmış. Ama
işte, adam birinin kuyruğuna basmış, hakkında tutuklama
emri çıkmış. İki saat içinde toz olmuş. Karısını geride bıraka­
rak. Graciella'yı iki ay boyunca konuşturmaya uğraşmışlar
ama kocasının yerini söyletememişler. Belki de bilmiyormuş.
İnanabilİyor musun, şu çıtkırıldım kadın! Dış görünüşe al­
danmamak lazım."
Yıkıcı bir darbeydi bu Filiz için. En derin acılarıyla alay
edilmiş, kişiliği ve tarihiyle Filiz K. değersizleştirilmişti san­
ki. Benliğinde kendi kendisinden mitolojik bir kahraman ya­
ratmıştı ve yaşamını ancak bu kahramana inanarak sürdüre­
bilirdi. Korkunç geçmişinin anısı, varoluşunun kanıtı için
gerekliydi ve ruhunda kutsal bir köşe edinmişti. Oysa şu
züppe kadın, ikonalarının yüzüne tükürmüştü. Ne hakla
güçlü, gözü pek, ilkeli, inançlarının bedelini ödemiş Filiz'le
(kendini böyle tanımlardı) aynı trajedilere sahip olabilirdi?
Hem de göbekli, çift metresli, aşağılık bir adama duyulan
aşk adına!
Boz renkli bir yılan gibi, kıvrıla kıvrıla T Vadisi 'ne doğru
giden dar asfalt yolda yürüyordu hasta kadınlar kafilesi. Yol­
culuğun daha en başında bir mitoz bölünme gerçekleşmişti.

17
Dijana ve iki cüsseli Almandan oluşan öncü topluluk, hava­
dan sudan bir sohbete dalmıştı. Filiz'i hiç ilgilendirmeyen
konulardan oluşan, daldan dala atiayan bir cumartesi sohbe­
ti. Doktorların ayrıntılı bir çekiştirilişi -kadın doktorlar kıs­
kançlıkla, yakışıklı erkek doktorlar kayırılarak ele alınıyor-,
kafeteryadak.i yemeklerin, kahvenin yerin dibine batırılışı, te­
levizyon programları, Banderas-Pitt karşılaştırması vb... Al­
manlar Banderas'ı savunurken, Germen ırkı hayranı Dijana,
Pitt'i destekliyordu. Hastane öncesi döneme ait bir-iki anı. ..
Martha'nın dört yıl önce çalıştığı fabrikada, kadın işçilerden
biri çırılçıplak, gırtlağı kesilmiş bir durumda bulunmuştu.
Gercia'nın daracağında da birkaç cinayet öyküsü vardı; içle­
rinden birini ısıtıp sunmak için derin dondurucudan çıkardı.
Ailesi Bosna'da yaşayan Dijana ise, vahşetten hiç söz açmadı;
çığ gibi giderek büyüyen bir sessizliğin ardına saklandı.
Nereye ait olduğuna bir türlü karar verememiş Beatrice,
tek başına yürüyordu. Kendi iç dünyasıyla baş başaydı. Ola­
ğanüstü eylül ikindisini, önündeki zümrüt yeşili vadiyi, iki sa­
atlik özgürlüğü bir damla bile ziyan etmeden yudumlamaya
çalışıyordu. Mutlu görünüyordu ve bu harap olmuş genç
yüzdeki mutluluk, acı dolu bir ifadeden nedense daha doku­
naklıydı.
Filiz, Graciella'nın yanına düşmüştü, boş yere konuşacak
bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Aralarındaki sessizlik uzun ve
dikenliydi.
"Doğrusu, Amazan Ekspresi'nde seni görmek çok şaşır­
tıcı."
"Neden�" diye sertçe sordu Graciella. Gözlerinde soğuk
bir alev parlıyordu. Yıllar yılı bir cevher gibi içinde saklanan
öfkenin yansımasıydı bu. "Nereye gittiğimizi sana söyleme­
diler, değil mi�"
"Hayır, çok büyük bir sırmış gibi saklıyorlar. "

18
"Gerçekten de çok büyük bir sır Amazan Ekspresi. (Alay­
cı, içten pazarlıklı bir ses tonu, yara izi gibi gülümseme.) Sen
bile ş�ıracaksın."
"Köye gidiyoruz herhalde?"
Graciella kiraz kırmızısı ojeyle boyanmış, uzun tımaklı
parmağını dudaklarına götürdü. "Şişşş," dedi. Hastanedeki
"Sessiz olun!" tabdasındaki hemşire gibi.
Konuşmayı sürdürecek cesareti de, isteği de kalmamıştı
Filiz'in. Yolculuğun tadını çıkarmaya verdi kendini. Sekiz ay
sonra dışarıdaydı, masal gibi bir ormanda yürüyor, su gibi
durgun, saf ve lezzetli havayı içine çekiyordu. Yorgun ciğer­
lerine dolarken, geçmişin bütün kirini arıtan bir hava. Seve­
cen, cömert bir güneş, utka kadar uzanan yeşil sonsuzluk ve
sınırsızca, canı çektiğince yürüyebilmenin basit, yalın, muh­
teşem mutluluğu... Önüne kapalı kapılar çıkmadan... Demir­
parmaklıklı koğuş kapıları, üzerlerinde oda numaraları yazılı,
ses geçirmeyen, menteşeleri yağlanmış hastane kapıları. . . Ba­
caklarını özgürce kullanabilmenin, bedenini t�ıyabilmenin
verdiği sınırsız hazzı, sağlıklı biri kesinlikle anlayamazdı. Or­
manın kendine özgü, benzersiz kokusunu algıladı Filiz. Has­
tane bahçesinin yeni biçilmiş çimen kokusu gibi tatlı ve evcil
değildi bu koku, kaba ve dünyasaldı, b� döndürücüydü.
Belki de o tuhaf sessiziikti Filiz'in başını döndüren, T. Vadi­
si, sık dokunmuş yeşil bir halı gibi serilmiştİ önüne, tepeler
birbirinin sırtından göz kırpıyorlardı sanki. Sonbahar ışığının
derinleştirdiği vadide, güneş ve gölge, bitmez tükenmez top­
rak kapma sav�larına girişmişti. Köy kilisesinin altın gibi pa­
rıldayan haçı seçiliyordu uzaklarda. "Her şey üzüntü verecek
derecede pırıl pırıl ve kaygısız," diye düşündü.
Beatrice, avuçları dağçilekleriyle dolu, siyah saçlı kadınlar
grubuna yanaştı. Kimlik bunalımını aşmış, yerinin "yabancı­
lar" arasında olduğuna karar vermiş olmalıydı. Bu iki mah-

19
kum eskisini birbirine çeken trajik bağ, zehir! i bir örümcek ağı
gibi Beatrice'i de yakalayıp yutuyordu. Eroin, yalnızlığı,
umutsuzluğu, yıkımı öğretmişti ona ve hepsinden genç olma­
sına rağmen, ölümle en içli dışlı olan da oydu. Yan-çocuk be­
deninde taşımıştı ölümü. Diğerleri yaşama inanmaya, tutun­
maya, dahil olmaya çabalamışlardı, hila da çabalıyorlardı, ama
o daha on altısında yaşamı yadsımıştı. Eroin, fahişdik, sanlık,
verem.. . Art arda ölümcül darbeler yemiştİ ama her seferinde,
nakavt gongu çalmadan, dokuzuncu sayıda ayağa kalkan bir
boksör gibi doğrulmuş ve dayak yemeye devam etmişti.
"Dağçileği ister misiniz?" (Hayır, ikisi de istemiyor. )
"Dün gece televizyoncia Arjantin'le ilgili bir program var­
dı. izlediniz mi?" (Hayır, ikisi de izlememiş.)
"Buenos Aires'i gösterdi. Olağanüstü bir kent. Ne kadar
hüzünlü! Bir parça Berlin'i andırıyor, mimari, kafeler... Gök­
kuşağı gibi rengarenk evlerle dolu bir semt varmış: Elbakar..."
"El Boka," diye düzeltti Graciella. "Ağız, demektir. Tan­
gonun doğum yeri."
"Evet, evet. El Boka. Marjinallerin, ressamların, müzis·
yenierin semti."
"Artık yankesicilerden ve turistik eşya satıcılanndan geçil­
miyormuş."
"Tango bilir misin?" diye atıldı Filiz.
"Hayır, ben Buenos Airesli değilim, Mendozalıyım."
(Nedense bu kadının Buenos Airesli olduğuna ve mükemmel
tango yaptığına emindim. )
"Mendoza?"
"Şili sının nda. Aconcagua eteklerinde bir kent."
"Aconcagua. Güney Amerika'nın en yüksek dağı!" (Şu
Alman milletinin eroinmanı bile iyi eğitilmiş!)
Suskunluk. Zoraki sohbet ansızın, bıçakla kesilmişcesine
bitiverdi. Üç kadının birbirine söyleyecek hiçbir şeyi yokmuş

20
gibi. "Bakın, bakın. Şu alçak daldaki kemente bakın!" Sesin­
deki eaşkuyu dizginleyememişti Beatrice; iki orta yaşlı kadın
şaşkınlık içinde, hiçbir özelliği olmayan ip parçasına baktılar.
"Herhalde bir cüce intihar etmiş burada," diye devam etti
Beatrice, yirmi yaşın ve eroinin verdiği zehirli hayal gücüyle.
Ama hemen yol arkadaşlarının aşırı kısa olduklarını anıınsa­
yıp kızardı. Neyse ki hiçkimse üzerine alınmamıştı.
Kadınlar kafilesi, vadiye giden yoldan ayrılıp batıya, sık or­
manlarla kaplı, sarp tepelere doğru saptığında, Filiz kuşku­
lanmaya başladı. Demek ki T Köyü'ne girmiyorlardı. Belki
okul çocukları ya da tutuklular gibi, cumartesi özgürlüğü için
gizli bir cennet-köşe seçmişlerdi. Ama bu durumda, ikide bir
saate bakıp hızlanmalarına gerek olmazdı. "Amazon Ekspre­
si!" Yağmur ormanlarını mı kastediyorlardı, yoksa erkekleri,
sağ memeleri gibi kesip yaşamlarından atan, av ve savaş usta­
sı efsanevi kadınları mı�
Geniş, güneşli bir asfalt yolda yürümüyorlardı artık; bitki
örtüsünün kolay kolay geçit vermediği, çalılıklar, ağaç kökle­
riyle kaplı bir patikada tek sıra halinde ilerliyorlardı. Gerçek
orman yolculuğu başlamıştı. Güneş bile yeşillere bürünmüş­
tü. Yabancı yolcuları önce hafifçe uyaran, giderek saldırganla­
şan dikenler, fundalıklar, öbek öbek eğreltiotları, dalların ara­
sında koşuşturan kahverengi kelebekler, kuytu köşelerde sak­
lanan utangaç mantarlar, sonbahar çiçekleriyle dolu bir yolcu­
luk. Yapraklardan süzülen yağmur incileri, ağaç gövdelerinin
ıslak, yapış yapış yosunları, gün ışığının kırılan renkleri... Yolu
sürekli kesen akarsular, ormanın can damarları Nereye git­
tiklerine dair sır vermeyen, baştan çıkarıcı patikalar ...
Filiz hep büyük kentlerde yaşamıştı; ormanı lanımazdı.
Gerçi, sekiz aydır Karaormanlar'ın göbeğindeki sanatoryum­
daydı, ama burada da orman, ulaşılmazlığını sürdürüyordu;
soyut ve esrarengizdi. Geceleri, penceresinin önüne kara bir

21
kuş gibi çöken karanlık, ka buslarına eşlik eden u ğultular, dı­
şarıya çıkmasına ve gerçek hayatına - bu her neyse- dönmesi­
ni engelleyen, iriyarı, sağır dilsiz bir gardiyandı . Oysa şimdi,
arınanın tam içine, yüreğine girmişken, onu ilk kez gerçek­
ten görüyordu . Bir tanı şmadan da öteydi bu : Birbirinin var­
lığından habersiz iki canlının ansızın yüz yüze gelmesiydi . Bu
nedenle sarsıcı bir etkisi oldu Filiz'in üzerinde . Basit, ilkel,
görkemli bir ruh vardı karşısında, okyanus gibi . Onu kendi
tozlu, kurak, tindık kabuğu dünyasından çıkarmış bambaşka
bir varoluşun tımsını dinletiyordu. Vahşi, çok renkli, nabız
gibi atan bir ritmi vardı ormanın. Tuhaf gölgeler, çelişkiler,
ürpertilerle kaplıydı; sırlarının üzerini titreşimli, buğulu bir
hava tü! gibi örtmüştü. Ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar . . . Yaşlı, ulu,
vakur, y üksek, gür, buyurgan ağaçlar . .. Yeryüzündeki her
mucizeyi ve suçu görmüşçesine ağırbaşlıydılar. Zamandan
bile daha yaşlı . . . Derinlere saimışiardı köklerini, gökyü zünü,
sadece gökyüzünü hedefleyen yolcul uklarında, sağa s ol a sav­
rulmayı, özgürlük sanmayacak denli i lerlemişlerdi .
Dik bir yamacın ereğinde yavaşladıklarında, Dijana, Filiz'i
bir köşeye çekti .
"Şimdi sırası değil gerçi . " Bir-iki saniye durup soluğunu
taparlamaya çalıştı . "Bu akşam görüşmeliyiz. Hans'a mektup
yazdım da."
"Son yazdığım . . . birlikte yazdığımız mektubu gönderdin
mi?
Konuşmaya başlayınca ne denli soluk soluğa ve susamış
old uğunu fark etti Filiz. Ağzı öyle kurumuştu ki, dilini da­
maklarından güçlükle ayırabiliyordu .
"Elbette, h emen o gün. Henüz yanıt yok. Dur bakayım,
dokuz gün olmuş. Postada gecikmiştir. Hem H ans da biraz
ağırkanlıdır."
"Cevap yazacağına inanıyorsun, öyle m i ? "

22
Dijana'nın amber renkli gözlerinde bir şimşek çaktı . Y üzü
yağmur bulutlarıyla kaplandı. "inanmıyoru m . Seziyoru m . "
Yaklaşık iki ay önce, başhekimin odasından dönerken, ze­
min kattaki telefon kabinlerinden birinde görmüştü Dija­
na'yı. İ ki eliyle birden telefonu kavramış, bir yandan konuşu­
yor, bir yandan da durmaksızın ağlıyordu . İ lkin Yugoslav­
ya'dan korkunç bir haber daha aldığını sandı - kı z kardeşinin
Bosna'da öldüğünü, bu kabinierden birinde, sık sık kesilen
bir hattın ucundaki boğuk sesten öğrenmişti. Neyse ki, bu
kez durum başkaydı . Dijana'nın son sevgilisi, uzun boylu,
"çakı gibi" Hans, bu soluğu hırıltılı, gözlerinin altı torbalı,
harabeye dönmüş veremli kadından; kasvetli hastane ziyaret­
lerinden fazlasıyla sıkılmıştı. B i rlikte beş mektup yazınışiardı
H ans'a ve ama Filiz'in du yarlı ve etkili kalemi de işe yarama­
mış, hiç yanıt gelmemişti .
" Ben olsam onu hemen kafamdan siler atardım . "
Yırtıcı v e acımasız davrandığının bilincindeydi Filiz, a ma
çok yorgundu . Tere batmış, dehşetli susamıştı; aşırı zorlan­
mış bacaklarında damarlar atıyordu . Dijana'nın sorunlarıyla
u ğraşacak hali kalmamıştı .
"Amma taş kalplisin! "
"Benim de kalbirnde birkaç taş vardır elbette. Peka la, bir
de onu kıskandırmayı deneyelim."
"Ormanın ortasında mı? Ağaçlardan kozatak yerine erkek
yağsaydı belki ! "
"Doktorlardan biriyle aranda romantik başlangıçlar oldu ­
ğunu i m a edebi liriz. Hem de Hans'ın tam tersi özellikleri
olan birini seçeriz. ' İ nce, uzun cerrah parmakları', 'geceleri
ay ışığında orman yürüyüşleri' vb."
D ijana gülümsedi, b i r anda olağan neşesine kavuşm uştu.
Eşi bulunmaz bir gülümsernesi vardı doğrusu, orantısız yü­
zünü baştan aşağı dönüştürürdü . İ nsanın içine işieyecek den-

23
li yalın, içten ve abartısızdı . Filiz, mutluluğu bu kadar kolay­
ca dile getirebilen bir başka itadeyi hiç görmediğini düşündü .
" Onu geri istiyonım." Yüzü yeniden gölgelenmeye başla­
mıştı .
Sesinde bir titreşim, belli belirsiz bir yakarı vardı . Sanki
Hans'ı gerçekten istediğini kanıtlayabilirse, ilahi bir adalet
onu geri yollayacaktı . Şen şakraklığının, kayıtsızlığının ardına
saklanan karanlık gölge, ancak böyle anlarda açığa çıkıyordu .
Gerçek benliğini, gün ışığını görmemesi gereken bir canavar
gibi, çok gizli dehlizlerde saklardı Dijana.
" Geri döner, eminim," dedi Filiz, zoraki bir tonla, canı
iyice sıkılarak. Yalan söylemekten de, erkeklerden söz etmek­
ten de hiç hoşlanmazdı . Aşka inanmıyordu: Bir zamanlar,
kan ve çığlıktarla dolu bir hücrede saydığı otuz üç günden
önce de inanıp inanmadığını artık hatırlamıyordu.
" Dijana! Di jana ! "
"Evet, ne var?"
"Çok geç kalıyoruz! Bu hızla varamayız. Kestirmeye sap­
mamız gerekiyor . "
" Bi r dakika, yanına geliyoru m . Duruma bir bakal ı m . "
Sarsak adımlarla Almanlara doğru koştu . Filiz birdenbire,
Graciella 'nın akkor halindeki gözlerini üzerinde hissetti . Ona
doğru döndü; iki acılı, yoğun, derin bakış karşılaştı . Sözcük­
lere dökülemeyecek bir iletişim, ansızın, kendiliğinden kuru l ­
muştu aral arında.
"Şu dünyada bir parçacık mutluluk istiyorsan, oradan ora­
ya hoplayıp zıplayan bir kız çocuğuna dönüşmelisi n."
Graciella'nın yüzü bütünüyle kımıltısızdı . Anlıyor muy­
du ? Kuşku suz.
"Brezi yalı Paolinho'yu hiç dinledin m i?"
" Hayır, aslında Güney Amerika mi.iziğini yok denecek ka­
dar az tanırı m . "

24
Ansızın, Graciella şarkı söylemeye başladı . Bir mucizeydi
bu, umulmadık, şaşırtıcı, sarsıcı, olağanüstü bir şeydi .. "Vida
e bonita . .. "
İ nanılmaz hüzünl ü , ipeğimsi, insanı can evinden vuran bir
melodi . Aynı anda hem acı, hem mutluluk verebilen; öl üme
d e, yaşama da yakınlaştıran bir müzik. Gözleri doldu Fil iz'in,
ağlamamak için yutkundu . Kafasına silah dayasalar, başkaları­
nın önünde ağlamazdı, şarkı da söylemezd i .
"Sözlerin anlamı şöyle: 'Yaşam güzeldir, güzeldir, güzel­
dir. . . Keder ve neşeyle doludur, ama gene de güzeldir. .. M ut­
lu olmayı isternekten u tanma . . . ' Paolino sokakta doğmuş, se­
falet içinde sürünmüş, otuz üçünde de veremden ölmüş.
Tüm bunları anlatmarnın nedeni, şarkıya burun kıvırmanı ön­
lemek. "
"Uçurumun dibindeki biri, yaşamın güzel olduğunu söy­
lüyorsa, durup da kulak vermeliyim herhalde. Ama bu müzi­
ği gerçekten anlayabilmek i çi n , farklı türden bir acı çekmiş
olmak gerek . "
Dijana aralarına dald ı . "Dinle Felicita, kestirmeye sapmak
zoru ndayı z . Çok az vaktimiz kaldı. Topu topu yirmi beş da­
kika çeken, ama beygir öldüren cinsten bir dağ yoluna daya­
nabilir misin? Körüklüler ne durumda?"
"Henü z şikayete başlamadılar. Ama anlamıyorum, nereye
geç kalıyoruz?"
" İ şin özü de bu zaten, varana kadar nereye gittiğini bil­
memek. Gelip gelmeyeceğine şu an karar vermek zorunda­
sm, çünkü seni dağın ortasında bırakamayız. Takdir edersin
ki, sırtımızda da taşıyamayız. "
" Geliyorum, yarı yoldan dönmem ben . "
"Haydi kızlar, Felicita d a bizimle ! Kadınlar Taburu ! İ leri
marş !"

25
Dört bir yandan çığlıklar, şakalar, buyruklar yükseldi .
"Haydi Amazan Ekspresi! Geli yoruz!" "Aventa!" "Ö l­
mek var, dönmek yok! "
"Aman Allahım! Bu ne h isteri, bu_ ne maskaralık," diye
düşündü Fil i z. "Şi mdi de askerei lik oynamaya başlıyoruz . Ya­
rı kaçık, veremli kadınlar kafilesi . Bir çıngıraklarımız eksik! Şu
acımasız dünyada acıyla nefes alanlar. . . "
Kadınlar kafi lesi , bağınş çağırışlarla, ortalığı kasıp kavura­
rak, dağ yoluna daldı . Orman sakinleri kaçıştı, kuşlar suskun­
laştı; doğa, bu gürültücü, sakar, bencil hayvana yol açmak
için, sessizce kenara çeki ldi . Yolu i yi bilen Dijana, bir Kızıl­
deri li i z sürücü gibi en önde hızla ilerli yor, ratayı belirliyor,
patikaları bulup çıkarıyord u . Hemen ardında Martha ve Ger­
da'nın geniş sırtları seçiliyord u . G üçlü, pes etmeyen, sadece
kendilerine güvenen sırtlar. . . Hantal ama sağlam adımlarla
dağları aşıyor, dalları, çalıları gerekirse kırarak, öncü panzer
birlikleri gibi yolu açıyor, geridekilere komutlar yağdırıyor­
lardı . B eatrice, kafesinden kaçınayı başarmış bir yabani kedi
gi bi tırmanıyordu . Uzun çevik bacakları ve dağ ayakkabıları,
hepsinden de öte, gençliği sayesinde, dağ keçi si kadar kıvrak
ve rahattı . Hatta sık sık durup zor durumdaki siyah saçlı ar­
kadaşlarına yardım elini uzatıyordu .
Fil iz, yi rmi beş daki kalık orman yolculuğunu, kan ter içi n­
de, d.ikenli çalılara, köklere tutunmaya çalışarak, telaşla ayağı ­
nı basacak sağlam taşlar arayarak, panik ve endişeden nere­
deyse bayılarak geçirdi . İ ğne yaprakların ü zerinde ikide bi r
kayıp düşüyor, köklere takılıp tökezliyordu . Çalılar pembe
i zler bırakarak elinden kaçıyor, dallar sert tokatlar yağdırıyor­
du . Kullanılmaya kullanılmaya pelteleşmiş kasları, diyapazon
gibi titremeye başlamışlardı, bacaklarının yerinde iki ağrılı su
torbası vardı sanki. Terli sırtında dişlerini birbirine çarptıran
ürpertiler, soğuk yılanlar gibi dolanıyordu. İ ç çamaşıriarına

26
varıncaya dek sırılsıklamdı ve bir akciğer hastasının, üstelik de
daha o gün dışarı çıkma izni almış bir hastanın böylesine ter­
lemesinin ölümcül old uğunu aklından çıkaramıyordu . Ciğer­
lerinden hastane argosuncia "vardiya düdüğü" diye adlandı­
rılan o ürkütücü ıslık duyu lmaya başlamıştı üstelik. Bu serü­
vene katıldığı, bin bir güçlükle kazanılmış sağlığını boş yere
tehlikeye attığı için lanet okuyordu kendine. Yorgunluk, piş­
manlık ve umutsuzluktan ağlamak üzereydi . Ancak, başı çok
sıkıştığında anımsadığı kişisel tanrısına sığınmış, içtenli kle
yalvarıyor, dualar sıralıyordu .
Bütün korkunç şeyler gi bi, bedensel acı ya da hapis gibi,
yolculuk da sonunda bitti ve Filiz, gözlerini patikadan ayırıp
nerede olduğuna bakabildi. Bir sonraki adımın ölüm -kalım
sonınu olduğu, dehşet dolu yirmi beş dakika boyunca kendi
bedeni ve korkusuna göm ülmüş, çevresiyle hiç ilgilenmcmiş­
ti . Ancak şimdi, soluk soluğa, kalbi sıkışarak, tuzdan yanan
gözlerini kırpıştırarak, olağanüstü bir yere ulaştıklarını görü­
yordu .
İnsan boyunda çalıların, ağaç köklerinin, fundalıkların dev
bir balık ağı gibi sardığı dimdik bir yamacın tepesindeydiler.
Kırk-elli metre aşağılarda, kızgın bir ırmak hiddetle köpüre­
rek, gürleyerek, çentik çentik oyduğu kayalara hiç d urmadan
darbeler indirerek akıyordu . İri karantiilere benzeyen, mor
çiçekler le bezeli bir patika, ırmağın keskin bir ka vis çizip ka­
yalıklar arasında yitip gitmesinden önce görünen boynuz bi­
çimli d ilimi boyunca yamaca işlenmişti, ince bir nakış gibi .
"Mor düşler yolu," diye dü şündü Filiz.
"Bu radan aşağı ineceğiz Felicita. Çok dikkatli olmalısın."
Filiz şaşkınlık içinde yol arkadaşlarına baktı . Perişan görü-
nüyordu hepsi . Monımsu bir renge dönüşmüş yüzleri, terli ve
çamurl uydu, çiziklerle doluydu. Saçları, pantolonlarından fir­
lamış gömlekleri sırılsıklamdı : Göğüs uçları belirginleşmişti.

