Vous êtes sur la page 1sur 23

27/1/2008 - Arifler Yolunun Edepleri (Semerkand Yayınları) S.

Muhammed Saki Haşimi Hazretleri


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
SEMERKAND
İstanbul, 2005

S. Muhammed Saki Haşimî

SEMERKAND
SEMERKAND: 44
Tasavvuf Kitaplığı: 12
ISBN:975-8466-92-5

Bu eserin tüm yayın hakları


Semerkand Basım Yayın Dağıtım
San. Tic. Ltd. Şti’ne aittir.

SEMERKAND
Eyüp Sultan Mah. Osmangazi Cd. Esma Sk. No: 4
Samandıra – İSTANBUL
Tel: 0 216 311 13 35 Faks: 0 216 311 83 03

MUKADDİME

Evliyanın kalplerini ilim ve marifet nuruyla aydınlatan Yüce Allah’a (c.c) hamd olsun.
Onun sayısız salat ve selamı Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizle, onun şerefli ehl-i
beytinin, kıymetli ashabının ve onların izinden gidenlerin üzerine olsun.

Elinizdeki eser, kâmil bir mürşid terbiyesine giren ve bu terbiye ile Allah rızasına
ulaşmak isteyen bütün hak yolcularına temel ölçü ve edepleri öğreten bir rehber kitaptır.
Bu yolda gerçek mürşidi bulmak ve tanımak kadar; yolun usûl ve edeplerini bilmek de
önemlidir. Ne aradığını bilmeyen kimse, hedefine ulaşamayacağı gibi; nasıl gidileceğini
bilmeyen kimse de yolda kalır. Biz aslı itibariyle Kur’an ve sünnetten alınan ve büyük
arifler tarafından uygulanan bu yolun usûl ve edeplerini, bu eserde bir araya getirdik ve
kardeşlerimizin istifadesine sunduk. Bütün hayır ve başarılar Yüce Allah’ın kudret
elindedir. O’nun sonsuz yardım ve rahmetiyle konumuza giriyoruz
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - TASAVVUF TERBİYESİ


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
TASAVVUF TERBİYESİ

TERBİYENİN TEMELİ: NİYET

Hak yolu kalple başlar. Kalp, karar merkezidir. Kalbin kesin kararına niyet denir. Niyet işin evvelidir. Niyet,
amelden hayırlıdır. Niyet, samimiyettir. Samimiyet, bütün hayırların anahtarıdır. Yüce Allah her işimizde
kalbe ve kalpteki niyete bakar. Niyeti güzel olan güzel sonuç alır; kötü olan, yolda kalır. Fahr-i Kâinat
Efendimiz (s.a.v), bu konuda şöyle buyurmuştur.

"Hiç şüphesiz ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık bulur.

Herkese niyet ettiği şey verilir.

Kim, hicretini Allah ve Resûlü için yapmışsa, onun hicreti Allah ve Resûlü için olmuştur.

Kim de hicretini elde edeceği bir dünyalık ve evlenmek istediği bir kadın için yaparsa, onun hicreti de
niyet ettiği bu şeylere olmuştur. "1

Bu hadis-i şerif, mükellef olan bir kulun yaptığı bütün ibadet ve işleri içine almaktadır. Bu hadisin beyan
edilmesine sebep olan olay da konumuz için ibretlik bir olaydır. Rivayet şöyledir:

Mekke-i Mükerreme’de adamın birisi bir kadına talip olup onunla evlenmek istedi. Kadının ismi Ümmü Kays
idi. Kadın adama Medine’ye hicret etmeyi şart koştu. Adam da hicretin fazilet ve sevabına ulaşmak için
değil, sırf kadına kavuşmak için Mekke-i Mükerreme’den kalkıp Medine-i Münevvere’ye hicret etti.
Görünüşte bu adam da diğer Müslümanlar gibi vatanını terk etti. Fakat diğer Müslümanlar bu hicreti sırf
Allah ve Resûlü için yaptılar. Adamın durumu Resûlullah (s.a.v) Efendimize sorulunca, bu hadisi beyan
buyurdular. Arkadaşları ona, Allah için değil de kadın için Medine’ye göç ettiği için: "Ümmü Kays’ın
muhâciri" diyorlardı.2

Herkes, amelden önce niyetine bakmalıdır. Niyet Allah rızası olmayınca, ne yapılsa boştur; sahibine
faydası yoktur. Ta ki niyetini düzeltene kadar.

Hadis-i şerifte niyetin önemi şöyle belirtilmiştir:

"Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Mümin (Allah için) bir amel yaptığı zaman kalbinde bir nur yayılır."3

Bütün arifler, bu konu üzerinde çok durmuşlardır. Öyle ki, terbiye yolunda ilerlemenin veya geri kalmanın
temelde niyete bağlı olduğunu söylemişlerdir.

Büyük veli Cüneyd-i Bağdâdî (k.s), bu mühim konuya şöyle dikkat çekmiştir:

"Manevi terbiyeye giren kimseyi hak yolunda gerileten, manevi yükselmesini engelleyen ve yolunu tıkayan
şeylerin çoğu, başlangıç hâlinin ve niyetinin bozukluğundan kaynaklanır."

Gavs-ı Sâni Hz.leri de bu konu üzerinde çok durmakta ve sık sık şu uyarıyı yapmaktadır: "Sizler niyetinizi
Allah için güzel yapın, her işiniz güzel olur, güzel sonuç verir. Kulun güzel niyetini Allah bilsin yeter."

Yine Gavsımız (k.s), niyet konusunda şöyle buyurdular:

"Bir insan sabah kalkınca, güzelce abdestini alsa, evinden işine giderken: "Ya Rabbi, sen Rezzâk-ı
mutlaksın/bütün yaratıkların rızkını verensin. Biz çalışsak da çalışmasak da sen bizim rızkımızı verirsin.
Lakin rızık için çalışmayı bize sen emrettin. Biz senin emrine uyup rızkımızı aramaya, kazanmaya
gidiyoruz." diyerek niyet etse ve bu niyetle işe başlasa, bütün gün boyunca başını secdeden kaldırmayıp
nafile namaz kılan kimse gibi sevap kazanır. İnsan için bunu yapmak çok kolaydır. Bu sevabı kazanmak için
güzel niyet etmek yeterlidir."

Güzel niyetin güzel sonuç vermesi, amelin salih olmasına bağlıdır. Kötü amelde iyi niyet olmaz. Haram bir
iş, iyi niyetle helal olmaz, yapana fayda vermez.

Münafık kimse, görünüşte güzel işler yapabilir; namaz kılar, hacca gider, sadaka verir, zikir çeker, fakat
niyeti Allah rızası olmadığı için bunların bir faydasını göremez. Hatta bütün yaptıkları azap sebebi olur.
Bu, münafıklığın cezasıdır.

Bir mümin, kötü bir işe niyetlense, fakat kötü işi yapmadan düşünse ve yapmaktan vazgeçse, bu davranışı
kendisine bir sevap kazandırır. Günahı yaparsa, bir günah olarak yazılır. Günaha samimi olarak tövbe eden
kimsenin ise, bütün günahları affedilir. Bütün bunlar, imanın kerameti ve faziletidir.

Mümin, iyi bir işe niyetlense de yapmasa, bir sevap kazanır. İyiliği yapınca, en az on sevap kazanır; bu
sevap ihlasına göre yüz, yedi yüz ve daha fazlasına kadar devam eder.

Bütün ibadetlerin özü, Yüce Allah’a karşı samimiyet ve ihlastır. İhlassız amel, ruhsuz insan gibi ölüdür,
faydasızdır.

Allah rızasını hedefe almayan hiçbir terbiye sistemi kulu Allah’a ve ebedi saadete ulaştıramaz.

Tasavvuf terbiyesinin hedefi, kulu ihlasa ve rıza makamına ulaştırmaktır. İhlas her işini Yüce Allah’ın
istediği şekilde O’nun rızası için yapmaktır. Rıza da, Yüce Allah’ın her emrine ve tecellisine teslim
olmaktır.

Bu yola Allah için girmeyen kimse, niyetini düzeltmeden bir fayda göremez. Niyeti güzel ve düzgün olan
kimse, ameli az olsa bile fayda görür.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

"Allah’ın zikri ve Allah için olan şeyler hâriç, dünya ve içindekiler lanetlenmiştir." 4
Baştan sona zikir ve edeb için kurulan tasavvuf terbiyesini, nefsinin kötü arzularına ve dünya menfaatine
alet edenlerin hesabını Allah görür. Bütün peygamberler ve arifler ondan davacı olur.

Bu yol, hak yoludur. Bu yol cennet yoludur. Bu yol, terbiye yoludur. Bu yol, Yüce Allah’ın yoludur. Bu yol,
nazik ve kıymetli bir emanettir. Ona ihanet edenin sonu felakettir.
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - TASAVVUFUN DİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
TASAVVUFUN DİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ

Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda


gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla
başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis
terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil
olarak yaşamaya bağlıdır.

Dinimizin bu üç temel esasa dayandığını şu meşhur hadis-i şerif ortaya koymaktadır.

"Bir gün Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz, mescitte Sahabe-i Kiram ile oturuyordu. O
esnada cemaatin içinden birisi çıkageldi. Gelen kimse, beyaz elbiseli, siyah saçlı, güzel
kokulu, üzerinde yol izi bulunmayan, kimsenin de tanımadığı birisi idi. Resûlullah (s.a.v)
Efendimizin huzuruna kadar geldi, selam verdi, edeple önüne oturdu, ellerini dizlerinin
üzerine koydu ve kendisine sorular sormaya başladı. Önce:

"Ya Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber verir misiniz? Diye sordu. Resûlullah
(s.a.v) Efendimiz:

"İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna


şehadet etmendir. Ayrıca namaz kılmandır, zekat vermendir, oruç tutmandır ve gücün
yetiyorsa Allah’ın evini ziyaret edip hac yapmandır," diye cevap verdi. Bu zat tekrar:

"Bana imanın ne olduğunu haber verir misiniz?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"İman, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bütün


iyilik ve kötülüğün bir kaderle meydana geldiğine inanmandır," diye cevap verdi. Gelen
zat, tekrar:

"İhsan nedir, bana ihsanı haber verir misin?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"İhsan, Yüce Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu
görmüyorsan da, O seni görmektedir, bunu kesin olarak bilmendir," buyurdular. Gelen
zat:

"Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber verir misiniz?" diye sordu; Resûlullah
(s.a.v) Efendimiz:

"Bu konuda soru sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir, ben bu konuda kesin bir
saat söyleyemem," buyurdular. Fakat bu zatın sorusu üzerine kıyametin bazı
alametlerinden haber verdiler. Bu soruları soran zat izin isteyip kalktı, cemaatin içine
daldı, bir anda gözden kayboldu. Sahabe-i kiram dikkatini Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e
çevirmişlerdi. Bir ara Efendimiz (s.a.v):

"Şu soru soranı bulup bana getirin!" buyurdular; Sahabe geleni aradı, fakat bulamadı.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"O Cibril’di; size dininizi öğretmeye geldi," buyurdular.5

Demek ki Cebrail (a.s), kendisi bir şey öğrenmeye değil, bu yolla insanlara dini
öğretmeye gelmişti. Onu, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e Yüce Allah göndermiş, onunla
dinin aslını bizlere öğretmiş ayrıca Sahabe-i Kiram’a onu bu şeklide görme şerefini
bahşetmiştir.
Bu hadiste belirtildiği gibi, din üç temel üzerine bina edilmektedir. Bunlar: İman, ibadet,
ahlak.

İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam alimleri inceler. İbadetleri fıkıh alimleri
işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil
insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf
mekteplerinde yetişir.

Bu hadis-i şerifte belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin
temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.

Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi
ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar
önemlidir.

Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlas lazım değildir;
ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem,
nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla
yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.

Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu


kesin hüküm Kur’an-ı Hakim’de şöyle ferman buyrulmuştur:

"Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler
ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın
zikriyle huzur bulur."6

İşte tasavvuf, kalbi Allah ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu
bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Tasavvuf, güzel ahlak okuludur. Kalp
temizliği ve güzel ahlak, dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur’an’da takva denir. Takvaya
ulaşmak için yapılan mücahedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkar, şirk, isyan ve gaflet
kirlerinden temizlemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından kurtarıp güzel
sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, Yüce Allah’ın rızasına ve dostluğuna
ulaşmaktır. Hedefi Allah rızası olan bir terbiyenin elbette bütün usul ve adabı da Allah
rızasına uymalıdır.

Allahu Teala, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v)
Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz.

Allahu Teala bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur:

"Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir."7

Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir.
Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine
almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kainat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve
ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir. Mümin, içi ve dışıyla, inanış ve yaşantısı
ile sünnet uyduğu ve buna ölene kadar sımsıkı sarıldığı zaman, Yüce Allah’a itaatini
gerçekleştirmiş ve O’nun sevgisini kazanmış olur.

Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla
öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir.

Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan
boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. Din, ilk iki nesilde bir bütün olarak ele alınıyor,
zâhirî ve bâtınî yönü aynı hassasiyetle korunuyor ve yaşanmaya çalışılıyordu.
TASAVVUFUN SİSTEM OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI

Hicri ikinci asırdan itibaren dinî hayatta bir zayıflama gözükmeye başlandı. Yeni fetihler
ve İslam’a yeni girenlerle İslamiyet geniş alanlara yayıldı. Bu durum çeşitli sıkıntıları da
yanında getirdi. Dine yeni girenlere, onu hakkıyla anlatmak ve yaşatmak için alimler ve
salihler büyük çabalar harcadılar.
Akaid alimleri, itikat konularına, fakihler ibadet konularına, muhaddisler hadisleri
tespite, müfessirler Kur’an’ın tefsirine, dil alimleri Arapçaya yönelip İslam’ın temel
ilimlerini ihya etmeye ve insanlara ulaştırmaya çalıştılar ve Allah’ın izniyle bunda
muvaffak da oldular. Bu arada arif, salih, veli, sufi ismiyle anılan Allah dostları da dinin
edep, ahlak, kalp temizliği ve ilahi aşk yönüne yöneldiler; himmet ve gayretlerini bu
alanda sarfettiler. Bu arada, insanların fıtratlarına uygun terbiye metodları, ıslah usulleri
geliştirdiler. Bu işte, Kur’an ve sünnet esaslarına dayandılar. Sahabe-i Kiram’ın
uygulamalarını ve onları takip eden salihleri örnek aldılar. Dinin terbiyesini bizzat
nefislerinde yaşayarak tattılar ve insanlara gösterdiler. İnsanların gönlüne hitap ettiler.
Sohbet, muhabbet, vaaz, nasihat, tövbe, aşk, güzel ahlak, incelik, sadelik, cömertlik gibi
güzelliklerle gönülleri fethettiler.

İşte bu maneviyat önderleri, hicri beşinci asırdan itibaren İslam aleminde görülen
terbiye ocaklarını ve tasavvuf okullarını kurdular. Bu terbiye ocakları dini ihya hizmetini
yürütmüş ve hâlen yürütmektedir.

Zâhirî ilimler nasıl konuşma, duyma ve yazı yoluyla bir nesilden diğerine aktarılıyorsa;
hâl, maneviyat ve kalp ilmi denilen ihlas, feyiz, sevgi, ilahi aşk, göz yaşı, edep ve güzel
ahlaklar da, kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılarak ve bizzat yaşanarak günümüze
kadar getirilmiştir. Kıyamete kadar da böyle gidecektir. Çünkü Kur’an, sünnet ve
dinimize ait ilimler ilahi koruma altındadır. Allahu Teala, rahmetiyle, her devirde bu dinin
hem zahirî ilimlerini, hem de manevi ilimlerini öğrenecek, anlayacak ve başkalarına
aktaracak kimseler yaratmıştır. Maneviyat ve ahlak ilmini, kâmil mürşidler taşımakta ve
nasibi olanlara ulaştırmaktadır. Bu nimet, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin alemlere
rahmet olma mucizesinin bir devamıdır.

Üzerlerinde ilahî aşk ve güzel insanlık mucizesi gerçekleştirilen büyüt zatlar, tarihin her
devrinde insanlığın yüz akı olmuşlardır. Yönünü ve sevgiyi kaybeden kitleler, onlarla yön
bulmuş, huzuru yakalamış, kendini tanımış, gerçek insanlık ve edeple tanışmıştır.

Seyyid Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli,
Şah-ı Naşıbend, İmam Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufâî ve diğer büyük zatlar (Allah
hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın) bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak
göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır.

Bu büyük zatların başında bulunduğu terbiye ocakları, padişahtan köydeki insana kadar
cemiyetin her kesimine terbiye vermiş, halkın arasındaki fitneleri temizlemiş, aile
içindeki sıkıntılara varana kadar her türlü problemi en kolay yoldan çözmüş, birlik ve
dirliğin öncülüğünü yapmıştır.

Hak yolunun rehberi olan Allah dostları, bütün insanlığa rahmet olurken, tasavvufu kötü
emellerine kullanmak isteyen ehliyetsiz ve kötü niyetli insanlar da çıkmıştır. Bunlara
dikkat etmelidir. Bu yol, Yüce Allah’ın yoludur. Bu yolun ölçüsü, esası, usulü, edebi, ameli
kıyamete kadar değişmez. Yol açıktır; usul bellidir, edep ve ahlak gizli değildir. Hâl ve
gidişatı Kur’an ve sünnete uymayan kimseyi terk etmelidir. Tehlikeden kurtulmanın en
kolay yolu budur.

Büyük sâdatlar, ulu ârifler edeb ve takva yolunda nasıl rehberlik yapılacağını herkese
göstermişlerdir. Onları takip etmeyen kimse, yanılır, zarar eder, zarar verir.

Mânevî Silsile, bu yolun emniyetidir. Büyük zatlar bu silsile ile ilahi aşkı, feyzi, ilmi,
edebi, ahlakı ve emaneti birbirlerinden alarak yaşamış ve kendilerinden sonrakilere
aktarmışlardır. Onları takip edenler, tehlikeden emin olur. Kendi başına kalan kimse,
tehlike ve bidattan kurtulamaz.

Yüce Allah bu büyük emaneti bize kadar taşıyanlara rahmet eylesin, bizim adımıza onlara
bol mükafat versin, onların derecelerini âli, makamlarını yüksek etsin. Bizleri onlardan
ayırmasın. Âmin.
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - MÜRŞİD TERBİYESİNE GİRİŞ ADABI (Teslimiyet)


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
TESLiMiYET

Mürid Allah yolunda tabi olduğu mürşidine içi ve dışıyla, kalbi ve diliyle, her şeyi ile teslim olmalı, acı
tatlı her hâlde kendisine uymalıdır. Onun emir, tavsiye ve tercihlerinin kendisi için en hayırlı olduğuna
inanıp gönül hoşluğu ile emirlerine sarılmalıdır. Bir ölü kendisini yıkayan kimseye nasıl hiç itiraz etmez
ise, mürid de mürşidinin önünde bu derece bir teslimiyet göstermelidir. Böyle yaparsa manevi kirlerden
temizlenmesi, kötü hâllerden kurtulması kolay olur.

Teslim olan kimse tez zamanda ilerler, kemale erer. Aksi takdirde olduğu yerde durur, itiraz ve şüpheyle
yolunu kaybeder. Sadat-ı Kiramın zahiren ve batınen tasarrufları altına girmek ve kendilerinden tam fayda
görmek için onlara son derece itimat etmeli ve kendilerine teslim olarak üzerimizde sanatlarını icra etme
imkanı vermelidir. Teslim olmayan tabi olmaz, tabi olmayan yol alamaz.

Büyük arif İmam Gazâlî’nin (rah) belirttiği gibi; manen hasta bir müridin mürşidinden tedavi olup fayda
görmesi için şu üç şey çok önemlidir:

1-Mürid önce kendisinin hasta olduğunu kabul etmeli, sonra kâmil bir mürşidin elinde irşat olma ve
manevi hastalıklarından kurtulma arzusunda samimi olmalıdır. Kendisini hasta kabul etmeyen kimse doktor
aramaz, arayışında samimi olmaz, bu kimse doktoru bulsa bile teslim olamaz.

2-Mürid kalbinin doktoru olan mürşidine güvenmelidir. Onun manevi tedavi işinde ehil olduğuna kesin
olarak inanmalıdır. Çünkü kâmil mürşidin bu işteki ehliyeti önceki mürşid tarafından tasdik ve ilan
edilmiştir.

Mürşid ümmetin önüne çıkmadan önce çok ciddi bir terbiyeden geçmektedir. Nefsin bütün sıfatlarını
tanımakta, onun hastalıklarını ve tedavi yollarını bilmektedir. Kendisi nefsin mutmainne makamını
geçerek Allahu Teala’nın sevgili bir kulu olmuş ve bundan sonra kendisine irşat izni verilmiştir.

3-Mürid mürşidinin verdiği manevi reçeteyi aynen uygulamalıdır. Mürşide güvendiği gibi onun verdiği
ilaçlara da güvenmeli ve nefsine acı da gelse onları sabırla ve gönül hoşluğu ile devamlı içmelidir. Bu
şartlara uyan kimse -inşaallah- derdine derman bulacak, kalbi Allah ile huzura kavuşacaktır.

Mürşide teslim olmak, aklı bir kenara atmak, onu kiraya vermek, akılsız, şuursuz bir insan olarak ne
denirse onu yapmak değildir. Teslimiyet, doğruyu tercih etmektir, hak yoldaki rehbere tabi olmaktır,
doktora güvenmektir. Aklını kullanıp onun dediği gibi ilacını kullanmaktır. Kulluk için akıl lazımdır. Akılsız,
niyet olmaz, amel yapılmaz, zikir çekilmez, fikir edilmez, yol alınmaz, Allah’a ulaşılmaz.

Mürşide teslim ol demek, nefsinin keyfine değil, Allah yolunda önündeki rehbere hak yolunda uy ve kurtul
demektir. Mürşid terbiyesine giren kimseye bu teslimiyet gerekmektedir. Yoksa mürşid, kendisine
inanmayan, teslim olmayan, kalbini önüne koymayan kimseye sanatını icra edemez, fayda veremez.

Mürşide teslimiyet, gerçekte Allah ve Resûlüne (s.a.v) teslimiyeti gerçekleştirmek içindir. Manevî
terbiyenin sonucu, marifetullah ve muhabbetullahı elde etmektir. Bu da güzel kulluk için gereklidir.

Ancak, dünyanın en zor ve en kıymetli işi, nefsi, gönlü, ruhu hak yoluna teslim etmek olduğundan, kâmil
insan az çıkmıştır. Ancak, herkesin iman ve teslimiyetine göre bu nimetten bir nasibi olur. Yeter ki insan,
kâmil mürşide karşı münkir olmasın, münafıklık yapmasın.
Muhabbetin Kaynağı

Gavs-ı Sânî Hz.lerine soruldu: "Efendim, uzun zamandır ziyaretinize gelip gidiyoruz. Yanınızdayken
hâlimizde bir düzelme oluyor. Sizden ayrıldıktan sonra, memlekete döndüğümüzde bu hâl bir süre daha
devam ediyor. Daha sonra hâlimiz muhafaza edemiyoruz. Bize ne buyurursunuz?"

Gavs-ı Sânî Hz.leri, elini yumruk hâline getirerek şöyle buyurdular.

"İnsanın kalbi bu yumruk kadardır. Bunun içinde muhabbetullah olması lazımdır." Sonra orada yanan ışığı
göstererek: "Şu anda ışık yanıyor, etraf aydınlık. Bu ışık sönerse etraf karanlık olacak. Aynı anda hem ışık
hem karanlık olmaz. Işık yanarsa aydınlık olur; sönerse karanlık olur. Kalbin durumu da böyledir. Onun
içinde muhabbetullah/Allah sevgisi olması lazımdır. Muhabbetullah yoksa başka şeyler vardır. Başka şeyler
olunca kalbe Allah muhabbeti girmez. Allah muhabbetini elde etmek için sofi şu dört şeye devam etmesi
gerekir:

1-Mürşid ziyareti.
2-Mürşid sohbeti.
3-Rabıta.
4-Vird.
İkinci Bölüm

MÜRŞİD TERBİYESİNE GİRİŞ ADABI


Mürşidin terbiyesine girmek tövbe ile başlar. Tövbe mürşide değil, Yüce Allah’a yapılmaktadır. Ancak, mürşid bu
tövbede, mümine şahit ve yardımcı olmaktadır. Mürşid günahları affetmez, ona böyle bir yetki verilmemiştir.
Günahları affedecek olan sadece Yüce Allah’tır. Mürşid, Yüce Peygamberimize (s.a.v) uyarak, bir müminin
affedilmesi için alemlerin Rabbine yönelmekte ve yalvarmaktadır. Yüce Rabbinin huzurunda nasıl davranacağını
bilmeyen ve buna kendini ehil görmeyen kimseye mürşit, yol göstermekte, usul öğretmektedir. Ayrıca ona tövbesinde
yardımcı olmakta, tövbe eden kimsenin kalbine ilahi izin ve destekle feyiz, sevgi ve nur akıtmaktadır. Daha da
önemlisi, mürşid, tövbe ile Allah’a dönen kimseyi, özel terbiye dairesine almaktadır. Böylece nefsine ve şeytana karşı
zayıf düşen mümin, artık kendisine hayır ve takva yolunda yardım edecek gerçek bir dost ve yardımcı bulmuş
olmaktadır.
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - NAKŞİBENDİLİK NEDİR?


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
NAKŞİBENDİLİK NEDİR?

Nakşibendî terbiye okulu, hicri: 791, miladi: 1389 tarihinde vefat eden Hace Muhammed Bahauddin
Nakşibend Hz.lerinin temel usullerini belirlediği bir manevi terbiye sistemidir. Onun adına nispet edilerek
"Nakşibendîlik" diye anılmaktadır.

Bu terbiye yolu ve usûlü, Şah-ı Nakşibend Hz.leri ile başlamış değildir. Kendisi bu yolun usûl, adap ve
feyzini önceki büyüklerden almıştır. Bu terbiye yolunun usûl ve âdabı, silsile yolu ile Hz. Ebu Bekir
Sıddık’a (r.a) ve ondan Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize ulaşmaktadır. Terbiyenin başında ve merkezinde
alemlere rahmet olan Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bulunmaktadır. Bu terbiye yolunun temel özelliği
gizli zikir ve ilahi muhabbettir. Bu zikir ve terbiye yolu, tarih içinde gelen mürşidlerin ismiyle farklı adlarla
anılmıştır.