27
Herkes defalarca düşmüş, arasını burasını kesmişti. Neydi bu
kadınların derdi? Bunca uğraş, tehlike, yara ne uğrunaydı?
"B akın, canıma tak etti artık! Çılgınlar gibi ormanın için­
de koştu ğumuz yetmiyormuş gibi, bir de uçurumdan aşağı
ineceğiz! Neler oluyor? "
"Oyunbozanlık etme," diye tısladı Dijana . "Sonuna dek
geleceğine söz verdin."
"Söz fi lan verınedim ben . "
" B ırak n e istiyorsa yapsın." Martha'ydı bu, hayır, Gerda.
"Felize lütfen azıcık daha sık dişini . İ nan değecek . " Gra-
ciella'ydı b u .
"Hadi lütfen Filiz." Beatrice kolunu tutmuş, hafifçe çek.iş­
tiriyordu .
"Haydi kızlar! Saat üç yirmi üç! Yedi dakika kaldı!"
Topluluk bir anda Filiz'i unuttu . Bir fıskeyle yamaçtan
aşağı yuvarlanan kozafak gibi harekete geçti . Kadınlar, güçle­
rinin son damlasını kullanarak, dallara, taşlara, bulabildikleri
her şeye tutunarak, çoğu zaman popolarının üstünde kaya­
rak, el ele tutuşup birbirlerini destekleyerek, ırınağa doğru
iniyorlardı. Tek bir yanlış adım uçurumda parçalanmak de­
mekti . Filiz de zincirin bir halkası ol uvermişti, h em de hiç
düşünmeden, karar bile vermeden . Kendisini çağıran aşkın
güce boyun eğmiş, ölüm ile yaşamın ince, keskin, kaygan sı­
nırındaki yolculuğa katılmıştı. Tehlike onu uyarmış, bütün
duy umlarını kamçılamıştı . Cinsel arzuya benzeyen bir duy­
guyla doluydu . Nasıl da derinlemesine seviyordu yaşamı şu
an, var olmanın coşkusunu ili klerinde hissediyordu . Avuçla­
rında tuttuğu bir taş ya da çalı değil, ormanın, dünyanın, ya­
şamın koskocaman, yaralı yüreğiyd i . Irmağa paralel d uruma
gelecek denli eğilmiş bir ağaç çıktı yoluna. Ahtapotumsu
köklerini sert kayaya salmış, ısrarla, inatla, azimle bu dimdik
yamaçta büyürneyi başarmıştı. Gölgesi uçuruma vuruyordu .

28
Filiz'e yorgun kollarından birini uzattı; kısacık bir an, kendi
eğreti yolculuklarına ve yaşamıarına devam etmeden önceki
kısacık bir an boyunca el ele tutuştular.
Cehennemi bir uçtan bir uca aşmayı andıran bir inişten
sonra bambaşka bir dünyaya varmışlardı. Dost caniısı ağaçlar,
düş çiçekleri, yaşamın bütün izleri gözden silinmişti . Yalnız­
ca ve yalnızca kayalar vardı burada, ürkütücü, soğuk kaya­
lar . . . Yukarıdan göründüklerinden çok daha büyüktüler. Par­
lak siyah hançerler gibi gökyüzüne u zanıyorlardı . Bir de ır­
mağın korkunç gürültüsü, nedensiz ve ereksiz öfkesi . . . Bir
sahnede olduğu nu sandı Fil iz; zembereklerinden tirlamış
kuklalar topluluğu bilinmez rolleri için bu rayı seçmişti.
Filiz'in fal taşı gibi açılan gözleri önünde, Dijana çift kişi­
l ik yatak genişliğinde bir kayaya oturdu. Ü çüncü sınıf erotik
dergilere özgü bir poza büründü. Dizlerini hatifçe kırarak,
bacaklarını V biçiminde iki yana açmış, ellerini apış arasının
üzerine koymuştu . Yüzüne de cinsel zevkten mest olmuş, bir
"orgazm-öncesi" i fadesi kondurmuştu . M artha ise, ırınağa
protilini gösterecek şekilde u zanmış, bir d izini karnma doğ­
ru çekmiş, başını geriye atarak ellerini ensesinde kavuştur­
muştu. Onun yüzünde de aynı bayağı, aşifte, sarılık cinsellik
vardı. Gercia emekleme pozisyonunda görkemli poposunu
sergiliyordu . Beatrice ayaktaydı, bir ayağını kayalara dayamış,
öne doğru eğilerek kollarını aşağı sarkıtmıştı. Sevecen ve tut­
kulu bir erkek omzuna yaslanırcasına yanağını dizine koy­
muştu. Mavi, hülyalı gözlerle bakıyordu suya. Bu akıllara
durgunluk veren görüntü karşısında, Filiz son bir umutla
Graciella'yı aradı; ama o da çoktan oyuna katılmıştı. Yelken
biçimindeki bir kayanın üstünde, bir tanrıça heykeli gibi tek
başına, kımıltısız, yarı çıplak duruyordu . Gömleğini sıyırıp
atmış, sağ elini beline dayayarak göğüslerini hafifçe öne çı­
karmıştı . Duruşu bir güvercini çağrıştırdı Filiz'e; doğal, ma-

29
sum ve kırılgandı. Böğürtlen renginde iki meme ucunun ara­
sında, gümüş kolyenin ardına saklanmaya çalışan yol yol ya­
nık izleri vardı . Göky üzünde bir noktaya dikmişti gözlerini .
Sol elinin ince parmakları yarı aralık, susuzluktan gerilmiş
dudaktan üzerinde geziniyordu . K onuşamıyor, yoğun ve acı­
lı tutkusunu bir türlü dile getiremiyor gibiyd i . Bütün bedeni
incelmiş, uzamış, göğe doğru nişan alan bir oka dönüşmüş­
tü. F ırlayıp uçmaya ve hedefi vurmaya hazırdı . Kendini bir
türlü uyanamadığı akıl almaz bir düşte bulmuştu F iliz; ama
düşlerde bile bundan daha çok anlam ve iç mantık olurdu .
" Felicita, hadisene, bir poz ver had i . Ko mik bir şeyler bul . "
Filiz, sfenks gibi kaskatı durmaya devam etti . H içbir şey
anlayamıyordu . Gercia'nın dakik saati üç otuzu çaldı. Önce
hiçbir şey olmadı. Ağır, sisler içinde eriyen bir dakika boyun­
ca kadınlar neredeyse soluk bile almadan o gülünç, saçma,
tuhaf pazlarında beklediler. Ve en sonunda, kayaların arasın­
dan bir kano gözü k tü. Dört genç erkek, can yeleklerindeki,
ambleml erden anlaşıldığı kadarıyla, yetmiş kilometre ötedeki
H . Ü niversitesi kürek takımından dört genç, sağlıklı, kuvvet­
li sporcu, var güçleriyle küreklere asılıyor, ırmağın bu en dar
ve tehlikeli geçidinde, sivri kayalarda parçalanmamak, için in­
sanüstü bir uğraş veriyordu . Kadınları gördüler. Her cumar­
tesi gördükleri yerde.
"Hey, orman perileri! Gene mi siü Bugün köyünü ze uğ-
rayacağı z!"
"Kızlar, biraz daha açsanıza yah u ! "
"Kanoyu park edip geliyoruz. B i r yere kaybolmayın ! "
"Kızıl saçl ı, pantolonunu çıkarmayınca neye yarar ki! "
Kadınlar hiç cevap vermiyorlardı, kıkırdamıyorlardı bile.
Kaskatı ve donuktular, kuklalardan bile susku n.
Islıklar, bağırışlar, belden aşağı ama düzeyi pek düşmeyen
şakalar . .. Beatrice'in sıskalığını, Di jana'nın edepsizce açılmış

30
bacak arasını, Gerda'nın poposunu, Graciella'nın çıplak gö­
ğüslerini pervasızca ele alan birkaç söz . . . .Felicita ise kendi
kendisinin pozunda, şaşkınlıktan taş kesilmiş, gözlerini Cra­
ciella'nın bü tün dünyaya sunduğu göğüslerinden ve yara iz­
lerinden ayıramadan, hiçbir şey d üşünmeden, hatırlamadan,
duyumsamadan, öylece kıpırtısız duruyordu En sonunda,
kana neredeyse gözden yitip gitmek üzereyken, F iliz 'in kol­
ları ağır ağır havaya kalktı. Tahta bir kuşun uçmayı unutmuş
kanatları gibi zorlanarak, duraksayarak iki yana açıldı, ama
h emen güçten kesilerek başının üzerine kapandı. Kırık kanat­
lar gibi birbirinin üzerine yığıldı kaldı . Graciella'nın başka bir
evrenden gelen sesi, ırmağın hiddeti ve giderek uzaklaşan ba­
ğırışlar arasında belli belirsiz duyuldu: "Vida e bonita... "
İki ı lık damla, Filiz'in gözpınarlarında doğdu� sarı, çamur­
lu bir ırmak gibi izler bırakarak yanaklarından süzüldü. Kana
çoktan yok olmuş, kadınlar arınanın ortasında bir başlarına
kalmışlardı.

31
MAH PUS
Saatin çalmasından çok önce uyanmıştı . Gecenin bittiğin­
den emin olmak istercesine, nemli alacakaranlıkta gözlerini
kırpıştırdı bir si.ire. Topu topu i.iç saat u yumuştu, ama sıçra­
malarla, yoğun bir gerçeklik duygusu taşıyan, gerçeklikten
çok daha acı v eren di.işlerle dolu gece sonsuzca uzamıştı san­
ki. Uçsuz bucaksız bir bekleyiş . . .
Saatler boyu, ufacık bir gi.iri.ilti.iye kulak kabartarak, kım ıl­
damaktan korkarak, dizleri karnma çekili, zincirlenmiş bir ha­
yalet gibi yatmıştı. Ağlayamadan, uyuyamadan ... Karanlıkta
bir mum bile yakmadan . . . Sanki onunla beraber eşyalar da
gözlerini kırpmamış, belli belirsiz, sıkıntılı kıpırdanmalarını
si.irdi.irmi.işlerdi.

35
Tam çözümleyemediği bir görev du ygusuyla yataktan fir­
ladı . Evin soğuğu aniden yakaladı onu , uyuşturdu, hiç ama
hiçbir şey düşünmemesine yardım etti. Gündelik devinimle­
rini yineledi : Çay koy, küllüğü boşalt, y üzüne buz gibi suyu
çarp, sigara paketine uzan! Sinsi sevecenliğiyle içini ısıttı d u ­
man, mutluluğa benzeyen bir duygu ! Birden, bedeninin de­
rinlerindı:n gelen, keskin bir bulantıyla, pusuda bekleyen gü­
nü hatırladı. Her şey, kendinden uzak tutmaya çalıştığı ne
varsa bilincine üşüştü . Koşar adım mutfağa yöneldi .
Çckmeceleri, dolaptan gürü ltüyle açıp kapıyor, raflan altüst
ediyordu . Akşam aldığı peynirli börekleri , kuru pastalan bitir­
mişti. Boş old uğu nu bilmesine karşın buzdolabını kanş karış
yokladı . Diplerde bir yerde, unutulmuş bal kavanozunu bul­
du . Bir çocuğun iştahıyla, bayat ekmek dilimlerini çaya bana
bana, balla beraber yedi . Ne sahici bir açlık, ne de tokluk du­
yuyordu . "İ çimde nasıl bir boşluk var! " dedi, karnını ovuştu ­
rarak. İ şte ilk kez o an bebeği haurladı .
Oysa her sabah, u yanır uyanmaz, karnındaki bebeği düş­
ferdi, onun da tam aynı anda kendisini düşlediğine inana­
rak . . . Kimi kez yalın, dosdoğr u, aydınlık bir i mgeyle yetinir­
di, ağız dolusu gülen, saçlarını rüzgarda savura savura yürü­
yen, üniversiteli bir kız sözgelimi, yaşamın yenilmezliğine,
direngenliğine bir kanıt. Ki mi kez, ultrasonda gördüğü, elle­
ri bile oluşmuş, minyatür bir insan - insan biçiminde bir le­
ke . Çoğunlukla da, çoktan kaybettiği gençliğini, kendi zama­
nının ötesine, sonrasızlığa taşıyan tılsımlı, buğulu bir ayna.
Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bi­
linmeyeni değil, yalnızca tanıdık ol anı arar. Sanki onun şi m ­
diye d e k h i ç geleceği olmamıştı, gençken bile, o zaman da
hiçbir işe yaramayan gençliği vardı sadece. İ l k kez bir biçime
dönüşmüştü gelecek, giderek büyüyen, ete kemiğe bürü­
nen . . . Ilık, canlı, kımıltılı bir varoluş, kendi kanından old uğu

36
kadar yarıda kesilen düşlerden yaratılmış . . . Başı sonu belli bir
bekleyiş. Bir mucize. "Ben bebek bekleyen bir kadınım,"
derdi her fi rsatta, yerli yersiz, önüne gelene . . . Sanki kendisi
bile tam inanamıyormuş gibi .
Oradan buradan, tanıdıklardan, ikinci el dükkaniardan to­
parladığı, hor kullanılmış eşyalada dolu oda, hırkaların, bat­
taniyelerin, tomar tomar gazetelerin altında güçlükle soluk
alıyordu . Haftalardır biriken toz, bu her daim !oş, ufacık
badrum dairesin i, ağır ağır kurnlara gömülen bir an ıt-meza­
ra benzetmişti . Ü ç soğuk, yalnız kışı geçirdiği ev, sanki h ali
sahipsizdi, kendisinden_hiçbir şey yansıtmı yor, geçmişine da­
ir ipucu vermiyord u . Fotoğraflardan, biblolardan, vazolar­
dan, herhangi bir anı çağrıştırabilecek, d uygusallık uyandıra­
bilecek nesnelerden elleri yanacakmış gibi uzak d ururdu.
Kendine bir kadın gibi davran mamış oluyordu böylece. K ır­
mızı-siyah kırlangıçlarla kaplı bir Çin kutusunda "görül müş­
tür" damgalı mektupları saklardı . Sanki bu mektuplar, sonsu­
za dek saklanmak, tekrar tekrar okunmak için yazılmışlardı,
kendi bütünlükleriyle çerçevelenmiş, bir duvara asıl mayı bek­
ler gibi ydiler. Duvarların arasından gelen, gürül gürül, acılı
ama asla sızianmayan ses . . . Kendini yeterince güçlü hissetti­
ğinde açardı mektupları, onlardan bir serum gibi beslenir,
karşılığını da kanıyla öderdi . Her seferinde biraz daha fazla.
Giyebileceği tek etekle ceketini, üniversitenin son yılında
aldığı koyu yeşil takımı geceden ütülemişti . Sandalye, arkası­
na asılı ceketle, çarpık bacaklı, asık suratlı bir devlet mem u­
ru na benziyordu . Aynı yıllardan kalma açık yeşil -bebe yaka
deniyordu galiba bunlara- bir gömlek, kalıniaşmış kalçaların ­
da fazla kısa, sakil duran yırtmaçlı eteğin altına k ü t burunlu,
hafifçe topukl u, kahverengi çizmeler . . . N aylon çarabmdaki
kaçığı da gizleyebilird i böylece . Kızkardeşinin Stock­
holm 'dan yolladığı, yıllardır el sürülmediğinden yepyeni gibi

37
duran, h a la bir-iki beden büyük, şık bir kaban kostü münü ta­
mamlıyordu .
Kukla yı, ;öyle bir sars, tozlarından silkcle, a yna kar;ısına
sürükle. Yüzünü gô'zyafı izlerinden arındır, gündelik katılık
maskesini tak ki, insan içine çıkmaya hazır olsun. Pudralarla,
farlarla, kat kat boyatarla kapat ölüm solgunluğunu, yoksa
insanların dünyasına sızamazsın.
Kılığı iç burkacak denli uyumsuzdu, renklerin düşüne ta­
şına tutturulmuş uyumuna rağmen . . . Gece yarısı yı kayıp da
elektrik kesilince kurutamadığı saçları, gelişigüzel bukleler
halinde kabarmış, geçen y üzyıllardan kalma bir peruğa ben­
zemişti . Aynanın üzerindeki fl oresanı açtı, soluğunu tutup
yüzüne baktı .
Kadın olmak demek, herkesçe onaylanan bir kılığa girmek
demekti . " Lütfen birisi beni görsün," diye haykırmaktı her
an, "görsün ve belleğinde sonsuza dek saklamak isteyeceği
bir i mgeye dönüştü rsün . Ben i m kendimi bir türlü göremedi­
ğim gibi . " Kalabalıkların içinde erimesi gereken gün, acem i­
ce yan aklarını, kirpiklerini boyuyor, gözaltı morluklarını ka­
patıyor, titreyen gözkapaklarına sağa sola taşırarak çizgiler
çekiyordu . Kendi karikatürünü çizercesine. . . Beceriksizce
hatlarını beli rginleştirdiği yüzünün biricikliğini yitirişini, ay­
nada beliren anonim kadından adım adım silinişini yabanıl
bir zevkle izliyordu . Yırtmacın sergilediği bacaklarını bir baş­
ka kadında izler gibi . Son doğallık kalıntısını, çenesindeki
sert sarı tüyleri teker teker acıtarak yoldu, bu acıdan da um­
madığı kadar zevk almıştı .
Mavi, yumuşak, yağlıymışçasına yumuşak havluyla ellerini
kuruladı . Ondan geriye kalan tek nesne buydu. Bütün tutku
dokunuşlarından, dokunuşların anısından daha sıcak, daha
sokulgan olabilen, indirimli alınmış bir Bursa havlusu ! Bu sa­
bah da buradaydı işte, kaybolup gitmemişti, insan yalnızlığı-

38
nın tanığı nesnelerin ortak yazgısıyla, hep el altında, hep ula­
şıl abilir beklemişti . Suskun direnciyle, deniz mavisi sevecen­
liği yle, onu burada unutup gitmiş adamdan çok, yokluğunu
h atırlatıyordu , ve tuhaftır, sanki her geçen gü n o da bü yü ­
yordu. "Mola yerinde aldı m , " demişti adam, u facık çantasını
karıştırırken, aylar sonra çıkıp geldiği o gece. "Ev inde belki
h avlu bile yoktur diye dü şündüm . " "Bir dü zine v ar," diye ce­
vaplamıştı, alınarak. . .
Kapıcı gene gazeteyi bırakmamıştı, bodrum dairesinde tek
başına oturan kadını asla hatırlamazdı, savunmasızlığın koku­
sunu almak en eski içgü dü dür, kapıyı var gü cü yle çarpmadan
önce uzanıp her gü n giydiği kasketini taktı .
Erimiş mum ların dizildiği havasız, rutubet kokan merdi­
v enlerden tırmandı, bir uyurgezer gibi, çukurlarını, girintile­
rini, çıkınnlarını ezbere bildiği yoldan anacaddeye doğru yü ­
rü meye başladı .
Gece boyunca kentin tek ha kimi firtınadan geriye ışıltılı
yağmur damlaları kalmıştı . Renksiz, ama aydınlık bahar göğü ,
bomboş bir ayna kadar donuk ve kayıtsız, uzanıp gidiyordu .
Her an silinecek gibi duran iki u fkun arasında dar bir kori­
dor. . . . Kentin dimdik yü kselen yüzü, ıslak, solgun, titrekti,
madeni parı ltılarla silkinip canlanıyordu . Son yağmur bulutla­
rı, bir cenaze törenindeymişçesine ağır, hüzü nlü geçiyorlardı.
Çamur birikimilerine aldırmadan ilerliyordu . Topuklarının
çınlayışını dinleyerek, hızlanarak, sarsılmaz iradesiyle bir adı­
mı ötekinin önü ne koyarak. . . Elden geçirilmiş, yenilenmiş,
dipdiri . . . Uzaklardan gelen boğuk korna sesleri, çalışmayı red­
deden bir motor, çöp kamyonu , metali delen matkap . . . Ken­
dini her sabah yeniden yaratan dü nyanın insansız sesleri . . .
Az sonra, işyerlerine, b ürolara, otoyollara, okullara doğru
bir haçlı seferi başlayacaktı . Sabah mahmurluğunu atamamış,
sü rmesini istedikleri dü şü n peşinde uygun adım yürü yen ne-

39
terler kaplayacaktı ortalığı; dalgın, telaşlı, suskun, gergin, kız­
gın yüzler . . . D izginlenmiş atların huzursuzluğuyla sokaklar
boyunca koşturacaklardı . Taşların arasında yollarını aça aça . . .
Binlerce, on binlerce yazgının, hırsın, istencin, düşün, sava­
şımın kesiştiği, katmer katmer iç içe geçip kördüğümleştiği
bir ağda, birbirlerine dönüp bakmadan . . . Başkalarının oyun­
larında rol kapmak için kıyasıya savaşacak, pazarlıklara, çatış­
malara katılacak, paylaşımı çoktan tamamlanmış dünyadan
pay koparmak için u ğraşacaklardı . Artlarında yalnızca rüzga­
rın savurduğu buruşuk kağıt mendiller kalacaktı.
Yollar, çamurlu kaldırımlar, kalabalıklar, başkaları . . . Gece
bitmiş, geceye bile özlem uyandıran gün başlamıştı, o da ça­
bucak kente karıştı.

Kırbaç yemişçesine sıçradı kadın. Aynada kendi yüzünü


görmüştü . Rujlu dudakları açık bir yarayı andırıyordu . Kanl ı ,
çığırtkan, müstehcen . . . Görünhisüne kadanamadığından ye­
rini değiştirdi, çizik çizik yağmur izleriyle dolu pencerenin
kenarına geçti .
Elektrik bu semte henüz gelmiş, donuk, beyazımsı, göz­
leri acıtan floresan ışığı kahveyi bir anda aydınlatmıştı, gecik­
miş kış güneşi gib i . Tek müşteri oyd u . Garsonların daha gen­
ci, kadını kuşkulu, küçümseyen bakışlada sözrnekten usan­
mış, bordo örtüleri masalara mandailamaya girişmişti . Cicili
bicili giysileri içinde, bacak bacak üstüne atmış, bir vitrindey­
mişçc;sine otunıyordu kadın , sadece onun masasını örtüsüz
bıraktı . D iğeriyse dalgın dalgın televizyonun önünde duru­
yordu . Kış uykusundan vakitsizce uyandırılmış, hala toparla­
namamış gibiydi.
' Keşke duble ısmarlasaydım , ' diye hayıflandı, soğumuş, şe­
kerli son yudumu içerken. ' B ir başına oturan, sıradan bir ka-

40
dınım işte! Hamile olduğumu da mı anlamadılar ! ' "Şu çayı ta­
zeler misiniz?"
Gazetelerde kafasını oyalayacak bir şey yoktu . İ ç politika,
dış politika, kurlar, çapraz kurlar, haftanın kültür-sanat etkin­
likleri . . . YAŞAM başlıklı sayfa . Gene bir savaş çıkmıştı, her sa­
vaşın ekonomik, politik, tarihsel nedenleri vardır, hepimizin
bildiği sömürgeci güçler, ezenler ve ezilenler, köle-etendi ça­
tışması. . . Sadece kadınlar gözüne batıyordu . Şık, alımlı, son­
suz bir gençlik-güzellik hastalığına yakalanmış gibi duran, ob­
jektik sonsuzluğa bakareasma bakan kadınlar. Güzel olmayan
hiçbir şeyi yiyip içmez, giymez, söylemezlerdi . Aptalca kaybe­
dilmemiş, trajedi-geçirmez bir hayatın belirgin rahatlığı için­
de, insan ilişki leri üzerine fikir yürütürler di. Korkusuzca, bir
an bile gözlerini ayırmadan bakariardı geleceğe, objektik ba­
karcasına . . . Onlar da rötuşlanmıştı . Pozitif düşünmeyi öğren­
mek gerek, dünyayı değiştiremiyorsan tarzını değiştir. İnsanı
sevmek gerek, şimdilik boş ver insanları, bu hayata kendinin­
miş gibi sahip çık, nasıl olsa ölenler hep başkaları . Çapraz bul­
macada yumurta biçimli bir çalgı soruluyord u . Günlük fal ı ,
sosyal etkinliklerle dolu b i r gün vaat ediyordu, ancak kırıcı
davranmamaya özen göstermel iydi . Uzun bacaklarını merdi­
venler boyunca uzatmış, kanı fikır fikır kaynayan çok genç bir
kadın, gerçek aşkı bulamadığından yakınıyordu . (Sen de tıpkı
basımlada yetin, güzeli m ! ) Yüzünü buruşturarak gazeteyi ka­
pattı . Ne vazgeçebildiği, ne parçası olabildiği gerçek dünyaya
-hadi öyle diyelim- nasıl da kintendiğini şaşırarak fark etmişti.
"Bir çay istemiş tim," dedi hedet1ediğinden çok daha yük-
sek, çatlak, buy urgan bir sesle . . .
( Gene başarınıştı u nu tu lmayı ! )
"Tamam abla, su kaynasm ! "
Daha tazla bekleyemeden paketi açtı . Taze, peynirli poğa­
çaları, yağlı açmaları, alelacele, çöp tenekesine tıkareasma ye-

41
di. Ancak böyle baş edebiliyordu , bedeninin en diplerine giz­
lenmiş, yabani bir hayvan gibi içini kemiren boşlu kl a.
Kirli sarı duvarlara, karolu zemine, lekeli çuhalara iç kaldı­
rıcı bir koku sinmişti . "Parasına oyun oynamak yasaktır" lev­
hasının altında yosun bağlamış, kupkuru bir akvaryum vardı .
İ ki-üç boş porselen vazo, çerçevelenmiş gazete kesikleri, bir
deniz tablosu, herhalde altmışlı yıllardan kalma, dantel örtü­
l ü kocaman bir radyo, bu donuk, ruh su z mekanı kendi evi n­
den daha insani kılmıştı . İ çi sıkılıyordu . Gözü gemi maketi ­
ne takıl dı, bir zamanl ar · en güzelleri hapishanelerde yapı lır­
mış . Televizyondan gelen sil a h sesleriyle irkildi .
Ansızın masadan fir layıp dışarı çıkmak, koşmak istedi . Ha­
mile kaldığından beri artan sıkl ı kla, arkasına bakmadan çekip
gitme isteği duyuyordu . Bir keresinde otobü sten otobüse at­
layarak, hiçbir yerde te k geceden fazla konaklamadan beş
gün, beş gece gitmişti . Aslında doğu p büyüdüğü kente dön­
mek, annesini görmekti niyeti, bebekten söz e tmeyecek, İ s­
tanbul'a gelir gel mez de aldıracaktı . Otobü s terminalinde ka­
l akalmıştı, el inde biletiyl e, her yolculu ğu başlatan 'o te k adı ­
mı ' bir türl ü atamadan. Saatlerce . . . D u ble çay, bir duble çay
daha, nasıl olsa son sefer değild i, bir sütlü - süt yoktu- krema­
lı ne skafe , bir sigara daha . . . Sonra beş gün , beş gece gitmiş­
ti, bir u cu ndan ötekine hızla kat edip çabucak u nunu ğu
kentler arasında daireler çizerek, gürültül ü , kötü kokulu ter­
minaller, anonslar, art arda dol u p boşalan çay bardaklarıyla
küllükler, güneş görmeyen, beyaz badanalı, eşyası z pansiyon
odaları . . . Bulantılar başlayıncaya dek .
Şimdi hemen hemen bitmişti korku nç, tek kelimeyle kor­
kunç bulantılar, içini dışarı çıkaran öğürmeler, sabah ku sma­
l arı . . . Kokulara karşı aşırı hassasiyet, ağrılı göğüs uçları . .. Yal ­
nızca daha sık acıkıyordu, hiç doymuyordu asl ında, hemen­
cecik yoruluyordu . Am a teni pürüzsüz, taptazeydi, yanakl a-

42
rına bir yeniyetme pembeliği gelmiş, keskin hatlarını, sert i fa ­
desini sevimlileştirmişti . Bu kış, geçen yıllara oranla ç o k daha
az üşümüştü . Yeni yeni tadına vardığı bir adanmışlık, kutsa­
liyet, sorumluluk duygusu. Gerçi sigaraya tekrar başlamıştı.
Garson, ağır, çalımlı adım larla yaklaştı , gözlerini kadının
dudaklarından ayırmadan. Sanki sormak istediği bir şeye ce­
saret edemiyordu, belki de gizli den gizli ye eğleniyordu . Kır­
langıçlı Çin kutusunu, damgalı zarfları, sessizliğe yalınkılıç
savaş açmış, sayfalarca uzayan mektupları hatır ladı . Hiçbir ta­
ze esintinin gelmediği, toz, kül, küf, kurumuş kan kokan
mektuplar . . . Sanki kağıttaki mürekkep rengi izler -özenle se­
çilmiş sözcükler, kendinden emin cümleler, ün le mler, nokta­
lı virgüller 'vb.'ler- bir tükenmezkalemle art arda getirilme­
miş, yerkabuğunun çatlaklarından sızmışlardı . Bunca içten,
u stalıklı sevgi sözcüğüne karşın ne kadar uzaktılar! Bunca
acının, kaybın, trajedinin ortasında nasıl soğukkanl ı, nasıl sı­
radan ! Sanki ona değil, sağır kalabalıklara, u fuktaki aynalara
sesleniyorlardı. Oysa herkesten çok o gönüllüydü işitmeye,
dinlemeye, her şeyi üstlenmeye . . . Ezberlercesine okuduğu
mektuplardan ona geçen, ağır bir havasızlık, soluksuzluk,
boğulma duygusuydu . Gene de nasıl iç burkucuydular! Ce­
zaevi sansü rünün üstünü çizdiği, bir mezar kazıcısı gibi teker
teker arayıp bulduğu sözcüklerde kök salınıştı ilişkileri. Söy­
lenenden çok söylenmeyende, simsiyah, kalın şeritlerde . . .
Garson boş bardağı kapareasma çekti önünden, daha d a ça­
lımlı a dımlarla çay ocağına doğru yürüdü.
İ nsanların dünyasının kenarına i lişmiş, koyu kahve kabanı­
nın içinde, göz alıcı ama başarısız bir tablo gibi oturuyord u .
Çoktan kapanmış bir çağa, artık özlenmeyen zamanlara a it­
miş gib i . Kırgın, ayrı , yoğun , donuk bakışları, sanki görme
yerisini yitirmiş, çok daha keskin, çok daha karanlık bir yeri­
ye kavuşmuştu. Uçları sararmış, şiş parmaklarını, ojesiz tır-

43
naklarını inceled i . Büründüğü kimlik onu teslim almış, duru­
şunu, oturuşunu, i fadesini değiştirmişti . Sırtını daha dik tu­
tuyor, sigarayı, zarifçe d udaklarını öne uzatarak içine çekip
d umanı ötelere savuruyor, artık aynadaki görüntüsüne baka­
biliyordu . Ama bu dönüşümün kendisi, ardına saklanan ka­
dını ele veriyor, göz çukurlarına kara bir yılan gibi çöreklen­
miş hüznü daha da karartıyordu . Modası on yıl önce geçmiş
giysilerinin, aşırı kısa eteğinin, buklelerinin içinde tuhaf, do­
kunaklı, kasvetliydi . Boyaların birbirine karıştığı yüzü bütü­
nüyle çıplak, bütünüyle kırılmış. Çatlak çatlak, sinirli dudak­
tan ikide bir titriyordu .
Koyu , acılı, derin bir yalnızlıktı onunki. Hep en ummadı­
ğı, en dokunulmaz sandığı yerden, belleğinden vururdu . Yal­
nızlığını kollamış, büyütmüş, kanıyla beslemişti, artık çok ça­
resiz kaldığında ondan besleniyordu . Bir mumyayı dağılıp
çözülmekten koruyan sargılar gibiydi, ama son gücüyle sarıp
sarmaladığı aşkın içten içe çürümesine engel alamıyordu .
Paylaşılan ortak bir bilinmezden başka bir şey değildi artık
aşk. Belleğin giderek büyüyen sessizliğinde işitip işitmediği­
ne emin olamadığı bir yankı. Onun yerini anılar alıyordu, el­
den geçirilmiş, kusursuzlaştırılmış, iliğine, kemiğine dek tü­
ketilmiş anılar . . . Ü zerlerine ütlenen yorgun solukla defalarca,
anı ol maktan çıkana dek canlandırılm � ş . . . Billurlaşmış bir acı
ve özlem, bedenin tekinsiz derinliklerinde ha li yakıcılığını
sürdüren arzu .
"Filmin adı neydi ? " diye sordu ilgisizce, gözlerinden uy-
ku akan garson.
"Unuttu m ! "
" Eğlenceli mi?"
Dalgın, düşüneeli b i r kadın gibi görünüyordu . Sigara üs­
tüne sigara içen, gazetelere bir şeyler çiziktiren . . . Gözleri
masadaki bell i belirsiz yansımasma takılıp kalmış. Kendi içine

44
kapatılmış . . . Ü stünkörü, el çabukluğuyla kotarılmış bir yalan­
dı bu görünüm, içten gelecek bir patlamayla sağa sola saçıl­
masını engelley en astarımsı bir zardı . Yoksa gerçek benliği
yere devrilir, kapkara izler bırakarak, dizlerinin üzerinde sü­
r üne sürüne kaçard ı. ( Nereye ? )
Dışarıda ağaçlar, sokaklar, unutulmuş deniz vardı . Gölge­
leri birbirinin üzerine devriten kalabalıklar, başkaları . . . Taş
bina orada duruyordu , bir dağ gibi . Katı, renksiz, sağır, ışık­
sız. Sımsıkı örtülmüş pencereler, ise bulanmış havalandırma
delikleri . . Sanki düzinelerce göz aşağılara bakıyor, sonuna
dek kapanmış kapaklarıyla insanların dünyasını tartıyordu .
M id esi bulamyord u, mide si, y üreği, ruhu . . . Dudaklarını ısır­
dı, damağına ruj tadı yayıldı, gözleri yanmaya başlamıştı .
Bedeninde iki ayrı varoluş mücadelesi sürüyordu, sonsuza
dek yitip gitmişle hiç başlamamış, bütünü yle ona ait olanla
hiç olmayan, baş döndürücü bir biçimde iç içe geçiyordu .
Yabanıl, vahşi, muhteşem bir şeyin, adlandıramadığı bir şeyin
ısrarla büyüdüğünü, d urmamacasına büyüdüğünü, bebekle
birlikte kendisini de büyüttüğünü hissediyordu . Tekmcleriy­
le bağımsızlığını dile getiren, hiçbir sırrını ele vermeyen be ­
bek, her geçen gün daha çok "olmak" istiyordu . Birisi ol­
mak, kendisi olmak, her şe y olmak . . . G ün ışığına bakabildiği
gün , tek başına, ciğerlerini yırtarcasına soluk alabildiği, geri
dönüşsüz ilk ayrılığa, dünyaya koşacaktı . Ortalığı kan gölüne
çevirerek . . . Doğacaktı .
Bir başkasını, öz çocuğunu , yaşamaya mahkum etmişti, ne
gerçeklerinden hayatla ölümün, ne de yalanlarından koruya­
bileceğini bile bile .. Kim kimi koruyabilmişti ki? Otuz iki yıl­
da kendi yazgısı kıldığı, nesilden nesile geçen bir trajediyi ona
devrediyordu . İnsanların dünyasına incecik, ölümsüz, kop­
maz bir kordonla bağlanmak için mi aldırmamıştı bebeği ? Yal­
nızlığa karşı , tam ve son bir zafer çığlığı atmak, geleceğin gö-

45
rünmez limaniarına upuzun zincirli bir çıpa sallandırabilmek
için mi? Sonunda kendi hikayesinde var olabilmek için mi ? Ye­
nilmiş, yaralı yüreğinden bir yürek biçivermişti ona, taham­
mül edemediği suretinden yepyeni bir yüz . . . Artık yı kılamaz,
ölemez, tekmelenemezdi . Bu da onun u fuklardaki aynaya yol­
ladı ğı mektubuydu belki, yitirdiği, yitireceği, yaşadı ğı , yaşa­
madığı her şeye . . . Bir çocuk. Yerine getinlememiş bir karar,
teninin altına, dölyatağına geri dönüşsüzce sızmış bir ışık,
umut ve pişmanlık, bir rastlantı. Elleri bile oluşmuş, insa n bi­
çimindeki mucizemsi leke . Pek yakında, 'Be n canlıyım,' diye­
cekti, 'bir mumya değilim ki . . . Hayatın kendisini istiyoru m.'
" B u yurun çayınız. Kusura bakmayın, yeni demiendi d e . . . "
G enç garson nazik mi, alaycı mı olduğu kestirilemeyen bir
ifadeyle tam yanında, tazlaca yakınında duruyord u . Ellerin­
den sabun kokusu yayılıyordu . Dikkat çeken esmerlikteki ka­
lın, kaba bileklerinde bir çağrı, bir kışkı rtma vardı. Sözcükler­
le başı hoş değildi, geviş getiriceesine damağı nda yuvartıyor,
ağzının kenanndan tükücüveriyordu .
"Artık istemiyorum," dedi, bakışları nı parmak izleriyle
dolu masadaki yansımasından kaldırarak . . .
"Efendi m ? İ yi ama . . . "
"Artık istemiyorum . H esabıını getirin lütfen." Ellerini üst
üste masaya koymuş, yukarı bakıyordu . Garson bocaladı, bir
anlı ğına, kadının gölgeli, ıslak gözaltlarına baktı. Yoksa ağla­
mış mıydı ? Arkasını döndi.i . Sırtı böyle kaprislere pabuç bı­
rakmayacak denli genç ve kaslıydı.
Derin bir soluk alarak arkasına yasland ı . Az sonra çıkacağı
sahneyi inceleyen bir oyuncu gibi, sokağı izlemeye başladı .
Otobüsler işliyor, duraklar bir dolup bir boşalıyor, bankama­
tikterin önünde kuyruklar oluşuyordu . Kenti sosyal etkinlik­
lerle dolu bir g ün bekliyordu . Herkes yeterince hoşnut görü­
nüyordu . Kendinden, her şeyd en . . .

46
Vitriniere külyutmaz gözlerle bakan kadınlar devralmıştı
sokakları . . . Gürültülü, öfkeli bir dünyanın mevzilerini belir­
lemiş pazarlık ustalar ı. Parmakları hamarat, göğüsleri sulye n­
lerinin altında dimdikti . Çocuklar doğurur, emzirir, büyütür,
evlerinde çeşit çeşit peynir, çerçevefenmiş fotoğraf, ·çiçekler
için porselen vazo bul undurur, garsonlara, kapıcılara, hepsin­
den çok da öteki kadınlara pençelerini göstermekten çekin­
mezlerd i . Gerçek trajedileri, kayıpları, gerçek aşağılanmaları
sessizce, sır gibi taşır, böylece acılarının boşuna o lmadığına
inanırlardı . Yenilmişliklerini gizleyen uzun, rengarenk tırnak­
larta tutunurlardı hayata, bir ermiş sabrıyla kazırlar, kazırlar,
kazırlar, tanrıçaların sabırsızlığıyla parmakianna bulaşan yıl­
dız tozunu yalarlardı . ( Oysa o, hayatın aleyhine dava açm ak
için firsat kolluyordu. Tek bir tanık bulabilse . . . ) Ya onlar, on­
lar mutlu muydu acaba? Kıyısına köşesine uçurtmalar, oklar,
darmadağınık kadın yüzleri çizdiği gazeteyi katladı, çantasını
topladı. Gözlerini sildi, çoraplarını düzeltti, eteğini çekiştir­
d i . Taş binaya baktı . Onca b üyüklüğü, loşluğu, heybeti, cid­
diyeti içinde bekliyordu . Gece boyunca çözülüp dağılmamış,
karanlığa katran g ibi sızmamı ştı. Sarsılmazdı, dokunulmazdı,
yok sayılamazdı. Gene de , Tanrı'nın sözcülüğüne soyunan
herkes gibi dünyeviliğini gizleyemiyordu . Buyruklarını daha
da katlanılmaz kılan buyd u . Bir idam h ükmünü, bir saman
kağıdından okumak . . .
Defalarca çiğnen miş, ama insana dair h içbir i z taşımayan
bahçede, sert bir rüzgar dolanıyordu . Uğursuz, lanetli, haya­
letli . . . Ağaçları titretiyor, kağıtları, pet şişeleri, birbirine çok
be nzeyen adamlarla kadınları oradan oraya savumyordu .
Karşı konmaz, amansız bir iradeye teslim olmuş kalabalık, bi­
naya doğru koşar adım yürüyor, aniden çekilen bir balık ağı ­
nın içindeymişçesine çabucak sıraya giriyor, ikişer üçer, kapı­
lar tarafindan yutuluyordu . Ş i mdi istedikleri kadar çırpınsın-

47
lar, sıçrasınlar, birbirlerinin sırtına tırmansınlar! Ağiarına dü­
şen herkesi kolayca öğütmüştü taş bina. Sayısız hayat, yıl,
mevsim, saat, düşle düşkırıkl ığı, umutla pişmanlık ... Vakit ta­
mamd ı . Daha değil ! Hayır. Şimdi.
Yüklü bir bahşiş bırakıp kapıya yöneldi . Gece boyunc a di ­
renen, bir setin arkasındaymışçasına tıkanan zaman, artık yo­
l unu açmış, sel suları gibi önüne çıkan her şeyi kendine kata­
rak akıyordu . Saf değiştirip atağa kalkmış saniye göstergesi
durmadan i leri atılıyordu . 'Sakin ol kızım,' dedi kendi kendi­
ne, 'sakin ol bebeğim! Beni yarı yolda bırakma sakın ! ' Bütün
bedeni dertop olmaya çalışıyor gibiydi, kurumuş boğazından
soluklar geçmiyordu sanki. D işetlerini göstere göstere gülen
taş binanın karşısında, kuytulardan tek başına tirlayan bir bö­
cek gibi hissediyordu kendini . Gözlerini ovuşturdu, eteğini
çekiştir di, ağır, acıklı, hantal yürüdü . Sanki arkasında dev bir
kuynığu sürüklüyordu .
Yumurta biçimli çalgının adını anımsamıştı : Okarina!
"Şapkasını unutmuş," dedi genç garson.
" Ki m ? "
"Pencerenin önünde saatlerdir oturan ş u komik kadı n."

O gece rüyasında bir ufuktan diğerine uzanan bir bataklık


görmüştü . İ nsan boyunu aşan sazlar, upuzun kollarıyla birbi­
rine dolanmış eğri büğrü bitkiler, ihtiyar kadınlar gibi titre­
yen, cılız saçlarını sallayan ağaçlar, dev sarmaşıklar . . . Yere sü­
rünccek d enli alçalmış bulutlar . . . Adam var gücüyle kaçıyor­
d u . Çarnuriara bata çıka, sendeleyerek, düşerek, yuv adanarak
kaçıyor, kaçıyordu . Kana, çamu ra bulanmış . . . Köpek sürüle­
rinin h av lamaları giderek yakınlaşıyor, çe m ber daralıyordu .
Umutsuzluk içinde başını göğe kaldırıyordu, dua, lanet ya da
isyan edercesine, belki son kereliğine gökyüzüne bakmak is­
tiyordu, bulutl ardan uzanan merdiv eni görüyordu . İ ri, say-

48
dam, elmas gibi yağmur damlalarından bir merdiven, gökle­
rin u mu lmadık lütfiı. Tırmanmaya başladığında kırılıp dağıtı­
yor, bin ışınlı parçalara ayrışıp toprağa yağıyordu .
İ şte o zaman beliriyordu Kadı n . Bataklıklar Tanrıçası . Ö lü­
lerin arasından kalkıyor, karanlık sularda el yordamıyla ilerli­
yor. Kalçalarına dek gömülmüş çamura, daha derinlere, dün­
yanın belleğine salıyor köklerini, saçlarından yosunlar, ölü
yapraklar, sülükler sarkıyor, gözleri bataklık hayvanianna yem
olmu ş . Adamı ereğinin altına, ılık, yumuşak, yapışkan bJlçığa
saklıyordu . Karanlık bastırırken a vcılar da, köpekler de gidi­
yordu. Korkunç yeşil panltıların belirdiği, yıldızlar yerine bin­
lerce zehirli gözün, bir anda kaybolan binlerce yolun titreşti ­
ği, hırıltılı rüzgardan başka sesin duyulmadığı bataklıkta kim­
se geceleyemezd i . Kadın dışında . . . O buraya aitti . Onun ger­
çek dünyası buydu, bu rüzgar, bu sessizlik, bu korkunç yeşil .
Ö lülerle dirilerin birbirini çağırdığı, toprağın karanlığının in­
sanınkinden ayırt edilemediği bataklık gecesi . Yolunu şaşır­
mış, kaybolmuş, yenilmiş herkesi kucaklayan, yeraltı sularının
düşlerini fi sıldayan . . . Soluk ay ışığında, gıkı çıkmadan, eti yır­
tıla yırtıla adamı dünyaya geri getiriyordu . Çamura, kana bu­
lanmış. Bir terslik olmuştu, bacaklarının yerinde kollar, kolla­
rının yerinde bacaklar olan bir ucube doğurmuştu . Silkinip
kaçmaya devam ediyordu adam, cılız kollarının üzerinde to­
pallayarak koşmaya çalışıyordu . Düşe kalka, debelenerek,
em ekleye emekleye . . . Kadın ona saçlarından ördüğü merd.i ve ­
ni uzatıyordu . "Bu yoldan git," diyordu , iri, ağır, çamurlu
gözyaşlarının karanlık sularda açtığı izi göstererek . . .
Kaldırırnın ortasında durd u . Kayalıkların üzerindeki bir
tanrıça heykeli gi bi, dimdik, kıpırtısız. Bütün tekınelere açık.
Yüzü ifadesizdi, bakışları sabit. Artık hiçbir şeyi alıkoyama­
yan, kurumuş kuyulara benzeyen gözlerini hayali bir u tka
dikmiş, çantasını sıkı sıkı karnına yapıştırmıştı . Sesi çıkmıyor-

49
du, kısılmıştı . Rüzgar saçlarını dağıtıyor, onu fırtınaya tu tul­
muş bi r selvi gi bi ti tretiyordu . Uçurumun üzeri nde kendini
yakabilir, dumanını savurabi lirdi artık. Bir meydan okumaya,
bi r çağrıya, bir yakanya dönüşmüştü: G EL. 'Bir kez olsun,
bi r an lığına olsun, görün! Yoksa o uzun, acılı bekleyişe geri
döne mem. O boşl uğa . . . Daha fazla dayanamam . '

Tutuklu taş binadan çıkarılıp cezaevi arabasına götür üle­


ne değin öylece durdu. Dimdi k, eri şilmez, di lsi z. Rüzgirda
savrularak. . . Bütün tekınelere açık. Hepsini gördü . Adamın
gözbebeklerindeki anlık ışığı - şaşkınlık, sevinç, mi nnet ya da
aşktı bu, ya da hiçbi ri deği ldi , dudaklarının ucundaki kımıltı­
yı, göğsüne kaldırdığı kelepçeli ellerindeki belli beli rsiz sela­
mı, başparmaklarının devrilip yeri işaret edi şi ni -tam o an bir
polis şiddetle i tti adamı, bir küfi.ir savurarak-, ötekilerle bi r­
l ikte apar topar arabaya tıkılırken başını çarpışını . . . Hepsi ni
gördü.
C ezaevi arabası u zaklaştıktan çok sonra bile öylece k.ım ıl­
tısız d uruyor, kendi başı yarılmışçasına alnını ovu şturuyordu .

50
TAŞ BINA
BAŞLANGIÇ
Olgular açık, uyumsuz, kaba . . . Yüksek sesle konuşmaya
hevesl i . Dev taşlar gibi yığılmış olguları, önemli şeylerle ilgile­
nenlere bırakıyorum . B eni çeken yalnızca aralanndaki mırıl­
danma. B elli belirsiz, saplantılı . . . Kayalar dolusu olguyu eşele­
yerek elde edebileeeğim bir avuç hakikatin -ya da eskiden öy­
le den irdi, şimdiyse bir adı yok- peşindeyim . Bir ışıltının ardın­
dan derinlere, en derinlere dalıp diplere ulaşır d a geriye dön­
meyi başarırsam, parmaklanının arasından .kayıp gidecek bir
avuç kumun, kumiann ezgisinin peşindeyim. "Gerçeği söyle­
miş olur gölgeden söz eden." Hakikat, gölgelerle konuşur.
Bugün taş binadan, yazının köşe bucak kaçtığı ya da güvenli
bir mesafede durup sözcüklerin arkasından baktığı taş bina-

55
dan söz edeceği m . Benim doğumu mdan çok önce inşa edil­
miş, bodnımu saymazsak beş katlı, girişinde basamaklar var.
İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunma­
sız bedenle . . . Oysa sözcükler yalnızca başka sözcüklere sesle­
nir. Bir " H " harfi alırsın, iki tane "A", "Y" ve "T": HAYAT
diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanede­
ki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çam unı saf ölüme çevir­
memek . . . Hayat, diye yazıyor um, bir soluktan çok derin bir
iç çekme yle, onu koparıp alabilenleri n . Dalından bir meyve­
yi, topraktan bir kökü koparırcasına . . . Sana kala nsa, boş bir
kabuğa kulağını dayadığında duyduğun uğultu . Hayat : İliği ­
n e kemiğine dek emiimiş bir sözcük, i ç sızısını andıran bir
u ğultu, okyanuslar dolusu u ğultu .
Bir zamanlar gencecik bir çocuk şöyle demiş: Sen hayata
rest çekmezsen, o sana çeke r. Gözü kara bir çocuktu, bir ka­
ranlıkla ötekinin meleziydi, taş binayla çok erken tanışmıştı .
Bir daha hiç korkmadı, ya o ilk korkusunu hep hatırladığın­
dan ya da unuttuğundan . . . O gün bu gündür yerli yersiz gül­
düğü söylenir.
Farz edin ki, taş binaya giden sokakta bir kahve, kahve­
nin önünde de yaz-kış bir adam var. ( B inanın içinde dev bir
avlu, aviuyu çevreleyen merdivenlerde insan boyunu aşan tel
örgüler . . . Kimse kendini aşağı atamasın diye . Çünkü insan
hayatı, taşlarda parçalanmayacak kadar değerli son bir- iki
yüzyıldır. Dışındaysa döne döne beşinci kata dek yükselen bir
yangın merdiveni . Gece leri, solu k ay ışığının altında basa­
makları tırmanan gölgeler belirir, ama kimsenin indiği görül­
me miştir bugüne deği n . ) Hangi çağdan kaldığını kestireme ­
diğiniz bir kalıntı gibi hep oradadır, kaldırımlarda . . . B u labii­
diğinde gazetelerin, kartonların, mukavvaların üzerine otu­
rur. Yanı başında boş şişeler, yemek artıkları, kusmuk, idrar
birikintileri görmek mümkündür. Ay yüzeyi gibi pürtükl ü,

56
derin bir yara iziyle eşit olmayan iki parçaya ayrılmış yüzü,
hiçbir sırrını, yaşını dahi ele verme z. Ama bu yara izini , yer
yer içeri göçmüş kafatası boyunca izlerseniz, bir dağ yolunu
izlercesine, ıssız, hüzünlü göz çukurlarının çevresinden dola­
nıp bir uçurumun kıyısında bulursunuz kendiniz i . İnsanların
değil, rüzgarın ve ay ışığının, taşların diliyle konuşan bir uçu­
ru m . Adını sormaya cesaret edemeyeceğinizden, ona altabe­
nin ilk hartini verebilirsiniz: A .
Bu kahvenin müşterilerinin hayatı öylesine yalı n, öylesine
sıradandır ki, onu anlatmaya yeltenen sözcükleri yapay, zor­
lama, cilalı bırakır. Zaten kimse uzun uzun kendini anlatmaz
burada, anlatsa da dinleyen birini bulamaz. Bu kahvenin
müşterileri, tıka basa dolu da olsalar, yıkı mla, yenilgiyle, aşa­
ğılanmayla, insanların özünde iyi olduğuna inanırlar, fakat
yeryüzünde neden bu denli kötülük olduğunu bir türlü açık­
layamazlar. Her biri kendince dünyayla, 'dünya' dediği yok­
sullukla, yoksunlukla, hayal kırıklığıyla kapışmıştır, olabildi­
ğince, k endi bildiğince . . . Yumruklarını sıkarak, söverek, alt­
tan alarak, çalarak, çabalayarak, he psinden çok, yetinerek . . .
Çok da fazla seçenek yoktur aslında. Ama cehennem bile o
kadar kötü değildir baze n, orada bile bir bardak çay, kuru la­
cak, sahip çıkılacak bir köşe bulunur, dostça bir e l, bir gü­
lümse me, tanıdık bir ezgi .
Farz edin ki, tabelasız kahvenin karşısında, müdavimleri­
nin dışında pek az kişinin kabul edildiği, iş bilir görevlilerin
sabaha dek kapıda durup sarhoşları, olay çıkaranları taksiye
bindirdiği bir bar var. Bu barın gedikiiieri içinse, karşıdaki
hayatlar, günün birinde anlatmak istedikleri birer öyküdür.
İ nsan üzerine bir öykü kurgulamaya giriştiklerinde . . . ( Öykü
aniatma sanatı, korları eşeleme sanatı değil midir bir yanıyla,
parmaklarını yakmadan ? ) Kekremsi bir ölüm tadı bırakır da­
maklarında. Bu kokuşmuş düzenden, sistem denilen bunca