Hz. Ebu Bekir Sıddık’tan (r.a) sonra bu yola "Sıddıkiyye" ismi verildi. Hz. Beyazid-i Bistamî’ye (k.s) kadar bu
isimle anıldı. Ondan sonra "Tayfûriyye" ismi verildi. Tayfur, Beyazid-i Bistamî’nin bir diğer adıdır. Hâce
Abdulhâlik Gücdevanî Hz.lerine kadar bu isimle anıldı. Ondan sonra, "Hâcegâniyye" ismi verildi. Şah-ı
Nakşibend Hz.lerine kadar bu isimle anıldı. Şah-ı Nakşibend Hz.lerinden sonra, "Nakşibendiyye" ismi
verildi. Bu yol bu isimle İslam alemine yayıldı, meşhur oldu. Diğer kollardaki isimler zamanla unutuldu. Bu
yol, Mevlana Halid Bağdâdi’den sonra "Nakşibendî Hâlidiyye" ismiyle de anılıp yayıldı. Bu gün
Anadolumuzda yaygın olan kol "Halidiyye" koludur. Bu yol, günümüzde Şah-ı Nakşibend Hz.lerine nispet
edilen meşhur ismiyle "Nakşibendîlik" şeklinde anılmaktadır.

Nakşibend, "nakş” ile "bend" kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bir isim değil sıfattır; ancak isim gibi
meşhur olmuştur.

Nakş, bir şeyi bir yere nakşetmek, nakış gibi işlemek, hiç çıkmayacak hâle getirmek, mühür gibi
kazımaktır.

Bend, Farsça bir isim olup, dilimizde hem isim, hem sıfat olarak kullanılmaktadır. İsim olarak, bağ,
kelepçe, baraj, bent, kemer gibi manalara gelmektedir. Sıfat olarak, sıkıca bağlı, iyice bağlayan,
kuvvetlice bağlanmış manalarına gelir.

Kalbe Allah zikrini hiç çıkmayacak şekilde nakış gibi işledikleri ve ondan hiç kopmadıkları için, gizli zikir
sahiplerine Nakşibendî denmiştir.

Tarikat yol ve usul manasındadır. Tarikat bir din ve mezhep değil, dini anlama ve yaşama şeklidir. İnsanı
terbiye için kurulmuştur. Tarikatlar terbiye için tercih ettikleri usullere ve zikirlere göre farklı adlarla
anılmışlardır. Tasavvufun kaynağı, doğunun felsefesi, batının batıl dinleri değil, Kur’an ve sünnettir

Bütün manevi terbiye yollarına kısaca "tasavvuf" denir.

Nakşibendi terbiyesi, gizli zikir usulü üzerine kurulmuştur. Bu usulü benimseyen büyük veliler tarafından
geliştirilerek günümüze kadar gelmiştir. Bu usul ve adaplar bizzat Kur’an ayetlerinden, rahmet Peygamberi
Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin sünnetinden ve O’nun şerefli Ashabının (r.anhüm) hâllerinden
alınmıştır. Her şeyi ile Kur’an ve sünnete bağlıdır. Bu yolun usul ve âdapları, Kur’an ve sünnette ya açıkça
belirtilmiş, ya da işaret, delalet ve sükût yoluyla kabul edilmiştir. Yani, İslam’ın ruhuna uymayan hiçbir
şey yoktur.

Fakihler nasıl fıkıh alanında içtihat yapma yetkisine sahiplerse kâmil mürşidler de, ahlak ve terbiye
alanında içtihat etme, yeni usuller belirleme yetkisine sahiptirler.

Bu terbiye sistemi yeni bir din değildir; dinin ahlak derslerini talim ve tatbik eden bir okuldur. Hedefi,
insanı güzel ahlaka ve Allah rızasına ulaştırmaktır. Metodu, muhabbetle kalpleri Yüce Allah’a bağlamaktır.
Temel usulü gizli zikir, toplu zikir, muhabbet, sohbet, rabıta, teveccüh, tasarruf, hizmet ve edeple nefsin
çirkin sıfatlarını ıslah etmektir.

Dinimizin bize öğrettiği amel ve edepler iki kısımda özetlenebilir:

1- Zahiri hâller: Vücudumuzun dış azaları ile yaptığı bütün ibadetleri içine alır. Yeme içme, temizlik, alış-
veriş, aile hukuku gibi vazifeler de bu kısma girer. Bu vazife ve edepler fıkıh kitaplarında anlatılmaktadır.
Hangi vazifeyi yapıyorsak, onunla ilgili ilahi emri ve edebi öğrenmemiz gerekir.

2- Batıni hâller: Kalbin gafletten uyanması ve zikirle ihya edilmesi, nefsin manevi hastalıklardan
arındırılması, ruhun ilahi huzura yükselmesi, böylece insanın ilahi nur, ilim, aşk, edep ve güzel ahlaka
ulaşmasıdır. Zahiren ve batınen terbiye olan insanın elde edeceği en büyük nimet güzel kulluktur. Bu hâle
kısaca ihsan mertebesi denir. İhsanı yukarıda tarif ettik. Bu yol herkese açıktır. Bütün insanlar bu edeplere
ve nimetlere davet edilmiştir.

Zâhirî ve bâtınî edepleri koruyan kimse ihsan mertebesini elde eder. Bu mertebeyi elde eden kimse Yüce
Allah tarafından sevilir, O’nun huzurunda kabul görür. Kalbi ilahi sevgi, huşu, haya ve haşyet ile dolar.
TASAVVUFTA YOL ALMAK EDEPLE OLUR

Nakşibendi büyükleri, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin öğrettiği hem zâhir hem de bâtıni edeplere
sımsıkı sarılmışlardır.

Seyri sülük esnasındaki sohbet, vird, hatme ve diğer zikirler zâhirî edepler içine girer.

Kalbin gaflet ve kötülüklerden temizlenmesi, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun ilahi huzura yükselecek hâle
getirilmesi de bâtınî edepler içine girer.

Edeb, her şeyi gereğince ve yerince yapmaktır. Bunun yolu da, bütün fikir ve fiillerde edeb abidesi,
peygamberlerin imamı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize uymaktır. Bütün Allah dostları, Hak yolunda ne
elde etmiş iseler, Efendimizin edebine uyarak elde etmişlerdir.

Büyük veli Seriy es-Sakati: (k.s):

"Edeb, aklın tercümanıdır."8 demiştir. Demek ki herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar şerefli, şerefi kadar
kıymetlidir.

Edebine göre yapılmayan şeyler ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz. İnsan bir işin usulüne göre
gitmez ise o işte ömrünü verse hayırlı bir sonuç alamaz.

Allah’ın yeryüzündeki şahidi ve hâlifesi olan ariflere hürmet kalpteki takvadan ileri gelir. Onlara karşı
edebi koruyamayan kimsenin tasavvuf yolunda hiç bir nasibi olmaz.9

Arifler: "Önce usul, sonra vusul" demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak isteyen kimse, önce o işin usulüne
göre yola çıkarsa, hedefine varır, yoksa yolda kalır.

Büyük alim Abdullah b. Mubarek (r.a) ne güzel söylemiş:

"Bizler daha çok ilme değil, daha fazla edebe muhtacız."10

Hak yoluna giren talip için ana sermaye edeptir. Edebi olmayanın Allah yolunda elde edeceği hiç bir şeyi
yoktur.

Edeb, kalbte, sözde ve fiilde olur

Kalbin edebi, niyette ihlas ve samimiyettir. Bunların sonucu, Allah için sevmek, Allah için vermek, Allah
için yermek ve Allah için menetmektir. Bu hâl, imanın en yüksek zirvesidir ve kâmil insan olmanın
alametidir. O, Allahu Tealanın sevdiği kullarına bir hediyesidir. Büyükler, bu ahlakın ihsan mertebesi
olduğunu ve onun vücuda ancak zati zikir sayesinde yerleşeceğini belirtiyorlar. Zati zikir; her yerde, her
işte, her hâlde kalb, ruh, sır ve diğer latifelerle Allahu Teala’yı zikretmekten ibarettir.

Gavs-ı Bilvanisî Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) zikir ve edep hakkındaki bir sohbetinde şöyle
buyurmuştur:
"Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şah-ı Hazne (k.s): "gaflet kadar hiçbir kötü hâl
yoktur" derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi
kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe sarılsın. Şöyle ki, Rabbim her an her yerde beni görüyor diye
düşünsün ve o konuda nefsini zorlasın. Açık ve gizli edeplere uymakla insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet
yok olur."11

Sözün edebi, makama uygun söylenmesidir. Her makam, ayrı bir tarz ve tavır ister. Her söz yerinde,
zamanında, gereği kadar söylenirse değerli ve geçerlidir. Söz, hacet kadar sarf edilmelidir. Sözde yalan ve
yapmacık olmamalıdır. Söz sahibinin sözü ile özü, içi ile dışı aynı olmalıdır. Mürşide ve müminlere karşı
samimiyet ancak böyle mümkün olur.

Fiilin/işin edebi, makama uygun davranmaktır. Her şahsın, her makamın, her ibadet ve taatın kendine has
edebi vardır. Bütün edepler, sünnet-i seniyyede öğretilmiştir. Edep, Hakka ve halka karşı nasıl
davranacağını bilmektir. Kısaca güzel ahlaktır. Bu edepleri, tek tek öğrenmeli ve güç nisbetinde
yapmalıdır.

İlim edeple güzel olur. Hak yolcusu ancak edeple yol alır. Zikir, edeple fayda verir. İbadet edeple yapılırsa
Allah’a yükselir. Tövbe, edeple kabul edilir. Bunun için Allah dostları talebelerinden her işte edep ister,
edep bekler. Tasavvuf yolunda, bütün menzil ve makamlarda insanın önüne tek levha çıkar:

"Edep Yâ Hû!"
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - TÖVBE VE İNTİSAP ( sekiz şart adabı - 8 şart)


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri

TÖVBE VE İNTİSAP
Mürşidle birlikte yapılan tövbede iki önemli iş olmaktadır: Birisi, günahlardan tövbe, diğeri de tövbeyi
korumak için mürşide intisap,

Bir mümin, tek başına da tövbe yapabilir; fakat tek başına tövbesini korumak ve manevi terbiyesini
gerçekleştirmek oldukça zordur. Hatta bugünün insanı için imkansızdır.

İşte Allah’ın dostu ile Allah yolunda yürümek için yapılan bu manevi sözleşmeye intisap, inabe, el alma,
manevi terbiyeye girme denir. İntisap, irade işidir. Bu bağlanmada müridin irade, niyet ve kararı lazımdır.
İradesiz intisap olmaz. İntisap için mürşidin istemesi yetmez, bu iş tek taraflı olmaz. Kulun kendisi
istemelidir ki iş başlasın. Bu bir manevi anlaşmadır. Bu anlaşma Allah’a güzel kulluk etmek için yapılır.
Gayesi Allah rızasını elde etmektir. Mürşid bu güzel yolda vasıtadır, rehberdir, örnektir, yardımcıdır,
duacıdır, şahittir.

Tövbe ile intisap ettikten sonra yapılması gereken bazı şartlar vardır. Bunlar, manevi terbiyeye girmenin
ilk adımlarıdır. Mürşidin manevi terbiyesi ve tasarrufu altına girmek için bu şartlar noksansız yapılmalıdır.
Şekiz şart ve âdab diye isimlendirilen bu vazifeler gece yapılacaktır. Bazı özel durumlarda gündüz de
yapılabilir. Bunun şekli daha sonra anlatılacaktır. Gece yapılacağı zaman yatsı namazından sonra, yatmaya
yakın bir zamanda yapılır. Bu vazifeler şunlardır:

1-Tövbe Niyetiyle Abdest Almak

Bu ve bundan sonraki vazife banyoda yapılacaktır. Banyoya girilince önce, günahlardan temizlenme ve
tövbe niyetiyle bir abdest alınır. Abdestten gaye vücudun kirlerini yıkamak değildir. Asıl maksat kalbin
manevi kirlerini temizlemek ve gafletini gidermektir. Bu niyetle abdest alırken her azanın yaptığı günaha
tövbe etmeli ve onlarla bir daha günah işlememeye samimi olarak niyet etmelidir. Hz. Rasulullah (a.s)
Efendimizin müjde ettiği gibi, abdest suyunun son damlasıyla o aza ile işlenen günah kirlerinin de
döküldüğünü bilmelidir.

2- Tövbe Niyetiyle Boy Abdesti Almak

Abdestin hemen peşinden yine tövbe niyetiyle bir gusül abdesti alınır. Abdest alırken yaptığımız gibi aynı
niyet ve edeple bütün vücut yıkanır, peşinden: "Allahım! ben vücudumun ancak dışını yıkayabildim. Sen
de nurun ile içimi yıka, kalbimi temizle !" diye dua edilir. Yıkanırken, mümkün olduğu kadar edebe ve
avret yerini örtmeye dikkat edilir. Sonra elbiseler giyilip banyodan çıkılır.
3- iki Rekat Tövbe Namazı Kılmak

Bu namaz, iki rekatlik sünnet bir namazdır. Hadis-i şerifte övülmüş ve tavsiye edilmiştir. Buna tövbe ya da
istihare namazı denir. "Niyet ettim Allah rızası için tövbe niyetiyle istihare namazı kılmaya" denir. Bilenler,
birinci rekatinde Fatiha’dan sonra Kâfirûn sûresini, ikinci rekatta ise ihlas sûresini okurlar. Bilmeyenler,
bildikleri sûreleri okuyarak kılarlar.