57
pislikten, ruhlarının saat gibi kurulu labirentlerinden usan­
dıklarında, son bir umu tla, gözlerini sokağa çevirirler. Parlak
camda yansıyan imgelerinin ardında beliren, yan-karanlık,
suskun, kestirilemez arka sokaklara . . . Avlulara, bodrumlara,
tünellere, özgürlük hayaletinin zincirlerini şakırdata şakırda­
ta dolaştığı gizli dehlizlere . . . Kendilerininmiş gibi hissettikle­
ri o sokaklardan fazlaca gürültülü adımlarla, derin izler bıra­
karak geçerler, başkalarının süpürdüğü merdivenlerden aşa­
ğılara iner ve çıkarlar. Düşkünlük, kendilerine zaman zaman
tanıdıkları bir hak, alçaklık, tadında bırakılınca keyfini çıkar­
dıkları bir ayrıcalıktır. Hem kim istemez ki serüven ve müca­
dele dolu bir hayatı ? Ü stelik onlar, Titan lar kadar ağır bedel­
ler ödemiş, yeterince kayıp vermişlerdir. Kıyasıya vuruşmak­
tan, kavgaya tutuşmaktan, riskiere atılmaktan hiç çekinme­
mişlerdir. Herhangi bir karşılık beklemeden sözcüklerini
sunmuşlardır bu aldırışsız dünyaya, içlerinde kendi yansıma­
larını görebildikleri koca koca, büyük harfli sözcüklerini . . .
Arka sokaklardan yeterince umutsuzluk devşirdiklerinde, bir­
birine benzeyen y eterince öykü, suç , günah, itiraf, kendi yaz­
gıtarına bıraktıkları yerden geri döner ler. İyinin ve kötünün
ötesine geçip insan özgürlüğünün cehennemini kurgulamak
için . . . Mutlak iyiden ve mutlak kötüden uzakta, ortalamala­
rın güvenli uzaklığında . . . Sonuçta her insan hayatı bir yenil­
gidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi .
Kahvedekilerse cehennemİ bilirler, adını koymasalar da . . .
" Ö zgürlük" onl ara tellerle çevrili aviuyu hatırlatır. "İnsan"
denince . . . İnsan daha ilk çığlığından 'insan' olarak doğmaz
mı zaten? Ama bunu taşıması güçtür, yalnızca bununla yerin­
mesi daha da güçtür.
A . 'ya gelince . . . Kimsenin dikkatini çekm ez. Boş bir çuval
gibi pencerenin önüne serilmiştir, dünyanın suranna çarptığı
bütün kapıların önüne serildiği gibi . Bütün sokaklar onu n-

58
dur, ama o h içbir yere gitmez . İçerideki bir şeye - belki soba­
ya, belki televizyona- sevdalanmışçasına . . . Baka baka eskittiği
bir şeye . . . Kirli cam, varlığı nın görüntüsünü yansıtır. Lekeli,
çok lekeli . . . Onun varlığı, insan ü zerine uzun bir ş iirdir.
Bazen, durup dururken, içinde kıymık kadar kalmış yaşam
kabarır, gecemsi bir kahkahaya dönüşür. Katıla katıla güler,
gülrnekten yere devrilir, tekrar kalkar, bir türlü kendini tuta­
maz, gütmeye devam eder. Deliliğin sisli halesi onu soğuktan,
acıdan, tokatlardan korumasa da, taş binanın ilk anılarından
korur. Dayak yerken bile güldüğü söylenir, sanki doğduğun­
dan beri hiç ağlamamıştır. ( N e de olsa, hüzün herkesin sahip
olamadığı bir lüks . ) Dünyayı anlamaya çalışmaz - sanırım
onun adına ben yelteniyorum buna. Öfkelenmez de . . . Pis su­
ya atılmış bir sünger kadar içindedir dünyanı n . Dünya da
onun . . . Bakışlarının altında eskir, yıpranır, içi oyulur, saf ça­
mura dönüşür. Hem 'dünya' dediğin nedir ki, camcia beliren
bulanık bir imgeden öte! Leke li, çok lekeli, hiçlik üzerine
uzun bir şiir. Biraz sen konuş A., gölgeni esirgeme sözde n.
Yeterince gölge ver ona, gölgelerin ağırlığıyla bütün gerçeği
söyl et!
Şimdi gülmemi ertdeyip sizi taş binaya götüreceği m. Kö­
şeyi dönünce kendinizi bir çıkmazda sanacaksınız ama yol
tam merdivenlerin önünden sola kıvrılır. Bu noktada durup
insanların dünyasıyla vedalaşacaksınız. Sizi buraya getiren
yol, bir daha geri götürmeyecektir. İçeride gece gündüz ışık
yanar, çiğ, insafsız ışığın altında her şey, herkes kendi gölge­
sine eşitlenir. Kısacık bir yanıt olup çıkar sorulacak bütün so­
rulara, birkaç cümleyle özedenen bir yazgı . Bir itiraf. Saat ba­
şı koparılıp alınan bir itirafa dönüşür. İnsan: en eski bilme ce,
konuşan madde .
Bir zamanlar birini sevmişti m . Gözlerini bende bırakıp
gitti. Bı rakacak başka kimsesi olmadığı için. Sevmek . . . Yüre-

59
ğin döküp saçtıklannı, bunca karanlığı eşeleye eşeleye bul­
d uğum bir sözcü k. Kimse bana "H erkes sevdiğini öldürür"
dememişti ki! Taş binada birlikteydik. Sesleri dinledim, din­
ledim, bekledi m . Sıra bana geldiğinde, henüz gün doğma­
mıştı .
B ana inan mıyor, taş binayı benim bir düşüm sanıyorsu ­
nuz, değil m i ? Ama zaten bizler, düşlerin mayasından yaratıl­
madık mı? Eninde sonunda şafak söker, kan kırmızı izler be­
lirir doğu ufkunda . . . Gergin , donuk, yamyassı gökyüzünde
katıtaşır kalır yıldızlar, teker teker görünmeze dağılır. Sonun­
cu y ıldız bir ip sarkıtır, aşağılara, bizlere doğru. S usmuş ge­
cenin, ikiye yanlmış, kan içindeki sözcüklerin, ele veri lmiş,
sahipsiz gölgelerin, kimsenin istemediği yürek rengi düşlerin,
kanatianmış ölülerin tutun up tırmanabileceği . . . Aramızda ya­
şamaya gelmiş, vedataşamadan dönüp gitmiş bütün düşlerin
derinlere tırmanabileceği . . . İ çinde herkesin, her şeyin kaybol­
duğu en derinlere . . .
Beni duymuyorsunuz, değil m i ? Belki geçmiş zamanda
anlatmamal ıydı m . Şarkıya gene yanlış y er den, yanlış perde­
den girdim.

60
İNSANLAR
A. öyküsi.inü hiçbir zaman bitiremedi, insan hayatından
daha dolambaçlıdır cehennemin halkaları . . . Günler geçti,
mevsimler y enilendi ama o, bir genişleyip bir daralan çem­
berler çizdi taş binanın yörüngesinde. Yürüdü: yürüdü, yor­
gunluktan kaldırırnlara çöküp kalana dek habire yürüdü.
Aşındırdığı yollarında hayatın, gecemsi kıyılarında . . . Hep dı ­
şarısında bırakıldığı kapıların önüne bir rulo gibi kıvrılıp kal­
dı, çamur ve idr ar birikimilerinde soğuktan titreyerek . . An­
.

lattıkça anlattı. Y erli yersiz gülerek, giderek daha sık güle­


r e k. . . Onu dinieyecek bir kişi bile bulamadı. B u y üzden ölü­
lerle konuşmayı öğrendi A., kuşlarla, rüzgarla . . .

63
Onu son gördüğümde, ağırlaşmışçasına öne düşmüştü
başı . Saçları alnını, gözlerini örtüyordu . En korktu ğu m, o an
bakışlarını yerden kaldırıp bana bakmasıydı . En korktuğu m . . .
En çok istediğim de buydu, bakması, görmesi, bir sözcük
mırıldanmasıydı . Bir işaret, bir sitem, bir veda . . . Hiçbirini
yapmadı . İşte böyle bıraktı gözlerini bende. B ırakacak başka
kimsesi olmadığı için.

Sonra senin sesini tanıdım, sende cisimlenen kendi sesimi .


Tuhaf, en korktuğu m , ağlaman, yalvarman, çökmendi. Hiç­
birini yapmadın. Sanki ölüm, kendim için alıkoyduğum faz­
lasıyla dramatik bir son, edebi bir noktaydı . Ama sen, şafağın
sökmediği bir cümlenin orta yerinde kalakaldı n . Kül rengi pı­
rıltılarla gözlerinde . . . Direncinin son mumunu yakıp şafağa
doğru uzattı n .

Başın öne düşmüştü . Yaralarına yapıştırdıkları kağıt rulola­


rının ortasında tuhaf bir çiçeklenmeyi başarıyordun sanki .
Dalların gizlediği iki ıslak, yalnız yıldız gibiydi gözlerin . Ben­
de unuttun onla rı. Teker teker dalları araladım. Günler, gece­
ler boyu, yıllarca araladı m. Bitirdiğimde, sen çoktan gitmiştin .

DUVARIN BERiS iNDEN

Seni senden ayıran duvar, soğuk v e ıslak tır, delik deşiktir,


binlerce elin kazıdığı, zamanın ve başka binlerce elin sildiği
sözcüklerle doludur. Gülkurusu rengi parmak izleriyle. Kızıl­
lıkları, kıvrımları, dikenleriyle salkım salkım açmış, çabucak
kurumuş gülleri belleğin . . . O taş duvarın öte yanından konu­
şur seninle en gerçek sesi n . 'Burada mısı n ? ' diye çağırır seni ,
' merak etme, çok kalmayacağız,' der, avutur, yatıştırır. Anne­
nin söylediği ninnileri hatırlatır, ama dua edercesine ya da
ağıt yakareasma söyler onları . Sözcükler bulup çıkarır dilin

64
kafeslerinden, tutunup dik dur abileceğin, karanlıkta bir mum
gibi tutuşturabileceğin, avuçlarının içinde saklayıp okşayabi­
leceğin sözcükler. Duvarlar katılaştıkça düşlerin genişler.
Gökyüzünde yürürsün, kırlarda, kumsallarda, suların üzerin­
de yürür, yürür, yürürsün . Çılgınca, doludizgin koşmak zo­
nındadır düşgücünün atları, seni içine çekip almış, taşiara
doğnı firlatmış bu girdaptan daha hızlı koşmak zonındadır.
Uğursuz bir lekeyi, bir zamanlar sevilmiş bir insanın gözleri­
ne, dalları meyvelerle dolu bir ağaca, balta girmemiş orman­
lara, kıtalara dönüştürür. Çöllere ve denizlere, kervanlara, ar­
dı sıra ruhunu üflediğin yelkenlilere . . . Renk renk, imge i m -
ge, bitimsiz öykülere . . . Karşı kıyıya varamayacak, sabahı çıka-
ramayacak öykülere . . . Koskoca bir evren bulup yoğurur hiç-
likten, gün doğarken, doğd uğu yere, hiçliğe iade etmek için.
Saf ışığın renginde bir dünyaya açarsın gözlerini. Açmak is­
tersen. Sonra o ses, seni çağıran, avutan, senin adına çığlık
atan, senin gecene karışan ses de sustuğ unda, yalnızlık bile
yok ol ur.

Tekrar gördüğümde A . 'y ı , kararmış, kapkararmış bir


adamdı . Bir yaz gününün çok erken, aydınlığın henüz bir
renge bürünmediği saatleriydi . Taş binanın önüne çökmüş,
sabah çiğiyle ıslak, aşınmış betonda oturuyordu . Sanki gece­
nin apar topar giderken ardı sıra unuttuğu tuhaf, yabancı, ya­
rı-kör bir kuş kaldırırnlara tünemiş, insan algısına bu kadar
yabancı olduğu için kendi haline bırakılmıştı . G ün ışığı bile
onu fark etmiyor gibiydi , her şey aydınlanırken, bir tek o,
gölgede kalıyordu . Gözlerini yerden ayırmadan, biteviye bir
tonla, ağır ağır konuşuyordu. Arada bir kafasını sallayıp söy­
lediğinde ısrar ediyor, birkaç kez yineliyor, arada bir şüpheye
kapılıyor, şaşkınlıkla bakıyor, tökezleyip baştan alıyordu . Ba-

65
zen sözcüklerden korkuya kapılarak, bazen kendi sesini yar­
dıma çağırarak d urmamacasına konuşuyordu . Damarları
mosmor, geçit vermez bir ormana dönüşmüş yüzü kıpırtısız­
dı, iki yana hatifÇe salınımlan dışında gövdesi de; ama par­
makları sürekli deviniyor, işaret ediyor, birleşip ayrılıyor, gö­
rünmez bir kili yoğurdukça yoğuruyordu . Çaldığı bir ekmek
somunuymuşçasına avucunun içinde gizliyor, ısıtıyordu söz­
cükleri, iri lokmalar halinde koparıp teker teker biçimlendiri­
yordu . Bir y ükselip bir alçalan, son noktaya varamayan, kesik
kesik bir konuşmaydı bu, sıçramalarla, çemberlerle, çıkmaz­
lada dol u . Bir serzenişten ya da söylevden çok, bir öyküyü ya
da masalı andırıyordu . Titrek, sallantılı insanlık durumu üze­
rine bir söylenceyi . . . Görünmezin mürekkebiyle hayata mek­
tup yazıyordu belki, ya da yalnızca dipnotları düşüyordu. En
kimsesiz, en hırpalanmış sözcüklerle bir araya getirmeye çal ı ­
şıyordu dağılmış parçalarını, gazete kağıtlarından yamalar ya­
pıyor, sağa sola atılmış, isimsiz nesneleri, sonsuza dek kay­
bettiklerinin yerine koyuyor, bu çerden çöpten dünyadan
kendine bir ruh biçiyord u . Ya da başkalarının 'ruh' dediği bir
şey. Taşlarla konuşuyordu A., gecenin rutubetini, soğuğunu,
ıssızlığını e mm iş kaldırımlarla, asfaltın gizlediği toprakla. . .
Ağaç köklerinin ölülerle, kurbanların kati ller, ateşin, demirin
ve külün, yeniden doğum sancılarıyla iç içe geçtiği belleğiyle
toprağın . . . Yorgundu , müthiş yorgun, kendi yolunda dönüp
duran ortak dünyamıza doğru tek bir adım atamayacak ka­
dar. Baliaşmış ceketinin, belinden düşen panrol unun içinde
u falmış gibi ydi, ama bu kupkuru beden bile yanında taşıyıp
götüremeyeceği kadar ağırdı . Ayakkabılarının bağcıkları a lın­
mış, oynaramadığı kollarıyla bacakları ölü yapraklar gibi sark­
mıştı . Bütün sokaklar onund u , ama o hiçbir yere gitmiyordu .
Orada, taş binanın önünde, öylece, sallanarak d uruyordu,
ağır ağır aralanan, kapanan, aralanan bir göz gi bi. Yeryü zü-

66
n ün kırış kırış derisinde eski bir yanık i zi, bir doğum lekesi gi­
bi. Son biçimine, insan biçimine ulaşamadan katılaşan, üzeri­
ne basıldıkça sınırlarından dışarı akan bir gerçeklik lekesi . Şa­
şırtıcı derecede ötkesizdi - her şeyi anlamış, her şeyi bağışla­
mıştı. Kaşları çatık, dikkati yoğunlaşmış, sesi duru, ciddi, ne­
redeyse duygusuzdu, ama çok ender, bütün kaslarını ele ge­
çiren bir seğirmeyle sarsılıyor, h ummaya tutulmuşçasına tit­
riyor, karanlık bir dalga, yüzünü boydan boya alıp götürü­
yordu . İ ki ıslak, yal nız yıldız gibi sönüyordu gözleri. Sanki
yüreğindeki bir tornavidayı sıktıkça sıkıyor, bir çiviyi söküp
çıkarıyor, kendi hikayesinde tamamlanma yı, uç vermeyi, zor­
lu bir çiçeklenmeyi başarıyordu . O zaman susuyor, küskün,
umutsuz, ' İ şte , hayat böyl e ! " dereesine ellerini havaya açıyor,
rolünü tamamlamış bir soytan gibi kalabalığın alkışını bekli­
yordu . Oysa yaraların diliydi onda konuşan, yaraların ve yal­
nızlığın, terk edilmiş pazaryerleri nin, sokakların, ranzaların ,
içinden kimsenin geçmediği öykülerin . . . Suskunluktan kopa­
rılmış sözcüklerin, aşılmaz bir sessizlik halesiyle çevrelendiği
ve suskunl uğa geri döndüğü, kimsenin işitmediği, kimsenin
istemediği bir di l . İ şitilseydi, belki Sirenierin şarkısı gibi in­
sanların dünyasını kendine doğru çağırır, taş binanın kayala­
rında parçalardı. Görme yetisinden feragat etmiş gözlerine
bir bakan olsaydı, dünyayla dolan bir ayna görürdü orada, o
kadar. O aynanın kendi gözlerinde de bomboş baktığını gö­
rür, saf çamura dönüşürdü . Ama artık yalnızca taşiara sesle­
niyordu A . , taşın altında gizlenen toprağın suskunluğuna . . .
Omuzunda u yuyakalan yaralı bir güvereine yazıyordu mek­
tu bun u . Rüzgara ve ölülere . . . Bir yara iziyle, eşit olmayan iki
parçaya ayrılmış hayatını tuttuğu bomboş elleriyle konuşu­
yordu A. ve hiçbirinden yanıt beklemi yordu . Sonunda gül­
ıneye başladı, zincirlerinden boşalmış, korkunç bir kahkahay­
la, kendi öyküsünden geri çekildi . Silip attı ismini hayat de-

67
nilen alaşımdan . O devasa, bulanık, anlaşılmaz tablodan ken­
dini kazıp çıkardı, dünyayı, boş beyaz bir kiğıtmış gibi, yeni
başlayan güne saldı .

Sesleri dinlersin, fisıltıları, adımları, bağırışları, dış dünya­


nın çağrılarını . . . Seni çoktan bütün resimlerinden silmiş dış
dünyanın uğultusunu . Taşların cömertçe ilettiği, gerçek mi,
hayal mi, a n ı mı olduğunu kestiremediğin seslerle yankıları­
nı . . . Çınl ayan topuklar, çarpan kapılar, bir yerlerde ısrarla ça­
lan, açılmayan bir telefon. Bir çığlık başlar, kesilir, iniltiye dö­
nüşür, y eniden başlar. Bu kez devam eder. Çığ gibi büyüyen,
seni karanlığın derinlerine, duvarlara dek gerileten bir çığlık.
Bir kadından mı, erkekten mi, bir insandan mı yoksa çok da­
ha masum bir yaratıktan mı geldiğini anlayamadığın bir çığ­
lık. B edenden mi, yoksa ruhun kendisinden mi? Bedenim ya
da ruhum dediğin ucu bucağı belirsiz bir geçmiş, bir anda
kaybettiğin gelecekten mi? Belki de kendini uçurumlardan
salan Sfenks'in çığlığıdır bu. Hazırlanırsın sen de, kendince,
olabildiğince . . . İçindeki sen'lerden hangisini cepheye sürüp
hangisini geri çekeceğine karar verirsin . İçinizden biri mutla­
ka ölesiye korkacaktır. Gözden çıkarabileceklerini, çıkarama­
yacaklarını tartar, kapatabileceğin hesapları kapatırsın. Bede­
n inin kuytularında bir başka beden tir tir titrer, onunla bir­
likte taş d uvarlar da titrer, koskoca bir dünya, on u çevreleyen
gökyüzündeki yıldızlar da titrer. Boynuna sarılırsın olup ola­
bileceğin en iyi sen'in, aceleyle vedalaşırsın. Hazır mısın, der
usulcacık bir gece gülümseyişiyle, hazır mısın ka natlı bir var­
lığa, bir orman dolusu eğreltiotuna, taşa dönüşmeye? Dün­
yayla yaşıt, sert, suskun, delik d eşik taşa . . . Yeniden doğabil­
mek için bir aynayla ve bir y ürekle beraber toprağa gömül­
men gerekir. Ama yüreğin yokluğu çevreleyen incecik, geçir-

68
gen bir zara dönüşmüştür. Kendi yüzünü görmek istersen bir
ırmak dolusu ağlarnan gerekir. Sana kimin suretinden yaratı l ­
dığını gösterecek çamurlu bi r yeraltı ırmağı . Uçmaya hazır
mısın? Bilmiyoru m . ALIN B UN U BEŞiNCİ KATA!

Bir başına, acıyla, dimdik doğrulursu n, u mudun ve umut­


suzluğun, i yinin ve kötünün öte sine, güçten kesilen kolların
iki yanından kırık kanatlar gibi sarkar. Soğuk bir hava akımı
biçiminde yüzüne çarpar son özgür ülken, sonsuzlukla dolu
bir rüzgar saçlarını dağıtır, ama sanki seni yeniden bir araya
getirir, parçalarını toparlar, yüzünü sana geri verir. Uykuya
susamış gözlerinde usulcacık dolaşır ay ışığının parmakları,
bir mucizeymiş gibi gösterir hayatı, gözkapaktarım örter ca­
nını hiç yakmadan. Artık yaralanamaz gövden , gerili bir yay
gibi titrer, son sürgününü bekler yeryüzünün kapılarında.
Yalnızca bir çift yürek vu ruşudur bir ufuktan ötekine yolcu­
luğun, sabah yıldızı, senin yıldızın, yanına kadar tırmanabile­
ceğin ipi uzatır, ilk kez böylesine bilincine vararak suçsuzlu­
ğ unun, başını yaslarsın dikenli geceye. Tek başına, yenik ve
mağrur, burada kesişmiş bütün yazgıtarı sahiplenir, rüzgarda
sessizce sallanarak, kendi kaybol uşunun içinde dimdik durup
yaşamın ve ölümün yalanlarını üstlenirsi n. Bir kez daha, son
defa d uyulur görke mli ezgisi koron un, hafi fçe başlar, giderek
yayılır, dalga dalga yükselir, dünyanın bütün seslerinin ve ses­
sizlikle rinin, göklerinin ve gecelerinin ötesine yükselir. S eni
çağıran, en gerçek se sinle seni ve yalnızlığını çağıran o uzak,
inanılmaz, muhteşem koro, zafer ya da bozgun davulları, o
rüzgar . . . Rüzgar.

69
TAŞLAR
KORO

G aliba konuşuyord u m . Sanki bir a n duracak olsam yere


devrilirdim, taştan zemin bile d urduramazdı daha derinlere
düşüşüm ü . Dışarıda g ün batıyar olmalıydı. Henüz sak.i ndim,
serinkanlı, aklı başında - gerçi buna benzer sıfatları dizebile­
ceğim bir özne kalmamıştı. B en değildim ki bunları yaşayan.
B en orada, kendi hayatıının içinde değildi m . Hepimiz insa­
nız, diyordum satır aralarında, hani Diyojen 'in elinde bir
lambayla sokak sokak aradığı, kiminin seslenmek, kiminin
işitmek, bir bulsa, kiminin yaşatmak, kiminin öldürmek için
aradığı son insan . M asaların, evrakların , kilitli kapıların, ışık­
la karanlığın zıt köşelerinde bulunuşumuz yazgının talihsiz

73
bir oyunu . Yoksa özünde hepimiz aynıyız, hepimiz birer kur­
banız . Belki de bunları söylemiyor, adresimi, doğum yerimi,
doğum tari himi sıralıyord um. Birden, cümle min orta yerin­
de, sanki biri beni ismimle çağırmışçasına başımı dışarı çevir­
dim, kapı aralıktı o an, sonradan çok düşündümse de ne za­
man aralandığını hatırlayamadı m . Dehşet içinde gözlerimi
kapadım, kısacık bir sonsuz düşüş anı boyunca - keşke kapalı
tutsayd ım- sonra yeniden açtım . Düşlerdeki gibi belirmişler­
di, insan boyunu aşan tellerin, çıplak duvarların, taşların ara­
sında, !oş yeraltı koridorlarında . . . Karanlık onları yarı yarıya
gizliyor, daha da koyultup düşselleştiriyordu . B irbirlerine da­
yanmış, ağır ağır yürüyorlar dı, çok ağır . . . Duralayarak, sende­
leyerek, yalpalayarak, tökezleyerek . . . Suyun altındaymış ka­
dar sessizce, ruhlarına işlemiş bir sessizlikle . Zeminde sürü k­
lenen, taşlarda kırılan uzun gölgeleri kadar. . . Bu me safeden
bile, neredeyse insanüstü bir güçle, cam kırıkları üzerinde yü­
rüyormuşçasına attıkları her adımdaki ıstırabı görebiliyor­
dum, yan -çocuk yüzlerini çarpıtan, sırtlarını kamburlaştıran,
hücre hücre uzuvlarına yayılan dayanılmaz acıyı. .. Alçı rengi,
kül rengi, kıpkızıl, mosmor izlerini darbelerin, susuzluğun,
soğuğun . Tek adım atamayacak kadar bitkindiler. Penceresiz
odalardan, gün ışığı görmeyen bodrumlardan, çığlıkların sır­
claşı duvarların, gölgelerin arasından çıkıp gelmişlerdi . Yerin
yedi kat d ibinden . . . Görünürle görünmezin sınırlarında, ka­
ranlıktan oyulmuş, genç, sessiz siluetler biçiminde belirmiş­
lerdi . Büyük acılara mal olan adımlarla, prangaya vurulmuş­
çasına ağır ağır, eziye tle, devasa bir y ükü sürüklercesine yü ­
rüyorlardı . Hepsinin ayakları yaralıydı. İ çlerinden en büyü­
ğünün -on altı, on yedi yaşlarındaydı- kırılmış bacağı dizden
aşağı kirli bir bezle üstünkörü sanlmıştı . Dayanacak değneği
olmadığından, yanındaki boyca k�ndine yakın çocuğa tutun­
muştu . Dişlerini sıkmış, yüzünü allak bullak eden, yanakları-

74
nı cılız kanatlar gibi titreten bir çabayla, acı içinde sıçraya sıç­
raya ilerliyordu . Taşın hep ötelere sürüldüğü zalim bir seksek
oyunundaymışçasına . . . Başları öne eğik, gözleri boşlukta bir
noktaya sabitlenmiş, bakışları donuk, tek sözcük söylemeden
geçi yorlardı . Bir an nerede olduğumu unuttum, cephe geri­
sinde bir sahra hastanesinde, savaştan dönen askerlerin ara­
sında sandım kendim i . Ardı sıra çözülüp dağılan sargı bezle­
ri bırakarak, yavaş yavaş yaklaşan bir yaralılar taburu, ölüleri­
ni sırtlanmış, çamura, bozguna, simsiyah, pusuda bekleyen
bir kana bulanmış . . . Taş binanın çocuklarıydılar bunlar. Ka··
ra-kuru, öldüresiye değilse de kıyasıya dövü lmüş suçlu ço­
cuklar. Nesiller boyunca işlenen suçları devralm ış, soğuğa ve
aşağılanmaya bizden daha alışkın, kemikleri daha hızlı kayna­
yan . . . Acımasız sokakların , terk edilmiş pazaryerl erinin, ran­
zaların, birbirinden ayırt edilemeyen vesikalık fotoğrafların,
kolay kolay ölmeyen, trajedinin kendine layık bulmadığı, bel­
ki birkaçını 'ıslah edebileceğimiz' çocukları . . . Görünmezin
sınırlarında sessizce belirmiş, ıssız vadilerden, bataklıklardan,
yeraltının ışıksız düşlerinden çıkıp gelmişlerdi. Çölün orta­
sındaki gibi uzak ve yalnı z. Sanki aylardır, yıllardır yürüyar­
Iardı ve daha aylarca, yıllarca yü rüyeceklerdi ( Oysa tek adım
atacak dermanları kalmamıştı ) . İ nsan ömründen daha uzun
bir çemberde, taş döşenmiş sessizlik yollarında, gecemsİ kıyı­
larında hayatın . Kördüğümlerinde, yol ayrımlarında insan
oluşumuzun . . . Kendi çocukluklarının cesetleri gibi bizimki­
leri de sırti anmış. Lime lime sarkıyordu çağın ruhu üzerlerin­
den, üstünkörü m umyalanmış ortak ruhumuzdan çözülüp
dağılan sargıl ar artları sıra derin, karanlık bir iz bırakıyord u .
Yeni çiçeklenen dallar gibi birbirine kenetlenm iş, yüzleri kül­
rengi, başları ağırlaşmışçasına öne eğilmiş, boşlukta bir nok­
taya sabitlenmiş bakışları donuk, tek sözcük etmeden geçi­
yorlardı. Belki hiç konuşmadan bir selam, bir sır, bir lanet de-

75
ğiş-tokuş ederek, bazen 'dayan' diyerek yanındakine, bazen
'boş ver ! ' Ve onlar geçerken dünya bütünüyle susuyor, so­
luğunu salıyor, bir ayna kadar kıpırtısız ve suskun, gözlerinin
içine bakamadığı sakatianmış çocuklarını izliyord u . Ansızın,
içlerinden biri d u yulur d uyulmaz bir sesle şarkı söylemeye
başladı . Ezgisi tanıdık ama sözlerini anlamadığım, belki de
sözcüklerin dünyasında karşılığı olmayan bir şarkı . Sanki cep­
lerinde, kırımıların arasında gizle diği bir sornun u çıkarıp pay­
Iaşıyormuş gibi . Hemen ona katıldılar, birinin bıraktığı yer­
den öteki sürdürüyordu yalın, tekdüze, duraksız ezgiyi, ses­
leri giderek yükseliyord u . Yaşamak için söylüyorlardı, tutkuy­
la, yaşam adına, ellerinde avuçlarında ne kalmışsa ortaya ko­
yarak . . . Gözlerinde kısacık bir an boyunca beliren ışıltıyla,
hala ve herşeye karşın beliren güçlü, saf, fışkıran ışıltısıyla ço­
cukluğun . . . Son mumunu yakınışiardı dirençlerinin, karan­
lıkta tutuşan, alevler içinde kalan yalın bir ezgi yle . . . Uzun,
anlaşılmaz, durdurulamaz, büyülü . . . Yeryüzünün, şimdiye
dek pek azını gördükleri yeryüzünün en ıssız yerinden, buz­
dan bir kıskaca alınmış yürekten geliyordu bu ezgi, kabarıp
taşıyor, her şeyden yeniden doğuyor, taşların arasında bile
gökyüzünü yeniden kuruyord u . Yoluna çıkan her yüreğe ko­
yu koyu, ılık ılık yayılıyor, onu akşamın hüznüyle dolduru­
yor, sonsuza çekip götürüyordu. M utluluğa, umuda hiç ben­
zemeyen bir yaşama sevinciyle, nesnesi belirsiz bir sevme gü­
cüyle . . . Durmamacasına yükseliyor, yükseliyor, onu işiten her
insanla yükseliyor, ufuklarda sarı bir çizgiye dönüşmüş gün­
batımının ötesine geçiyordu . Aslında seslendiği yere, sahipsiz
bir yüreğe, H içkimse'nin yüreğine doğru, gökyüzünün de­
rinliklerinde uçup gidiyordu . İ çinde her şeyin, herkesin kay­
bolduğu bir yolda . . . Kendi gecesinde kayan bir yıldız gibi .
Belli belirsiz duyduğum koro yanı başımda, kapıının
önünde, bakışlarıının menzilindeydi . Giderek daha yakın, da-

76
ha gerçek, daha derin, daha bend en. İşte o an, bütün çare­
sizliği ve görkemiyle İnsan 'ın ezgisini işittiğim, tanıdığım an
-hepimiz tanırız bu ezgiyi, tanıyamadığımız onda kendi sesi­
mizdir- parmaklannın arasından kaydım hayatın . Tek başına
anlamsız bir 'A' gi bi, ' H 'lerin, 'Y'lerin, 'T'lerin arasından ka­
yıp düştü m . Bir daha bir araya gelemeyecek, birbirini işite­
meyecek parçalara ayrıldım . Daha uzak, yitik, sağır ben'lere . . .
Taş binadan asla çıkamayacaktı m .
Bir gardiyan, çocuk- hırsızları, yankesicileri, oto farelerini,
on sekizini doldurmamış gaspçıları, hepsi falakadan geçmiş
'küçük suçlu'ları nezaretten çıkarmış, tuvalete götürüyordu .
Ansızın içlerinden biri, anlamadığım bir dilde bir şarkıya baş­
lam ış, hepsi ona katılmışlardı . Sesler giderek yükseldi, sonra
birdenbire bütünüyle kesild i . Tıpkı belirdikleri gibi, karanlık
koridorların derinliklerinde yok oldu lar, çıplak duvarların,
taşların, insan boyunu aşan tellerin arasında bir sonsuzluktan
içeri savrulup gittiler. Hala işittiği m , hala aradığım o büyülü,
bambaşka ezgiyi söyleyen, hep söyleyen, genç, sessiz, karan­
lık gölgelerin korosu . . . .

Karnının üzerinde sürünürsün yürek grisi taşlarda, ıssız,


soğuk koridorlarında belleğin, duvarın bir ucundan ötekine,
sonra geriye . . . Bitimsiz akşamlarıyla sabahları arasında sürü­
nürsün Ararın, gökyüzüyle toprak, alevlerle buzlar arasın­
da . . . K urumuş veya hala akan, susmuş ve hiç susmayan kanın
darboğazlarında . . . Bir duvar boyudur ufkun u tka uzaklığı.
Göz boşlukianna tozlar dolmuş bir hayalet gibi el yordamıy­
la yıkıntılarda dolanırsın, time time sarkar bedenin kemikle­
rinden, zamanın ta k endisi, yokluk kılığında omurgan bo­
yunca tırmanır, çeneleri n birbirine çarpar. Son sözcüğü ko­
parıp alıncaya dek dilini ısırırsı n . İki büklüm sürünürsün, diz-

77
lerinin, dirsekierinin üzerinde, kayaların ardındaki görünmez
ırınağa doğru, dudaklarını kanatan bir susuzlukla . . . Karanlık
sularda uyanma yı, çoktan ölmüş olmayı düşleyerek . . . Anla­
mını çözmüşsündür artık, d uvarlardan, derinlerden, en de­
rinlerden gelen ezginin. "Bırakın gideyim," der genç ölüler
korosu, sürekli ve hep bunu der, başka birşey söylem ez. Da­
h a fazla dayanamaz, kafanı sert taşiara vurursun, yüreğinin
kapısını çalareasma yeryüzünün . . . Gene de insafl ıdır taşlar,
seni kendi suretinden esirger . İ çinden çıkıp gittiğin, ikiye ya­
rılmış bir kabuk gibi geride bırakmışsındır yarı çıplak bedeni­
ni, sanki bir zamanlar sahip old uğun bir bedeni . Sözcük söz­
cük dışarı akmışsındır kendi öykünden, külrengi bir rahim g i­
bi uzayıp giden taştan gecede pıhtı pıhtı dağılmışsındı r. Bun­
dan öteye gidecek yerin yoktu r . B u taşlar, kuytularda esen,
çığlıkları, iniltileri, yakarışiarı taşıyıp getiren bu rüzgar, tirtı­
nalı karanlığın uğultusu, korku yla birbirine sarılmış sahipsiz
gölgeler, yarışmak bilmeyen, sürekli, tekdüze bir ezgi . . . Söz­
cüklere bile geçit vermeyen gecede seslendiğİn şafak, bu
dünyanın h enüz görmediği bir şafaktır.

B e n ne arıyordum orada? Ben diye bir şey kalmamıştı ki . . .


İ çimdekilerden hiçbiri bu sözcüğü üstle nemez, bir diğeriyle
yüz yüze gelip bütünleşe mez, bir yazgının sürekliliğini, bir
h ikayeyi sonuna dek taşıyamazdı . Gözlerimi açmış, kendimi
taştan bir dünyada bulmuştum. Kül rengi, duman rengi, yü­
rek rengi ... Gözlerimi kapadım , açtı m, hala aynı yerde, aynı
gerçeğin, dünyadışı gerçeğin içindeydim. Bir karabasanın de­
rinliklerine doğru yuvarlanıyor, yuvarlanıyor, bir şeylere tu­
tunup durmaya çalışıyor, bazen yara bere içinde doğrulmayı
başarıyor, ama sonra düşmeye devam ediyordu m . Beni ayak­
ta tutan, bugüne değin dünya üzerinde, be denimin içinde

78
tutan her ne idiyse, ansızın kollarından bırakıvermişti . Bu ıs­
sız, bütünüyle yabancı uçunı mda, sarılabileceğim, tırnakla­
rımla, dişlerimle olsun tutun up tırmanabileceğim tek bir söz­
cük bulamıyordum . Bulsam bi le, bu çıplak, alçı rengi ellerle,
kırılmış dişlerle mi tutacaktım kendi mi? Ü st dişlerimden ara­
lıksız boşalan kan, ılık ılık, sinsi ve sevecen, dilimde, damak­
larımda dolanıyor, dudaklarımın kenanndan sızıyor, genzime
doluyordu . Titrek, yitik bir gövdede daha fazla kalamazmış­
çasına can havliyle damarlardan fi rlıyor, ama sanki giderayak
beni terk etmeye kıyamıyordu . Ne kadar uzun sürüyordu ka­
nın kunıması. . . Canım acımıyordu, dedikleri gibi tuzlu da
değildi tadı, ama çenelerimin durmamacasına birbirine çarp­
masını engelleyemiyordum. Hiçbir şey korktuğun kadar kö­
tü değildir, derlerdi, insan soyunu tanımayanlar, acının bir
başlangıcı bir de �(')nu oldUğuna İnananlar. . . Hep aşina uçu­
nımların tepesinde dolandıklarından, Korkunç'un sonsuz
çemberierine yakalanmayanlar . . . ' Eninde sonunda şafak sö­
ker,' derlerdi. Hem geceden başka nerde bekleyebilirdik şa­
fağı? Gün doğmadan Üf kez ele vereceksin beni.

S O N ÖZGÜR ÜLKEN

Karnının üzerinde sürünürsün insan rengi taşlarda, bir dost


eli arayarak, tutunup yukarılara tırmanabileceğin bir -sözcük, se­
ni taşıyıp götürecek bir ırmak. Korkunç susuzluğunu dindirecek
bir ırmak, bir sözcük, bir el arayarak . . . inleyerek, titreyerek, diş­
Ierin birbirine- çarpa çarpa . . . Duvar boyu izler bırakırsın, kızıl­
lıkları, kıvnmları, kokularıyla doğar doğmaz kuruyan güller. . .
Ö lmüş olmayı, kanatlı bir varlığa dönüşmeyi, hiÇ doğmamış ol­
mayı dilersin. Keşke bir tanrın olsaydı, beni niye terk ettin, di­
ye seslenebileceğin ! Dizlerinin, dirsekierinin üzerinde sürünür,
kurumuş bir ırmak yatağıymışçasına çıkıp gidersin bedeninden.

79
Başka bir d ünyada açmak için kaparsın gözlerini . Henüz s ön­
memiş, henüz yaratılmamış bir dünya . . . Ağır ağır, acıyla i lerkr­
sin gecede, hep aynı geced e, duvann bitimindeki pencereye,
bulanık cam da yakalanmış, uzak ve tuhaf insan yüzüne doğru . . .
Lekeli, darmadağınık, zamand ışı. Kendi imgenin ardında, bula­
nık bir görüntü biçiminde beliren d ış d ünyaya doğru ilerlersin.
Ufukta bekleyen kılavuz yıldızının -senin yıldızındır artık o­
buz mavisi çağrısına doğru . . . Pervaza tutu nur, ağır ağır doğru­
lursun, yıkımıların üzerinde yükselen yeniay gibi. Gökyüzünün
basamaklarını tırmanmak, soluk altın rengi bir ışığa dönüşüp
geceye yağmak istersin, karanlık sulara, insanların u z u n, tedir­
gin u ykusuna, yanmış ormaniarına d üşlerin. Ayırt edemezsin ar­
tık taşın karanlığını geceninkinden, taşın gecesini insanınkin­
den . (Medusa'nın kesilmiş kafasından yaratılmıştı Pegasus, en
eski kandan, taşın damarlarından doğup bir yıldıza dönüşmüş­
tü . İşte bu yüzden, yalnızca ölülere aittir yıldızlar, onların yü­
züdür Samanyolu'nun çizdiği . . . ) Sessizce aşağılara bakarsın, ıs­
lanmış, parlayan çatılara, ne senden ne de yokluğundan bir iz
taşıyan sokaklara, ıneydanlara, köprülere, kentin karmaşık, kay­
gısız, kararsız ışıklarına . . . Yepyeni bir kayboluştan başka bir şey
vaat etmeyen u fuklara. Bir başına, acıyla, dimdik doğrulursun,
umudun ve umutsuzluğun, iyinin ve kötünün ötesine, güçten
kesilen kolların iki yanından kırık kanatlar gibi sarkar. Soğuk bir
hava akımı biçiminde yüzüne çarpar son özg ür ülken, sonsuz­
lukla dolu bir rüzgar saçlarını dağıtır, ama sanki seni yeniden bir
araya getirir, parçalarını toparlar, yüzünü sana geri verir. Uyku­
ya susamış gözlerinde usulcacık dolaşır ay ışığının parmakları,
bir mucizeymiş gibi gösterir h ayatı, gözkapaktarım örter canını
hiç yakmadan. Artık yaralana maz gövden, gerili bir yay gibi tit­
rer, son sürgününü bekler yeryüzünün kapılarında. Yalnızca bir
çift yürek vuruşudur bir u fuktan ötekine yolculuğun, sabah yıl­
d ızı, senin yıldızın, yanına kadar tırmanabileceğin ipi uzatır, ilk
kez böylesine bilincine vararak suçsuzluğunun, başını yaslarsın

80
dikenli geceye. Tek başına, yenik ve mağrur, burada kesişmiş
bütün yazgılan sahiplenir, rüzgarda sessizce sallanarak, kendi
kayboluşunun içinde dimdik durup yaşamın ve ölümün yalanla­
rını üstlenirsin . Bir kez daha, son defa duyulur görkemli ezgisi
koronun, hafifçe başlar, giderek ya yılır, dalga dalga yükselir,
dünyanın bütün seslerinin ve sessizliklerinin, göklerinin ve ge­
celerinin ötesine yükselir. "Durma! Atl a ! Atla aşağıya ! " Seni ça­
ğıran, en gerçek sesinle seni ve yalnızlığını çağıran o uzak, ina­
nılmaz, muhteşem koro, zafer ya d a bozgun davullan, o rüz­
gar . . . R üzgar.

Sen, yıldızlara teşekkür ederek, yapayalnız, kıyasıya yalnız öl­


düğünde, yıldızsız bir sabahta, tek bir hamlesiyle öne düşen ba­
şının, durdurd un geceyi. Hepimiz için durdurdun. Çok erken
açtın kanatlarını, daha ilk taştan basamaklarında göklere tırma­
nan merdivenin, birini ışığa, birini karanlığa açtın. Son mumu­
n u yakıp direncinin, belki bir g ül ümsemeyle, şafağa uzattın. İş­
te o an yeniden doğdu bir yıldız. Bir mucize gibi bakabileyim
diye hayata, gözlerini bende bıraktın.

81
DÜŞLER
MELEK

Hepimiz gördük meleği . Değişik zamanlarda, y erlerde,


rüzgarlı d amlarda, soğuk bomboş odalarda, kimsenin yürü­
ınediği koridorlarda . . . Bir çatı katı penceresinde, geçip giden
yıldızlara sesienirken . . . Taşların arasında, ismini, y azgısını ,
gökyüzünün yollarını reddetmiş, sıradan, çıplak, çaresiz bek­
lerken . . . Uçurumlarda, bir başına, buruk gülümsemesiyle
sonsuzluğun eşiğini adıml arken . . . Şafak kırmızısı, kan kırmı­
zısı, alev kırmızısı saatlerde gördük onu, som altın rengi bir
ışıkta, gözleri acıtan floresan, çiğ ampul ışığında, birbirinden
a yırt edilemeyen karanlıklarda . . . Olanla olmayanın, görünür­
le görünmezin sınırlarında uçuşuyor, bir belirip bir kaybolu-

85
yordu . Kimi yalnızca aslan yelesini andıran taranmamış saçla­
rını fark etti, kimiyse çökmüş yüzünde bir çift ıslak, yalnız yıl ­
dız gibi parıldayan gözlerini . Hiçbirimiz uzun uzun bakama­
dık ona. Belki dans eden bir ışık okuydu gördüğümüz ya da
yalnızca esintisini hissetmiştik, baharla, erguvanlarla yük! ü,
dipdiri esintisini. Bu kadarı bile yetmişti bize . Çırpınan bir
kanat sesi, küçücük bir şar kı, kendiliğinden çiçeklenen bir
anı, birkaç damla yağmur. Bizleri işitmiş, bir çırpıda inmişti
gökler katından, elleri kolları, cepleri dopdolu, ay ışığına, yıl­
dız tozuna bulanmış mektuplarla, müjdelerle, vaatlerle, ezgi­
lerle . . . Y ağmur damlalarını taşıyıp getirmişti, coşup taşan ba­
şıboş ırmakları, kabaran dev dalgalarını açık denizlerin, uzak­
ları . . . Kimine çocukluğunu geri vermişti; kimine sonsuzluğa
çekip götüren bir çağrıyı. . . Kimine çarnların kokusunu, kimi­
neyse hışırtısın ı . . . Vahşi bir hayvan g i b i koktuğunu söyleyen ­
ler oldu, yabani güller, balta girmemiş ormanlar, firtına son­
rası deniz gibi, ama aynı zamanda insan insan kokuyordu .
Hepimizi kucakladı, kıvrak kanatlarının usulcacık bir doku­
nuşuyla, bir fısıltıyla, birkaç damla gözyaşıyla h epimizi yatış­
tırdı . D üş kurmuş olamazdık, çünkü çoktan tüketmiştİk düş­
lerimizi . Bir araya gelebilseydik -ki hiç gelemedik- onun dar­
madağın imgelerini toparlayabilir, şu senden, bu benden di­
yerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda kesilen öyküsünü
kendimizinkinden birer cümleyle tamamlayabilir, onu kurta­
rabilirdik. Belki de yapamazdık. Yitirdi ğimiz, sonsuza dek yi­
tirdiğimizdi o, çoktan yitirdi ğimiz, yitireceğimiz her şeydi.
Yorgundu , çok yorgundu, tükenmişti, açlığın, susuzlu­
ğun, yalnızlığın kül reng ine bürünmüşt ü . Başını dizlerine da­
yamış, saçlarını önüne salmıştı . Gene de sa nki bir anlığına
gördüm kimseninkine benzemeyen, gizine erişilmez gözleri­
ni . . . Bizlerden farklı bir özden yaratılmıştı o, göçebe ay ışı­
ğından ve düşlerden, Samanyolu'nun çizdiği gümüş parıltılı

86
bir çift kanattan, dillendirilmemiş dizelerden, yürek rengi bir
cennetten . . . En der in, en gerçek cehennemden. Boşlukta bir
noktaya dikilmişti bakışları ama o baktığı y erden boşluğu ko­
parıp alı yor, onun yerine bam başka, yepyeni bir evren koyu­
yordu . Henüz görülmemiş, henüz sönmemiş bir evren. Var­
lığından emin olduğum, canlı, sahici, her şeyin ona seslenip
onda tamamlandığı bir evren.
Canı yanıyormuşçasına büzülmüş, dertop olmuştu, sanki
artık ona bol gelen bedeninin içinde küçü lüp kalmıştı . Giysi­
leri yırtılmış, ise, kuruma, toprağa bulanmıştı . Sırılsıklam ka­
natlarından süzülen yağmur damlaları, çevresinde çamurlu
gölcükler oluşturmuştu . Gökler katından, yüreğe çok yakın
bir yerden, temelli çıkıp gelmiş, bu dünyanın gecesi ni, bir
ucundan ötekine aletacele kat etmişt i . Çok gecikmişçesine. . .
Karanlıklar boyunca dolanınıştı insanların dünyasını , yaşa­
yanları mı ölüleri mi işittiğinin farkına bile varmadan. Ara­
mızda yaşamaya gelm iş, bizde gecelemiş, bizde tükenmişti .
Pek çok sırrı görmüştü, sırrı, suçu, mucizeyi, cinayeti, pek
çok yol ayrımını insan oluşu muzu n . Her şeyi görmüş, her
şeyde kendini görmüştü . G idere k daha az anlam veriyordu,
seslerden, anlamlardan oluşturulmuş dünyamıza, bu yüzden
susuyordu .
B irden başını kaldırıp hızla, neredeyse boynunu kıracak
şiddetle geriye attı, bir kuklanın başıymış gibi . Saçları savrul ­
d u , yırtıcı bir kahkaha duyuldu . Derinlerden, e n derinlerden
gelen, duvarların arasında yankı lana n, çınlayan, taşiara çarpa
çarpa parçalanan korkunç bir gece gülüşü . Yabanıl, vahşi,
görkemli, sahipsiz . Böylece gösterdi ölümcül yaraların ı . Kıp ­
kırmızı çiçeklenen gövdemizdeki kesikleri, çürükleri, yanıkla­
rı, geçit vermeyen bir ormana dönüşmüş darbe izlerini, yaba­
ni güller gibi kuruyan, coşup taşan, başıboş ırmaklar gibi ka­
baran uçsuz bucaksız kan ı . . . Artık kıpırdatamadığı kanatları-

87
n ı . . . D erin bir yara iziyle ikiye ayrılmış yüzünün buram b u ­
ram terlediğini gördüm o kısacık, zamanın ölçüleriyle ölçüle­
meyecek anda, içi boşalan bir maskeye dönüştüğünü . . . Son­
ra başı gene öne düştü, ölümlerle ağırlaşmışçasına - senin ölü­
münle, benimkiyle- dizlerine kapandı . Kuru muş bir çift dal
gibi kırıldı bakışları. Sanki boydan boya çatiayan bir evrenin
iki yanından gelen dev perdeler örttü bize bıraktığı gözleri­
ni. Orada, bir başına, yenilmiş, yitik ve mağrur, son bir ça­
bayla, son, insanüstü, m uazzam bir çabayla düşlere daldı .

A.