4- Tövbe Etmek

Mürşidle birlikte yapılan tövbe, ilahi huzurda olduğunu düşünerek, kendi duyacağı bir sesle üç kere
tekrar edilir. bu tövbe şekli şudur: "Ya Rabbi! bütün yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım. Keşke
yapmasaydım. İnşaallah bir daha ben yapmayacağım". Bu tövbe esnasında kişi, büluğ çağından beri
yaptığı bütün günahlarına, niyet ederek, kalbinden pişmanlık duyarak tövbe eder.

Samimiyetle yapılan tövbelerin Cenab-ı Hakk katında kabul edildiğine inanmalıdır. Hatta tövbe edilen
günahların önce silindiğini, sonra bir iyilik olarak hasenat defterine yazıldığını Allahu Teala şöyle
müjdeliyor:

"Ancak tövbe ve iman edip güzel amel yapanların Allah kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok
bağışlayıcıdır ve çok merhamet sahibidir." 19

Bu müjde Allahu Teala’nın Resûlullah (s.a.v) Efendimizin ümmetine bir hediyesidir. "Allah tövbe edenleri
ve (maddi-manevi kirlerinden) güzelce temizlenenleri sever." Ayeti, ümitleri bitmiş bir kul için en güzel
destek ve kuvvettir.

Bundan sonra gözler kapatılır ve diğer bütün vazifeler gözler kapalı yapılır.

5- Yirmi Beş Defa Estağfirullah Demek

Yukarıdaki tövbenin peşinden, gözler kapanır, dil ile kendi duyacağı bir sesle en az 25 defa "estağfirullah"
denir. Manası: Allahım! beni affetmeni istirham ediyorum, demektir. Tövbeden sonraki bu istiğfar, tövbe
ettiği günahlardan kalpte kalan artıkların temizlenmesi ve kalbin ilahi nur ile cilalanması içindir. Bu
şekilde samimiyetle yapılan tövbe ve istiğfardan sonra kalp günah kirlerinden tertemiz olur. Bunları
yaparken mürid mürşidinin himmet ve duasının kendine destek olduğunu ve üzerine ilahi rahmetin
indiğini düşünmelidir.

6- Sekiz Adet Fatiha Okuyup Bağışlamak

Daha sonra, 8 adet Fatiha sûresini okuyup sevabını Allah rızası için Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz başta
olmak üzere, Sahabe-i Kiram ve Sadat-ı Kirama hediye eder. Fatihaları hediye usulü şöyledir:

Okunan her bir Fatiha önce Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun Ehl-i Beytinin ve ashabının ruhlarına
hediye edilir. Peşinden de aşağıdaki sıra ile isimleri zikredilen Sadat-ı Kiramın ruhlarına hediye edilir.
Şöyle:

Birinci Fatiha’yı okuduktan sonra: ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v)
Efendimizin, onun ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca Hz. Şahı Nakşibend ve Seyyid Abdulkadir
Geylani Hz.lerinin ruhlarına hediye ettim kabul ve vasıl eyle’ der. Sonra Fatiha hediye ettiği sadatları
ruhaniyetleriyle nurânî bir şekil almış olarak karşısında düşünerek, onlara hitaben:

"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der. Sonra:

İkinci Fatiha’yı okur. ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca Şeyh Abdulhâlik Gücdevani ve imam Rabbani Hz.lerinin
ruhlarına hediye ettim kabul eyle’ der. Sonra Fatiha hediye ettiği sadatları karşısında düşünerek onlara
hitaben:
"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der. Sonra:

Üçüncü Fatiha’yı okur: ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca Şeyh Mevlana Hâlid Zülcenahayn ve Seyyid Abdullah Hz.lerinin
ruhlarına hediye ettim kabul eyle’ der. Sonra Fatiha, hediye ettiği sadatları karşısında düşünerek onlara
hitaben:

"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der. Sonra:

Dördüncü Fatiha’yı okur. ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına ayrıca, Seyyid Taha ve Seyyid Sıbğatullah Hz.lerinin ruhlarına hediye
ettim kabul eyle’ der. Sonra Fatiha hediye ettiği sadatları karşısında düşünerek onlara hitaben:

"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der. Sonra:

Beşinci Fatiha’yı okur. ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının, ayrıca Abdurrahman-i Tahi ve Şeyh Fethullah Hz.lerinin ruhlarına hediye ettim
kabul eyle’ der. Sonra Fatiha, hediye ettiği sadatları karşısında düşünerek, onlara hitaben:

"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der. Sonra:

Altıncı Fatiha’yı okur. ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca Şeyh Muhammed Diyaüddin ve Ahmedü’l-Hıznevi Hz.lerinin
ruhlarına hediye ettim kabul eyle’ der. Sonra Fatiha hediye ettiği sadatları karşısında düşünerek onlara
hitaben:

"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der. Sonra:

Yedinci Fatiha’yı okur. ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca Seyyid Abdulhakim Hüseyni ve Seyyid Muhammed Raşid
Hz.lerinin ruhlarına hediye ettim kabul eyle’ der. Sonra Fatiha hediye ettiği sadatları karşısında
düşünerek onlara hitaben:

"Ey Allah dostlarının ervahı, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c)
katında şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin." der. Sonra:

Sekizinci Fatiha’yı okur. ‘Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu Fatiha’yı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun
ehl-i beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca mürşidim Gavs-ı Sânî Hz.lerinin ruhaniyetine hediye ettim kabul
eyle’ der. Sonra, mürşidinin ruhaniyetini karşısında düşünerek, ona hitaben:

"Ey Allah’ın dostu, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c) katında şefaatte
bulunsun da, Allah benim (c.c) tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" Beni terbiyenize kabul edin, himmet
buyurun, dua edin, yardımcı olun diye ricalarda bulunur. Mürşidinin gönlünü kendi tarafına çekmek için
boyun büker, yalvarır, yakarır, tevazu gösterir.

Mürid gönderdiği bu manevi hediye ile kendisini Resûlullah (s.a.v) Efendimize ve diğer büyüklere
tanıtmış, ayrıca onların sevgi ve himmetlerini üzerine çekmiş olur. Onlar da hediye sahibine verilmek
üzere bir karşılık olarak bulundukları makamda onun için dua, istiğfar ve himmet ederler. Mürid kendisine
gelen bütün bu manevi nimetlerin mürşidinin bereketi ile geldiğini ve onun sebep olduğunu düşünmelidir.

Silsiledeki büyüklerin isimlerini ezber bilmeyenler, Fatihaları şöyle hediye ederler.

Önce besmele ile sekiz adet Fatiha sûresini peş peşe okur. Sonra: "Ya Rabbi! Okumuş olduğum bu
Fatiha’ları Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin, onun Ehl-i Beytinin, ashabının ruhlarına, ayrıca bana şekiz
şart talimatında isimleri söylenen evliyaların ve mürşidim Gavs-ı Sâni Hz.lerinin ruhaniyetine hediye ettim
kabul eyle’ der. Sonra, bütün evliyaların ve mürşidinin ruhaniyetini karşısında düşünerek, onlara hitaben:

"Ey Allah’ın dostları, Resûlullah (s.a.v) Efendimize benim için istirhamda bulunun Allah (c.c) katında
şefaatte bulunsun da, Allah (c.c) benim tövbemi ve ibadetlerimi kabul etsin" der.
7- Ölüm Rabıtası/Ölümü Düşünmek

Bundan sonra nefse ölüm ve ölüm hâlleri düşündürülür. Ölümü düşünmekten gaye kalbi yumuşatmak,
kalpten dünya sevgisini çıkararak nefsin ibret almasını temin etmek, ayrıca yaptığı ibadetlerde ihlas
kazanmak ve tövbenin sabit kalmasını sağlamaktır.

Kalbe ilahi muhabbetin ve mürşid sevgisinin gelmesi için, kalbin katılığının giderilmesi ve haram
sevgilerden boşaltılması lazımdır. Bunu temin edecek en güzel sebeplerden birisi de, ölümü düşünerek
kalbi uyandırmaktır. Herkes nefsini ölümle yüz yüze getirir ve şöyle düşünür:

Sekerat hâli başladı. Ölümün kokusu geldi, dünyadan ayrılık alametleri gözüktü. Son nefesler veriliyor ve
son anlar yaşanıyor. Azrail Aleyhisselam geldi ruhu almak için bekliyor. Şeytan son oyununu oynamak
istiyor, imanı çalmak ve mümini meşgul etmek için çırpınıyor. Evlatlar, hanım ve akrabalar baş ucunda
çaresizlik içinde ağlaşıyor, hiçbirisinden yardım gelmiyor. O anda mal-mülk fayda yerine sıkıntı veriyor. Bu
en zor ve en mühim anda ölümün sahibi Yüce Allah’tan başka yönelecek kimse yoktur. Onun geniş
rahmetinden başka da sığınılacak bir yer mevcut değildir. İşte o anda ilahi rahmetin tecellisiyle müjdeci
melekler ve mürşid-i kâmilin ruhu Allahu Teala’nın izniyle yanına teşrif ederler. Sana iman üzere ölmen
için yardım ederler, fayda verirler; o andaki yalnızlığını giderir, ızdırabını dindirirler.

Bu zor anda mürşidinin Allah’ın lütuf ve izniyle ölüm anından haberdar olduğunu, kendisi için Allah’a
yöneldiğini, ruhaniyetiyle o meclise teşrif ettiğini ve nurânî himmetleriyle Allah’ın rahmetini çekip
şeytanı o meclisten defettiğini ve bu ilahi rahmetin desteği ile iman üzere öldüğünü düşünür.

Teneşirde yıkanırken, kefene sarılırken, namazı kılınırken ve tek başına kabre konurken, kabirde sual
meleklerine cevap verirken insana fayda verecek tek sermayenin Allah’ın bu rahmeti olduğunu, bu yolda
en güzel arkadaşın salih ameller olduğunu düşünür. Hayattaki mümin kardeşlerinin ve özellikle ölene
kadar hak yolda peşinden gittiği mürşidinin bu zor anlarda kendisine dua ve istiğfar ile destek verdiklerini
düşünür. Zaten onlar, dünyada kendisi ile meşgul olmakta ve ona bir fayda vermeye çalışmaktadırlar.

Mümine kabri dışında yapılan bütün dua, istiğfar ve hayırların faydası vardır. Onun için cenaze namazı
kılınır, kabir başında dua ve istiğfar edilir, Kur’an okunur, göz yaşı dökülür. Bir müminin, samimi olarak
Allah’a yönelip: "Ey Allah’ım şu kulunu bağışla" diye inlemesi ne büyük bir rahmet sebebidir. İşte mürid,
böyle kardeşlerinin ve yardımcılarının olduğunu düşünüp sevinir.

Asıl sevindiren ve bu sevincin sebeplerini halkeden Yüce Allah’tır. Bu iş, ilahi rahmetin bir tecelli şeklidir.

Kul, ölüm rabıtası içinde ahiretin her anında ve durağında Allah için sevdikleri ve yaptıkları hariç, hiçbir
şeyin kendisine fayda vermediğini düşünür, bütün bunları gönül gözüyle seyreder, sanki görmüş ve içine
girmiş gibi korkup ibret almaya çalışır. Bu yolculukta tek sermayenin ve fayda verecek şeyin Allah’a iman,
salih amel, O’nun için sevgi ve güzel ahlak olduğunu görür, nefsini onlara yöneltmeye, salihleri ve iyilikleri
sevdirmeye çalışır .

Kalp, kötü düşünce, sevgi ve dertlerden kurtulmadan içine ilahi feyiz ve muhabbet girmez. Bunun için Hz.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"Ölümü çokça hatırlayın. Hiç şüphesiz ölümü hatırlamak, günahları temizler ve kalpten dünya sevgisini
giderir."20 Buyurmuştur.

İşte bu ölüm rabıtası ile kalp dünya muhabbetinden arındırılır, içindeki boş düşünceler, kötü duygular
dışarı atılır; kalp rahatlar. Sıra, bu boş kalbi Allah muhabbeti ile doldurmaya ve tatlandırmaya gelir. Bu da,
yeryüzünde ilâhî muhabbetin ve feyzin taşıyıcısı olan Allah’ın dostu kâmil mürşidin kalbine kalbi bağlayıp
oradaki nuru, muhabbeti ve feyzi çekmekle mümkün olur. Buna rabıta denir. Son vazife budur.