Demek bana burayı verdiler, kendi yerimi, kök salabilece­


ğim son yerimi buldum. Kör d uvarlar, sessizce, gergin bek­
leyen, kilitli kapı, içi oyuk bu taştan dünya . . . bu bol bol boş­
luk benim göçebe yurdum . Derler ki, yeterince uzun bakar­
san tavana, gözlerini kırpmadan, bütün geçmişin orada bel i ­
rir. T e k koltuklu bir sinemada, esas oğlan olduğun fi lmi iz­
lersin. Kutusundan çıkarır, tozlarını silkeler, başa s arar, bir
daha, bir daha izler sin. Çok sevdiğinden d eğil, küçüle küçü­
le buraya sığmış, üstüne basılınca da dışarı taşmış hayatını . . .
Yapacak başka şey bulamadığından. Kolay m ı sevmek içi
oyulmuş bir hayatı, üstelik o da beni sevmez, pek beğenmez
benim gibi birini. Tek tük silah sesleri, boş ve yavandır, ölen
hep başkasıdır, ölen rolünü başkalarına verirler, küfürler, to­
katlar, alaylar biter, y eniden başlar, uzar gider böylece. Ne
arar bende geçmiş! Usulcacık bir fiske vururum, gölgelerin
örtüsünden kurtarırım insan kokusu alınca rotasını şaşırmış
böceği, kekre msi, tuhaf insan kokusu . . . Benim bakışiarım
taşları deler geçer, kat kat taşları, çatıları, damları, alçalan gö­
ğün tavanını deler g eçer, karanlığın derinliklerinde yükselir.
Çalıp getirir bu dünyanın gecesin i. Yeni doğmuş bir ay, el

88
yordamıyla döne döne tırmanır u fu ktaki merdivenlerden,
sesle ne bileceği birini arar ücra köşelerde , dertle şebileceği, te ­
selli edebileceği, hayatın sonsuzluğunu anlatabileceği . . . Ama
bizlere değil, bu dünyaya seslenir. Fırlatıp atarım kendimi
yükseklere, ellerim bir sarmaşık gibi dolanır yıldızlara, oktar,
yaylar, pelerinli aslanlar, ejderhalar, kanatlarını açmış adar
arasında yürür giderim, bu ışık, ışıltılı yol, sonsuzluk bollu­
ğund a başım döner, bir o, bir öteki düşün peşinde, bazen bir
kuyrukl uyıldız, bazen bir süvari ya da yelkenli ol urum, iki ke­
fesine birden tutunup sallanının terazinin, sıçraya sıçraya do­
tanırım galaksiden galaksiye, çözülüp dağılarak, koliara ayrı ­
şarak . . . Ö lümün yüzüdür Samanyol u 'nun çizdiği, sürekli de­
ğişen, derinleşen, çiçeklenen, dallada örtülen . . . Öyle uzun
bakarım ki, görünmeyen, göçebe bir ışığa dönüşür sanki
gözlerim , yolunu yitirir, gökyüzünün kendisine dönüşür.
Yağmur bulutlarıyla dolar. Rüzgar sertleşir, fi rtına başlar, bir
yıldız kayıp düşer. Sanki aramızda yaşamaya gelmiş, o da d ö­
nüş yol unu yitirmiştir. Sanki Tanrı'nın bir lütfu - aklımın e r­
diği pek çok şey var, ama Tanrı bunların arasında değil. Avu­
cuma alının benim gecemden düşmüş yıldızı, çamurlarını te­
mizler, usulca, okşaya okşaya yaralarma pansurnan yaparım .
Ama sönmesini, korkudan titreye titreye ölmesini durdura­
mam . İncecik bir dal gibi kırılır ellerimde, tırnakları düşmüş,
yaradan kabuktan başka şey tanımayan, bir ipte bağlanmış el­
lerimde . . . Benim gibi adamların ellerini bağlarlar, öl ü me de­
ğil de birbirlerine yare nlik etsinler diye. Keşke karanlıklardan
çıkıp gelmeseydin böcek, yalnızca bir kereliğine bana doğru
yönelmeseydin! Kıpırtısız kalakaldı, belki ölmüş gibi yaptı .
İ nsan eline düşen ne sağ kalmış ki ! Bizler tamamlarız yerle
göğün yarıda bıraktığım . . . Cop acıtır, ateş gibi yakar değdiği
yeri, ama ertesi gün iz kal maz, bir izden bile esirgerler seni
bazen. Palaska daha kötüdür, içten gelen bir yıldırımla ikiye

89
yarılırsın sanki . Sopaya gelince, balta vurulmuş bir ağaç gibi
devrilir, kısa sürede u yuşur, hiçbir şey hissetmezsi n. Ama er­
tesi gün, bütün ertesi günler de acı geri döner, en başından
beri oradaymış gi bi. Güneyden esen rüzgarlarla, deniz koku­
suyla, karlar erirken geri döner, ama kemik dayanır, bembe­
yaz sırdaşıdır zamanın o. Ucuza mal etmezler, bir karış alın
yazısını bile u cuza mal etmezler adama. Sanıldığı kadar kor­
kunç değildir can acısı, ondan daha hızlı koşup önüne geç­
mek neredeyse bir aritmetik meselesi, kimseye anlatamaz,
paylaşamazsın, kendinle bile, ama biter bitmez unutursun .
Eninde sonunda biraz suya, çorbaya, bir döşeğe, sobaya hat­
ta ısrarla hikaye anlatan televizyona kavuşursun . Keşke bir ot,
bir yaprak olsaydı dişlerimin arasında emebileceğim, bir su
sesi, şırı) şırı) akan bir ırmak, denize düşen yağmur d amlala­
rı . . . Dünya neyse odur, ama hep azalır, rüzgarlada içten içe
oyulur, yitip gider, zamanla bir uğultuya dön üşür. Kimse
onu olduğu gibi göremez, çok şükür. Asfalt vardır, toprağı
görmeni engelleyen, toprağı ve ölülerin i . D uvarlar, çatılar,
tavanlar, kör kapılar perde gibi geri lir gecenin karanlığıyla se­
ninki arasında, sok:?. k l ambaları yollar boyunca ışıklandım
umudun yalanlarını, koca koca bakımlı binalar, köprüler,
anıtlar dikilir taşın sürgüsüyle insanınki arasında. Şaf.ı.ktan az
önce, gecenin tükendiği ama aydınlığın henüz geri g elmedi­
ği bir saat var, şehrin bütünüyle boşaldığı tek saat. Işıklar sö­
ner, her şey susar, kapalı kapaklarının altında kıpırdanan
gözbebekleri bile duru r. İ şte o benim saatimdir. Bir başıma,
başıboş yürü rüm metruk sokaklarda, k aldırımlarda, taş dö­
şenmiş sessizlik yollarında yürürüm, yürürü m . Sokaklar ben­
de yürür. Bir çağrı beni kendimden dışarı, u z aklara doğru fi r­
latır, sevinçle bağırırım, şarkılar söyler, kollarımı açıp yağmu­
run altında döner dunı ru m . Saçlarımdan, yanaklarımdan,
gözlerimden akar damlalar, sırtımdan aşağı yuvarlanır, oluk

90
oluk çamuru akıp gider yüreğimin. Bir kahkahayla vedataşı­
nın her şeyle . Hele bir de, sırılsıklam, üşümüş, küçümencik
bir kuş omuzuma konar da, a nl atmaya koyulursa . . . yaramaz­
tıklarını, korsanlıklarını, karşı kıyıları, pırıl pırıl gündoğumla­
rını çocukluğunun . . . İşte bu Tanrı 'nın bir lütfudur. Şimdi
çok susadım, ama sonunda, yarına tek çıkışım olan şu kapı
açılacak, saatierin ve renklerin, göklerin geçit töreni başlaya­
cak. İşte o zaman, beni yukarıya, beşinci kata alacaklar.

LABiR ENTiN YÜREGi


Tenha, tekinsiz kıvrımlarından geçerek taş binanın, m a­
vimsi bir loşluğa bürünmüş, gizli koridorlarından, turnikeler
gibi hızla açılıp kapanan geri -dönüşsüz kapılarından, l abiren­
tin yüreğine varırsı n . Bü yük, gerçek, yumruk sertliğindeki
yüreğine . . . Mezartaşı gibi beyaz, soğuk, boş bir odadır bura­
sı, belleğin kilitli onca odasından hiçbir farkı olmayan . . . De­
rinden derine d uyduğun, seninle konuşan, umutsuzca seni
çağıran o sesin geldiği yer . . . Rüzgarın uğultusunun deniz ka­
buklarınınkine karıştığı, suya çarpan damlaların gemici ıslık­
l arıyla, kanat çırpışların veda şarkılarıyla iç içe geçtiği o ezgi­
nin, yalnızlığına eşlik etmiş o uzak e zginin seni taşıyıp getir­
diği yer. . . Nice geceyi, nice şaf.ı.ğı, nice hayatı geride bırak­
mışsındır yeryüzünün yollarında, kimi zaman coşup taşarak,
önüne çıkan her şeyi kendj yazgına katmış, kimi zaman gü ç­
ten kesilip dağılarak, önüne çıkan her şeyin yazgısına karış­
mış, işte buraya varmışsındır. Sütunsuz, yontusuz, yankısız,
çepeçevre susan sonuncu odaya . . . İnsanın uçuruml arından
kendini salan S fenks'in, senin sesini ödünç alacağı, oyulup çı­
karılmış yüreğine l abirentin . . . Yok olmuş y a d a henüz doğ­
mamış, yitirilmiş ya da yitirilecek her şeyde atan yüreğine . . .
B u odanın suskunluğunda sen de sonsuzca susabilir, ölüleri-

91
nin başucunda bekleyebilirsin . En gerçek duanı, itirafinı ede­
bilir, biriktirdiğin gözyaşlarını sakınmasızca dökebili rsin. Se­
n i n yansımana dönüşmüş bir odada, öylece durur, geriye dö­
ner ve beklersin . Yalnızca kanının sözcükleriyle konuşursun
burada, bağırır, isyan eder, umutsuzca çağırırsın . Kimse çıkıp
gelmez. Sadece cellat-senle kurban-sen, yüz yüze durur, bel­
ki de sırf soğuktan korunmak için birbirlerine sarılı r, uzakla­
ra bakareasma kendi gözlerine bakarlar. Gözyaşları iç içe ge­
çerek a kar, suyun yollarını izleyip toprağa varır ve orada, yer­
yüzünün bağrında kendi yatağını bul u r. Dokuz kez çevreler
yaşayanların dünyasını, sonra o da görünmeze karı şır.

* * *

Onu son gördüğümde, ağırlaşmışçasına öne düşmüştü


başı. Saçları alnını , gözlerini örtüyord u. En korktu ğum, o an
bakışlarını yerden kaldırıp bana bakmasıydı. En korktu ğum . . .
En çok istediğim d e buydu, bakması, görmesi, bir sözcük
mırıldanmasıydı. Bir işa ret, bir sitem, bir veda . . . Hiçbirini
yapmadı. İşte böyle bıraktı gözlerini bende . Bırakacak başka
kimsesi olmadığı için.

BEN Mi
B e n n e arıyordum orada? Ben diye bir şey kalmamıştı k i . . .
İçimdekilerden hiçbiri bu sözcüğü üstlenemez, bir diğeriyle
yüz yüze gelip bütünleşemez, bir yazgının sürekliliğini, bir
hikayeyi sonuna dek taşıyamazdı . Gözlerimi açmış, kendimi
taştan bir dünyada bulmuştum . Kül rengi, d uman rengi, yü­
rek rengi . . . Gözlerimi kapadım, açtı m, hala aynı yerde, aynı
gerçeğin, dünyadışı gerçeğin içindeydim. Bir karabasanın de­
rinliklerine doğru yuvarlanıyor, yuvarlanıyor, bir şeylere tu­
tunup durmaya çalışıyor, bazen yara bere içinde doğrulmayı

92
başarıyor, ama sonra düşmeye devam ediyordu m . Beni ayak­
ta tutan, bugüne değin dünya üzerinde, bedenimin içinde
tutan her ne idiyse, ansızın koll arından bırakıvermişti . Bu ıs­
sız, bütünüyle yabancı uçuru mda, sarılabileceğim, tırnakla­
rımla, dişlerimle olsun tutunup tırmanabileceğim tek bir söz­
cük bulamıyordu m . Bulsa m bile, bu çıplak, alçı rengi ellerle,
kırılmış dişlerle mi tutacaktım kendimi? Ü st d işlerimden ara­
lıksız boşalan kan, ılık ılık, sinsi ve sevecen, d ilimde, damak­
larımda dolanıyor, dudakları mın kenanndan sızıyor, genzime
dol uyordti. Titrek, yitik bir gövdede daha fazla kalamazmış­
çasına can havliyle damarlardan firlıyor, ama sanki giderayak
beni terk e tmeye kıyamıyord u . Ne kadar uzun sürüyordu ka­
nın kuruması . . . Canım acımıyord u, dedikleri gibi tuzlu da
değildi tadı, ama çenelerimin durmamacasına birbirine çarp­
masını engelleyemiyordum. Hiçbir şey korktuğun kadar kö­
tü değildir, derlerdi, insan soyunu tanımayanlar, acının bir
başlangıcı bi r de sonu olduğuna İnananlar . . . Hep aşina u çu­
rumların tepesinde dolandıklarından, Korkunç'un sonsuz
çemberierine yakalanmayanlar . . . 'Eninde sonunda şafak sö­
ker,' derlerdi. Hem geceden başka nerde bekleyebilirdik şa­
fağı ? Gün doğmadan Üf kez ele vereceksin beni. Akrebi düş­
müş, y elkovanınsa sürekli aynı çemberde dönüp durduğu
yekpare, bitimsiz bir Şimdi'de kıstırılmıştı m. Kırbaçlana kır­
baçlana kan içinde kalmış saatler, bağlandıkları ağır yükü ar­
tık çekemiyor, ileri ya da geri tek adım atamıyor, zamanı ye­
rinden kıpırdatamıyordu. D ünyanı n haksızlıkla, zorbalıkla tı­
ka basa dolu olduğunun sanki önceden farkında değil miy­
dim? Bu taşlar, bu rezil, pis hücreler, nereye açılacağını bil­
mediğim bu kapılar ol madan d a dünya yeterince berbat, ye­
terince korkunçtu, ama işte bir tek burada aviuyu çevreleyen
teller insan boyunu aşıyordu . Gün doğmadan Üf kez ele vere­
ceksin beni. İlk ikisinde farkında bile olmadan . Duvarlar ya-
. . .

93
kınl aştıkça yakınlaşıyor, kararıyor, canlanıyor, dört yandan
üstüme g elip beni bir gövdeye sıkıştırıyordu . Kendimle
ararndaki sınır, sesimin geçemeyeceği kadar kalınlaşıyordu .
Başımı dizierime dayamış, geceden ayırt edilemeyen bir ka­
ranlığa dönüşmeyi bekl iyordu m, ya da saf ışıktan dokunmuş
bir düşe . . . Kanatlanmayı, taşlaşmayı . Saçlarıının kokusu tokat
gibi çarptı yüzü me, sanki bir zamanlar yaşamışım gibi hisset­
tirdi beni . Bilincimin orta yerinde up uzun, sivri bir kemik gi­
bi duran yabanıl, vahşi korkuyla parçalanmadan, birbirini işi ­
temeyen ben'lere dağılmadan önce . . . Yerin uykusuz, bitki n,
avurtları çökmüş yüzüne devrilmeden önce, yaşamışım gi bi.
İ kiye iki boyutlarında, yirmi küsur yıl derinliğinde granit ev­
renimde, kıvrılabileceğim, soluk alıp vere bileceğim bir benlik
köşesi bile kalmamıştı ki ! Yakınlaşan, cisimlenen, bi r varlık
kazanan karanlık. Hücre hücre uzuvlarımı donduran soğuk.
Sahipleri çoktan çekip gitmiş, rutubet kadar ağır ve yoğun
gölgeler. Kıymık kıymık yastığı kimsenin eşl ik etmediği gece­
min. Sesler, sesler, sesler . . . Sözcüklere sızan tuz tadı, kül ta­
dı, kireç tadı. Saçlarımı örmeye koyuldum, incecik incecik ör­
güler halinde, bir türlü üç eşit parçaya ayıramadığım başıboş
saçlarımı çekiştiriyor, doluyor, birbirine geçiriyordum, ucuna
varmadan çözülen dayanıksız halatlarla bağlanıyordum sanki
içimdeki gizli bir l imana, bir daha, baştan alarak, bir ikinci
ben daha, üçüncüsü, sabırla bir sepet örercesine, içine çiçek­
ler koyabileceğim, başımı yasiayıp uyuyabileceğim . . .
İ lk başta, n e olduğunu anlamadım, boğuk, zapt edilmiş
bir haykırış işittim . Çabucak kesildi . Yeniden başladığında,
sözcüklerin az çok ayırt edilebildiği bir teryada dönüşmüştü .
Sonra keskin, aralıksız bir çığlığa . . . Yükseldikçe yükselen,
uğuldayan, çınlayan, her yerde her şeyde yankılanan . . . Beni
duvarlara dek, karanlığın en diplerine dek gerileten bir çığlık.
Her an daha yakın, daha yabancı, daha benzer, daha içim-

94
de . . . Sanki taşlar çepeçevre sarsılıyor, bağınyor, çırpınıyor,
can çekişiyordu . Bir canlıdan mı geldiği belli değildi bu se­
sin, bir insandan mı, yoksa çok daha masum bir yaratıktan
mı ? Boğazlanan bir bedenden mi, yoksa ruhun kendisinden
mi, en insanca uçurumdan kendini salan Sfenks'ten mi? Bir
neşterle yüreğimi deşip çıkarıyor, beni dehşetin gecemsi kıyı­
larına, boyumu aşan dev dalgalara sürüklüyordu . En derin­
lerden gelip yoluna çıkan her şeyi yıkan, boğan, en derinlere
sürükleyen dev, durduru lamaz dalgalar. . .
Sonra senin sesini tanıdım , sende cisimlenen kendi sesimi .
Tuhaf, en korktu ğum, ağlaman, yalvarman, çökmendi. Hiç­
birini yapmadın. Sanki ölüm, kendim için alıkoyduğum faz­
lasıyla dramatik bir son, edebi bir noktaydı . Ama sen, şafağın
sökmediği bir cümlenin orta yerinde kalakaldın. Kül rengi pı­
rıltılarla gözlerinde, sönen bir yıldızın, kemiklerde kırılan bir
değneğin, göğüs kafesine çevrilen bir silahın ardında bıraktı­
ğı donuk parıltılarla . . . Direncinin son mumunu yakıp şafağa
doğru uzattın.
Belki bu taştan dünya bile daha fazla dayanamazdı, içinde
herkesin, her şeyin yolunu yitirdiği çığlığına. İ ncecik bir zar
gibi parçalanır, sıra bana gelmeden, aslında olduğu şeye, kü­
le ve toza dönüşü rdü . Sıra bana gelmeden . . Y eri e göğü bir­
.

birine katan, benden geriye kalmış ne varsa, paçavralar, bö­


lük pörçük hece ler, h arfler halinde sağa sola savuran uğultu­
lu firtınada alelacele toparlanmalı, kurtarabileceklerimi kur­
tarmalıydım. Kolay olmayacak. Hayatıma sahip çıkmalı, ikişer
üçer geriye alarak yılları, makaraya sarareasma sarmalı, sakla­
yabileceğim bir yürek kuytusu bulmalıydım. K oşar adım ge­
riye doğru, bir başlangıçtan ötekine, bir gün doğumundan
batımına, anıdan anıya, taştan taşa . . . Sıra bana geldiğinde.
Tek bir kişi olsaydı yanımda, orakla biçereesine geçmişin ba­
şaklarını, bir çırpıda biçer ve ona sunardım . Ellerimi tutması,

95
başımı göğsüne yaslaması, h içbir şey söylemeden tutması için
yalvarırdım . Kolay olmayacak. Yalvarır, ağlar çökerdim. Beni
öldürmesi, a ma ölmeme izin vermemesi için yalvarır, ağlar,
çökerdi m. Bir çitt gözle bakışabilseydim eğer, her şeyi gören,
herkesi esirgeyen göğün alçalmış tavanında, bir kanat çırp­
ması duyabilseydim, rüzgar esseydi keşke kuytuluklarda, be­
ni hayatın sonsuzl uğuna inandıracak bir yaprak, bir ot belir­
seydi taşların arasında . . .
Sonra senin sesini tanı dım , sende cisimlenen hiçkimsenin
sesini . İl mik ilmik yalnızlıktan ördüm seni, ilmik ilmik söktük­
leri ruhumdan, sana kendi ismirni verdim. Al onu, lütfen. Al
onu BENDEN! Gün doğmadan Üf kez ele vereceksin beni. İlk
ikisinde farkında bile olmadan. o ana dek burada, haykı nşla­
rın, küfürlerin, boğuk iniltilerin, feryatl arın arasında, başını
dizlerine dayamış bekleyeceksin. Saçlarındaki örgüler teker te­
ker çözülürken. Zor olacak. Taşların, delik deşik, kanayan taş­
ların gördüğü bi r düş gibi . Hazır mısın Ufmaya ? Bilmiyorum .

SOYUN! Soyun artık bu bedenden, utançla, hüzünle, gurur­


la, umutla, acıyla yoğrulmuş insanlık halinden, hayatıın dedi­
ğin bu boşuna bekleyişten, bütün görkemli sözcüklerden . . .

Sen, yıldızlara teşekkür ederek, yapayalnız, kıyasıya yalnız


öldüğünde, yıldızsız bir sabahta, tek bir hamlesiyle öne d ü­
şen başının, durd urdun geceyi. Hepimiz için durdurdun .
Çok erken açtın kanatlarını , daha ilk taştan basamaklarında
göklere tırmanan merdivenin, birini ışığa, birini karanlığa aç­
tın . Son mumu nu yakıp direncinin, belki bir gülümseme yle,
şafağa uzattı n . İ şte o an yeniden doğdu bir yıldız. Bir m uci­
ze gibi bakabileyim diye hayata, gözlerini bende bıraktı n.

Eninde sonunda gece bitecek, dünyanın henüz görmedi­


ği bir şafak sökecekti . Eninde sonunda kapı açılacak, saatl e -

96
rin , gökleri n, göklerdeki çöllerin geçit töreni başlayacaktı . O
ana dek burada, tekme izleriyle kararmış, çökük, uykusuz yü­
zünde gecenin, başımı dizierime dayayıp sıranın bana gelme­
sini bekleyecektim. Beni çoktan u nutmuş bir hikayenin son­
l anmasını . .. Bir kozaya sığınırcasına senin yazgına bürüne­
cek, senden geriye kalan çığlığı üstleneceğim zamanı bekle­
yecekti m . Son sessiz çığlığınla bana bıraktığın suskunluğu .
Hazır mısın Ufmaya ? Hayır, değilim .
K irndi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses? Kirndi
o zaman hepimizin adına konuşan? Hiçkimsenin adına ölen?

Başın öne düşmüştü . Yaralanna yapıştırdıkları kağıt rulola­


rının ortasında tuhaf bi r çiçeklenmeyi başarıyordun sanki .
Dalların gizlediği iki ıslak, yalnız yıldız gibiydi gözlerin. Ben­
d e ununun onları. Teker teker dalları araladım Günler, gece­
ler boyu, yıllarca araladım Bitirdiğimde, sen çoktan gitmişti n.

ÖLEN
- Meleği öldürmüşler. Beşinci kata alıp orada . . .
- Darp izleri görülmüş bedeninde, yanık izleri, parmak
izleri, ayak izleri . . .
- Kendi istemiş. Yalvarmış hatta. Öldü rün beni, diye yal­
varmış. Bırakın öleyi m .
- i stese uçup giderdi. Kendi seçimiydi . O geldi aramız­
da yaşamaya.
- K anatları kırılmış. Askıda kanatları kırılmış, tekrar askı­
ya almışlar, kırık mırık, öylece . . . Elektrik verip ayıltmışlar.
- İçlerinden birinin silahını çekmiş. Ama n amluyu kendi
kafasına dayamış. Zaten ateş etmeyi bilmiyormuş!
- İ stese uçup giderdi, o seçti bizimle kalmayı . . .
- Kalmadı ki !

97
KAHKARA
A . öyküsünü hiçbir zaman bitiremedi, insan h ayatından
daha dolambaçlıdır cehennemin halkaları . Günler geçti,
mevsimler yenilendi ama o, bir genişleyip bir daralan çem­
berler çizedurdu taş binanın yörüngesinde . Yürüdü, yürüdü,
yorgunluktan kaldırırnlara çöküp kalana dek habire yürüdü .
Aşındırdığı yollarında hayatın , gecemsi kıyılarında . . . Hep dı­
şında bırakıldığı kapıların önüne bir rulo gibi kıvrılıp kaldı,
çamur ve idrar birikintilerinde, soğuktan titreyerek . . . Anlat­
tıkça anlattı . Zaman, mekan, canlı- cansız göz etmeden, yerli
yersiz gülere k, giderek daha sık gül erek . . . Bazen gülrnekten
devrilir, tekrar doğrulur, gütmeye devam eder, katılana kadar
kahkahalar atardı. Onu dinieyecek kimse bulamadı. Belki o,

I Ol
hikayesini duyacak, anlamlandıracak, tamamlayacak tek kişi,
taş binadan çıkamamıştı . Bu yüzden ölülerle konuşmayı öğ­
rendi A . , kuşlarla, rüzgarla . . . Bazen gözlerini dikmiş, uzun
uzun çöpleri seyrederken rastlardım ona, çoktan yitirdiği, yi ­
tirdiğini bildiği bir şeyi, dünyanın döküp saçtıkları arasında
bile izi kal mamış bir şeyi ararken . . Bazen, anacaddelerden bi­
rinde, sabahın geç saatl erinde, insanların gününün başladı ­
ğından habersiz, bir muhallebicinin ya d a dondurmaemın
önüne serilmiş, kaidesinde devriten bir heyket gibi, kaskatı
uyurken . . . Sanki soluk bile almadığı, ölüme çok yakın u yku­
sunda yumrukları hep sıkılı olurdu, son ekmeğini ya da dü­
şünü avuçlarının arasında saklayıp ısıtıyormuşçasına . . . Kalkıp
gitsin diye üzerine kovayla su dökerlerd i . Akşamları aynı a na­
caddeye döner, ışıltılı bir vitrinin önüne oturur, mutlak öz­
g ürlüğün boşluğundaki bakışlarını insan yüzleri arasına salar­
dı . Limandan ayrılan, ışıkları söndürülmüş bir gemi gibi . . .
Ağzının kenanndan bir ezgi mırıldanırdı, kıpır kıpır parmak­
larıyla ritim tutarak, omuzlarını hafifçe saliayarak oturduğu
yerde dans ederdi . Başlayan, yarıda kesilen, bir başka perde­
den başlayan bu boğuk ses, bir korkuluğun rüzgarda salını­
mını andıran bu dans, akları büyüdükçe büyümüş, ay ışığın­
da bir çöl gibi parıldayan gözlerinin berrak karanlığı öyle ür­
kütücüydü ki ! Sanki hayatın derisi boydan boya yırtılmış, al­
tından kasl ar, iç organları, kemikler belirmiş gi bi. Yoldan ge­
çenler, derin bir yay çizerek uzaklaşır, çevresindeki yalnızlık
halesi daha d a koyulaşıp yoğunlaşırdı . O da bu halenin için­
de giderek görünmezleşirdi. B azen, saati geldiğinde, camları
bir tekmede indirir, vitrine tırmanır, Noel Baba'nın, padişah
ya da general kılığında bir sünnet çocuğunun, gözüne kestir­
diği herhangi bir mankenin yerine geçerdi . Ü zerlerinden çı­
kardığı giysileri başına, boynuna dolar, pelerin gibi sırtına
atar, bir meddah gibi temsiline hazırlanırdı . Sürgünden dön-

1 02
müş bir prens kadar vakur, görkemli tahtına, darmadağınık
ettiği vitrine kurulur, kalabalıklara seslenmeye başlardı . S o­
nunda bir sırrı ilan etmeye, ait olduğu yere, herkesin önüne
atmaya karar vermiş gibi. Parıltılı, çı ğırtkan ışıklardan gözle­
ri kamaşmış, o tuhaf, tanımsız, kederli aniatısına koyulu rdu ,
çıplak hikayesine . . . Hiçten doğan -açlık sanrılarından, taşın
sırlarından, sessizce kabuk bağlayışından yaraların- daha do­
ğarken silinen hikayesine . . . Anlatmak istediği için değil, hika­
yesi artık bir sese, sözcüklere, bir bedene kavuşmak zorunda
kaldığı için. O an, orada, uçuşan renklerin, yumuşacık ku­
m aşların, yanıp sönen kocaman h arflerin, kadife perdelerin,
etiketierin arasında . . . "Sonunda yerimi buldum, bana bu rayı
verdiler. İçi oyuk bu dünyanın, pırıl pırıl, yıldızlar serpiştiril­
miş. Evcil yıldızl ar . . . " derdi sabırsızca, ümitsiz, vaktinin d a­
raldığının bilincinde . Duvar gibi örülü yüzleri dikkat kesil­
miş, kıpırtısız, çıplak mankenlerden aldığı yüce, apansız esin­
le devam ederd i : "Tam bir insan yetmez bu dünyayı doldur­
maya . Herkese yer var. Gelin bakın ! C am açık. Ama esas oğ­
lan beni m . Herkes miyim ben? Orta malı bir adamı m . Çiğ
süt emmişim. İşte bu da benim dış sesim . " Şimdi herkes fark
ederdi, görünürk görünmezin sınırlarını bir tekmede aşmış
A. 'yı . Kısacık bir duraksam ad an, bir şaşkınlık ni dası ya da
kahkasından sonra, tiksinti ve acımayla yoluna devam ederdi.
Sefaletin bu ilkel, zorbaca gösterisinin, trajediden çok farsı
andıran insan yazgısının yol açtığı bıkkınlıkla . . . Bazen bir ço­
cuk seyre dalar, taklide yeltenirdi, o zaman d aha da coşardı
A. Bir aşağı bir yukarı heybetle yürürdü cam kırıklarına, ça­
mura bulanmış vitrinde. "En sevdiğiniz yer burası, değil mi?
Kurtanimış bölgeniz! " İşaretparmağı, gövdesinden başlayan,
birdenbire hayatla doldurduğu vitrini, kalabalık sokakları,
şehrin uzak kulekrini, gökyüzünü gösteren devasa bir çem­
ber çizip kalbinin tam önünde doğrultulmuş bir silah gibi

1 03
dururdu . "En sevdiğiniz yer burası biliyoru m . Ama insanın
yeri burası değil artık." "G Ö ZLERİNİ UN UTTU B E N ­
D E ! " diye bağırırdı ansızın, var gücüyle . Kendi sesinde bo­
ğulur gibi olur, boğazına takılı kalmış bir taşı yutmaya çalı­
şırcasına art arda soluk alırdı . Kal bini, onu bu ıssız yollara sü­
rüklemiş kalbini avuçlayıp çıkarmaya, sesini e n çok ona du­
yurmaya çalışıyormuş gibi göğsünü sıkardı : " Korkma, deme­
liydim kendime. Korkma, gebermezsin. Sabredin biraz, ge­
berece ğim . " Bi rdenbire anlardı çok geç kaldığını, herhangi
bir teselli için çok geç kaldığını . Sesi giderek kısılır, zihni b u ­
tanır, omu zları çökerdi, içten gelen b i r sis halesinde sanki
hızla silinirdi . Ama dimdik durur, hepsi aynı insanımsı renge
boyanmış mankenterin gözbebekleri olmayan sonsuz bakışla­
rında, zamanı bile çıplak bırakan bakışlarında, kimsenin nü­
fi.ız edemediği hikayesine devam etmeyi başarırdı. En gece
dolu sözcüklerle sestenirdi onlara. " Kim vardı orada? Gölge­
lerden çıktı, kıpırtısız kaldı. Kaçıp gitti tek kanadıyla . . . kıpkır­
mızı çiçekler açmıştı, nılo nılo tuvaJet kağıdından, dallada
kaplanmı ştı . Kökleri toprakta sanırsınız, ama göktedir. İşte
biz hepimiz ondan çıkıp geliyoruz." Avu çlarının arasında
sakladığı yorgu n, kan dolu bir yüreği - belki bir sözcüğü, bir
soluğu ya d a kanadı- bit kırar gibi kırardı . "Dolunayı da iki­
ye keserler, ama o her seferinde yeniden birleşir . "
Ödünç alınmış tahtında, peleri nlerle, apoletlerle, etiket­
lerle donanmış, bir ucundan ötekine hızla gidip getirdi, ken­
disine daha az yabancı ol m ayan hayatının. Belleğin taştan
merdivenlerinden düşe kalka iner, çoktandır kimsenin geç­
ınediği rünellere dalar, terk edil miş odalarda aranırd ı . Arada
hikayesini düşürüp yitirir, böylece son özgür ülkesine varır­
dı . Bundan sonra söyledikleri bütünüyle anlaşılmaz olurdu .
Kovulduğu evrenine geri dönmüş, kendi gecesinin yıldızla­
rıyla taçlanan bir tanrı gibi varoluşun suç ortaklığını üstlenir-

1 04
di . Yeryü zünün ve gökyüzünün bütün yalanlarını, cinayetle­
rini, sırdaşı olduğu bütün çığlıkları üstlenir, gerçeğe - ger­
çekten arta kalan ne varsa sahip çıkard ı . Ama gerçek bile ona
sahip çıkmayı göze alamazdı . Ansızın tecelli etmiş, kimsenin
istemediği, kimsenin düşlemediği bu abartılı düş çabucak
sonlanır, polis gelir, yaka paça götürürdü A . 'yı, ama o artık
korku nedir bilmezd i . Direnir, bağırır çağırır, 'burada nöbet
tuttuğunda' ısrar eder, sitemlerde bulunu r, hırsızlardan, ona
ait bir şeyi, paltosunu, sesini, kalbini çalıp kaçmış hırsızlardan
şikayetçi olurd u . Geride, altüst olmuş vitrinde, sadece ça­
murlu izler, kesif bir koku ve onun vahşi, karanlık kahkahası
kalırdı .
Ertesi günlerin saydam şafakl arında taş binanın önünde
görürdüm A . 'yı, ayakkabılarının bağcıkları alınmış, yüzü
mosmor, geçit vermeyen bir ormana dönüşmüş . . . Kuşlara
seslenir, ezgisini rüzgara ve ölülere mırıldanırken . . . Kendi el-
lerinde ararken ne olduğunu hatıriamadığı bir şeyi . Derin bir
yara iziyle, eşit olmayan iki parçaya aynlmış, her seterinde ye­
niden parçalanmış hayatını topariayıp tuttuğu bomboş elleri­
ne . . . İ nsan üzerine uzun, upuzun bir şiirdir A. Uzun, anlaşıl­
maz, du raksız bir şiir. Belki tek bir dize, vaktinden önce kon­
muş bir virgülle yarıda kesilen . . . H içkimsenin, çok şükür,
kendisinin bile anlamadığı, işitınediği bir şiir.

1 05
ÖYKÜLER
Adam kuşkusuz doğruyu söylüyord u . H aksızlığa uğra­
mış, ona ait bir şey elinden çekilip alınmış, durduk yerde şid­
dete maruz kalmıştı . Dalgınlığı, iyi niyeti sömü rülmüş, ken ­
dini onca yakın hissetiği sokaklara, sokak insanla rına, hatta
masumiyetİn ta kendisi demek olan çocukluğa güveni zede ­
lenmişti .
"Cüzdan ötekinde . . . Eminim . Kendi gözlerimle gördüm.
Zıt yönlere kaçtıl ar . "
Telaşını gizlemeye, öfkesini denetlerneye çalışan gür, tok
sesi, madenimsİ tınısıyla boydan boya kapladı kalabalık soka­
ğ ı : " Biraz acele edi n . Uzaklaşmasın . Vahi m bir durum ! "
Uzunca boylu, yapılı, orta yaşa gelmiş, biraz d a kilolanmış

1 09
olmasına karşın gösterişli bir adamdı . Güvenli tavırları, abar­
tısız, şık giyi m i , kaşkolundan batiarına dek oturmuş tarzıyla
arka sokağa ait olmadığı aşikardı, ama orada da evindeymiş
gibi rahattı .
Arka sokaklıktan en az on yıl önce çıkmış, bir anacadde­
den diğerine açılan, kirli, gürültülü , aşırı ışıklandırılmış so­
kaklardan birindeydiler. Döner büfeleri, tekel bayileri , türkü
barlar, gözleri ya televizyona ya da sokağa sabitlenmiş, ayak­
ta, sessizce içen müşterilerin doldurduğu birahanelerle baş­
tan aşağı kaplanmış sokakta, vitrinierinde yemenili kadınların
hamur yoğurdu ğu lokantalar da belirmişti . Aceleci bir cuma
gecesi kalabalığı, yağmura aldırmadan sağa sola seyrediyor,
birbirine çarpa sürtüne, bir koridordaymışçasına yolunu aç­
maya çalışıyordu . Geceyi paldır küldür dışarıya, birkaç metre
yukarıya firlatan parıltılı aydınlığa, adım başı şefEı.f, çığırtkan
dükkanlara, gözleri acıtan ışık boll uğuna karşın, sokağın ken­
dine özgü bir loşluğu vardı sanki. Pusuda bekleyen bir karan­
lığı, taze pide kokularının bile bastıramadı ğı, çürümeyi andı­
ran bir kokusu . . . Mazgallardan, çukurlardan, çatlaklardan sı­
zan, arka sokaklara öz gü bir yok oluş nıhu . . .
B ir kez daha çınladı madenimsİ tınısıyla, kendine hakim
ses: "Arkadaşının yerini mutlaka biliyordur. Acele etmeniz
lazım."
Kel imel erini tane tane, h e r birine işirilmesi için yeterince
zaman tanıyarak söylüyordu adam, sanki hep büyük harfler­
le konuşuyordu . Sıradan da olsa, tatsız da olsa rolünü hak­
kıyla oynayan bir baş oyuncu edasıyla . . . Yalnızca iki - üç adım
önündeki p ol ise değil, bütün sokağa, sokaklara, i nsan kala­
balıkiarına du yururcasına . . . Üşenmeden bir kez daha sırala­
dı kayı plarını, kim bilir daha kaç kez tekrarlamak zorunda
kalacağı teferru atı : Pasaport, nüfus kağıdı, ehliyet, kredi
kartları . . . Bir de el b et, söyleyemeyeceği denli kişisel, gerçek

1 10
kayıpları vardı. Cep telefonuna kaydetmediği, hep y anında
cüzdanının derinlerinde taşımak istediği bir numara sözge­
limi, ya da üç yaşındayken çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğra­
fı , onu hayatın bilinme yenlerinden koruyan uğuru, gümüş
zinci di bir terazi burcu kolyesi . Boynundan aşağı ağır, so­
ğuk bir damla yuvarlandı -ceketinin önü kim bilir ne zaman­
dır açık kalmıştı - , üşüdüğünü fark etti . İ l k kez o an soyul­
duğunu a lgılamıştı, kendini çaresiz, kullanılmış, çırılçıplak
hissetti. Cüzdanıyla birlikte, ellerini koyabi ieceği cep leri bi­
l e kendisinden koparılıp götürütınüştü sanki . İ ri iri, azamet­
li sözcükler, Gerçek ve Doğru, hatta bu kez Yasa dahi onun
tarafindaydı . Adalet'inde bir an önce d uruma sahip çıkması
gereki rdi .
Polisin, kollarını arkaya kıvırıp dirsekierinin üzerinden
sımsıkı kavradığı yankesici , on iki -on üç yaşlarında gösteri­
yordu . Ne kısa boylu, ne de cılız olmalarına karşın, hep ger­
çek yaşından u fak gösteren, aslında herhangi bir yaşı ya da
çocukluğu kalmamış çocuklardandı . Ondan beklenenin, y ü ­
zeyde belirenin ötesinde kendine dair b i r ip ucu vermeyen . . .
Soğuktan. şişmiş gibi duran yüzünde gözleri iyice kısılmış,
alabildiğine geri çekilip gizlenmişlerdi . Birdenbire avazı çık­
tığı kadar ağlamaya başladı . Ağlamadan çok, kalın, hantal,
beceriksiz bir feryadı , zorlama bir ulumayı andırıyordu sesi,
en fazla beş yaşındaki bir çocuğun canhıraş çığlığının, sanki
adamı daha da sinirlendirmek için yapılmış kötü bir taklidi . . .
Kendisinin bile hatırlamadı ğı, inanmadığı çocukluğunu sah­
nele mek, gözler önüne serrnek istercesine . . . Arkasından, sağ
omuzunun üzerinden bir tokat indi yüzüne: " Kes lan artist­
liği ! " Yalnızca bir uyarı, sonradan gelebilecek daha şiddetli
darbelere bir işaret olsun diye atılmıştı, gene de, şaklaması
sokağın gürültüsünü bastırmış, şiş şiş, morarmış şakağıncia
polisin parmak izleri belirmişti. Derhal sustu çocuk, gözleri-

l ll
ni yere, bulanık çamur birikimilerine doğru indirdi, bir daha
da kaldırmadı . Birdenbire anlamıştı büyüdüğü nü. O yaşta bi­
rinden beklenmeyecek kadar hüzünlü bir ifade yerleşmişti
yüzüne. Y etişkinlere özgü, ağırbaşlı, u mu tsuz, tartutanması
için yıllar gerektiğinden, bir çocukta çok daha sahici duran
bir keder Kendi başına gelenlerden öte, hepimiz adına d u ­
yulan . . .
"Demedim mi?" Yeniden yükseldi haklılığından e min, so­
ğukkanlı ses, ilk kez bir duyguyu, saf, katıksız nefreti ortaya
sererek: "Arkadaşının yerini biliyor elbet. Ama acele etmeli­
sini z. Uzaklaşmasın . " Herhalde kendi de farkında değildi
dünyaya karşı biriktirdiği bunca kinin . . . Ne zamandır yalan­
dan ve yazgıdan öcünü alabilmek için fırsat kollamışçasına,
ansızın benl iği ni ele geçiren bunca nefretin . . .
Polis hiçbir şey söylemedi, yankesici çocuğun kollarını,
gereğinden çok d aha fazla arkaya kıvrılmış kollarını biraz d a­
ha kıvırıp iki eliyle sıktı . Gerçi bu tıklım tıkış sokakta, köşe ­
le rde, kaldırımlarda toplanan meraklı, alaycı, aşağılayıcı se­
yircilerin arasında kaçmaya yeltenemezdi . H atta refakatçile­
rinin hızında yürüye bilmek için adımlarını daha d a açtı . Yo­
rulmuş gibiydi, her yönden üzerine yağan nefretten, bede­
nine birkaç boy büyük gelen kederden . . . Silinme yi, hiçkim­
se olmamayı başarmak için harcadığı kuvvette n . Bir zaman
koridorunu kat etmişçesin e, daha sokağın sonuna varmadan
i h ri yarlamıştı .
"Tarlabaşı'na u l aşırsa asla bulamazsınız! " Sabırsızca üste­
liyordu adam, polise yetişmiş, kararlı , yankılanan adımlarla,
neredeyse bir ekip ruhu yla yanı başında yürüyordu . Sulu ka­
ra çeviren yağmurun, üç yol ağzına yaklaştıkça hissedilen
poyrazın altında, rastlantıların bir araya getirdiği üçlü, omuz
omuza vermişçesine, hızla ilerliyor, sağa sola bakmadan, d u ­
raksamadan gecenin içinden geçip gidiyordu .

1 12
"Merak etm e ! Hallederiz," diye yanıtladı sonunda polis,
yol a yrımına vardıklarında . . . Çocuğu h afifçe çekiştirip başıy­
la sağdaki çıkınazı işaret etti . Son büfe geride kalmıştı, d aha
akşam yemeği yememişti ve nöbetinin bitimine üç saat vardı .
" Hep böyle çalışırlar. Ö ğreniriz ! "

1 13
' Kadın konuştu ,' dedi taşlar birbirine .
'Çocuk konuştu . ' Çocuk ağlamadı .
'Kadın ağlıyor,' dedi taşlar birbiri n e .
'Melek öldü,' dediler. 'Hayır, ölmüş gibi yaptı . '

- Burada mısın?
- Merak etme . Çok kalmayacağı z.
- Kolay olmayacak.
- Bak ona. Tanıdın mı?
- Onu son gördüğümde, başı ağırlaşmışçasına öne eğil-
mişti . En korktuğum . . .
- Gözlerini bende bıraktı, bir mucize gibi bakabileyim
diye hayata.
- Kirndi benimle, benim gecemde konuşan o ses?
- Sonra senin sesini tanıdı m , sende cisiml enen kendi se -
sımı .
- Eninde sonunda şafak söker.
- Al onu , l ütfe n .Al onu BEN DE N .
.

- B u gerçek adın mı?


- En korktuğum, o an bakışlarını yerden kaldırıp bana
bakmasıydı .
- Gün doğmadan üç kez ele vereceksin ben i .
- Hazır mısın?
- Bilmiyoru m .
- S e n daha önce d e gelmiştin buraya!
- Biz hepimiz, aynı uçurumdan çıkıp gelmedik m i !
- Gene d e . . . Keşke yan yana gelebilseydik.
- Ağlama!
- Bak ona! B i r daha bak! Şimdi tanıdın mı onu ?
- Gözlerini bende bıraktı . Bırakacak başka kimsesi olma-
dığı için.

1 14
- Sıra bana gelmeden . . .
- H azır mısın uçmaya?
- Korkma!
- Durma! Atla ! Atla aşağıya!
- O rüzgar . . . Rüzgar.
- S özcüklere bile geçit vermeyen gecede seslendiğin şa-
fak, bu dünyanın henüz görmediği bir şafaktır.
- Alın bunu beşinci kata.
- Karnının üzerinde sürünürsün yürek grisi taşi arda. . .
- İ şte o zaman, yarına tek çıkışım olan şu kapı açılacak,
renklerin ve saatlerin, göklerin, göklerdeki çöllerin geçit tö­
reni başlayacak.
- Susadı m .
- Senin n e işin vardı onların arasında!
- Ben diye bir şey kalmamıştı ki . . .
- Gene de . . . Keşke yan yana gelebilseydik.
- Aynı kanda, aynı gecede, aynı çığlıkta.
- Bu gerçek adı mı?
- G ü n doğmadan üç kez ele vereceksin ben i. İ lk ikisinde
farkında bile olmadan.
- Eninde sonunda gece bitecek.
- Yapacağını çabuk yap.
- Bana çok fazla bir şey yapmadılar aslında.
- S en dayanamazsın !
-- Dayan ! B oş ver!
- Karnının üzerinde sürünürsün insan gri si taşlarda. . .
- Eninde sonunda gece bitecek, bu dünyanın henüz gör-
mediği bir şafak sökecekti .
- Kimse çıkıp gelmez.
- Kirndi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses?
- Yürek grisi taşlar.
- Karanlığın derinlerin e, duvarlara dek gerileten bir çığlık.

l lS
- Sonra senin sesini tanıdım, sende cisimlenen hiçkimse-
nin sesini .
- Durdurdun geceyi . Hepimiz için durdurdun.
- İ nsan grisi taşlar da . . .
- Kıpırtısız kalakaldı, belki ölmüş gibi yaptı .
- N e yaptıklarını bilmiyorlar.
- İ nsan eline düşen ne sağ kalmış ki !
- Bizler tamamlarız yerle göğün yarım bıraktı ğım .
- O inkar etti, bu d urumda senin üzerine kalmış olu yor.
- B ırakacak başka kimsesi olmadığı i çin.
- Atla! Atla lan aşağıya!
- O rüzga r. . .
- İ lk kez böylesine bilincine vararak suçsuzl uğunun . . .
- Çok erken açtın kanatlarını, birini ışığa, birini karanlı-
ğa açtı n.
- Bu gerçek adı mı?
- Ağlama!
- Soyun!
- Altına yattığın adamı tanımadın m ı !
- İki ıslak, yalnız yıldız gi biydi gözleri n .
- Kirndi peki benimle, benim gecemde konuşan o ses?
Hepimizin adına konuşan?
- Sıra bana geldiğinde . . .
- Zor olacak.
- Sürtük!
- Niye kendini kasıyorsun ! Bağırsana!
- Bırakın gideyim .
- Korkma, demeliydim kendime. Korkma, gebermezsin .
- Kadın ağlıyor.
- HAYAT O görkemli harf şöleni adına çı rp ınır, anlatır,
dönüşür, atlatırsın .
- Anlatmak istiyor muyduk?

ı 16
·- Yoksa, insan dediğin nedir ki!
- H içkimsenin, çok şükür, kendisinin bile işitmediği . . .
- Sen şafağın sökmediği bir cümlenin orta yerinde kala-
kaldı n .
- Bizi böyle eksik, yarım , olduğumuz gibi bırakıp git­
mış . . .
- Kendi istemiş. Yalvarmış h atta. Ö ldürün beni, diye yal-
varmış.
- Bı rakın öle yim.
- Gözlerini bende unuttu n .
- Al on u, lütfe n . Al onu B ENDEN.
- Kirndi o zaman hepimizin adına konuşan?
- Taşlar. . .
- Rüzgar.
- Korkuyor m usun?
- Ağlama!
- Merak etm e .
- Çok kalmayacağız .
- Hiçkimsenin adına öle n?
- Ağlama.
- Bitirdiğimde, sen çoktan gitmiştin.
- Hazır mısın uçmaya?
- Hayır, değilim.

l l7
SONLAR
FiNAL

Düşler gibi belirdik saydam şafakta, gecenin geride bırak­


tığı ince , tedirgin gölgeler gi b i . Teker teker çıktık taş bina­
d an . . . Fırtına durulunca topraktan çıkan solucanlar kadar şaş­
kın, aç, parçal anmış. Tıka basa doluyduk acıyla, utançla, aşa­
ğılanmayla . . . Konuşmadan, vedalaşmadan, bir kez olsun göz
göze gelmeden d ağıldık. Kimse dayanamazdı kendi gözleri­
ni görmeye . . . Hala sonlanmayan, sonian mayacak uçurumu­
nu ötekinin gözlerinde izlemeye . . . Yazgımızın yeniden kesiş­
memesinden, bir sokakta, bir taş binada, bir a vl uda, ölümler­
le dolu bomboş bir odada bir d aha karşıtaşsak bile, birbirimi­
zi tanımamaktan başka dileğimiz yoktu .