8- Mürşid Rabıtası/Mürşidi Düşünmek

Rabıta, gönül yoluyla kalbe nur ve feyiz çekmektir. Kâmil mürşidin kalbi, yeryüzünde ilahi feyiz ve nur
kabıdır. Gökten inen ilahi nur, onlar vasıtasıyla yer yüzünde nasibi olanlara yayılır. Bu kalbi Hz. Resûlullah
(s.a.v) Efendimiz şöyle tanıtır:

"Allahu Teala’nın yeryüzünde yaşayanlar içinde (feyiz ve nur) kapları vardır. Rabbinizin kapları salih
kullarının kalpleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları, en yumuşak ve en ince olanlarıdır."21

Mürşid-i kâmil, Allahu Teala’nın yeryüzünde dostu ve halifesi olarak bu ilahi nuru ve feyzi taşıyan bir kalp
sahibidir. Bu kalbe bağlanan kimseye, muhabbeti nisbetinde ilahi feyiz gelir. Mürşid, bu işte, güneşin
aydınlığını yansıtan bir ayna görevi yapar. Kalbine inen ilahi nuru, feyzi ve sevgiyi, kendisine bağlanan
kalbe yansıtır. Mürşid rabıtası şöyle yapılır:

Mürid gözünü kapayıp âdap üzere/sağ kalçası üzere oturur. Mürşidini de karşısında heybetle oturuyor
olarak hayal eder. Mürşidinin ilahi nurlarla parlayan cemalini hayalinde canlandırır. Onu gözünün önüne
getirmeye ve ondaki nurdan nasiplenmeye çalışır. Bütün gönlü ve hayal gücü ile ona yönelir. Allahu
Teala’nın nuru, yücelik makamını temsil eden gökten mürşidin üzerine inmekte ve ondan nasibi olanlara
ulaşmaktadır. İşte yer yüzünde ilahi nurun dağıtım merkezi yapılan bu kalbe yönelmek ve ondan
nasiplenmek rabıtadır.

Mürid, mürşidin iki kaşı arasından çıkan bu ilahi nurun bembeyaz süt şeklinde ağız yoluyla vücuduna girip
kalbine geldiğini, kalbindeki günah yaralarının onunla tedavi olduğunu ve kalbinden yayılarak bütün
vücudunu sardığını düşünür. Bu nurun, onun kalbine nur banyosu yaptırdığını, içindeki manevi kirlerin
temizlenerek başının üzerinden bir duman şeklinde çıktığını hayal eder. Bu şekilde 10-15 dakika devam
eder. Sonra 25 defa estağfirullah diyerek gözünü açar, kalkar. Yatağına gider, yüzü kıbleye gelecek şekilde
sağ tarafına yatar.

Bu vazifeler sadece bir gece yapılır. Yapıldıktan sonra sabah güneş doğuncaya kadar bir şey yemez ve
içmez, cima yapılmaz. Dünya kelamı konuşmaz. Evli olanlar, hanımlarından ayrı yatarlar. Ayrı yer ve yatak
bulamayanlar, yorganlarını ayrı yapıp tek yatmış gibi olurlar. Adap yapıldığı gece, biraz uyuduktan sonra
kalkıp namaz, zikir, dua gibi vazifeler yapılabilir. Mürşidi ile dilediği kadar konuşabilir.

Eğer sabaha çıkılan gün teveccüh varsa, yeme-içme ve konuşma yasağı teveccühün bitimine kadar devam
eder.

Adab gecesi, ameliyat gecesidir. Ciddi bir ameliyattan çıkan kimse nasıl doktorun tavsiye ettiği şekilde
kendi derdi ile meşgul olup, bütün varlığı ile acısına yöneliyorsa, mürid de hasta kalbine yönelip, oraya
sıkıntı verecek her türlü, söz, hâl ve hareketten uzak durmalıdır. Aklı, fikri, hep kalbinde ve tövbesinde
olmalıdır.

Adab yapıldığı gece konuşulması yasaklanan dünya kelamı, bir ibadet, zikir, dua ve hayır sınıfına
girmeyen sözlerdir.

Bu vazifeler Ramazan ayında yapıldığında, o gece sahur yemeği yenebilir. Bu adabı bozmaz. Çünkü, sahur
yemeği ibadet içindir, ibadet niyetiyle yenilip içilmiş olur. Kaza ve nafile oruç tutulduğu zaman gece
vazife yapıldığında da sahur yemeği yenebilir.

Hasta olup gece ilaç almak zorunda kalanlar ilaçlarını içebilirler. Bununla adap bozulmuş olmaz. Hastalık
ve zaruret durumları gibi nedenlerle konuşmak zorunda olanlar, lazım olduğu kadar konuşurlar.

Açlığa dayanamayıp ciddi rahatsız olanlar ve bu sebeple gaflete düşünler de yeme içme yapabilirler.

Gece çalışmak zorunda olup adap yapmaya imkan bulamayanlar, adabı gündüz yaparlar. Ancak adabı
yaptıktan sonra bir müddet (en az yarım saat) uyumak için uzanmak gerekir. Hiç uyku gelmese bile bu
kadar uzanmak yeterlidir.

Adap yapılan gece görülen güzel ve tabir gerektiren rüyalar mürşide anlatılır. Mürşide anlatmaya imkan
bulamaz ise, mürşidin vekiline anlatabilir. Bu vazifelerin yapıldığı gece bir rüya görmek şart değildir.
Sonra görülen her rüya tabir istemez. Herkes tabir bilmez. Vekilin bu konuda bir izni ve tecrübesi yoksa
anlatılan rüyayı yorumlamak zorunda değildir. Gerekirse rüyayı mürşide ulaştırır, değilse "hayırlı olsun"
diye dua ederek yoruma girmez. Rüya ile hemen amel edilmez. Mürşidi rüyayı yorumlayıp ona yeni bir
vazife verirse, bu durumda da rüya ile değil, mürşidin emri ile amel edilmiş olur.

Mürşidini inkar eden, onun hakkında şüpheye düşerek veya işlediği büyük günahlar yüzünden tarikattan
düştüğünü zannederek vazifelerini terk eden, bir mazeret sebebiyle bir sene veya daha uzun süre mürşid
ziyaretine gidemeyen veya büyük günah işleyen kimselerin intisaplarını yenilemeleri, mürşidden veya
vekilinden tövbe alıp yeniden adap yapmaları gerekir.

Yeni intisap ederek sekiz şartı yerine getirenlere hatme ve rabıta talimatı verilir, bunların yapılış şekli
anlatılır.
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - Mürşid Rabıtası/Mürşidi Düşünmek


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
TÖVBE VE İNTİSAP
8- Mürşid Rabıtası/Mürşidi Düşünmek

Rabıta, gönül yoluyla kalbe nur ve feyiz çekmektir. Kâmil mürşidin kalbi, yeryüzünde ilahi feyiz ve nur
kabıdır. Gökten inen ilahi nur, onlar vasıtasıyla yer yüzünde nasibi olanlara yayılır. Bu kalbi Hz. Resûlullah
(s.a.v) Efendimiz şöyle tanıtır:

"Allahu Teala’nın yeryüzünde yaşayanlar içinde (feyiz ve nur) kapları vardır. Rabbinizin kapları salih
kullarının kalpleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları, en yumuşak ve en ince olanlarıdır."21

Mürşid-i kâmil, Allahu Teala’nın yeryüzünde dostu ve halifesi olarak bu ilahi nuru ve feyzi taşıyan bir kalp
sahibidir. Bu kalbe bağlanan kimseye, muhabbeti nisbetinde ilahi feyiz gelir. Mürşid, bu işte, güneşin
aydınlığını yansıtan bir ayna görevi yapar. Kalbine inen ilahi nuru, feyzi ve sevgiyi, kendisine bağlanan
kalbe yansıtır. Mürşid rabıtası şöyle yapılır:

Mürid gözünü kapayıp âdap üzere/sağ kalçası üzere oturur. Mürşidini de karşısında heybetle oturuyor
olarak hayal eder. Mürşidinin ilahi nurlarla parlayan cemalini hayalinde canlandırır. Onu gözünün önüne
getirmeye ve ondaki nurdan nasiplenmeye çalışır. Bütün gönlü ve hayal gücü ile ona yönelir. Allahu
Teala’nın nuru, yücelik makamını temsil eden gökten mürşidin üzerine inmekte ve ondan nasibi olanlara
ulaşmaktadır. İşte yer yüzünde ilahi nurun dağıtım merkezi yapılan bu kalbe yönelmek ve ondan
nasiplenmek rabıtadır.

Mürid, mürşidin iki kaşı arasından çıkan bu ilahi nurun bembeyaz süt şeklinde ağız yoluyla vücuduna girip
kalbine geldiğini, kalbindeki günah yaralarının onunla tedavi olduğunu ve kalbinden yayılarak bütün
vücudunu sardığını düşünür. Bu nurun, onun kalbine nur banyosu yaptırdığını, içindeki manevi kirlerin
temizlenerek başının üzerinden bir duman şeklinde çıktığını hayal eder. Bu şekilde 10-15 dakika devam
eder. Sonra 25 defa estağfirullah diyerek gözünü açar, kalkar. Yatağına gider, yüzü kıbleye gelecek şekilde
sağ tarafına yatar.

Bu vazifeler sadece bir gece yapılır. Yapıldıktan sonra sabah güneş doğuncaya kadar bir şey yemez ve
içmez, cima yapılmaz. Dünya kelamı konuşmaz. Evli olanlar, hanımlarından ayrı yatarlar. Ayrı yer ve yatak
bulamayanlar, yorganlarını ayrı yapıp tek yatmış gibi olurlar. Adap yapıldığı gece, biraz uyuduktan sonra
kalkıp namaz, zikir, dua gibi vazifeler yapılabilir. Mürşidi ile dilediği kadar konuşabilir.

Eğer sabaha çıkılan gün teveccüh varsa, yeme-içme ve konuşma yasağı teveccühün bitimine kadar devam
eder.

Adab gecesi, ameliyat gecesidir. Ciddi bir ameliyattan çıkan kimse nasıl doktorun tavsiye ettiği şekilde
kendi derdi ile meşgul olup, bütün varlığı ile acısına yöneliyorsa, mürid de hasta kalbine yönelip, oraya
sıkıntı verecek her türlü, söz, hâl ve hareketten uzak durmalıdır. Aklı, fikri, hep kalbinde ve tövbesinde
olmalıdır.

Adab yapıldığı gece konuşulması yasaklanan dünya kelamı, bir ibadet, zikir, dua ve hayır sınıfına
girmeyen sözlerdir.

Bu vazifeler Ramazan ayında yapıldığında, o gece sahur yemeği yenebilir. Bu adabı bozmaz. Çünkü, sahur
yemeği ibadet içindir, ibadet niyetiyle yenilip içilmiş olur. Kaza ve nafile oruç tutulduğu zaman gece
vazife yapıldığında da sahur yemeği yenebilir.

Hasta olup gece ilaç almak zorunda kalanlar ilaçlarını içebilirler. Bununla adap bozulmuş olmaz. Hastalık
ve zaruret durumları gibi nedenlerle konuşmak zorunda olanlar, lazım olduğu kadar konuşurlar.

Açlığa dayanamayıp ciddi rahatsız olanlar ve bu sebeple gaflete düşünler de yeme içme yapabilirler.

Gece çalışmak zorunda olup adap yapmaya imkan bulamayanlar, adabı gündüz yaparlar. Ancak adabı
yaptıktan sonra bir müddet (en az yarım saat) uyumak için uzanmak gerekir. Hiç uyku gelmese bile bu
kadar uzanmak yeterlidir.

Adap yapılan gece görülen güzel ve tabir gerektiren rüyalar mürşide anlatılır. Mürşide anlatmaya imkan
bulamaz ise, mürşidin vekiline anlatabilir. Bu vazifelerin yapıldığı gece bir rüya görmek şart değildir.
Sonra görülen her rüya tabir istemez. Herkes tabir bilmez. Vekilin bu konuda bir izni ve tecrübesi yoksa
anlatılan rüyayı yorumlamak zorunda değildir. Gerekirse rüyayı mürşide ulaştırır, değilse "hayırlı olsun"
diye dua ederek yoruma girmez. Rüya ile hemen amel edilmez. Mürşidi rüyayı yorumlayıp ona yeni bir
vazife verirse, bu durumda da rüya ile değil, mürşidin emri ile amel edilmiş olur.

Mürşidini inkar eden, onun hakkında şüpheye düşerek veya işlediği büyük günahlar yüzünden tarikattan
düştüğünü zannederek vazifelerini terk eden, bir mazeret sebebiyle bir sene veya daha uzun süre mürşid
ziyaretine gidemeyen veya büyük günah işleyen kimselerin intisaplarını yenilemeleri, mürşidden veya
vekilinden tövbe alıp yeniden adap yapmaları gerekir.

Yeni intisap ederek sekiz şartı yerine getirenlere hatme ve rabıta talimatı verilir, bunların yapılış şekli
anlatılır.
HATME-İ HÂCEGAN

Hatme, cemaat ile toplu hâlde yapılan bir halka zikridir. Kur’an ve sünnette övülen ve teşvik edilen zikir
çeşitlerinden birisidir.

Kur’an-ı Hakim’de sabah akşam dua, ibadet ve zikir edenlerle beraber bulunmaya şöyle teşvik edilmiştir:

"Resûlüm! Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını isteyerek dua (ibadet ve zikir) edenlerle birlikte
bulunmaya candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme."22

Bu ayet indiği zaman Resûlulah (s.a.v) Efendimiz, bu kimseleri araştırmak için mescide çıktı. Mescitte
zikreden bir topluluk buldu. Bunlar elbiseleri eski fakir ve garip Müslümanlardı. Onları görünce hemen
yanlarına oturdu ve: "Ümmetim içinde benim kendileriyle birlikte olmamı emrettiği kimseleri yaratan
Allah’a ham dolsun." Buyurdu.23

Bu ne büyük bir tevazu ve edep örneğidir. Elbette Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz, kendileriyle birlikte
olması emredilen kimselerden her yönüyle üstündü. Fakat, Yüce Allah bu emirle önce onların oluşturduğu
zikir meclisinin faziletini gösterdi. Sonra, Efendimizin (s.a.v) yüksek tevazusunu bize gösterip kendisini
örnek almamızı istedi. Ayrıca Efendimizin (s.a.v) onların içlerinde bulunup kendilerini şereflendirmesi ve
onlara feyiz vermesi için bu emri verdi.