1 21
Şafaktan az sonra, sabahın soluk aydınlığı henüz bir renge
dönüşmemiş, kalabalıkların günü başlamamışken, bizler dışa­
rıdaydık. Azalmış, eksilmiş, bitki n. Uğulnılu firtına gecesinin
kıyıya savurduğu enkaza benzeyen . . . Gergin, yamyassı duran
kış göğünün altında, bellektekinden çok daha sert, donuk dış
dünyadaydık. K uşlar kadar özgürdük işte, rüzgar kadar, ölü ­
ler kadar. . . Kimi sırtını dönüp çabucak uzaklaştı, uyurgezer
adımlarıyla, sendeleyerek, üç yol ağızlarına doğru yürüdü git­
ti kentin. Kimi eğilip bir sigara izmariti arandı, tutuşturup
kaldığı yerden devam edercesine, topukların altında ezilmiş
hayatına . . . Kimi, bıçak darbeleriyle ikiye yarılan bir kum tor­
bası gibi oracığa dağılıp kaldı . Islak kaldırırnlara başını, köse ­
lemsi dudaklarını dayadı . Çıplak taşlarla konuşmak, mırıldan­
mak, bağırmak için, taşın altında gizlenen toprağa, derinlere
seslenmek, suskunluğunu iade etmek için . . . Tırmalayarak,
eşeleyerek, kazıyarak, dişteyerek yeryüzünün kapısını arala­
mak ve duyabilmek için hala atıp atmadığını dev yüreğinin . . .
Yeni günün eşiğindeydik işte, bir duvarın önünde dizil ­
mişçesine . Azalmış, eksilmiş, davetsiz. Gün doğmadan yıl dız­
lara göçmüş kanatlı bir varlığın elinden düşüp kınlan karanlık
halelere benzeyen . . . Ne ileri, ne geri bakabilen gözlerimizle
tanıdık hiçbir şeyin kalmadığı dünyaya doğru yürüdük. Ufuk­
ta balta gibi parıl dayan kış güneşine, bütün yeni günlerin kes­
kin sınırına doğru . Bin yıllar sonra u yandırılan, katılaşmak,
yeniden insanlaşmak zorunda kalan mumyalar gibi . Ü zeri­
mizden time time sarkan Zaman, yeraltının balçığına, soğu­
ğuna, kabuslarına bulanmış. Yıkımla, çürümeyle sonsuza dek
tekvücut, dünyanın gizini oluşturan ilk, bitimsiz cinayetle
sonsuza dek suç ortağı. Hala akan, hep akan uçsuz bucaksız
kanla. H ayatın ta kendisi olan sonsuz parçalanmayla. Birbiri­
ne d aha uzak, daha sağır, daha yitik ben'l ere ayrılmış, bir ke­
reliğine daha sürgün edilmiştik insanların dünyasına. Uçuru-

1 22
mun bir bu, bir öteki yakasından seslenecek, bazen ölenlerin,
bazen öldürenlerin arasında susacaktık. Her seferinde daha
insan, y eniden, yeniden adımlayacaktık aynı dar çemberi.
Oysa ne bir başlangıç bekliyordu bizi, ne de baştan başla­
makta bulunabilecek bir teselli. Hiçbir sihirli değnek alnımı­
za dokunmak istemeyecekti, bıçakla r vazgeçemezdi yaralarda
bilenmekten, hiçbir kapı yarına doğru açılmayacaktı gelecek­
te, kimse hazır olmayacaktı işitmeye . . . ihanet ederek, ihane­
tine uğramıştık yazgının, sağ kalarak, yaşar kalarak, biricik,
korkunç zaferimizi kazanmış, sonuna dek yenilmiştik. Ne
yeryüzü nde, ne gökyüzünde bir karşılığı vardı yaşadı ğımızın.
Onu anlatabilecek, anlamdırabilecek bir dilimiz bile yoktu ki !
Anlatmak istiyor muyduk? Suçla masumiyetİn çoktan aynı
küle karıştığı bu yangın yerinde hangi çığlığın bir karşılığı,
yanıtı, sonu olabili rdi? Fark edilmeksizin iyileşen bir sıyrık gi­
bi, daha şimdiden silinmişti zamanın kabuk bağlamış ellerin­
den. Nedenlerle, çünkülerle, açıklamalarla baştan sona kaplı
bu dünyada, bizi de içine alabilecek bir cümle, bir denklem,
bir eşitlik henüz ku rulmamıştı . İ nsana yenilen bir sözcükten
aşağılara düşmüş, yan yana gelse de hiçbir şey ifade etmeyen
" A" harfl eriydik sanki her biri miz. Teliere tırmanıp kendini
taşlarda parçalayan H-A-Y-A- T'tan geri ye kalan . . . Belki bir
başka sözcükten . . . Geceden çıkıp gelen, kahkahalar atarak,
şarkı söyleyerek, kendi yol unu aça aça gelen, üzerinde şafa ­
ğın söktüğü bir başka sözcük.
Gene de . . . Keşke yan yana gelcbilseydik. Aynı gecede, ay­
nı kanda, aynı çığlık ta . . . Belki harfleri birleştire bilir, olup bi­
teni dile getirebilirdik. Labirenti, Iabirentİn bomboş, deşil­
miş yüreğini ve orada, bulanık bir aynada beliren meleği . . .
Anlatabilir ve anlatarak gerçek kılabilirdik. Gerçek ve ölüm­
s ü z. D armadağınık imgelerini bir araya toparlayabilir, şu sen­
den bu benden diyerek ete kemiğe büründürebilirdik. Yarıda

1 23
kesilen öyküsünü, kendimizinkinden birer cüml eyle tamam­
l ayabilir, onu kurtarabilirdik. Birer tutarn saç, kocaman bir
gece gülüşü, kolayca yaralanan birer gövdeydi her birimiz­
den . Ağırlaşmışçasına öne devrilen bir baş. Mınldanan bir
şarkı, çiçeklenen bir a nı, birkaç damla yağmur, hep u zak gök­
yüzü . . . Bir avuç dolusu yıldız lı boşluk, susulmuş hikaye. Ona
yeni bir sözcük, bir isim, kendiliğinden kanatianan bir yazgı
bulabilirdik. Bambaşka bir son, yepyeni başlangıçlar . . . Onda
en sesssiz çığlığıınızia yankılanabilir, en görkemli ezgimize
bürünebili rdik. İ nsanların kurulu dünyasını kayalıklara doğru
çağıran Sirenierin ezgisine . . . Belki de yapamazdı k. Çoktan
yitirdiği miz her şeydi o belki de, ta kendisi old uğumuz uçu­
rumda, belki e n baştan her şeyi yitirmiştik.
Yapamadı k. Bir başına notalar olarak kalakaldı k. Başka bir
dünyada, daha gerçek ya da daha düşse), henüz doğmamış ya
da çoktan sönmüş başka bir dünyada bir ezgiye dönüşebile­
cek . . . Susmuş gecenin ardı sıra bıraktığı me zartaşlarını sırtla­
narak görünüre d ağıl dık. Tıpkı belirdiğimiz gib i , bir anda
kaybolduk kentin çarallanan yollarında, insan nıhunun yol
aynmlarında, labirentimsi çembe rlerinde . . . Teker teker silin­
dik gün ışığında, kimsenin görmediği, hatırlamadığı, isteme ­
diği bir düş gibi .
Dünyanın başka yerlerinde, başka kıtalarında gece yeni
başlıyor, kapılar kilitleniyor, kepenkler iniyor, alarmlar, dü­
dükler, sirenler insanları karanlığın tehditlerine karşı uyarı ­
yordu .

A.' NIN FiNALi

Onu son gördüğümde , ağırlaşmışçasına öne düşmüştü


başı. Saçları alnını, gözlerini örtüyord u . En korktuğum, o an
bakışlarını yerden kaldırıp bana bakmasıydı . En korktuğum . . .

1 24
En çok istediğim de buydu, bakması, görmesi, bir sözcük
mırıldanmasıydı . Bir işaret, bir sitem, bir veda . . . Hiçbirini
yapmadı . İ şte böyle bıraktı gözlerini bende. Bırakacak başka
kimsesi olmadığı i çi n .
Ç o k yaşlı, çok kirli görünüyorum, değil mi, dünyayla ya­
şıt? Otuzumu geçti m. Bir başıma, başıboş dolanarak, yıkımı­
l arda, çamurlu kaldırımlarda, kimsenin yürümediği tünelle­
rinde, taş döşenmiş yollarında hayatın . . . Metruk b inalara gi­
rerim, yukarılara tırmanırı m , ortasından yırtılıp yapıştırılmış
bir suret gibi beliririm ıssız pencerelerde, yangın merdivenle­
rine, damlara, çatılara çıkarım . Basamak basamak tırmanının
göğün boşluğuna, her gece d aha yükseğe, sarp yamaçlarına
insan yalnızlığının . . . Yaşamaya devam edebilmek için birisi
olmak gerekiyor, rüzgarlı çatılarda bu çok daha kolay taşların
arası ndan. Gönlüınce bakabilirim engin yeryüzüne, bir dö­
şekmiş gib i . Başımı bulutlara uzatır, en üst katların, bütün
gerçekliğin üzerine, rüzgarın boynuna sanlırım. Sessizce ili­
şirim bizden çok yükseklerde fisıldaşan ölülerin yanına. Gö­
çebe a y ışığının parmakları capcanlı dolaşır dudaklarımda.
Çığlık gibi parıldar yıldızlar, köpekler ulur şehrin surlarında,
binlerce martı havalanır, ç emberler çizer. Göğün altında ne
varsa, iç içe geçmiş onca ezgiyi çalan bomboş bir kavaldır,
burada olan, artık olmayan, yaşayan, henüz yaşamayan her
şeyden yeniden doğan ezgiyi . . . Bir kez işittim onu, gerçek­
ten, ilk kez ORADA işittim, gece boyu yıldızlara, hep başka
başka dünyalara sesleniyordu , kendi kendine konuşuyordu.
Sanırım kıskandım onu . Yaralarını göstermişti bana melek,
bir kahkaha atmış, kocaman gece gülüşüyle ölümcül yaraları­
nı göstermişti. Belki o da beni görmüştü . Aramızda yaşama­
ya gelmiş, sonra çekip gitmişti . Bizi böyle yarım, eksi l miş, ol­
duğumuz gibi bırakıp gitmiş herkesin düşürdüğü ezgi de
orada, bütün seslere, gerçeklere, öfkelere çözülüp dağılmış,

1 25
bir kenara itil miş, uçuşan kuşların geride bıraktıkları tüyler
misali . . . Onu sonsuza dek yitirmemek için tamamlamak ge­
rekiyor. İ nsanların işidir bu, yerle göğün yarıda bıraktığını ta­
mamlamak. Ö nce teker teker, sonra hep beraber, bir uğultu
biçiminde başlar, topraktan kabarır kalabalıklar, giderek yük­
selir, d alga d alga yükselir. ATLA, A TLA AŞAGIY A! Kork­
ma! Fırlatıp atar beni kendimden dışan o çağrı, bir u fuktan
ötekine gider gelirim bir ibre gibi, sokak köpeklerini bağla­
dıkları zincir lerle zincirlenmiş, asılı kalırım yerle gök arasın­
da . . . Ama her şey, en ağın bile, vakti gelince kanatlıymışçası­
na uçar gider.
Bazen buğulu camlardan içeriye, duvarların, kara kara ka­
panan kapıların berisine bakanın. Pörsümüş derisinin altında
damarlan görünen dünyaya - kim koyduysa bu adı! Külrengi
bir siste hemen yolunu yitirir bakışlarım. İ nsanlar, insanlar,
başkaları, toplanan, konuşan, susan insanlar, her biri kendi si­
sinde. Elleri, yüzleri, dudaktan kıpır kıpır, hikayelerl e , karar­
larla, hükümlerle dopdolu . Sağlam, alçak çatılarının altında
derebeyliklerinin, levhalarla, tabelalarla, aynalarla, ampullerle
çevrelenmiş, bu aydınlık boll uğunda, her gün yeseler de aynı
açlıkta oturdukları masalarında anlatırlar. Hep haksızlığa uğ­
ramış, ama hiç devrilmemiş, teslim olmamış, ölmemiş gi bi.
Coşkuyla sahip çıkarlar yüreklerinin şişkin boşluğuna. Elbet
yaşamak en çok onların hakkıdır, ölen hep başkasıdır. Hep 'o'
olur, sessizce, ölü ölü yürür gider akşamın içinden. Bir-iki el
silah sesi gelir televizyondan, usturuplu bir çığlık öldürmenin
ne kolay olduğunu söyler, bunca hayat bolluğu nd a, her şey
sıradan bir hikaye, ardı boş bir resim - ama hikaye mikaye yok
ki bende! Televizyona bakan insanları seyrederim, bakışları
sabitleşir, yüzleri dupdunı ışıldar, ışıl ışıl bir savaş alanı gibi­
dir iyiyle kötünün çarpıştığı, sesler, ötkeler, yaygara, pazarlık.
Bir aynaya bakarcasına bakarlar bana, yanıp tutuşurlar bütün

126
aynalarda kendi suretlerini görmek içi n . Ama çoğu kez, tam
bir insan bile yetmez gözbebeklerini doldurmaya. Herkes
evine gidince -garsonlar küllükleri boşaltır, çabucak vedalaşır,
ışıkları kapatırlar- kahveci içeri girmeme izin verir. Çatırdaya­
rak sönen sobanın yanına ilişir, demlikte kalan acılaşmış çayı
bitiririm. Bir başıma, sessizce, saatlerce otururum, kimsenin
girip çıkamadığı karanlığın bekçisi gibi. Burada unutulmuş,
kendi içime kilitlenmiş. Daha ilk saatinden ihtiyarlamış gece,
sanki gövdeme uzanır, soğuk, simsiyah kesik kesik sütüyle
emzirir beni . Uykusuzl uğun, uykusuz görülen düşlerin bir
bekçisi gibi bekleri m. He r şeyin başlamasını, sonlanmasını.
B azen çöp dağlarında, insanların döküp saçtıklan, kulla­
nıp attıkları, adlarından ayrılmış nesneler arasında dolanırım,
ama b u bollukta bile payıma düşen sözcüğü bula mam. B u
çcrden çöpten, yoktan doğma dünyada insan bir kol, b i r ba­
cak, bir ceset bile bul abilir, a ma kendi gecesinden düşmüş
sözcüğü bulamaz. Kolu kanadı kırılmış, ikiye yarı lmış, kahka­
halar atan bir sözcük. Bulsaydı bile, onu söylemek ne ağır
olurd u ! Aklımın erdiği pek çok şey var, ama hayat bunların
arasında deği l . Ellerim benden daha i yi anlar hayatı, belki bu­
nun için hep susarlar, kabuk kabuk susarlar. Düş kurarlar ka­
buklarının altında, hayattan çok ölüme yoldaşlık ederler. Ço­
ğu unutuldu zaten, neyse ki, yağmurlarla yıkanıp toprağa ak­
tı, ölülerle diriler aynı sonrasız u ykudalar şimdi . Birbirine sa­
rılıp geçip gitti akşamın içinden kurbanlarla katiller.
Gene de , o kadar kötü deği l . Yarısı yenmiş bir ekmek, bir
sirnit bulurum başucumda, didiklenmiş bir tabak pilav sözge­
limi, kuşlara seslenirim. Ne söylenirse söylensin, aslında d aha
iyidir i nsanlar. B azen bir kuş omzuma dokunur, bana yaren­
lik ederse, bende gecelerse . . . Ayakları kopmuş bir martı göğ­
sümde uyuyakalırsa, anlata anlata çocukluğunu . . . İ şte o za­
man, sanki benim de bir hikayem varmış gibi hissederi m .

1 27
Şafaktan az önce, gecenin tükendiği ama aydınlığın geri
gelmediği bir saat var, şehrin bütünüyle boşaldığı tek saat, iş­
te o Hiçkimse 'nin saatidir. Gökyüzü böğürtlen rengi, nar
rengi alevleri e kıpır kıpırdır, izlerle, işaretlerle, doğumlarla . . .
Bir başıma, başıboş yürürüm sokaklarda, çamurl u kaldırı m ­
larda, taş döşenmiş sessizlik yollarında, sokaklar bende yürür.
Metruk binalara girerim , üst katiara çıkarı m, ortasından yır­
tılıp yapıştırılmış bir suret gibi beliririın ıssız pencerelerde,
yukarılara, rüzgarlı çatılara tırmanırım. Jiletle doğrarım kol­
larımı, göğsümü, dudaklarımı , acıması için değil, acımaz za­
ten, uykusundan uyanan, eski yaralardan akan kanı dinleye­
bilmek için. Yağmurlarla yıkanmış yürekten firlayan yabani
kanı . . . Sesi korkutucudur, bağırır, ulur, çığlıklar atar ama as­
la yalan söylemez. Söyleye mez. Teker teker belirirler yerka­
buğunun çatlaklarından, önce birer ikişer, sonra hep beraber,
bir uğultu yükselir topraktan, dalga dalga yayı l ır. Atla! Atla­
sana lan aJağı! Korkma, gcbcrmczsin! Beni sonsuza çağıran,
taşıyan, yokuluğuma eşlik eden, o muhteşem, o inanılmaz
koro. Hep yalan söyleyen . . . B iz hepimiz, bütün insanlar aynı
uçurumdan çıkıp gelmedik m i 1 Ertesi sabah, acı geri döndü ­
ğünde, artık başka bir şeye, h ayatın mosmor parmak izlerine,
bana ait bir geçmişe dönüşmüştür. Güzel bir şey insanın geç­
mişi olması, gerçekten güzel hikayesini geçmiş zamanda an­
latabilmesi.
Yoksa, insan dediğin nedir ki ! Yersiz bir kahkaha işte .

1 28
EPi LOG

Nedense, e n korktu ğum, ağlaması, yalvarması, çökmesiy­


d i . Hiçbirini yapmadı . Onu son gördüğümde, başı ölümler­
le ağırlaşmışçasına öne eğilmiş, bir heyket kadar kıpırtısız
oturuyordu . Aşınmış gözbebekleriyle bin yıllardır çölü i zl e ­
y e n b i r heyket kadar kıpırtısız, kıyasıya yalnız, terk edilmiş.
C anı yanıyormuşçasına dertop olm uş, giysilerinin içinde u fal­
mış gibiydi . Saçları alnına düşmüş, gizli gizli sevdiği tırpan
biçimli eski yara izini örtmüştü . Beni görüp görmediğini bil­
miyorum, başını kaldırıp bakmadı . ( G özlerimin derinlerine,
asıl benliğimin kaçıp saklandığı en derinlere bakmasını nasıl
da istedim, ama dehşetle korktum da bundan . . . ) Belki saçla­
rını h afifçe dalgalandıran, alnını okşayan bir esinti halinde
hissetmiştir beni, ürkek bir hayalet, kısacık bir düş, bir anı gi-

1 29
bi . o anın buzdan kıskacında kavrayamayacağım gerçegın
çözülüp bilincime sızması için yıllar geçmesi gerekti . Bunun
bir ömür boyu sürecek, son ve kesin, her şe ye karşın beni
e sirgeyen bir veda olduğunu . . . Onun gördüğü öteki ben, da­
h a canlı, d aha sahici, dah a düşse ! , bakışının menziliyle, öm­
rüyle sınırlı o tek kerelik varlık, onunla birlikte sonsuza dek
yitip gitti . Bense azalmış, eksi lmiş, bir yanımla ölmüş yaşama­
ya devam ettim .
Katilleri n, kurbanlarının gözbebeklerinde sonsuza dek ya­
kalandığına inanırdı o. Amberin içinde milyonlarca y ıl hiç de­
ğişmeden kalan sinekler gibi . Işığı hızla sönen bir evrende, iki
boyutl u , kıpırtısız, donuk bir imge biçiminde, kendi cinayeti­
nin içinde tutsak kalakaldığına . . . Gökyüzüne doğnı yol alan,
koskoca bir dünyayı yalnızca mekanda değil, zamandaki son­
suzluğu içinde sarıp sarmalayan o son bakışta, giderek küçü­
len, yok olan bir noktacık gibi . . . Belki böylece gözlerini ben­
de bırakıyor, beni o mutlak, sonsuza dek bu kadar kalacak
ışıksız dünyadan çekip çıkararak hayata geri veriyord u . H -A­
Y-A-T. Hep bu görkemli harf şöleni adına sağ kalmadık mı !
O görkemli harf şöleni adına çırpınır, anlatır, dönüşür, at­
latırsın . Sana ait olmayan, bir başkasından, bir başka sen'den
aldığı güçle bu dünyanın gecesini atlatırsın . Gelecekten
ödünç aldığın bir güçle sağ kalır, yoluna devam edersin, ye­
n i güne, bütün yeni günlerin keskin sınırına doğru . Ama ge­
cen, senden çok daha önce ulaşır ufkun ötesine . Bir aşağı, bir
yukarı adımlarsın loş, birimsiz koridorlarını belleğin, taştan
basamaklarını iner çıkarsın, bomboş odalara girer, bekler,
dinlersi n. Bir genişleyip bir daralan çemberler çizersin bazen
bir taşın, bazen bir i nsan yüzünün suskunluğunda, bir orma­
nın ya da darağacının halkalarında. Sesini bulamayan bir çığ­
lık, hecelerine bü rünemeyen bir sözcük, yarısı silinmiş bir sa­
tır gibi dolanırsın aşındırdığın yollarında hayatın , gecemsi kı-

1 30
yılarında. Asfalt vardır, toprağı ve ölülerini görmeni engelle­
y en, duvarlar, tavanlar, kör kapılar perde gibi gerilir gecenin
karanlığıyla seninki arasına, sokak lambaları ışıldar umudun
yalanları boyunca, koca koca bakımlı binalar, köprüler, anıt­
lar uzanır sarp yamaçlarında yalnızlığının. Birbirine daha
uzak, daha sağır, daha yitik ben'l ere ayrılmış, her seferinde
daha insan, yeniden, yeniden başlarsın aynı sürgüne. Uçuru ­
m u n b i r b u, bir öteki yakasından seslenir, bazen ölenlerin,
bazen yaşayanların arasında susarsın. İ kiye kesilip ortasından
yapıştırılmış bir suretten ibaret, kendi gecenin yıldızlarıyla
taçlanmış, içinden çıkıp geldiğin, seni kendine geri götürecek
yolu ararsın . Sırların, suçların, itirafl arın çok uzağında, kendi
kanının yolları nı , yüreğinin kapısını ararsın. İçinde giderek
genişleyen mezarlığa, giderek seyrelen ziyaretler düzenler,
her seterinde d aha çabuk, daha yenik, arkanı dönüp gidersin.
Kuruyup kalmış bir sözcüğü eline alır, silkeler, tozlarını ü fler,
kulağına dayarsın . Ona seslenir, onda bağırır, ölü bir kuş­
muşçasına fırlatıp yukarılara atarsın . Çatılarına, damlarına tır­
manırsın insanların uyku l u , yuvarlak dünyasının, senden hiç­
bir iz taşımayan sokaklara, ufukl ara, uzaklara bakarsın. Bu ka­
dar işte senin son özgür ülke n ! Yüzüne soğuk soğuk çarpan
bir rüzgar, hep uzak gökyü zü, biraz yıldızlı boşluk, biraz
u çu ru m . Bir kanat sesi. Hala hayattasın . Ö ylece, orada, asılı
kalmış, bekleyen, bir ibre gibi sallantılı, yerle gök, adeta var
olmakla bütünüyle yok olmak arasında . . . Yaşayan -senle öl­
müş-se nin umutsuzca birbirine seslendiğini hissedersin, bir­
birinin uçurumuna yenik düşmüş, kimseye duyuramadan ha­
la seslendiğini, hep seslendiğini . . .
Bana gelince . . . H e r seferinde eksik, yarım, yanlış anlattım
kendimi . Yerli yersiz, zamansız. Ya çok kuru ya da trajedinin
diliyle . . . İ skelet korkunçluğunda, boş boş çınlayan üç-beş
sözcük bir araya geti rdim, üzerinden bir türlü geçilemeyen

131
suskunl uklarla, söylenmekten çok susulmuş sözcüklerle ko­
nuştum . Ya da sanki hayat aniden hikayelendirilmeyi, betim­
lenmeyi, gösteritmeyi talep etmişçesine, kansız metaforlar,
yay gibi uzayan fı iller, gerçek biçimini arayan imgeler boşalt­
tım geçmişin üzerine. Takatim kalmayıncaya dek. Yol yol
yükselen sözcük duvarlarının arasında ağır ağır, acıyla dolan­
dım, el yordamıyla, ay ışığında beliren bir hayalet gi bi, çağ­
rılmadan girdim kendi hikayeme . Artık bana bile daha az ya­
bancı olmayan, eğreti, çatısız hikayeme . . . Rüzgartarla içi
oyulmuş, daha doğarken, kumlarla, yağmur suyuyla kapla­
nan .. Orada, kat kat dizili delik deşik taşların arasında, kim ­
senin yanıma gelmeyeceği bir yerde, bir başıma kalakaldım :
Soyunuk, yitik, sonuna dek yenilmiş. Trajedilerin, suçun ve
bağışlanmanın çok ötesinde, time time, harf harf çözüldüm
yazgımdan, uğu ldayan çamu ra karıştım. Beni kendimle bu­
luşturacak ve ondan azat edecek sözcüğü bulamadım. Bin
yılların darbeleriyle kolu kanadı kırılmamış, ikiye yanlmamış,
karanlıklardan çıkıp gelen, ü zerinde şafağın sökebileceği bir
sözcük. Bazen gülen, bazen ağlayan masketerin ardından an­
l attım, anlattıkça daha da anlatılmaz olanı, hantal bir gölge
gibi izledim onların fisıltılarını, gözyaşlarını, çığlıklarını, kah­
kahalarını . Kimini sokaklara, kimini yıldızlara, kimini suskun­
l uğa yolladım. Artık gerçeğin bile sahip çıkmadığı hikayemi
tamamlayacak, hem benim kılıp hem de aslında ait olduğu
yere, HAYAT'a i ade edecek sanki o tek kişi çoktan silinip g ir­
mişti . Sadece hayat sahi plenebil ir, üstlenebilir, taşıyabilirdi
olup biteni . Geride tek bir sözcük kalmamıştı, kurumuş bir
dal gibi elierirnde kırılmayan, benim gecemden konuşup
benim suskunluğumda kan kaybetmeyen . . .
Ama bazen, çok e nder, içimde bana benzemeyen bir sesi,
sanki bir insandan gelmeyen ve insanlara seslenmeyen bir sesi
işitiyoru m. Kanıının uyanışını, eski yaralarda akışını, a çılmış

1 32
damarlardan firlayışını. . . En eski, en gerçek korkuların uyan­
dırdığı çığlıkları işitiyor, yaşamak için atıldıklarını hatır­
lıyoru m. Çok ender konuşuyor yaralanın ve asla yalan söy­
lemiyorlar. Ama onların darmadağı n, korkunç sesi bile aşıl­
maz surlarında parçalanıyor insan yüzü nün v e sözü nün,
yalana dönüşüp toprağa yağıyor. Bir tabiremin dolambaç­
l arında, kuytularında, kör noktalarında yolunu yititiyor, tek
bir yüreğe rastlamadan boşl uğa dağılıp gidiyor.
Sanırım bazen ölülere sesleniyorum, bazen hayatın ken­
disine. H angisinin beni yanıtladığını, yanıtiayacağını bil ­
miyorum . Ama bazen, içimde kuruyup kabuktaşmış ben'ler­
den birinin, nedensizce, kendiliğinden ınırıldanmaya baş­
ladığı bir ezgi, bütün berraklığıyla, tamlığıyla yüreğime dek
ulaştığında, yeryüzünün ya da gökyüzünün derinlerinden
gelen bu sesi tanıyor, bi r zamanlar kendimin sandığıını h atır­
lıyoru m . Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan,
giderek büyüyen, dalga dalga yayılan bu ezgiyi hala işittiğimi,
hep işittiğiıni anlıyorum . Yoluna çıkan her insanla daha da
yükselen, ufukların ötesine geçen, aslında seslendiği yere,
sahipsiz bir yüreğe, Hiçkimse 'nin yüreğine doğru giden bir
ezgi . Derinlere, içinde herkesin kaybolduğu en derinlere
doğru . . . Birimsiz bir çığlıktan olduğu kadar, meleğimsi bir
gece gülüşünden de, yaşanmış olan kadar yaşanmamıştan da
doğan . . . Yitirilmiş ve yitiril eceklerin, gün ışığının, yıldız
tozunun, yürek rengi düşlerin, ilk ve son bakışların, uzak­
ların, yakınlan n , bir ömür boyu süren vedaların, darağaç­
larının, rüzgann, taşların, ağıtların, suya vuran, toprağa akan,
gözlere dolan yağmuru n, söylense de söylenememiş her
şeyin ezgisi . . . Ama elbe t, şarkı ya hep yanlış yerden, yanlış
perdeden katılıyorum.

1 33
Başın öne d üşmüştü . Yaralarma yapıştırdıkları kağıt rulo­
larının ortasında tuhaf bir çiçeklenmeyi başarıyordon sanki .
Dalların gizlediği iki ıslak, yalnız yıldız gibiydi gözlerin . Ben­
de u n unun onları. Teker teker dalları araladım . G ü nler,
geceler boyu, yıllarca araladım. Bitirdi ğimde, sen çoktan git­
miştin.

134

Vous aimerez peut-être aussi