Bir rivayette, Efendimiz (s.a.v), mescitte zikredenlerin yanına gelerek: "Sizin üzerinize Allah’ın rahmetinin
indiğini gördüm; ona sizinle ben de ortak olmak istiyorum." Buyurdular ve halkaya oturdular.24

Rasululah (s.a.v) Efendimiz, bir defasında:

"Cennet bahçelerine uğradığınızda, oralardan çokça istifade edin." buyurdu. Ashab-ı Kiram: "Cennet
bahçeleri neresidir?" diye sorduklarında, Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz:
"Zikir halkalarıdır." buyurdu.25

Yine Efendimiz (s.a.v), mescitte halka şeklinde toplanmış bir grup ashabının yanına uğradı. Onlara:
"Burada ne yapıyorsunuz? " diye sordu. Halkadakiler:

"Allah’ı zikrediyoruz, bizi İslam’a ulaştırdığı ve ihsanlarda bulunduğu için O’na hamd ediyoruz." Dediler.
Efendimiz (s.a.v) onlara: "Allah için soruyorum, siz gerçekten bunun için mi oturdunuz?" diye sordu;
Sahabeler:

"Vallahi biz ancak bunun için oturduk." dediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):
"Yanlış anlamayın, ben sizi suçlamak için yemin etmenizi istemedim. Ben sizin asıl niyetinizi öğrenmek ve
size şu müjdeyi vermek için geldim. Bana Cibril geldi ve haber verdi ki: Allah sizinle melekleri yanında
övünmektedir."26

Şu müjde de önemli:
"Herhangi bir topluluk sırf Allah rızası için toplanıp Allah’ı zikrederse, görevli bir melek semadan onlara
şöyle seslenir: "Günahlarınız affedilmiş olarak kalkın, hiç şüphesiz günahlarınız iyiliğe çevrildi."27

İşte halka şeklinde yapılan Hatme-i Hacegan da bu övülen zikir çeşitlerinden birisidir. Görüldüğü gibi
halka hâlinde cemaatle zikir yapmak övülmüş fakat halkada ne okunacağı konusunda bir şey
belirtilmemiştir. Bunun için, zikir sayılacak şeylerden ne okunsa zikir yapılmış ve bu müjdeye ulaşılmış
olur. Hatmede okunan zikir ve dua çeşitleri de sünnet-i seniyyeden alınmıştır.

Hatmeyi bugünkü usul üzere Abdulhâlik Gücdevani Hz.leri tertip etmiştir. "Hatm-i Hâcegân" diye de anılır.
Hâcegân, ulu zatlar, efendiler, büyük hocalar demektir. Hatm-i Hâcegân büyük velilerin tertip, talim ve
tatbik ettiği hatim demektir.

Bu zikre hatim ve hatme denmesinin bir sebebi şudur: Bu yolun büyükleri müridleri ile bir meclis
kurduklarında toplantıyı bu zikirle bitirirlerdi. Onlara has bir uygulama olarak bu zikre "Hatm-i Hâcegan"
denmiştir.
Bu zikirlere hatim denmesinin bir diğer sebebi, içinde okunan Fatiha ve İhlasların hatim sevabına denk
olmasındandır. Çünkü Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, ihlas sûresini üç defa okuyan kimsenin Kur’an’ı bir kere
hatmetmiş gibi sevap elde edeceğini müjdelemiştir.28 Büyük hatmede toplam bin defa İhlas sûresi
okunmaktadır. Bu da üç yüz otuz üç (333) Kur’an hatim sevabına denktir. Onun için büyükler bu zikre çok
önem vermişlerdir. Öyle ki çok ciddi bir hastalık ve ağır yolculuk hâlleri hariç, bütün ömürleri boyunca bu
zikri hiç aksatmamışlardır.

Hatme Nakşibendî yolunun büyüklerinin tercih ve tatbik ettiği usul üzere yapılır. "Büyük Hatme" ve "Küçük
Hatme" olmak üzere iki kısımdır.
BÜYÜK HATME

Cemaatte Elemneşrahleke sûresini bilen imam dahil 11 kişi varsa büyük hatme yapılır. 11 kişiden az
olunca büyük hatme yapılmaz. Büyük hatme şu şekilde yapılır:

Cemaat bir halka kurar. Hatmeyi yaptıracak kimse arkası kıbleye gelecek şekilde halkayı ortalayarak
oturur. Taş dağıtıcı ise imamın karşısına oturur, sepetteki taşları yere boşaltır.

Taş dağıtıcı önce 100 taştan 21 tanesini ayırıp imama verir. Geri kalan 79 taş, dağıtılmak üzere önünde
yerde bekler. Ayrıca okunacak Fatihâlar için altı büyük taş ayrılır. Herkes adap üzere oturur. Gözler
kapanır; huzurlu, sessiz ve edepli bir şekilde hatmenin başlaması beklenir. Gözler hatme bitene kadar
açılmaz.

İmam ‘estağfirullah’ diyerek hatmeyi başlatır. Herkes 25 defa estağfirullah der. Elemneşrahleke sûresini
bilenler taş almak için sağ ellerini açıp beklerler. Taşları dağıtan görevli gözlerini açıp 79 taşı sepete
koyar, imamın sağ tarafından başlayarak eli açık olanlara dağıtır. Dağıtılan taşların eşit sayıda olmasına
dikkat eder. Cemaat kalabalık ise eli açık olanlara en az üçer taş dağıtır. Kalabalık değilse taşları eşit
miktarda dağıtmaya çalışır. Kendilerine taş yetmeyenler ellerini indirirler, bir şey okumazlar.

İmam "Fatiha-i şerife" diye ses verir. İmam dahil sağ taraftan yedi kişi Euzü besmele ile Fatiha okurlar.
Fatiha okuyacakları belirlemek için taş dağıtıcı önünde hazır tuttuğu altı büyük taşı imamın sağındaki
altı kişiye dağıtır, imama Fatiha taşı vermez, imam kendisi bir Fatiha okur. Taş dağıtıcısı Fatiha taşlarını
tekrar toplayıp diğer taşlarla birlikte 10 büyük taşı imamın önüne sağ tarafına toplar.

İmam "Salavat-ı şerife" diye ses verir. İmam ve cemaat ellerindeki taş adedi kadar salavat okurlar. Salavat
"Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed" sözüdür. Her salavatla birlikte
sağ ellerindeki bir taşı sol ellerine aktarırlar ve hepsi bitince tekrar sağa alıp yeni verilecek zikir
komutunu beklerler.

İmam elindeki 21 taştan bir kısmıyla salavat okuduktan sonra "Elemneşrahleke-i şerife" diye ses verir.
Cemaat "eûzü-besmele" çekip ellerindeki taş kadar "Elemneşrahleke" sûresini okur. Sûreleri okurken başta
bir kere "eûzü-besmele" çekilir; diğerlerinde sadece besmele okunur, bu yeterlidir. İhlas okurken de
böyledir. Bu arada imam 21 salavatı bitirir ve bir miktar taş kendisine ayırarak kalanını taş dağıtıcıya
verir. Taş dağıtıcı gözlerini açar, imamın verdiği taşları imamın sol tarafındakilere dağıtır. Taşları daha
önce almayanlardan başlayarak yettiği kadar tek sayıda dağıtır.

Taş dağıtan bu sevaptan mahrum kalmamak için, kendisine de taş ayırır. Eğer halka küçükse ve ortada
oturanlar varsa, taş dağıtan önce imama göre sağ taraftan başlayarak sola doğru eşit miktarda taş
dağıtır.

Sonra imam "İhlas-ı şerife" diye ses verir. Herkes elindeki taş kadar besmele ile ihlas sûresini okur. İmam
ihlas-ı şerife" diye on defa ses verir ve herkes elindeki taş adedince ihlas okur. Böylece toplam 1000 (bin)
ihlas okunmuş olur..

İmam tekrar "Fatiha-i şerife" diye ses verir. Bu defa imam hariç sol taraftan yedi kişi Fatiha okurlar. Fatiha
okuyacakları belirlemek için taş dağıtıcı büyük taşlardan yedi taş alarak soldan yedi kişiye dağıtır ve
tekrar geri toplayıp imamın önüne kor. Eline taş verilenler besmele çekip birer tane Fatiha okurlar,
diğerleri bir şey okumazlar.

İmam son kez "Salavat-ı şerife" diye ses verir. İmam ve cemaat ellerindeki taş adedi kadar salavat okurlar.
Sonra, taş dağıtıcı gözlerini açar, imamdan başlayarak sağdan sola doğru taşları toplayıp oturur. İmam
hatme duasını okur. Duanın peşinden bir sûre okur ve "estağfirullah" diye ses verir. Herkes 25
"estağfirullah" çeker ve gözlerini açar.

Hatme ikindi namazından sonra yapılmışsa, duadan sonra "Nebe/Amme" sûresi, yatsı namazından sonra
yapılmışsa "Mülk/ Tabareke" sûresi okunur. Bunları ezbere bilmeyenler "Elemneşrahleke" sûresini veya
"Nasr/İzâcâe" sûresini okuyabilirler.
KÜÇÜK HATME

Büyük hatmede olduğu gibi halka kurulur. Cemaatın içinde Elemneşrahleke sûresini bilen imamla birlikte
11 kişi yoksa, küçük hatme yapılır. Küçük hatmede de 100 adet taş kullanılır. Ortada taş dağıtıcı
olmayacağı için önce yüz taş cemaata eşit olarak imam tarafından dağıtılır. İmam ayrıca başta ve sonda
okunacak yedi adet Fatiha’yı kimlerin okuyacağını önceden belirler. İlk yedi Fatiha’yı, imam dâhil sağ
taraftan yedi kişi okur. İkinci yedi Fatiha’yı imam hariç solundaki yedi kişi okur. Dağıtım ona göre yapılır.
Cemaat az olunca ikinci Fatiha imama da düşebilir. Sonra gözler yumulur.

İmam "estağfirullah" diye ses verir. Herkes 25 defa estağfirullah çeker.

İmam "Fatiha-i şerife" diye ses verir. imamla birlikte sağ taraftan tespit edilenler Euzü-Besmele çekip birer
Fatiha okurlar.

İmam "salavat-ı şerife" diye ses verir, imam ve cemaat ellerindeki taş adedi kadar salavat okurlar.

İmam "Yâ Bâkî entel Bâkî" diye ses verir, herkes elindeki taş sayısı kadar bu zikri kendi duyacağı bir sesle
söyler. Bu, beş defa tekrar edilir. Toplam 500 (beş yüz) defa okunmuş olur.

İmam ikinci kez "Fatiha-i şerife" diye ses verir. Bu defa imamın sol tarafından tespit edilenler euzü-
besmele çekip birer Fatiha okurlar.

İmam son olarak "Salavat-ı şerife" diye ses verir. İmam ve cemaat ellerindeki taş adedi kadar salavat
okurlar. İmam elindeki taşları önündeki taş sepetine koyar ve sağ tarafındaki kimsenin önüne uzatır.
Herkes elindeki taşları gözünü açmadan taş sepetine koyarak sağ yanındakinin önüne sürer ve sonunda
imamın önüne gelir. imam büyük hatmede olduğu gibi hatme duasın okur. Peşinden, tavsiye edilen
sûrelerden birisini okuyup "estağfirullah" diye ses verir. Herkes 25 defa estağfirullah diyerek gözlerini
açar.
Yorum (2) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - HATME İLE İLGİLİ EDEBLER


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
HATME İLE İLGİLİ EDEBLER

Hatme için düzgün bir halka şeklinde oturulur.

Estağfirullah dendikten sonra kalb huzurunu ve uyanıklığını temin etmek için başta kısa bir rabıta yapılır.

Hatme başlayınca, bitinceye kadar gözler kapalı olur.

Hatme sırasında gözleri açık olanları taş dağıtıcısı uyarır, gözlerini kapatmalarını söyler. Adap yapmamış
kimse varsa, münasip bir lisanla dışarı çıkarır.

Mürid, hatmeyi mürşidi yaptırıyormuş gibi dikkatli ve uyanık olmalı, ona göre niyetini ve davranışlarını
kontrol etmeli, edep ve tevazu içinde oturmalıdır.

Hatme, vird ve rabıta için dille yapılacak bir niyet yoktur. Ne yaptığını düşünerek, kalbini toplayıp
"estağfirullah" ile başlamak, niyet yerine geçer. Bu yeterlidir.

Hatmeyi yaptıranın farz namazını kılmış olması gerekir.

Bulunduğu yerde cemaatle namaz kılınmışsa, hatmeden sonra namaz kılacak vakit varsa, namaz
kıldığında hatmeye yetişemeyeceğini anlayan kimse, namaz kılmadan hatmeye girilebilir.

Herkes mümkünse âdâp üzere oturur. Rahatsız olanlar, rahat ettikleri şekilde otururlar. Ayaklar
ağrıdığında değiştirilebilir.

Hatmede, bir mazeret yoksa, duvar, yastık gibi herhangi bir şeye yaslanmamalıdır.

Hatmeyi yapanlar arasında duayı ezbere bilen yoksa, hatmeyi yaptıran, dua esnasında gözlerini açarak
yüzünden okuyabilir, okumasını bitirince gözlerini kapatır. Ancak devamlı yüzünden okumaya alışmamalı,
bu ruhsatı geçici bir süre için kullanmalı, hatme duasını ezberlemelidir.

Namaz kılmasını ve hatmenin adabını bilen çocuklar hatmeye girebilir.


Kadın-erkek karışık olarak hatme yapılamaz. Kadınlar ve erkekler kendi aralarında ayrı ayrı hatme
yaparlar.

İslam dinine göre birbirleriyle evlenmeleri haram olan kişiler,29 kendi aralarında hatme yapabilirler.

Yeni intisap edenler, sekiz şartı yapmadan ve hatmenin nasıl yapılacağını öğrenmeden (talimatı almadan)
hatmeye katılamazlar. Ancak daha önceden intisap etmiş fakat bu intisabını tekrarlamış olanlar, sekiz şart
adabını yapmasalar da hatmeye girebilirler.

Hatmeden sonra dua okunurken Resûlullah (s.a.v) Efendimizin ism-i şerifi geçince, kendi duyacağı kadar
gizli bir sesle: "sallallahu aleyhi ve sellem=Allah’ın selamı onun üzerine olsun" denir. Ashabın ismi geçince:
radıyallahu anhüm=Allah onlardan razı olsun, denir. Sadat-ı Kiramın ismi geçince: "Kaddesallahu sırrahu
=Allah onun sırrını pak, makamını yüce etsin." denir.

Hatme halkasına, farklı kollardan da olsa, Nakşibendî olanlar katılabilir. Bu konudaki ölçü şudur: Adı ne
olursa olsun açıklamasını daha önce verdiğimiz şekilde sekiz şartı yerine getiren ve kendi aralarında
hatme yapan herkes -mürşidi farklı da olsa- hatmeye girebilir, diğerleri giremez. Kadirî, Mevlevî, Rufâî ve
diğer tariklerden olanlar hatme halkamıza bu sekiz şartı yaptıktan ve hatme talimatı aldıktan sonra
katılabilirler.

Günde sadece bir kez büyük veya küçük hatme yapılabilir. Unutarak hatmeye katılır ve hatme esnasında
daha önce hatme yapmış olduğunu hatırlarsa, hatmeden çıkar.

Hatme iki vakitte yapılır. Birisi ikindi ile akşam arasıdır. Akşam namazına kadar hatme yapılabilir. Hatme
yapmanın kerâhet vakti olmaz Diğeri yatsı namazının vaktidir. Yatsı namazının son vaktine kadar hatme
yapılabilir.

Hatmeye abdesti olmayanlar giremez. Hatme sırasında, hatme duası başlamadan önce abdesti bozulan,
elinde taş varsa yanındaki kişilere birer ikişer dağıtarak hatmeden çıkar.

Abdesti bozulduğu için hatmeyi terk eden kimse, abdest alıp hatme duası başlamadan yetişebilirse tekrar
katılabilir. Ancak hatme duası başladıktan sonra hatmeye girmez. Dua kısmında hatmede bulunamayan
kimseler hatmeyi yapmış sayılmaz.

Bir de hatme duası okunurken abdesti bozulan kimse, -imam olsun veya olmasın- hatmeden çıkmaz,
bitinceye kadar hatmede kalır.

Hatmeyi yaptıran kişinin abdesti, duadan önce bozulursa, hatme yaptırmasını bilen biri devam ettirir.
Hatme yaptırmasını bilen yoksa kendisi devam eder, hatmeyi tamamlar. Acil bir özrü meydana gelen,
hatmeden çıkabilir.

Hanımlar âdet hâllerinde hatmeye katılamazlar.

Hatmenin ilk başlangıcına yetişemeyen kişi, hatme duası başlamamışsa halkaya sonradan katılabilir.

Büyük hatmeye sonradan katılan kimse, taş dağıtanın arkasındaki safta boş bir yere oturur. Gözlerini
kapatır, 25 estağfirullah’ çekerek hatmeye iştirak eder. Eline taş verilirse, okur; verilmezse, hatme
duasına kadar rabıta ile kalp huzurunu temin etmeye ve inen feyizden istifade etmeye çalışır. Bu manevi
rabıtadır. Mürşidinin huzurunda olduğunu düşünerek feyz almaktır. Akşam rabıtası gibi değildir.

Küçük hatmeye, hatme başladıktan sonra gelen kimse, oturanlara eliyle işaret ederek açılmalarını sağlar
ve halkaya oturur. Halkada genişleme imkanı yoksa, ortasına oturur. Gözlerin kapatır, 25 estağfirullah’
çekerek hatmeye iştirak eder. Halkadakilerin elinde fazla taş varsa, en aza üç tanesini kendisine ayırıp
diğer üç taşı veya daha fazlasını yeni gelene verebilir. O da imanın işaret ettiği yerden okumaya devam
eder. Ancak küçük hatmede Fatihalar daha önceden taksim edildiği için, sonradan gelen kimse, Fatiha
okumaz.
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - HATME İLE İLGİLİ EDEBLER


Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
HATME İLE İLGİLİ EDEBLER

Hatme yapılırken söylenen zikir sözleri, taş veya tespih taneleri ile sayılır.
Zorunlu durumlarda, taş vazifesini görecek cisimler de kullanılabilir, ama ipliği
koparılmamış tespihle hatme yapılmaz.
Tek başına küçük hatme yapılabilir. Bu durumda sırtın kıbleye gelecek şekilde
oturulması daha iyidir. Yüz kıbleye gelecek şekilde de oturulabilir.

Hatme ve zikirde gizlilik esas olduğundan, kapalı alanlarda yapılır. Dışarıdan


görülebilen odanın pencereleri perde ile örtülür, kapılar kapanır.

Hatme yapılan yer, ayak altı bir yer değil, sakin, boş bir mekan olmalıdır. Duaya
başlamadan önce, sonradan gelecek olanların katılması için açık bırakılan kapı
kapatılmalıdır.

Hatme yapılan yerde uyuyan çocuk var ise hatmenin veya çocuğun yeri
değiştirilir, mümkün değilse üzeri örtülür, hatme yapılır.

Hatmeyi, hatme duasını ezbere bilen herkes yaptırabilir. Hatmeyi yaptırmak, bir
makam değildir. Hatmeyi yaptıranın okuyuşunun düzgün olması, okunacakları
ezbere bilmesi yeterlidir. Ancak Amme’yi veya Tebâreke’yi ezbere bilen varken,
bilmeyen kimsenin yaptırması uygun değildir.

Aynı şartları taşıyan birden fazla kişi varsa, vekil olanın yaptırması daha uygun
olur.

Hatme yaptıranın duayı okurken Sâdât-ı Kiram’ın sıfatlarını unutması hâlinde, o


sâdâtın ismini hatırlayınca söylemesi ve devam etmesi hatmeyi bozmaz.

Hatme için halka kurulduğunda, zaruret olmadıkça konuşmamalı, kendisinden


istenmeden, hatme imamının yapacağı işleri yapmaya kalkışmamalıdır.

Halkaya girenler arasında sükûnet meydana gelmesi için herkes, bir an önce
halkadaki yerini almalıdır. Büyük hatme yapılırken taş dağıtıcısı, uygun
vaziyetin alınması ve giren-çıkanın kontrolünü sağlamakla görevlidir.

Taş dağıtıcısı, sevabından mahrum kalmamak için kendisi için de taş alır.

Büyük hatmede herkese taş verilmemiş olabilir. Bu durumda kendisine taş


verilmeyenler, mürşid rabıtası ile kalbini uyanık tutmaya, huzur hâlini bulmaya
ve inen feyzi almaya çalışır.

Dua okumaya başlayınca, okunan dua ve Kur’an-ı Kerim dinlenir. Dua sırasında
ismi geçen büyüklere ait hürmet ve dua cümleleri söylenir.

Bir erkek, annesi, kızları, büyükannesi, kız kardeşleri, teyzesi, hâlası, ablası,
erkek ve kız kardeşlerinin kızları yani yeğenleri, süt annesi, süt ninesi, süt
hâlası, süt kız kardeşi, üvey annesi, gelini, kayınvalidesi ve üvey kızı ile hatme
yapabilir. Ama erkek eşinin kız kardeşi, teyzesi, hâlası ve erkek kardeşinin
hanımı (yengesi) ile birlikte hatme yapamaz.

Bir kadın mürid ise; babası, oğulları, üvey babası, amcası, dayısı, erkek kardeşi,
süt kardeşi, damadı, erkek ve kız kardeşlerinin oğulları, büyükbabası, dedesi ve
kaynatası ile hatme yapabilir. Ama kadın mürid eşinin erkek kardeşi, amcası,
dayısı ve kız kardeşinin kocası (eniştesi) ile beraber hatme yapamaz.
En Şerefli Meclis

Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, toplanıp halka hâlinde zikir yapanların meclisini şöyle övmüştür:

"Bir topluluk oturur da Allahu Teala’yı zikrederlerse, muhakkak onların etrafını melekler sarar, onları ilahi
rahmet kaplar, üzerlerine sekinet iner, Allahu Teala onları, huzurundaki melekleri yanında anar.30.
Bir defasında Efendimiz (s.a.v) zikir için toplanan bir halkaya uğradı ve:

"Ümmetim içinde benim kendileriyle birlikte olmamı emrettiği kimseleri yaratan Allah’a ham dolsun.".31
buyurarak aralarına oturup onları şereflendiler.

O günkü Müslümanların ilim ve zikir meclisini saadetli vücudu ve cenneti süsleyen kalb-i şerifi ile
şereflendiren Efendimiz (s.a.v), daha sonra bu emaneti koruyan, Allah için halka kuran, oturup Yüce
Allah’ı zikreden, kendisinin tek mirası olan ilmi öğrenen kimseleri de yalnız bırakmaz. Allahu Teala’nın
izniyle bu garib ümmetini de rûhâniyeti ile şereflendirir; sevgisi ve duası ile destekler.

Gavs-ı Bilvânisî (k.s) hatmedeki bu sır ve şeref hakkında şöyle sohbet buyurmuştur:

"İnsanlar, bir araya gelip hatme/zikir yapmanın faziletini bilselerdi, hasta ya da sakat olsalardı bile yine de
sürünerek hatmeye gelirlerdi. Çünkü hatmenin manevî reisi Hz. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizdir. O, bu
meclislere manen teşrif buyurur ve oradakilerin dileklerini Allahu Teala’yaRABITA

Rabıta, kelime olarak bir şeyi diğerine bağlamak, onunla ilgi ve alâka kurmak demektir.

Dinimizde rabıta, tefekkürün bir çeşididir. Tefekkür, varlıkları ve olayları düşünüp onlarda gizlenen ilahi
rahmeti, hikmeti, kudreti fark etmek ve bu vesile ile kalbi zikre geçirmektir. Tefekkür farzdır. Kalbin en
önemli vazifesi tefekkür yoluyla uyanmak ve Yüce Allah’a bağlanmaktır. Allahu Teala’nın zatından başka
her varlık tefekkür edilebilir, hayâle alınıp üzerinde derin derin düşünülebilir.

Rabıta yapmak insana ait bir özelliktir. Kalbi ve gönlü olan herkes bir çeşit rabıta yapar. Ancak her rabıta
şekli kalbi uyandırıp Allah’a ve ahirete bağlamaz. Tasavvufta tavsiye edilen rabıta, kendisine bakılınca
Yüce Allah’ı zikrettiren bir kâmil insanı düşünmekten ibarettir. Kâmil insanın kalbi Allahu Teala’nın en
fazla nazar ve tecelli ettiği bir mahâldir. Bu kalb, ilahi aşk ve zikirle mamur olmuştur. Ona bağlanan kalb
de o aşk ve zikirden nasiplenir, beslenir, kuvvetlenir, mamur olur.

Rabıta, müridin kâmil mürşidini hayal ederek kalbini onun kalbine bağlamasıdır. Rabıta, birbirini seven
ruhların kaynaşmasıdır. Rabıta, kalbin kalpten nur ve feyiz almasıdır. Rabıta, gönlün gönle bakışı ve
birinden diğerine sevgi akışıdır.

Rabıta, müridin terbiyesi için en mühim bir vasıtadır. Rabıta namaz gibi şekli, zamanı ve usulü dinimizce
belirlenmiş bir ibadet değildir; kalbi uyandırıp huşu ve huzur içinde ibadete hazırlamaktır. Rabıta, manevi
terbiye aracıdır. Rabıta, azgın nefis için en güzel ıslah ilacıdır. Rabıta, gafil kalbin uyanık kalbe bağlanıp
uyanmasıdır. Rabıta, üzerine devamlı ilahi feyzin aktığı kalbe bağlanıp ondaki sevgi ve feyzi çekmektir.

Büyükler, rabıtanın özü itibariyle şu ayetlere dayandığını belirtmişlerdir: Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun."32

"Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile arayın. Onun yolunda mücahede edin ki
kurtuluşa eresiniz."33

Bütün gaye Allah’tan gerçek manada korkmaktır. Bu korku, Yüce Yaratıcıyı sevmek ve O’na koşmaktan
ibarettir. Buna haşyet denir. Haşyet, sevgiliyi üzerim korkusu ile titremektir. Haşyet, gizli ve açık her
hâlde hayalı olmaktır. Buna kısaca takva denir.

Her iki ayet-i kerime de takvayı emretmektedir. Takvayı elde etmek için birinci ayeti-kerimede Allah’ın
sadık kulları ile beraberlik emredilmiş, ikinci ayeti-kerimede ise takva yoluna sevk edecek bir vesileye
yapışılması ve nefsi terbiye için bütün yolların denenmesi istenmiştir.

İşte rabıta, Allahu Teala’nın sadık kulu ve kâmil dostu olan mürşid ile beraber olmanın bir şeklidir.
Mürşide el verip intisap eden herkes onunla Allah yolundaki beraberliğine ilk adımı atmış olur. Sonra onun
terbiyesine giren kimsenin zâhirî beraberliği başlamıştır. Bu işte asıl hedef kalp ve gönül beraberliğidir.
Kendisine gönül bağlanan kâmil mürşid Allah’a ulaşmada en güzel bir vesiledir. Bütün bunların sonucu
zikir ve edebtir, kısaca takvadır. Mürşidin Allah’a ulaşmada bir vesile ve vasıta olmaktan başka bir görevi
yoktur.
Ulu arifler rabıtayı şöyle tarif etmişlerdir:

"Rabıta, müşahede makamına ulaşmış, ilahi huzurda kabul görmüş, Allah’ın nuru ve edebiyle süslenmiş
kâmil bir mürşide kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kâmil mürşidin kalbi ilahi nur, feyiz, sevgi ve ilimler
için bir merkez yapılmıştır. Ona yönelen ve sevgiyle bağlanan bir kalbe, oradan nur, feyiz, sevgi ve ilim
akar. Bu kuvvetli kalp müridin zayıf kalbini besler.

Kendisine rabıta yapılacak mürşid, nefsini ıslah etmiş, huzur makamına ulaşmış, Allahu Teala’ya tam
teslim olma hâlini elde etmiş ve en önemlisi insanları terbiye için görevlendirilmiş olmalıdır. İrşat izni ve
ehliyeti olmayan kimseye yapılan rabıta, hem yapana hem de yapılana zarar verir.

Kısaca, kendisine rabıta yapılacak mürşid, Hz. Rasulullah’ın gerçek varisi, nazarları şifa, manevi tasarruf
sahibi, icazetli bir kimse olmalıdır. İşte müridin böyle bir kâmil mürşide kalbini bağlayıp, huzurunda ve
gıyabında onun sûret ve ruhaniyetini hayaline almaya, onu kendisi ile birlikte düşünerek, yanındayken
takındığı tavrı, uzağında iken de sürdürmeye rabıta denir.

Rabıtanın aslı muhabbete dayanır. Muhabbet rabıtası, müridin mürşide olan ileri seviyede sevgisi ve edep
ile gerçekleşir. Bu rabıtaya devam eden mürid, yavaş yavaş mürşidinin boyasına boyanır, onun hâlleri ile
hâllenir, ahlakına bürünür, sevgisi ile tatlanır, güzelleşir ve kâmil bir insan olur. Çünkü muhabbet rabıtası
seveni, sevilenin sıfatlarına sokar.

Bilinmelidir ki kulun tek başına mukarrebun makamına çıkması, yakin ve müşahede hâlini elde etmesi çok
zordur. Bunun için bu güzel hâllere ulaşmak isteyen kimseye, o hâlleri elde etmiş, yolu bilen kâmil bir
mürşid gereklidir. Böyle bir mürşidi bulan müridin, onun ruhaniyetini vasıta yapıp ilahi feyiz ve
nurlarından bolca nasiplenmesi gerekir. Bunun en kısa yolu muhabbet rabıtasıdır. Müridin, mürşidinin
huzurunda feyiz alması kolaydır. Huzurunda olduğu gibi gıyabında da edep ve feyiz alabilmesi için
mürşidinin kalbine yönelerek onun sûretini çokça hayal etmesi lazımdır.

Rabıtada Hedef

Rabıtaya devam eden mürid, zamanla fenafillah makamına yükselir. Bu makam, ihsan mertebesi olup Yüce
Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk yapma makamıdır. Mürşid, bu makama ulaştırdığı müridini Allahu
Teala’ya emanet eder, aradan çekilir. Artık rabıta, murakabeye döner.

Murakabe, kulun her an Allahu Teala’nın nazar ve kontrolü altında olduğunu kesin olarak bilmesi ve bunu
hissetmesidir. Böylece kalbi uyanan ve bütün vücudu ile zikre geçen mürid, kainattaki bütün varlıkları
tefekkür etme derecesini elde etmiş olur. Artık her şey onun için bir zikir sebebi olur.

Kâmil mürşid, ilahî sırların toplandığı bir mahâldir. ilahi sırlar ve nurlar, Resulullah (s.a.v) Efendimizden
itibaren manevî verâset yoluyla kâmil mürşide ulaşır. Ondan da kendisine bağlanan müridine intikal eder.
İşte rabıtanın en büyük kazancı, kalbi bu nur ile aydınlatmaktır. ulaştırır. Efendimizin (s.a.v) ilahi huzura
arzettiği şeyler geri çevrilir mi?"
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

27/1/2008 - RABITA
Kategori: Arifler Yolunun Edepleri
RABITA

Rabıta, kelime olarak bir şeyi diğerine bağlamak, onunla ilgi ve alâka kurmak demektir.

Dinimizde rabıta, tefekkürün bir çeşididir. Tefekkür, varlıkları ve olayları düşünüp onlarda
gizlenen ilahi rahmeti, hikmeti, kudreti fark etmek ve bu vesile ile kalbi zikre
geçirmektir. Tefekkür farzdır. Kalbin en önemli vazifesi tefekkür yoluyla uyanmak ve
Yüce Allah’a bağlanmaktır. Allahu Teala’nın zatından başka her varlık tefekkür edilebilir,
hayâle alınıp üzerinde derin derin düşünülebilir.

Rabıta yapmak insana ait bir özelliktir. Kalbi ve gönlü olan herkes bir çeşit rabıta yapar.
Ancak her rabıta şekli kalbi uyandırıp Allah’a ve ahirete bağlamaz. Tasavvufta tavsiye
edilen rabıta, kendisine bakılınca Yüce Allah’ı zikrettiren bir kâmil insanı düşünmekten
ibarettir. Kâmil insanın kalbi Allahu Teala’nın en fazla nazar ve tecelli ettiği bir mahâldir.
Bu kalb, ilahi aşk ve zikirle mamur olmuştur. Ona bağlanan kalb de o aşk ve zikirden
nasiplenir, beslenir, kuvvetlenir, mamur olur.

Rabıta, müridin kâmil mürşidini hayal ederek kalbini onun kalbine bağlamasıdır. Rabıta,
birbirini seven ruhların kaynaşmasıdır. Rabıta, kalbin kalpten nur ve feyiz almasıdır.
Rabıta, gönlün gönle bakışı ve birinden diğerine sevgi akışıdır.

Rabıta, müridin terbiyesi için en mühim bir vasıtadır. Rabıta namaz gibi şekli, zamanı ve
usulü dinimizce belirlenmiş bir ibadet değildir; kalbi uyandırıp huşu ve huzur içinde
ibadete hazırlamaktır. Rabıta, manevi terbiye aracıdır. Rabıta, azgın nefis için en güzel
ıslah ilacıdır. Rabıta, gafil kalbin uyanık kalbe bağlanıp uyanmasıdır. Rabıta, üzerine
devamlı ilahi feyzin aktığı kalbe bağlanıp ondaki sevgi ve feyzi çekmektir.

Büyükler, rabıtanın özü itibariyle şu ayetlere dayandığını belirtmişlerdir: Cenab-ı Hak


şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun."32

"Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile arayın. Onun yolunda
mücahede edin ki kurtuluşa eresiniz."33

Bütün gaye Allah’tan gerçek manada korkmaktır. Bu korku, Yüce Yaratıcıyı sevmek ve
O’na koşmaktan ibarettir. Buna haşyet denir. Haşyet, sevgiliyi üzerim korkusu ile
titremektir. Haşyet, gizli ve açık her hâlde hayalı olmaktır. Buna kısaca takva denir.

Her iki ayet-i kerime de takvayı emretmektedir. Takvayı elde etmek için birinci ayeti-
kerimede Allah’ın sadık kulları ile beraberlik emredilmiş, ikinci ayeti-kerimede ise takva
yoluna sevk edecek bir vesileye yapışılması ve nefsi terbiye için bütün yolların
denenmesi istenmiştir.

İşte rabıta, Allahu Teala’nın sadık kulu ve kâmil dostu olan mürşid ile beraber olmanın
bir şeklidir. Mürşide el verip intisap eden herkes onunla Allah yolundaki beraberliğine ilk
adımı atmış olur. Sonra onun terbiyesine giren kimsenin zâhirî beraberliği başlamıştır. Bu
işte asıl hedef kalp ve gönül beraberliğidir. Kendisine gönül bağlanan kâmil mürşid
Allah’a ulaşmada en güzel bir vesiledir. Bütün bunların sonucu zikir ve edebtir, kısaca
takvadır. Mürşidin Allah’a ulaşmada bir vesile ve vasıta olmaktan başka bir görevi
yoktur.

Ulu arifler rabıtayı şöyle tarif etmişlerdir:

"Rabıta, müşahede makamına ulaşmış, ilahi huzurda kabul görmüş, Allah’ın nuru ve
edebiyle süslenmiş kâmil bir mürşide kalbi bağlamaktan ibarettir. Çünkü kâmil mürşidin
kalbi ilahi nur, feyiz, sevgi ve ilimler için bir merkez yapılmıştır. Ona yönelen ve sevgiyle
bağlanan bir kalbe, oradan nur, feyiz, sevgi ve ilim akar. Bu kuvvetli kalp müridin zayıf
kalbini besler.

Kendisine rabıta yapılacak mürşid, nefsini ıslah etmiş, huzur makamına ulaşmış, Allahu
Teala’ya tam teslim olma hâlini elde etmiş ve en önemlisi insanları terbiye için
görevlendirilmiş olmalıdır. İrşat izni ve ehliyeti olmayan kimseye yapılan rabıta, hem
yapana hem de yapılana zarar verir.

Kısaca, kendisine rabıta yapılacak mürşid, Hz. Rasulullah’ın gerçek varisi, nazarları şifa,
manevi tasarruf sahibi, icazetli bir kimse olmalıdır. İşte müridin böyle bir kâmil mürşide
kalbini bağlayıp, huzurunda ve gıyabında onun sûret ve ruhaniyetini hayaline almaya,
onu kendisi ile birlikte düşünerek, yanındayken takındığı tavrı, uzağında iken de
sürdürmeye rabıta denir.

Rabıtanın aslı muhabbete dayanır. Muhabbet rabıtası, müridin mürşide olan ileri
seviyede sevgisi ve edep ile gerçekleşir. Bu rabıtaya devam eden mürid, yavaş yavaş
mürşidinin boyasına boyanır, onun hâlleri ile hâllenir, ahlakına bürünür, sevgisi ile
tatlanır, güzelleşir ve kâmil bir insan olur. Çünkü muhabbet rabıtası seveni, sevilenin
sıfatlarına sokar.
Bilinmelidir ki kulun tek başına mukarrebun makamına çıkması, yakin ve müşahede
hâlini elde etmesi çok zordur. Bunun için bu güzel hâllere ulaşmak isteyen kimseye, o
hâlleri elde etmiş, yolu bilen kâmil bir mürşid gereklidir. Böyle bir mürşidi bulan müridin,
onun ruhaniyetini vasıta yapıp ilahi feyiz ve nurlarından bolca nasiplenmesi gerekir.
Bunun en kısa yolu muhabbet rabıtasıdır. Müridin, mürşidinin huzurunda feyiz alması
kolaydır. Huzurunda olduğu gibi gıyabında da edep ve feyiz alabilmesi için mürşidinin
kalbine yönelerek onun sûretini çokça hayal etmesi lazımdır.

Rabıtada Hedef

Rabıtaya devam eden mürid, zamanla fenafillah makamına yükselir. Bu makam, ihsan
mertebesi olup Yüce Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk yapma makamıdır. Mürşid, bu
makama ulaştırdığı müridini Allahu Teala’ya emanet eder, aradan çekilir. Artık rabıta,
murakabeye döner.

Murakabe, kulun her an Allahu Teala’nın nazar ve kontrolü altında olduğunu kesin olarak
bilmesi ve bunu hissetmesidir. Böylece kalbi uyanan ve bütün vücudu ile zikre geçen
mürid, kainattaki bütün varlıkları tefekkür etme derecesini elde etmiş olur. Artık her şey
onun için bir zikir sebebi olur.

Kâmil mürşid, ilahî sırların toplandığı bir mahâldir. ilahi sırlar ve nurlar, Resulullah (s.a.v)
Efendimizden itibaren manevî verâset yoluyla kâmil mürşide ulaşır. Ondan da kendisine
bağlanan müridine intikal eder. İşte rabıtanın en büyük kazancı, kalbi bu nur ile
aydınlatmaktır.

Vous aimerez peut-être aussi